SEYYİD KUTUB’UN BAKIŞ AÇISIYLA EN’ÂM SURESİ 148. VE 149. AYETLER
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
148- Müşrikler diyecékler ki; “Eğer Allah dileseydi, ne biz ve atalarımız O’na ortak koşar ve ne de bu şeyi yasaklardık. ” Onlardan önceki!erde bu şekilde peygamberlerini yalanladılar da azabımızın acısını tattılar. Onlara de ki; “Önümüze koyacağınız bir bildiğiniz var mı? Siz sadece sanının, yakıştırmaların peşinden gidiyorsunuz, sırf tahminlere dayanıyorsunuz.
149- De ki; “Yetkin delil, Allah’ın tekelindedir. Eğer O dileseydi, hepinizi doğru yola iletirdi. “
Cebir (zorunluluk) ve ihtiyar (serbestlik) problemi etrafında ehl-i sünnet, Mu’tezile, Cebriye ve Murciye mezhepleri arasında, İslâm düşünce tarihinde uzun tartışmalar, olmuştur. Bu tartışmalara bir de Yunan felsefe ve mantığı ve hristiyanlık teolojisi karışmıştır. Böylece sorun, net ve realist İslâm mantığının kabul edemeyeceği bir karmaşıklığa bürünmüştür. Oysa eğer Kur’an’ın dolaysız, kolay ve kararlı yöntemiyle sorun ele alınmış olsaydı, bu tartışmalar şiddetlenmez şu anda bulunduğu konumda olmazdı.
Biz müşriklerin bu sözlerine ve Kur’an’ın cevabına baktığımızda problemin gayet açık, basit ve belirgin olduğunu görüyoruz:
“Müşrikler diyecekler ki; “Eğer Allàh dileseydi, ne biz ve atalarımız O’na ortak koşar ve ne de bir şeyi yasaklardık.”
Bunlar hem kendilerinin hem de atalarının şirklerini, Allah’ın haram kılmadığı şeyleri haram kılmalarını ve hiçbir bilgiye ve kanıta dayanmaksızın bunların Allah’ın hükmü olduğunu ileri sürmelerini… Evet bütün bunları Allah’ın iradesine bağlıyorlar. Yani şayet Allah dilememiş olsaydı, ortak koşmayacakları gibi, herhangi bir şeyi haram kılmayacaklardı. Bunu iddia ediyorlardı.
Bakalım Kur’an-ı Kerim bu sözlerini nasıl karşılıyor?
Onların tıpkı öncekiler gibi yalan söylediklerini, onlardan önceki yalancıların Allah’ın azabını tattıklarını ve Allah’ın azabının yeni yalancıları beklediğini belirterek karşılıyor:
“Onlardan öncekiler de bu şekilde yalan söylediler de azabımızın acısını tattılar.”
İşte bu, duyguları harekete geçiren, gafletten uyandıran ve ibret almaya yönelten bir sarsmadır.
İkinci mesaj, düşünce ve bakış yöntemini doğrultma amacına yöneliktir. Allah emirlerini ve yasaklarını onlara bildirmiştir. Kesin bir şekilde öğrenme imkânına sahiptirler. Allah’ın iradesine gelince, bu gaybın kapsamındadır. Buna ulaşma imkânları yoktur. O halde nasıl bilebilirler? Kesin bir şekilde bilemeyeceklerine göre, davranışlarını nasıl ona bağlayabilirler?
“De ki; önümüze koyacağınız bir bildiğiniz var mı? Siz sadece sanının, yakıştırmaların peşinden gidiyorsunuz, sırf tahminlere dayanıyorsunuz.”
Allah’ın emirleri ve yasakları kesin bir şekilde bilinmektedir. O halde yakıştırmaların peşinden gitmek uğruna bu kesin bilgileri neden bir kenara bırakıyorlar?
İşte problemin çözüm noktası… Yüce Allah, insanlara, kendilerini uydurmaları için gaybın kapsamındaki iradesini ve takdirini bilme zorunluluğunu getirmemiştir. Kendilerini ayarlamaları için emir ve yasaklarını bilmeyi zorunlu kılmıştır. Ne zaman buna yeltenirlerse, yüce Allah onlara yol göstericilik yapmayı ve göğüslerini İslâm’a açmayı garantilemiştir. Pratik bir olgu olarak, bu tür tartışma ve yargıların karmaşasından uzak, gayet kolay ve net bir şekilde beliren soruna ilişkin bu kadarını bilmek yeterlidir.
Şayet isteseydi yüce Allah, daha baştan Ademoğulları’nı doğru yoldan başka bir şey tanımayan bir özelliğe sahip olarak yaratabildi. Ya da onları doğru yola zorlayabilirdi.
Ya da kalplerine hidayet duygusunu serpip zorlamaksızın doğru yola girmelerini sağlayabilirdi. Ancak, yüce Allah, bundan başka bir şey dilemiştir. İnsanları doğru yola veya sapıklığa yönelebilme yeteneğine sahip kılmakla denemeyi dilemiştir. Böylece onlardan doğru yola yönelene yol göstericilik yapmayı, sapıklığa yöneleni de körü-körüne karanlıkta bırakmayı dilemiştir. Bu konuda insanlar için koyduğu kural iradesi uyarınca cereyan etmiştir.
“De ki; yetkin delil Allah’ın tekelindedir. Eğer o dileseydi, hepinizi doğru yola iletirdi.”
Sorun gayet açıktır. İnsanın kavrama yeteneğinin algılayabileceği şekilde en basit bir yöntemle ifade edilmiştir. Bu konuda koparılan tüm gürültüler, girişilen tüm tartışmalar İslâm duygusuna, İslâm düşünce metoduna oldukça yabancı şeylerdir. Hiçbir felsefe ya da teolojik görüşte bu tartışmalar doyurucu bir çözüme ulaştırılmamıştır. Çünkü bu tartışma soruna, tabiatına uygun olmayan bir yöntemle yaklaşmaktadır.
Çünkü herhangi bir gerçeğin tabiatı, o gerçeğe yaklaşım metodunu ve o gerçeği ifade yöntemini belirler. Maddi bir gerçeğe laboratuar deneyleriyle yaklaşılabilir. Matematiksel gerçeklerse, zihinsel varsayımlarla elde edilebilir. Bu boyutları aşan gerçeklere gelince, bunlar değişik bir yöntemle algılanabilirler. Bu da önce söylediğimiz gibi, bu gerçeği pratik bir ortamda fiilen yaşama yöntemidir. Sorunu eski-yeni tüm tartışmalarda başvurulan zihinsel önermelerden farklı bir tarzda ifade etmektedir.
Sonra bu din, son derece açık emir ve yasakların belirlediği pratik bir olgu oluşturmak için gelmiştir. Gaybın kapsamında olan ilahî iradenin sınırlarına girmeye kalkışmak, insan aklını kılavuzsuz bir şekilde boşluğa daldırmaktır. Yapıcı, realist ve gözle görülen işlerde harcanması gereken emeği kaybetmekdir.
Sonunda yüce Allah, Peygamberini -salât ve selâm üzerine olsun- daha önce surenin başlarında ilâhlık sorunu için onları tanıklık yapmaya çağırdığı gibi, şimdi de hüküm koyma sorununda tanıklık yapmaya çağırmak suretiyle müşrikleri karşılamaya yöneltiyor:
Surenin başında yüce Allah Peygamberine şöyle demişti:
– De ki; “En büyük şahitlik kiminkidir?” De ki; “Benimle sizin aranızda Allah şahittir. Bu Kur’an gerek sizi, gerekse ulaştığı herkesi uyarayım diye bana vahyedildi, sizler Allah ile birlikte başka ilâhlar olduğuna mı şahitlik ediyorsunuz?” De ki; “Ben buna şahitlik etmem; De ki; “O tek bir ilâhtır ve ben sizin O’na koştuğunuz ortaklardan uzağım.” (En’am Suresi: 19)