VEHBE ZUHAYLİ (RH.A)’İN BAKIŞ AÇISIYLA ARAF SURESİ 52. VE 54. AYET-İ KERİMELER
Kur’an-ı Kerimi Yalanlayanların Kıyamette Pişmanlıklarını Açığa Vurmaları Ve Şefaat İstemeleri
52- Andolsun ki biz onlara bir Kitap getirdik. Onu inanan kavim için hidayet ve rahmet olarak, bilgi üzere uzun uzun açıkladık.
53- Onlar onun tevilinden başkasını mı bekliyorlar? Onun te’vilinin geldiği gün, daha önce onu unutmuş olanlar derler ki: “Gerçekten Rabbimizin elçileri bize hakkı getirmişti. Şimdi bize şefaat edecek kimseler var mı ki bize şefaat etsinler yahut geriye döndürülür müyüz ki yapmış olduğumuzdan başkasını yapalım?” Onlar gerçekten kendilerini hüsrana uğratmışlardır ve uydurageldikleri şeyler de kendilerinden uzaklaşıp kaybolmuştur.
Açıklaması
Yüce Allah bu ayet-i kerimede kendilerine her şeyi açıklayan ve beyan eden Kitap ile peygamberleri göndermiş olmakla müşriklerin her türlü mazeretlerini çürütmüş olduğunu bildirmektedir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Bir Kitap ki ayetleri muhkem kılınmış, sonra da geniş geniş açıklanmıştır.” (Hud, 11/1).
Andolsun ki ister bu Mekke müşrikleri olsun, isterse de onların benzerleri olsun, biz tam anlamıyla açıklamalar ihtiva eden Kitap göndermişizdir. Bu kitap da Kur’an-ı Kerim’dir. Onun ayetlerini hikmetlerle, öğütlerle, kıssalarla, hükümlerle, vaadlerle ve tehditlerle yapmış olduğumuz açıklamaları, tam ve kemaliyle bilerek, geniş geniş açıklamış bulunuyoruz. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde, “O, onu kendi ilmiyle indirmiştir.” (Nisa, 4/166) buyurmaktadır. Böylece onların akidelerini tashih etmek, ruhlarını arındırmak, mutluluklarına sebep olmak, ona iman edip hükümleriyle amel edecek kimseler için de hidayet ve rahmet olmak üzere geniş geniş açıklamışızdır.
Bu kitap dinin asıllarını açıkladığı gibi şirki, putperestliği de tenkit etmiş, insanlar için uygun ve elverişli olan düzenlemeleri ortaya koymuş, yapıcılığa, ilerlemeye ve uygarlığa, dikkatle düşünmenin, tefekkür ve aklı kullanmanın şanını yükseltmek için teşvikte bulunmuştur. Diğer taraftan birçok ayet-i kerimede araştırmadan ve belgeler üzerinde dikkatle durmadan yapılan taklidi ye-rilmiştir. Şu buyruklarda olduğu gibi birçok ayet-i kerimede dikkatle düşünmeyi teşvik etmiştir: “Şüphesiz bunda aklını kullanan bir topluluk için ayetler vardır.” (Ra’d, 13/4); “De ki: Eğer doğru söyleyen kimseler iseniz, haydi delilinizi getiriniz.” (Bakara, 2/111). Kimi ayetlerde de taklidi yermektedir; şu buyrukta olduğu gibi: “Biz atalarımızı bir din üzere bulduk ve şüphesiz biz onların izleri üzere onlara uyan kimseleriz.” (Zuhruf, 23/43).
Şimdi bu kâfirler, onun te’vilinden yani kendilerine vaad olunan azap, ibretli cezalar, cennet ve cehennemden başkasını mı bekliyorlar? Elbette ki beklemiyorlar! -Rabî’ der ki: Onun te’vili olan şeyler hesap günü tamamlanıncaya kadar gelmeye devam edecektir. Nihayet cennet ehli cennete, cehennemlikler de cehenneme girecekleri vakit, işte o zaman onun te’vili tamamlanmış olacaktır.
Te’vilinin geleceği gün, İbni Abbas’m dediği gibi, kıyamet günüdür. Ki-tap’m haber verdiği şeylerin gerçeklerinin, getirdiklerinin doğruluğunun ortaya çıkacağı gün, bu gündür. İşte o vakit onun gereğince amel etmeyi terk eden ve dünya yurdunda onu unutanlar yani unutulmuş bir şey gibi telakki edip ondan yüz çevirenler şöyle diyeceklerdir: “Gerçekten Rabbimizin peygamberleri hakkı getirmişlerdi. Yani ne söylemişlerse doğru söylemişlerdi. Onların doğruyu, hakkı getirdikleri artık ortadadır. Getirdiklerinin bir gerçek olduğu sabit olmuştur, fakat ondan yüz çevirenler bizler idik; o bakımdan bu ceza ile cezalandırılıyoruz!
Bu sefer şu iki husustan mümkün olan herhangi birisiyle kurtulmayı temenni etmeye koyuldular: Ya şefaat edeceklerin şefaati ile kurtulmak ya da amellerini düzeltmek ve Allah’ı razı edecek şekilde yeni bir hayat ve yeni bir yol tutmak için dünyaya geri dönmek.
Şefaati temenni etmelerindeki sebep, şirkin esasını hatırlamalarıdır. Bu esas ise Allah nezdinde kurtuluşun ancak şefaatçilerin aracılığı ile olacağını kabul etmeleriydi. Artık iflas edip kurtuluşun ancak iman ve salih amel ile olduğunu öğreneceklerinde dünyaya geri dönmeyi temenni edecekler, böylelikle önceden yaptıklarından farklı olarak peygamberlerin emrettikleri gibi amel etmek isteyecekler. Bu da Yüce Allah’ın şu buyruğunu andırmaktadır: “Ateşin üzerinde durdurulup da “Keşke geri döndürülsek ve Rabbimizin ayetlerini ya-lanlamasak, müminlerden olsak” diyecekleri zamanı bir görsen. Hatta onlara daha önceden gizledikleri şeyler görünecektir. Eğer geri döndürülecek olsalar dahi, yine kendilerine yasak kılınanlara döneceklerdir. Şüphesiz onlar yalan söyleyenlerdir.” (En’âm, 6/27-28).
Bu da Yüce Allah’ın buradaki, “Onlar gerçekten kendilerini hüsrana uğratmışlardır ve uydurageldikleri şeyler kendilerinden uzaklaşıp kaybolmuştur” buyruğundan anlaşılmaktadır. Yani onlar cehenneme girmek, orada ebedi kalmak suretiyle kendilerini aldatmış oldular. İftira edip durdukları Allah’tan başka tapındıkları şefaatçilere dair söylediklerinin öyle olmadığı ortaya çıkacaktır. Çünkü onlar Allah’tan başka taptıkları şefaatçileri hakkında, “İşte bunlar Allah nezdindeki şefaatçilerimizdir.” (Yunus, 10/18) diyorlardı. Fakat bunlar kendilerine şefaat etmeyecekler, yardım etmeyecekler, içinde bulundukları durumdan onları kurtarmayacaklardır. [1][26]
Yaratan Ve Emreden Allah, Hem Rab Hem İlâhtır
54-Muhakkak ki sizin Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra
ArŞ’a İstiva eden A11»11’*11″- Gündüzü durmadan kovalayan gece ile bürür. Güneşi, Ay’ı ve yıldızları emriyle mü- sahhar kılmıştır. Bilin ki yaratma da emir de yalnız O’nundur. Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın şanı ne yücedir!
Açıklaması
Yüce Allah yedi semasıyla, arzıyla bütün kâinatı yahut âlemi ve bunlar arasında bulunanları altı günde yarattığım haber vermektedir. Bu altı gün ise cumartesi dışında kalan günlerdir. Bütün yaratıklar, Hz. Adem’in yaratılmış olduğu cuma gününde toplanmış oldu. Cumartesi gününde ise kâinattan bir şey yaratılmadı. Çünkü o yedinci gündür. İşte bundan dolayı bu güne kesmek anlamına gelen sebt adı verilmiştir. Bu bilgiler ise İsrailoğulları haberlerinden (İsrailiyetten)dir.
Hatıra ilk gelen, bu günlerin dünya günleriyle takdir olunduklarıdır. Çünkü o sırada güneş yoktu. Bu yaratılmış eşyalar ise, bu yerin yaratılmasından sonra meydana gelmiştir. Mücahid ile Ahmed b. Hanbel’in görüşüne göre her gün bin yıldır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz senin Rab-binin nezdinde bir gün, sizin saydıklarınızdan bir sene gibidir.” (Hacc, 221 Al). Kıyamet gününün niteliği ile ilgili olarak da Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Miktarı elli bin yıl kadar olan bir günde…” (Meâric, 69/4).
Ayet-i kerimenin ifade ettiği manaya gelince: Ey insanlar! Sizin Rabbiniz ve işlerinizin mutlak maliki, kendisinden başka ilâh olmayan, ortağı bulunmayan Allah’tır. Gökleri, yeri yoktan var eden ve onları takdir eden, işlerini düzenleyen, onların düzenlerini altı günde sağlamlaştıran O’dur. Bu günler ya dünya günleriyle takdir edilir yahut da Yüce Allah bu günlerin miktar ve sınırlarını en iyi bilendir. Yüce Allah dileseydi elbette bunları bir lahzada da yaratırdı. Fakat O, böyle yapmakla, insanlara yaptıkları işlerinde sağlam ve istikrarlı davranmayı öğretmeyi dilemiştir. Çünkü: “O’nun emri ancak bir şeyi diledi mi ona sadece “Ol” der, o da oluverir.” (Yasin, 36/80). Bu yaratma ve tekvîn mahlûkat için hiç bir şekilde mümkün bir şey değildir. O bakımdan bu aynı zamanda eksiksiz bir kudretin de delilidir: “Göklerin ve yerin yaratılması elbette insanların yaratılışından daha büyüktür.” (Mü’min, 40/57).
Yüce Allah yeri iki günde yaratmıştır. Kazık gibi sapasağlam dağları, çeşitli bitki ve hayvanları bir başka iki günde yaratmıştır. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “Siz iki günde yeri yaratan Allah’ı inkâr ediyor ve O’na ortaklar koşuyor musunuz; işte O âlemlerin Rabbidir. Ve orada üstünde sabit dağlar yarattı. Orada bereketler kurdu, gıdalarını takdim etti. Soranlar için müsavi olarak tam dört günde (yarattı)…” (Fussilet, 41/9-10).
O gökleri ve onlarda bulunan cisimleri ve yıldızları da iki günde yarattı. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Ve onları yedi gök halinde iki günde yarattı. Her bir göğe de ona ait olan emri vahyetti. Dünya göğünü de yıldızlarla süsledik ve koruduk. Bu her şeye kadir olanın, her şeyi en iyi bilenin takdiridir.” (Fussilet, 41/12).
Diğer taraftan Yüce Allah, bu mahlûkatı yarattıktan sonra kendisine yakışacak şekilde Arş’ına istiva etti. Herhangi bir şekilde yaratılmışlara, sonradan var olmuşlara hiç bir şekilde benzemeksizin işlerini çekip çevirmekte, düzenini yürütmektedir. O’nun Arş üzere istiva etmesi, gökleri ve yeri tek başına idare etmesi, onlardaki hakimiyeti ve işlerin dizginlerini elinde bulundurması-dır. Bizler ashab-ı kiramın iman ettiği gibi, Allah’ın Arş üzere istivasına, kendisine yakışan bir keyfiyette olduğuna iman ederiz. Herhangi bir benzetme veya keyfiyet nispetine gitmeyiz. Yani belli bir cihetle sınırlandırmakla ve belli bir keyfiyetle yahut sıfatla takdir etmek söz konusu değildir. Hakikatin mahiyeti de Allah’a havale edilir. İşte İmam Malik’in ondan önce de hocası Ra-bîa’nm açıkladığı budur. O der ki: İstivanın (dilde) ne demek olduğu bellidir. Keyfiyet (yani istiva şekli) ise meçhuldür. Buna dair soru sormak, bidattir. İşte bu konuda bu kadarı yeterlidir.
Hafız İbni Kesir der ki: Mâlik, Evzaî, Leys b. Sa’d, Şafiî, Ahmed, İshâk b. Râhûye ve onların dışında kalan eski yeni, İslâm’ın bütün ilim adamlarından oluşan selef-i salihinin kabul ettiği görüş bu gibi buyrukları, keyfiyet, benzetme ve ta’dile gitmeksizin geldiği gibi kabul etmektir. Benzetmeye gidenlerin zihin ve hatırlarına ilk gelen zahirî mana Allah hakkında söz konusu olamaz. Çünkü Allah’a yaratıklarından hiç bir şey benzemez ve, “Onun mislinin benzeri yoktur, O en iyi işitendir, en iyi görendir.” (Şûra, 42/11).
Hatta mesele aralarında Buharî’nin hocası Nuaym b. Hammâd’ın da bulunduğu önder ilim adamlarının dedikleri gibidir. Nuaym der ki: Allah’ı yaratıklarına benzeten kâfir olur. Allah’ın kendisini vasfettiği şeyi inkâr eden de kâfir olur. İster Allah’ın kendisini vasfettiği şeyler, ister Rasulünün vasfettikleri şeyler arasında teşbih söz konusu değildir. Her kim Yüce Allah hakkında sarih ayetler varit olduğu gibi Allah’ın celâl ve azametine yakışacak şekilde kabul eder, diğer taraftan eksiklikleri Allah hakkında reddederse o hidayet yolunu izlemiş olur.[2][27]
Halefe (sonraki ilim adamlarına) gelince: Onlar tevilde bulunarak derler ki: Yüce Allah mahlûkatını var ettikten sonra takdir ve hikmetine uygun olarak işlerini idare etmek, düzenini yürütmek anlamı ile Arş’ı üzere istiva etti. Nitekim O şöyle buyurmaktadır: “Sizin rabbiniz gökleri ve yeri altı günde yaratan Allah’tır. Sonra O Arş’a istiva etti. Bütün işleri tedbir ediyor.” (Yunus, 10/3).
Daha sonra Yüce Allah kâinatı tedbir ve idaresinin bir takım tecellilerini açıklayarak şöyle buyurmaktadır: “Gündüzü… gece ile bürür.” Yani Yüce Allah geceyi gündüze, gündüzü geceye katar. Her ikisi de birbirinin arkasından gelir. Gecenin karanlığı gündüzün aydınlığıyla, gündüzün aydınlığı gecenin karanlı-ğıyla gider. Onların her birisi gecikmeksizin oldukça seri bir şekilde ötekini ısrarla takip eder. Öyle ki biri gitti mi hemen öteki gelir, öteki gitti mi diğeri gelir. Maksat arada herhangi bir fasıla yahut gecikme olmaksızın, seri bir şekilde birinin ötekini takip etmesidir; Yüce Allah’ın şu buyruğunda olduğu gibi: “Onlara bir ayet de gecedir. Biz ondan gündüzü soyup çıkarıyoruz. Onlar karanlıkta kalıverirler. Güneş de kendisi için tayin edilmiş bir karar yerine akıp gitmektedir. Bu, gücü her şeye yeten, her şeyi bilenin takdiridir. Ay için de menziller takdir ettik. Nihayet o kurumuş hurma salkımının çöpü gibi olur. Güneşin aya yetişmesi gerekmediği gibi, gece de gündüzü geçmez. Onların her birisi bir yörüngede yüzerler.” (Yasin, 36/37-40). Gece ile gündüzün ard arda gelmesinde pek çok menfaatler vardır. Çünkü onların ard arda gelmesiyle hayatın işleri tamam olur, insanların menfaatleri tahakkuk eder.
Bu şekildeki hızlı ve ısrarlı takibi modern ilim, yeryüzünün yuvarlaklığını ve güneşin etrafında kendi ekseni çevresinde dönüşünü açıklayarak ispatlamıştır. Böylelikle yer küresinin yarısı Güneş ile aydınlık, öbür yarısı karanlık olur. Meselâ Ortadoğu’da vakit gündüz iken, Güney Amerika ve Japonya’da vakit gecedir. Çağdaş ilim adamlarının bu konuda belirledikleri gerçekleri Gazali, Razî, İbni Teymiyye, İbni el-Cevziyye gibi pek çok ilim adamı önceden açıklamış bulunmaktadırlar.
Kâinatın İlâhî tedbirinin tecellilerinden birisi de Güneş’i, Ay’ı, diğer yıldız ve gezegenleri yaratmış olması, bunların tümüyle O’nun hakimiyeti, müsahhar kılması ve meşieti (dilemesi) altında bulunmalarıdır. Yani onlar tümüyle Yüce Allah’ın tasarrufunun ve emrinin altındadır. Bundan dolayı Yüce Allah, “Bilin ki yaratma da, emir de yalnız O’nundur.” buyurmaktadır. Yani O yoktan var eden mutlak malik, mutlak tasarruf sahibi ve müdebbir olandır. “Yaratma O’nundur” buyruğunun anlamı küçüğüyle büyüğüyle bütün yaratılmışlar O’nun mülküdür; “emir de yalnız O’nundur” buyruğunun anlamı ise tasarruf ve tedbir de yalnız O’nundur, bunlardan herhangi birisinde kimsenin hakkı yoktur, demektir.
“Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın şanı ne yücedir?” Yani o ne azametlidir, ne münezzehtir! O rububiyetiyle eşsiz ve tek olandır. Kâinatta bulunan pek çok hayırlar O’ndandır. Kullarına düşen ise bu nimetler dolayısıyla O’na şükretmek, O’ndan başkasına ibadet etmemektir. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “Mülk yalnız elinde bulunanın şanı ne yücedir ve O, her şeye gücü yetendir.” (Mülk, 67/1); “Gökte burçlar yaratan, orada bir kandil ve ışık saçan bir Ay yaratanın şanı ne yücedir.” (Furkân, 25/61).
İbni Cerîr et-Taberî de Abdülaziz eş-Şâmî’den, o babasından -ki sahabedendi- şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: “İşlediği salih bir amel dolayısıyla Allah’a hamdetmeyip kendisine hamdeden kişi kâfir olmuş, ameli boşa çıkmış olur. Allah’ın kullara emirden bir pay verdiğini iddia eden bir kimse Allah’ın peygamberlerine indirdiğine kâfir olur. Çünkü Yüce Allah, “Bilin ki yaratma da, emir de yalnız O’nundur, âlemlerin Rabbi olan Allah’ın şanı ne yücedir!” diye buyurmuştur.
Ebu’d-Derdâ’dan nakledilen -ki Resulullah (s.a.)’a merfuan da rivayet edilmiştir- duada da şöyle denilmektedir: “Allahım! Mülk bütünüyle yalnız senindir. Hamd, bütünüyle yalnız senindir; emir, bütünüyle yalnız sana racidir. Ben senden bütün hayırlardan isterim ve bütün serlerden de sana sığınırım.” [3][28]