sohbetlerözlü sözleryazarlarmakalelervideolartefsir derslerikavram derslerimedaricus salikin

SEYYİD KUTUB’UN BAKIŞ AÇISIYLA EN’ÂM SURESİ 50. AYET

SEYYİD KUTUB’UN BAKIŞ AÇISIYLA EN’ÂM SURESİ 50. AYET
28.05.2020
896
A+
A-

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.

50- “De ki; “Ben size Allah’ın hazineleri elimin altındadır” demiyorum. Size meleğim de demiyorum. Sadece bana indirilen vahye uyuyorum. Hiç kör ile gören bir olur mu? Düşünmüyor musunuz?”

Kureyş’ten iman etmemekte inat edenler, peygamberi doğrulamak için bir mucize göstermesini istiyorlardı. Oysa daha önce de söylediğimiz gibi onun doğru olduğunu biliyor ve O’nun hakkında kuşku duymuyorlardı. Bazen bu mucizenin Safa ve Merve tepelerinin altına dönüşmesi şeklinde gerçekleşmesini, bazen de her iki tepenin Mekke’den uzaklaşmasını, yerlerinin ekin ve meyvelerle yeşillenmiş verimli bir alan olmasını istiyorlardı. Bu istek, kimi zaman başlarına gelerek gaybin kapsamındaki olayların önceden haber verilmesi şeklinde gerçekleşiyordu. Kimi zaman kendisine bir meleğin indirilmesini, gökten sayfalara yazılı olarak indiğini gördükleri bir kitabın gelmesini taleb ediyorlardı. Karşı çıkışlarına ve inatlarına perde yaptıkları daha nice istek…

Ancak bütün bu istekler, çevrelerindeki cahiliye toplumlarında peygamberlik ve peygamber gerçeğinin görünümünü kuşatan asılsız hurafe ve efsanelerden besleniyordu. En yakınları da, peygamberleri bu konulara ilişkin gerçeği açık bir şekilde kendilerine getirdikten sonra yoldan çıkan ehl-i kitabın peygamberlik gerçeği etrafında uydurduğu vehim ve efsaneler oluşturuyordu.

Değişik cahiliye toplumlarında çeşitli şekillerde “gaibten haber verme” iddiaları yaygınlaşır. Bu iddiada bulunan yalancı kahinleri birtakım aldanmışlar da doğrular. Bunlar arasında sihir, kehanet, müneccimlik ve delilik yer alıyordu. Bu yalancı haberciler efsun ve muskalarla ya da dua ve niyazlarla veya bunların dışında yöntem ve araçlarla gaybı bilmek gücüne sahip olduklarını, cinler ve ruhlarla ilişki kurduklarını, tabiat kanunlarını kontrolleri altına aldıklarını iddia ediyorlardı.

“Sihir aracılığıyla gaibten haber verme, genel kanıya göre, bilinmeyenden haberdar olmak ya da olaylara ve eşyaya egemen olmak için emrine aldığı kötü ruhlara dayanıyordu. Kehanet yoluyla gaibten haber verme olayı ise, “tanrılar”la ilişkili olduğu düşünülüyordu. Tanrılar kahinin emrine girmezlerdi. Yalnızca dua ve yakarışlarına cevap verir, gerek uyanıkken, gerekse uyurken onun için bilinmezliğin kapılarını açarlardı, çeşitli işaretler ve rüyalarla ona yol gösterirlerdi. Bunun dışında diğer çağrı ve yakarışlara cevap vermezlerdi. Ancak sihir ve kehanet aracılığıyla gaibten haber verme, cezbe ve kutsal delilik aracılığıyla gaibden haber vermede farklılık arz ediyordu. Çünkü hem sihirbaz hem de kahine istedikleri, büyü ve dualarla istedikleri şeyle amaçlarının ne olduğunu biliyorlardı. Buna karşılık cezbeye tutulmuş kişi ya da kutsal deli, edilgen bir konumdaydı. Doğrudan doğruya kastetmediği ve belki de hiç anlamadığı halde dilinden birtakım kapalı ifadeler dökülürdü. Cezbe halinde gaibden haber verme olaylarının yaygınlaştığı toplumlarda meczupla birlikte çoğu zaman onun sözlerinin amacını, sembol ve işaretlerinin anlamını bildiğini ileri süren bir yorumu da bulunurdu. Nitekim Yunan’da Meczub’a “mantı”, yorumcuya da “porphet” (yani başkasının adına konuşan) derlerdi. Avrupalılar tüm anlamlarıyla nübüvvet kelimesini, bu kelimeyle karşılamışlar. Meczubun kastettiklerini, sembol ve işaretlerinin içeriklerini, yorumlamak ve ifade etmekle görevlendirilmiş olması dışında, kahin ve meczupların birleştikleri pek görülmezdi. Çoğu zaman ihtilafa düşer, çekişirlerdi. Çünkü toplumsal işlevleri, yaratılışlarının ve konumlarının tabiatı bakımından farklı özelliklere sahiptirler. Meczup isyancıdır. Herhangi bir törene, genel kabul görmüş bir kuruma bağlı değildir. Kahin ise tutucudur. Kendisine miras kalmış bilgiyi çoğu zaman babasından ve dedesinden edinir. Kehanet, içinde uzak-yakın köşelerden yönelinen puthane ve tapınakların bulunduğu çevreyle sınırlıdır. Cezbe ise, bu ortamda sınırlı değildir. Çünkü cezbe, çölde insanın başına gelebildiği gibi memleketin her tarafında, bilinen bir yerleşme biriminde de gelebilir.”

Üstad Akkad’ın “İslâm’ın gerçekleri ve düşmanlarının saçmalıkları” kitabından… Bu konuda kanıt oluşturması için kitaptan alıntı yapmakla beraber -aralarında semavi dinler de olmak üzere- İslâm’la mükemmelliğe ulaşana kadar dinlerdeki ilahlık ve peygamberlik gerçeğinin görünümünün gelişim sürecine ilişkin, yazarın yöntemini benimsemiyoruz. Çünkü bu görünüm, gerçek semavi dinlerinin tümünde birdir. Mensuplarının cahiliyeye geri dönmelerinden, peygamberlerin kendilerine getirdiği gerçekleri tahrif etmelerinden ve kendi cahiliye düşüncelerine alet etmelerinden sonra baş gösteren sapmalar ölçü alınmamalıdır. En doğru kaynak olan Kur’an-ı Kerim bu sözlerimizi doğrulamaktadır. Bu konuda Avrupalı dinler tarihi bilginlerinin ileri sürdükleri varsayım ve sanıların hiçbir değeri yoktur.

“Yahudi kabileleri arasında yalancı peygamberlerin sayısı oldukça fazlaydı. Bundan anlaşılıyor ki, birbirini takip eden çağlar ile yeni çağların zikir ehli ve tarikat sofuları birbirine benziyorlardı. Çünkü bazı dönemlerde sayıları yüzü aşardı. Kimi zaman bedene eziyet etmek, kimi zaman da çalgı aletlerini dinlemek suretiyle cezbe haline kapılmak gibi dervişlerin başvurduğu egzersizlere, toplantılarında başvururlardı.

Birinci Samuel’in kitabında şöyle denir:

Şaul Davud’u yakalamak için elçiler gönderdi. “Yalancı peygamberler topluluğunun gaibden haber verdiklerini gördüler. Şaul da başkanları olarak aralarında bulunuyordu. Bu sırada Allah’ın ruhu Şaul’un elçilerini bürüdü, onlar da gaibden haber vermeye başladılar. Bunun üzerine Şaul başkalarını gönderdi. Onlar da öncekiler gibi gaibden haber vermeye başladılar. Sonunda o da elbiselerini çıkarıp, aynı şekilde Samuel’in önünde gaibden haber verdi. Bütün gün ve gece boyunca çıplak kaldı.”

Yine Samuel’in kitabında şöyle denir:

“Bir tepe üzerinde oturmuş bir grup, peygambere rastlayacaksın. Önlerinde ruhab, davul, ney ve ud olduğu halde gaibden haber verirler. Rabbin ruhu onların içine girerek birlikte gaibden haber verir. Ardından diğer bir adamın bedenine girer.”

“…Peygamberlik, ikinci bölümünde belirtildiği gibi veraset yoluyla babadan oğula geçen bir sanat olarak kabul ediliyordu. Peygamberlerin çocukları `Ya Yuşa’a’ dedikleri zaman: İşte senin karşında durduğumuz yer burasıdır. Ve bize dar gelmektedir. Artık Ürdün’e gidelim.”

“Kimi zaman orduya katılan birtakım hizmetkârları olurdu. Nitekim ilk günler bölümünde şöyle denmektedir. “Davud ve askeri erkan udlar, rubab ve zillerle gaibden, haberler veren Esaf oğullarını ve başkalarını hizmet için ayırmışlardı.”

Aralarında semavi risaletlerin getirdiği doğru düşünceden sapma sonucu ortaya çıkan cahiliye düşüncelerini de olmak üzere cahiliye, peygamberlik ve peygamberin tabiatına ilişki bu tür batıl düşüncelerle bu şekilde dolup taşmıştı. Bu yüzden insanlar peygamberlik iddiasında bulunan birinde bu tür davranışlar beklerdi. Bazen gaibden haber vermesini, bazen de kehanet ya da sihir yoluyla evrensel tabiat kanunlarını etkilemesini isterlerdi. İşte müşriklerin Hz. Peygambere yaptıkları teklifler buradan kaynaklanıyordu. Asılsız hurafeleri bertaraf etmek için peygamberlik ve peygamberin tabiatına ilişkin olarak Kur’an-ı Kerim’de yinelenen bütün bu açıklamaların nedeni buydu. Aşağıdaki açıklama da bunlar arasında yer almaktadır.

“De ki; `Ben size Allah’ın hazineleri elimin altındadır’, ya da “gaybi bilirim” demiyorum. Size “Meleğim de” demiyorum. Sadece bana indirilen vahye uyuyorum. Hiç kör ile gören bir olur mu? Düşünmüyor musunuz?”

Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- Rabbi tarafından kendisi, peygamber ve peygamberliğin tabiatına ilişkin olarak cahiliye toplumlarını saran her türlü asılsız hurafeden soyutlanmış bir insan olarak sunmakla emr olunmaktadır. Aynı şekilde bu inanç sistemini her türlü aldatmacadan arındırılmış bir şekilde sunmakla emr olunmuştur. Ortada ne bir veraset ne de iddia söz konusudur. Bu peygamberin yüklendiği bir inanç sistemidir. Allah’ın yol göstericiliğinden başkası da yolunu aydınlatamaz.

Bilmediği şeyleri kendisine öğreten Allah’ın vahyinden başka bir şeye uyamaz peygamber… Kendisine uyanları bol bol rızıklandırmak üzere Allah’ın hazinelerinin üzerine oturmuş değildir. Takipçilerine olacak şeyleri göstermek için gaybın anahtarları da elinde değildir. Yüce Allah’dan indirmesini istedikleri bir melek de değildir. O, yalnızca bir insan ve peygamberdir. Son derece kesin, açık ve sade şekliyle inanç sistemi de bundan ibarettir.

Bu inanç şu fıtratın yansıması, şu hayatın dayanağı, ahirete ve Allah’a giden yolun kılavuzudur. Bu inanç sistemi, bizzat her türlü gösterişten uzaktır. Kim ona kendisi için layık olur ise bu inanç onun yanında her türlü değerin üstündedir. Kim de onu çıkar pazarında bir ticaret eşyası olarak isterse, tabiatını kavrayamaz, değerini bilemez. Bu sayede bir zenginlik elde edemez.

Bütün bunlardan dolayı peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- bu inanç sistemini bu şekilde, her türlü gösterişten uzak olarak sunmakla emir olunmaktadır. Çünkü onun hiçbir süse, gösterişe ihtiyacı yoktur. Böylece onun gölgesine sığınanlar; mal hazinelerine, dünyevi makamlara ve takva dışında insanlar arasında herhangi bir ayrıcalığa kavuşamayacaklarını, aksine Allah’ın yol göstericiliğine yöneldiklerini bilmiş olurlar. Kuşkusuz bu çok daha üstün ve daha zengin bir duygu.

“De ki; `Ben size Allah’ın hazineleri elimin altındadır’ ya da “gaybı bilirim” demiyorum. Size meleğim de demiyorum. Sadece bana indirilen vahye uyuyorum.

Bu arada karanlıktan ve körlükten kurtulup aydınlık ve basirete sığındıklarını bilmiş olurlar:

“De ki; Hiç kör ile gören bir olur mu? Düşünmüyor musunuz?”

Sonra… Yalnızca vahyin takipçisi olmak basirettir, görmektir. Bu yol göstericiden yoksun bırakılan körlüğe terk edilmiş demektir. Bu gerçeği şu ayeti kerime gayet net ve kesin bir şekilde dile getirmektedir. Şu halde bu alanda insan aklının fonksiyonu nedir?

Bu sorunun cevabı İslâm düşüncesinde oldukça açık ve basittir. Yüce Allah’ın insanoğluna bahşettiği akıl, vahyi algılama ve anlamlarını kavrama gücüne sahiptir. Onun görevi budur… Sonra bu, ona aydınlık ve hidayet içinde, hiçbir yönden batılın etkileyemediği, koruyucunun kontrolünde tanınmış bir fırsattır.

Ancak, insan aklı vahiyden uzak bağımsız bir konuma gelirse, bu durumda sapıklığın, bozulmanın, kötü bir bakış açısının, eksik bir görüşün, yanlış değerlendirme ve planlamanın mahkûmu olur.

Bütün bunlarla, varlıklar alemini bir bütünden ziyade parça parça görme hususundaki oluşumunun tabiatından dolayı karşı karşıya kalır. İnsan aklı, üst üste deneyler, peş peşe olaylar, ardarda görüntülerle varlık bütününü algılamaya çalışır. Dolayısıyla varlığı bir bütün olarak görmesi, bu eksiksiz görüşe dayanarak hükümler koyması, kapsayıcılık ve denge unsurları göz önünde bulundurulmuş şekilde bir sistem oluşturması onun için imkânsızdır. Bu nedenle -Allah’ın hayat metodundan ve yol göstericiliğinden kopuk olduğu zamanlarda sık sık deneylerde bulunur, hükümleri değiştirir, hayat düzenini yeni baştan şekillendirir, aksiyon ve reaksiyon arasında çalkalanıp durur. Sağ uçtan sol uca yuvarlanır gider. Bu şekilde de insanlığın tüm üstün taraflarını, yüce özelliklerini yok eder. Şayet insan aklı vahyin takipçisi olsaydı, insanlık bütün bu kötülüklerden korunmuş olurdu. Denemeler, değişiklikler `eşya’, `madde’, “araç’ ve cihazlara özgü kılınırdı. İşte burası insan aklının bağımsız olabileceği doğal bir alandır. Bu alandaki zarar en sonunda madde ve eşyalarla ilgili olurdu, nefis ve ruhlarla değil.

Tüm bu durumlarla -yapısının tabiatından sonra- insanın yapısında yeralan ihtiraslar, arzu ve eğilimler nedeniyle karşı karşıya kalır. Kuşkusuz bu duyguların kontrol altına alınmaları zorunludur. Böylece insan hayatının sürüp gelişmesine ilişkin görevini yerine getirmesi garanti altına alınmış olur. Aynı şekilde hayatın yok olmasına ya da altüst olmasına neden olacak şekilde güvenlik sınırını aşmamalıdır. Bu kontrolü tek başına insan aklı alması mümkün değildir. Çeşitli arzuların, ihtiras ve eğilimlerin baskısı altında bocalayan bizzat in-san aklı için başka bir kontrol gereklidir. Bu kontrol, insan aklını denetimi altına aldıktan sonra onu bozulmalardan da korur. Deneyim ve hükmünü onunla güçlendirmesi, yöneliş ve hareketini onunla kontrol altına alması için insan aklı insan hayatıyla ilgili- her deneyimde, verdiği her hükümde ona başvurur.

“Her ikisi -akıl ve vahiy- Allah yapısıdır, bu yüzden uyuşmaları gerekir”, savından hareketle doğruyu bulma açısından vahiy kadar bir sağlamlık derece-sini insan aklı içinde öngörenler, insanoğlunun kimi filozoflarının insan aklının değerine ilişkin yaptıkları açıklamalara dayanmaktadırlar. Yüce Allah bu görüşü doğrulayacak hiçbir ayet indirmemiştir.

Aklı ne kadar büyük olursa olsun bir tek insan için bile, aklın vahye ihtiyacının olmadığı görüşünü benimseyenler, bu konuda yüce Allah’ın söylemediğini söylüyorlar. Çünkü yüce Allah, vahiy ve peygamberliği insanlar için bir delil kılınıştır. Bu delili insan aklı olarak belirlememiştir. Hatta insanları yarattığı ve biricik Rabbini bilme ve O’na inanma özelliğiyle donattığı fıtratı dahi insanlar için delil kılmamıştır. Çünkü yüce Allah, tek başına olan aklın, sapıtacağını, yalnız olan fıtratın bozulacağını biliyordu. Kılavuzu, yol göstericisi, aydınlık ve basireti vahiy olmadığı sürece aklın ve fıtratın korunmasının mümkün olmadığını biliyordu.)

Felsefenin aklı, dine muhtaç olmaktan kurtardığı ya da aklın ürünü bilimin, insanlık için Allah’ın yol göstericiliğine ihtiyaç bırakmadığını ileri sürenler, gerçeğe ve realiteye dayanmayan sözler söylemektedirler. Çünkü realite, hayat düzenlerini felsefi ekollere ya da bilime dayandıran insanlık hayatının üzerine, her şeyin kapılarının açılmış olmasına, üretim ve gelirin kat kat artmış olmasına, hayat koşullarının rahat olmasına ve en geniş çerçevede konfor imkânlarının artmış olmasına rağmen insanı mutsuz kılan bir hayat şekli olduğuna tanıklık etmektedir. Ancak bunun karşıtı olarak hayatın bilgisizliğe ve başıboşluğa dayanması mümkün değildir. Sorunu bu şekilde ortaya koyanlar art niyetlidirler. Çünkü İslâm, insan aklını bizzat kendi yapısından kaynaklanan ayıplardan, bu şekilde arzuların, ihtiras ve eğilimlerin baskısıyla baş gösteren kusurlardan koruyacak güvenceleri içeren bir hayat sistemidir. Sonra insan aklı için, bilim, marifet ve deneyim alanındaki hareketinde doğru yolda olmasını sağlayan esasları belirler, gerekli kuralları koyar. Nitekim İslâm’ın belirlediği bu esaslar ve kurallar, insanın -Allah’ın şeriatı doğrultusunda- gölgesinde yaşadığı pratik hayatın dengeli bir şekilde sürmesini de garantilemektedir. Dolayısıyla realite düşünce ve hareket tarzını bozmasına neden olacak düzeyde baskı yapamaz olur.

Allah’ın vahyi ve yol göstericiliğinin eşliğinde insan aklı yolunu görür, basireti açık olur. Allah’ın vahyini ve yol göstericiliğini terk etmesi durumunda da kör olur. Peygamberin sırf vahye başvurmasına değinmek suretiyle düşündürmek için teşvik mahiyetindeki soru ile körlük ve basirete işaret etmeyi bir arada sunmanın, “Sadece bana indirilen vahye uyuyorum. Hiç kör ile gören bir olur mu? Düşünmüyor musunuz?”

Evet işaretleri bu şekilde bir arada ve Kur’an’ın akışı içinde peş peşe sunmanın Kur’an’ın ifade tarzı içinde bir anlamı vardır. İstenen şey düşünmedir. Bunu teşvik etmek de Kur’an’ın başvurduğu yöntemdir. Ancak düşünme, vahyin denetimi altındadır. Çünkü ancak bu durumda doğruyu görüp aydınlık bir ortamda hareket edebilir. Yoksa bir kılavuz, bir yol gösterici ve aydınlatıcı bir kitap olmaksızın, körlüğün karanlıklarında yuvarlanıp duran kayıtsız düşünme değildir istenen.

İnsan aklı vahyin çerçevesinde hareket ettiği zaman dar bir alana kıstırılmış olmaz, aksine gerçekten de son derece geniş bir ortamda hareket etme imkânı bulur. Şu varlık bütününden oluşan geniş bir alanda hareket eder. Nitekim varlık bütünü görülen ve görülmeyen alemleri içerdiği gibi nefislerin derinliklerini, olayların dünyasını ve tüm hayat alanını da içermektedir. Vahiy metodda sapmanın, kötü düşüncenin, arzu ve ihtirasların eğilimlerinin dışında insan aklını herhangi bir şeyden alıkoymaz. Bundan sonra onu, hareket etmek ve faaliyet göstermek üzere serbest bırakır. Yüce Allah insanoğluna bahşettiği bu büyük aracı… aklı… İlahi vahiy ve yol göstericiliğin kontrolünde çalışıp, hareket etmesi için bahşetmiştir. Ancak bu durumda sapıtıp azgınlaşmaz.

 

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.