SEYYİD KUTUB’UN BAKIŞ AÇISIYLA EN’ÂM SURESİ 128. VE 132. AYETLER ARASI
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
128- Allah, insanlar ile cinleri biraraya topladığı gün, “Ey cinler, çok sayıda insanı ayarttınız” der. Cin/erin insandan yardakçıları da, “Ey Rabbimiz birbirimizi kul/anarak bizim için belirlemiş olduğun süreyi doldurduk ” derler. O da “Barınağınız, orada sürekli kalmak üzere cehennem ateşidir. Yalnız Allah’ın affetmeyi diledikleri müstesna” der. Hiç kuşkusuz Rabbin hikmet sahibidir ve her şeyi bilir.
129- İşte böylece biz, işledikleri kötülüklerden ötürü kimi zalimleri diğerlerinin peşine takarız.
130- “Ey insanlar ve cinler, size ayetlerimi an/atan ve bu günle karşı/aşacağınıza ilişkin sizi uyaran içinizden peygamberler gelmedi mi?” On/ar da “Kendi aleyhimize şahitlik ederiz” derler. Dünya hayatı onları aldattı da kâfir olduklarına kendi aleyhlerine şahitlik ettiler.
131- Bu, şunu kanıtlar ki, Rabbin, gerçeklerden habersiz olan bir kentin ha/kını haksız yere as/a helâk etmez.
132- Herkesin, yaptığı işlere göre birbirinden farklı derecesi vardır. Rabbin onların yaptıklarından habersiz değildir.
Sahne gelecekte tümüyle toplanacakları günde başlıyor. Ancak dinleyen için olmuş bitmiş bir olay haline dönüştürüyor. Karşısında görebileceği bir duruma getiriyor. Bu da ifadede bir tek sözcüğün yutulmasıyla gerçekleşiyor. Cümlenin takdir edilen şekli şöyledir.
“Allah insanlar ile cinleri biraraya topladığı gün” -şöyle der-: “Ey cinler… ile insanlar…” Ne var ki, ifadede -der- sözcüğü yer almıyor. Bu ise, ifadeyi uzak bir olayın tasvirinden çıkarmakta ve akışı beklenen geleceğin anlatımından çıkarıp gözle görülen realitenin ifadesine dönüştürmektedir. Bu da Kur’an’ın eşsiz tasvir özelliklerindendir.
O halde canlandırılan hareketli sahneyi izleyelim:
“Ey cinler, çok sayıda insanı ayarttınız.”
Size uyan, kışkırtmalarınızı dinleyen, vesveselerinize itaat eden ve adımlarınızı takip eden birçok insan buldunuz. Bununla sadece haber verme amacı güdülmüyor. Çünkü cinler, birçok insanı ayarttıklarını biliyorlar. Burada suçun tescili amaçlanıyor; nerdeyse sahnede göreceğimiz büyük topluluğu saptırma suçu… Bu kalabalık içinde belirtileri biraraya getirilen suçtan dolayı azarlama amacı güdülüyor. Bu yüzden cinler, bu söze karşılık herhangi bir şey söylemiyorlar. Fakat şeytanların vesvesesine kapılmış gururlu ve cahil insanlar cevap veriyor!
“İnsanlardan yardakçılar; “Ey Rabbimiz birbirimizi kullanarak bizim için belirlemiş olduğun süreyi doldurduk! derler.”
Bu cevap, şeytanları takip edenlerin gerçeklerden habersiz oluşlarını ve hafifliklerini ortaya çıkarmaktadır. Aldatma yurdundayken şeytanların ruhlarına etki ettikleri noktayı da gözler önüne sermektedir. Cinlerin aldatması ve süslü göstermesi sonucu kendilerine hoş gösterdikleri fikir ve düşüncelerden, pohpohlama ve eğlencelerden, gizli-açık günahlardan yararlanıyorlardı. İşte bu yararlanma gediğinden, şeytan içlerine girdi. Bu kibirli aptallardan yararlandılar. İblisin insanlık alemindeki amacını gerçekleştirmek için onları eğlendiriyor, aşağılıyor ve alaya alıyorlardı. Bu aptal ve basit kimseler de bunun karşılıklı yararlanma olduğunu, hem kendilerinin, hem de onların yararlandığını sanıyorlardı. Bu yüzden şöyle diyorlardı:
“Ey Rabbimiz birbirimizi kullandık.”
Bu oyalanma hayat boyu sürdü. Ta ki, süre doldu. Bugün kendilerine süre tanıyanın sadece yüce Allah olduğunu, oyalanırken bile O’nun kontrolü altında olduklarını biliyorlar:
“Bizim için belirlemiş olduğun süreyi doldurduk.”
Bu noktada kesin hüküm geliyor ve adil cezayı bildiriyor:
“Barınağınız, orada sürekli kalmak üzere cehennem ateşidir. Yalnız Allah’ın affetmeyi diledikleri müstesnadır.”
Ateş bir sığınaktır, bir barınaktır. Kalınacak bir yurttur, hem de sürekli kalmak için. “Yalnız Allah’ın affetmeyi diledikleri müstesna.” Amaç, itikadî düşünce üzerinde egemen olan serbest ilahî irade olduğu gibi kalsın… İlahî iradenin serbestliği bu düşüncenin temel kurallarından biridir. Bu irade tutsak edilemez, bağlanamaz. Sonuçlarında bile…
“Hiç kuşkusuz Rabbin hikmet sahibidir ve her şeyi bilir.”
İnsanlara ilişkin kaderi, bir hikmete ve bilgiye göre gerçekleşir. Hikmet ve bilgi noktasında hikmet sahibi ve her şeyi bilen Allah tektir. Sahnenin tamamlanması için karşılıklı konuşmalara yeniden başlamadan önce, sahnenin son kısmı üzerine bir değerlendirme yapmaya başlıyor ayetlerin akışı.
“İşte böylece biz, işledikleri kötülüklerden ötürü kimi zalimleri diğerlerinin peşine takarız.”
Cinlerle insanlar arasında oluşan bu dostluk ve bu dostluğun gelip dayandığı son gibi. Evet tıpkı bunun gibi ve aynı kuraldan ötürü işledikleri kötülükler nedeniyle zalimlerden kimisini kimisinin peşine takarız. Tabiat ve gerçeklik noktasındaki benzerlikleri, yöneliş ve hedefteki birliktelikleri ve kendilerini bekleyen sonucun bir oluşu gerekçesiyle, bazısını bazısına dost kılarız. Bu genel bir kuraldır. O günkü gerekçenin sınırlarını aşan uzun boyutlar vardır. Genel anlamda insanlardan ve cinlerden şeytanların arasındaki dostluğun mahiyetini ele almaktadır. Çünkü zalimler -bunlar herhangi bir şekilde Allah’a ortak koşan kimselerdir- hak ve doğruluğa karşı biraraya gelir, her peygambere ve onlara inananlara karşı düşmanlıkta birbirlerine yardım ederler. Farklı görünümlerine karşın aynı karaktere sahip olmalarının yanında, insanlar üzerindeki Rabblık hakkını gasbetmekte ve aynı şekilde Allah’ın hakimiyetinden kaynaklanan bir sınırlama olmaksızın azgın ihtiraslarına dayanan aynı çıkarı paylaşmaktadırlar.
Çıkarları bakımından didişmelerine, ihtilafa düşmelerine rağmen bunları, her zaman birbirleriyle dayanışma içinde olan bir kitle olarak görürüz. Özellikle Allah’ın dinine ve O’nun dostlarına karşı savaşmada… Aralarındaki karakter ve hedef birliğine dayanmaktadır bu dostluk. İşledikleri kötülük ve günahdan dolayı ahiretteki sonları da aynı olacaktır. Tıpkı canlandırılan sahnede gördüğümüz gibi!
Günümüzde -ayrıca birçok asırdan beri- haçlılar, siyonistler, putçular ve komünistler gibi insanlardan şeytanların arasında önemli birleşmelere şahit oluyoruz. Aralarındaki çeşitli ihtilaflara rağmen bu paktlar, İslâm’a saldırmada ve tüm yeryüzündeki İslâmî diriliş hareketlerinin doğuşunu bastırmada biraraya gelmektedir.
Bu dehşet verici bir birleşmedir. İslâm’a savaş açmak için, maddi ve kültürel güçlerin, bu birleşmenin ve şeytanî komplonun amaçlarına uygun olarak hareket etmesi amacıyla bizzat bir zaman İslâm’ın hakim olduğu bölgede kullanıma hazır araçların yanında, onlarca asrın tecrübesinin devreye sokulduğu bir birliktir bu. Bu birleşmede yüce Allah’ın şu sözünün işareti belirginleşiyor: “İşte böylece biz, işledikleri kötülüklerden ötürü kimi zalimleri diğerlerinin peşine takarız.” Ayrıca yüce Allah’ın peygamberine verdiği güvence de bu işarete uymaktadır: “Eğer Allah dileseydi, bunu yapamazlardı. Onları asılsız uydurmalarıyla başbaşa bırak.” Ancak bu güvence, peygamberin adımlarını takip eden, bu dine ve müminlere karşı girişilen savaşta O’nun fonksiyonunu devam ettirdiğini bilen mümin bir topluluğun var olmasını gerektirmektedir.
Ayetlerin akışıyla birlikte sahnenin son bölümüne dönüyoruz:
“Ey insanlar ve cinler, size ayetlerimi anlatan ve bugünle karşılaşacağınıza ilişkin sizi uyaran içinizden peygamberler gelmedi mi? Onlar da, “Kendi aleyhimize şahitlik ederiz” derler. Dünya hayatı onları aldattı ve kâfir olduklarına kendi aleyhlerine şahitlik ettiler.”
Bu, olayı açıklığa kavuşturmak ve tescil etmek amacına yönelik bir sorudur. Yoksa yüce Allah, dünya hayatındaki durumlarını biliyordu. Bu soruya karşılık verdikleri cevapta, ahiretteki bu cezayı hak ettiklerini belirtiyorlar.
Hïtap insanlara yönelik olduğu gibi cinlere de yöneliktir. Acaba yüce Allah, insanlara peygamberler gönderdiği gibi, cinlere de kendilerinden peygamberler göndermiş midir? İnsanlara görünmeyen bu yaratıkların durumunu ancak yüce Allah bilir. Ancak ayet, cinlerin, peygamberlere indirilenleri dinledikleri ve kavimlerine gidip onları uyardıkları şeklinde yorumlanabilir. Tıpkı Ahkâf suresinde cinler hakkında Kur’an’da anlatılanlar gibi.
“Kur’an’ı dinleyecek cinlerden birtakımını sana yöneltmiştik. Onlar Kur’an-ı dinlemeye hazır olunca birbirlérine; “susun” dediler. Kur’an’ın okunması bitince, herbiri birer uyarıcı olarak kavimlerine döndüler.”
“Şöyle dediler: Ey kavmimiz, doğrusu biz, Mûsâ’dan sonra indirilen, kendinden öncekileri doğrulayan, gerçeği ve doğru yolu gösteren bir kitap dinledik.”
“Ey kavmimiz, Allah’a çağırana uyun ve O’na inanın, Allah da sizin günahlarınızı bağışlasın ve sizi can yakıcı azabdan korusun.”
“Allah’a çağıran kişiye uymayan kimse bilsin ki, Allah’ı yeryüzünde aciz bırakamaz; onların O’ndan başka dostları da bulunmaz. İşte onlar apaçık sapıklıktadırlar.” (Ahkaf Suresi: 29-32)
Bu temelden hareketle, soru ve cevabın insanlarla birlikte cinler için de geçeri olması mümkün oluyor. Bununla beraber konu yüce Allah’ın kendine özgü kıldığı bilginin kapsamındadır. Bundan ötesini kurcalamanın hiçbir yararı söz konusu değildir.
Her neyse… Cinlerden ve insanlardan sorgulananlar, sorunun bu kadarla bitmediğini, olayı belirleme ve tescil etme, aynı zamanda azarlama ve tehdit etme amacına yönelik olduğunu kavrıyorlar. Bunun üzerine her şeyi itiraf edip bundan dolayı hak ettikleri cezayı kendi aleyhlerine tescil ediyorlar:
“Kendi aleyhimize şahitlik ederiz, derler.”
Bu noktada sorgulayan, sahneye müdahale ediyor ve şöyle diyor:
“Dünya hayatı onları aldattı ve kâfir olduklarına kendi aleyhlerine şahitlik ettiler.”
Bu yorum, dünyadaki durumlarının gerçek mahiyetini açıklama amacına yöneliktir. Gerçekten bu hayat onları aldatmış, gurur onları küfre sürüklemiştir. Sonra bakın, işte onlar kendi aleyhlerine şahitlik ediyorlar. Çünkü büyüklenmenin, inkârın yararı yoktur. İnsanın kendisini böylesine sıkıntılı bir yerde bulmasından daha kötü bir sonuç olabilir mi? Kendi kendini savunamaması, söylenenleri inkâr edememesi, savunma amacıyla tek söz söylememesi…
Sahneyi canlandırırken, beklenen geleceği seyredilen olguya dönüştürürken ve yaşanàn anı uzak mazi gibi gösterirken Kur’an’ın başvurduğu eşsiz ifade tarzının önünde biraz duralım.
Kur’an şu anda yaşadıkları dünyada ve alıştıkları yeryüzünde insanlara okunmaktadır. Ancak Kur’an, kıyamet sahnesini hazır ve yakın bir olgu olarak sunuyor, dünya sahnesini ise uzak bir geçmiş olarak gözler önüne seriyor. Öyle ki, biz bu sahnenin kıyamet günü gerçekleşeceğini unutup olduğu gibi karşımızda bulunduğunu sanıyoruz. Kur’an uzak tarihten söz eder gibi dünyadan söz ediyor.
“Dünya hayatı onları aldattı ve kâfir olduklarına kendi aleyhlerine şahitlik ettiler.”
Bu da olağanüstü düşündürme yöntemlerinden biridir.
Sahnenin bitmesi üzerine, insanlardan ve cinlerden şeytanlara verilen cezaya, bu yığınların ateşe sürüklenişlerine, ayrıca kendilerine peygamberlerin geldiklerini, Allah’ın ayetlerini kendilerine anlattıklarını ve bugünkü karşılaşma konusunda uyarıda bulunduklarını kabullenmelerine ilişkin verilen hükmü değerlendirmek için ayetlerin akışı hitabı peygambere -salât ve selâm üzerine olsun O’nun ötesinde müminlere ve tüm insanlara yöneltmektedir. Bir de sahne ve içinde olup bitenler üzerine, uyarmadan Allah’ın azabının hiç kimseye dokunmayacağı, ayrıca gafletlerinden uyandırılmadan, kendilerine Allah’ın ayetleri okunmadan ve uyarıcılar tarafından uyarılmadan yüce Allah’ın kullarını zulümlerinden (yani ortak koşmalarından) dolayı sorgulamayacağı değerlendirmesi yapılmak istenmektedir.
“Bu, şunu kanıtlar ki, Rabbin gerçeklerden habersiz olan bir kentin halkını haksız yere asla helâk etmez.”
Yüce Allah’ın insanlara yönelik rahmeti, peygamberler göndermeksizin ortak koşmalarından ve kâfir olmalarından dolayı onları sorumlu tutmamayı gerektirmiştir. Fıtratlarına bahşettiği gerçek Rabbine yöneliş yeteneğine -gerçi bu fıtratlar sapıtabilir- ve kendilerine bahşettiği akıl ve kavrama gücüne-gerçi arzuların baskısı altında akıl yoldan çıkabilir- ve apaçık evren kitabında yeralan işaretlere rağmen. Gerçi insan bünyesindeki tüm alıcı cihazlar gün gelir işlevini göremez hale gelebilir. Fıtratı üzerine bulaşmış tozlardan silkelemek, insan aklını sapmaktan kurtarmak, bakışları ve duyguları körelmekten uzaklaştırma görevi peygamberlere ve peygamberlik kurumuna verilmiştir. Azaplandırma da duyuru ve uyarıdan sonra meydana gelen yalanlama ve kâfir olmaya bağlı kılınmıştır.
Bu gerçek, yüce Allah’ın insana yönelik rahmetini ve lütfunu tasvir ettiği gibi, fıtrat ve akıldan oluşan insanın algılama organlarının değerini de ortaya koymaktadır. Aynı zamanda inanca dayanmadıkları ve dine bağlı olmadıkları sürece bu organların kendi başlarına sapıklıktan korunamayacaklarını, kesin bir bilgiye ulaşamayacaklarını ve arzuların baskısına dayanamayacaklarını belirtmektedir. (Daha geniş bilgi için “Nisa Suresi, 165. ayetin tefsirine bakının.)
Daha sonra ayetlerin akışı hem müminlere hem de şeytanlara verilecek ceza ve mükâfat konusunda diğer bir gerçeğe değinmektedir!
“Herkesin yaptığı işlere göre birbirinden farklı derecesi vardır. Rabbin onların yaptıklarından habersiz değildir.”
Müminlerin dereceleri vardır; birbirinden yukarı dereceler… Şeytanların da dereceleri var; birbirinden aşağı dereceler… Tümü de yaptıklarının karşılığıdır. Yapılan her şey saklı tutulmaktadır, hiçbir şey kaybolmaz:
“Rabbin onların yaptıklarından habersiz değildir.”
Yüce Allah, kullarına yönelik rahmetinden dolayı onlara peygamberleri gönderiyorsa da, aslında onlara ihtiyacı yoktur. İmanlarına ve ibadetlerine ihtiyaç duymaz. Kullar iyilik yaptıklarında, hem dünyada hem de ahirette kendileri için yapmaktadırlar. Aynı şekilde, isyancı, zalim ve müşrik nesilleri yok edebildiği ve yerlerine başka bir nesil getirebildiği halde, onları oldukları gibi bırakması da yüce Allah’ın rahmetinin belirtisidir.