Hamd, sena ve övgülerin en güzeli, ezelde ve ebedde var olan, lutfuyla kainatı ve bizleri yaratıp var eden, sayısız nimetlerle yaşatan ve rahmetiyle doğru yolu gösteren Allah (cc.)’a mahsustur.
Salat ve selam da, alemlerin Rabbi tarafından sevilen, insanların ise tanıyıp, idrak edebilme nisbetînce sevebildikleri, efendimiz, önderimiz, rehberimiz Hz. Muhammed Mustafa(sav)ya, a’line, ashabına ve onun yolunu izlemeye çalışan ümmetin üzerine olsun.
Sık sık unuttuğumuz şu basit hakikati gözden ırak tutmamamız gerekir. İnsanlar, aynı insanlardır. Davet aynı davettir ve kavga da aynı kavgadır.
– Bu kavga (savaş), en başta nefsin içindeki zaaf, noksanlık, hırs ve bencilliğe karşı verilen bir kavgadır. İkinci planda hayatı kasıp kavuran şerre, bâtıla, dalalet ve azgınlığa karşı verilen bir kavgadır. Bu kavgaya her iki cephede de katılmak gerekir. Yeryüzünde müslüman toplumu temsil eden kimselerin her iki cephede de savaşmaları zorunludur. Çünkü Kur’an-ı Kerim’in girdiği, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)‘in yaptığı savaş da buydu.
Bu arada hata ve tökezlemeler olacaktır. Yol boyunca zaaf ve noksanlık olacaktır. Ama herşeye rağmen yola devam etmek gerekir. Zaaf ve noksanlığın habercisi olay ve deneyimler baş gösterdikçe buna çare bularak devam etmek gerekir. Gönülleri, Kur’anı Kerim’in çizdiği yöntemlerin çerçevesinde Allah’a yöneltmek gerekir.
Bu kavga da zaaf, noksanlık, hırs ve bencillik aşılmadıkça, tedavi edilmedikçe, üstesinden gelinmedikçe olumsuz sonuçlar almak an meselesidir. O yüzden mücadelenin devam edebilmesi için bu engellerin aşılması zaruridir. Bunlar mümine mücadele içinde mücadeleyi öğretecektir. Hedef de olanın gerçekleşmesi için o an karşılaşılan engeli aşmak gerekir. Hiç bir engelin mümini, bırakın durdurmayı, yavaşlatması bile tehlikelidir. Hedefe giderken tökezlemeden ve duraksamadan ilerlemek olmalıdır hedefi. Zaferle buluşmak veya kafirlerin yenildiğini görmek gibi bir hedefi olmamalıdır.
Allah (Subhabehu ve Tealâ), dava ve davetçilerin tabiî özelliklerini açıklarken kesin ve vazgeçilmez direktifi vermektedir:
“Vadettiklerimizin bir kısmını (hayattayken) sana göstersek de veya (bunları göstermeden) seni öldürsek de, görevin tebliğdir. Hesap almak ise bize aittir.” (Ra’d/40)
“Kâfirlere yönelttiğimiz bazı tehditleri sana göstersek de ya da daha önce canını alsak da senin görevin mesajımızı duyurmaktır, insanları hesaba çekmek bize düşer.”
Bu kesin direktif bir açıdan davanın ve davetçilerin özelliklerini de ortaya koymaktadır. Kuşkusuz Allah’ın dinine davet edenlerin, her aşamada davetin yükümlülüklerini yerine getirmekten başka bir görevleri yoktur. Davayı Allah’ın dilediğinden başka bir tarzda sunmaları da görevleri değil… Aynı şekilde hareketin gidişini ve adımlarını hızlandırmak da onlara düşmez. Yüce Allah’ın görünüşte onlara yenilgi ve bir süre yeryüzünde zayıflık takdir ettiğini gördüklerinde gevşememelidirler, karamsar olmamalıdırlar. Onlar davetçidirler ve davetçiden başka bir şey değildirler. (S. Kutub)
Sen, emek ve gayretlerinin semeresini görüp görmeyeceğini hesaba katmadan çalış, bu uğurda can vermek gerekse bile vazifen olan tebliği yap, gerisini bize bırak. (Elmalılı)
Bu, Rasulullah’a (s.a) bir tesellidir. Şöyle: “Ey Rasul, müşriklerin hakikati inkar etmeleri son bulsun diye kendini hırpalamana gerek yok. Sen sana tevdi edilen görevi gönül rahatlığı içinde sürdür ve layık oldukları cezayı vermeyi Biz’e bırak“. (Tefhimul Kur’an)
Rad 7- Küfre sapanlar derler ki: “Ona Rabbinden bir ayet (mucize) indirilseydi ya.” Sen, yalnızca bir uyarıcısın ve her topluluk için bir hidayet önderisin.
Her ne kadar doğrudan kafirlere değil de Hz. Peygamber’e (s.a) hitap ediyorsa da, bu onların isteklerine verilmiş kısa bir cevaptır. Yani şöyle: “Ey Rasul, ikna etmek için bu kavme gösterebileceğin birkaç mucize için endişelenip durma. Çünkü bu senin görevinin bir parçası değil. Senin görevin insanları yüz çevirmelerinden ötürü ve batıl yollarının kötü sonuçlarından dolayı uyarmaktır: yalnızca uyarmak… Ve bu amaçla biz her kavme bir kılavuz göndermişizdir. Şimdi sen de bu görevi ifa etmelisin. Bu görev onların gözlerini açmak ve mesajının vazettiği hakikatle hükmetmektedir.” (Tefhimul Kur’an)
Ey Muhammed! Sen hayattayken müşrik olsun olmasın tüm düşmanlarına dünyada vadettiğimiz belâ ve cezanın bir kısmını sana göstersek de, bunları göstermeden önce senin canını alsak da vazifen sadece Rabbinin mesajını tebliğ etmektir. Biz seni ancak Allah’ın risâletini insanlara ulaştırasın diye gönderdik. Sen, sana emredilen görevi yerine getirdin. Onları doğru insanlar yapmak senin vazifen değildir. Aksine hesaba çekmek ve yaptıkları iyilik ve kötülüklerin karşılığını vermek Bize düşer. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: “Ey Muhammed! Sen öğüt ver! Esasen sen sadece bir öğüt verensin. Sen, onlara zor kullanacak değilsin. Ama kim yüz çevirir, inkâr ederse Allah onu en büyük azaba uğratır. Doğrusu onların dönüşü Bizedir. Şüphesiz sonra hesaplarını görmek de Bize düşmektedir.”(Gaşiye, 21-26)
Ayet, şu hususlara işaret etmektedir:
1- Rasulullah (s.a.)’ın vazifesi, ümmete İslâm dinini tebliğ etmekle sınırlıdır. Onları düzeltip hidâyete ulaştırmak O’nun işi değildir.
2- Hadise ve olayları gerçekleştiren sadece Allah Tealâ’dır. O, sözünü ve tehdidini yerine getirir ve çetin azabını ne zaman isterse indirir. Bu, ister Rasulullah (s.a.v) sağken isterse vefatından sonra olur.
3- Yaptıkları iyilik ve kötülüklere karşılık, kulları hesaba çekmeye kefil olan sadece Allah Tealâ’dır. (Tef. Münir)
Eğer bizlerin önderi, örneği, rehberi Rasulullah (sav) ise, Resulullah (sav) insanların en zekisi, Allah’a en yakın ve en sevgili olan ise başarıya ve ebedi kurtuluşa ulaşmak için Resule en güzel şekilde tabi olmamız gerektiğini iyi anlamak gerekir. Demek ki mesele sadece davet değil, davette ki süreklilikmiş. Ne kadar engelde çıksa, tökezlemeden, yılmadan yola devam edilmesi gerektiğini kavramakmış.
Rabbim tüm müminlere güç ve kuvvet versin. Bizleri de o o meşalenin bir parçası olmayı nasip etsin (AMİN).