SEYYİD KUTUB’UN BAKIŞ AÇISIYLA ARAF SURESİ 24. VE 25. AYETLER
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
24- “Allah dedi ki, “Oradan aşağıya ininiz, şeytan ile siz birbirinizin düşmanısınız, sizler belirli bir süre yeryüzünde barınacak geçineceksiniz. “
25- “Orada yaşayacak, orada ölecek ve tekrar diriltilerek oradan çıkarılacaksınız. “
Hepsi birlikte indiler… Bu yeryüzüne indiler… Fakat onlar nerede idiler? O cennet nerede idi? Bu konular bizde kendisine ilişkin hïçbir haber bulunmayan gayb meseleleridir. Tek başına gayb anahtarını katında bulunduran Allah’ın bize bildirdiğinden verdiklerinin dışında bu konularda bir şey diyemeyiz. Valıyin kesilişinden sonra bu gaybı öğrenmeye ilişkin çabaların tamamı boşa kürek sallamaktan başka bir anlam ifade edemez. Bu konulardaki bütün yalanlamalar da aynı şekilde insanların bugünkü alışkanlıklarına dayanmaktadır. İnsanların zannı “bilgileri/bilimleri” ise, şımarıklıktan başka bir şey değildir. Çünkü bu “bilim” elinde hiçbir vasıta ve araç yok iken bu gayb konularına girmeye çalışırken haddini ve sahasını aşmış olur. Gaybın tamamını inkâr ederken tamamen şımarmış olur. Çünkü gayb, bu bilimi her yönden kuşatmış bulunmaktadır. Bilimin alanına giren “madde”nin dahi bugün bilinmeyen kısmı, bilinen kısmından çok daha fazladır. (Daha geniş bilgi için 7. cüzünde En’am-59 ayetinin tefsirine bakınız.)
Hepsi birden yeryüzüne indiler. Adem ile eşi ve iblis ile soydaşları. Birbirleriyle mücadele etsinler, biri diğerine düşmanlık etsin diye indiler. İki yaratık ve iki karakter arasında savaş sürüp gitsin diye… Bu iki yaratıktan biri sırf kötülük için yaratılmış, diğeri hem iyiliğe hem de kötülüğe yönelebilecek çifte yetenekli kılınmıştır. Böylece sınav gerçekleşmiş ve Allah’ın takdiri yerini bulmuştur.
Hz. Adem’e ve nesline yeryüzünde yerleşmeleri orada barınmaları ve bu süreye kadar oradaki nimetlerden yararlanmaları takdir edilmişti. Orada yaşamaları, orada ölmeleri, sonra oradan çıkarılıp tekrar diriltilmeleri belirlenmişti… Bu süreçten sonra insanlar Rabblerine dönecekler, bu uzun yolculuklarının sonunda ya onun cennetine veya cehennemine varacaklardı.
Birinci yolculuk burada sona eriyor. Onu kimbilir kaç yolculuk izleyecek. İnsan bu yolculuk boyunca Rabbine sığındığı müddetçe galip gelecek, düşmanı ile dost olduğu sürece de sürekli mağlûb olacaktır.
İNSANIN YAPISI
Biz burada verilenleri birer hikâye olarak algılamamalıyız! Çünkü bunlar insanın gerçek özelliklerini ortaya koyan açıklamalardır. Bunlar insanın gerçek niteliğini, karakterini, yaradılışını, kendisini kuşatan dünyaları, hayatına hükmeden kaderi, yüce Allah’ın insan için razı olduğu yolu, kendisiyle karşılaşacağı sınavı ve kendisini bekleyen sonu ortaya koymaktadır. Bunların hepsi de “İslâm Düşüncesinin İlkelerini” belirlemede göz önünde bulundurulması gereken gerçeklerdir.
Biz burada bu gerçekleri Fî Zılâl’de izlediğimiz metodun elverdiği ölçüde öz olarak belirtmeye çalışacağız. Bu konuların geniş açıklamalarını ise bu konuya ilişkin özel araştırmamıza havale edeceğiz. “İslâm Düşüncesinin Özellikleri ve İlkeleri” kitabına…
1- İnsanlığın doğuşu kıssasından anladığımız birinci gerçek daha önce belirttiğimiz gibi, evrenin yapısı ile insan denen varlığın yaradılışı arasında bir uyumun bulunduğu gerçeğidir. İnsanı ve evreni kuşatan ilâhi takdir, insanın bu yaradılışını tesadüfe bırakmamış, onu belirlenmiş bir takdir ile gerçekleştirmiştir. Ayrıca insan ile evren arasındaki uyumu değişmez bir ilke olarak koymuştur.
Allah’ı gerçek anlamda tanımayanlar, O’nu gereği gibi takdir edemeyenler, Allah’ın kaderlerini ve işlerini kendi küçücük beşeri ölçüleriyle değerlendirmeye çalışırlar. Bunlar baktıklarında görüyorlar ki, insan denen bu varlık, bu yeryüzünde koca evren içinde havaya savrulan bir zerreden farksız olduğunu görüyorlar. O zaman da diyorlar ki, bu insanın varoluşunun arkasında bir amacın bulunması “akla yatkın” değildir. Bu insanın evrenin nizamı içinde bir fonksiyonu olduğunu söylemek ise daha mantıksız bir şeydir! Onlardan bazıları ise, insanın bir tesadüf eseri meydana geldiğini, etrafını kuşatan evrenin onun varoluşuna ve hayatının tümünün varoluşuna karşı olduğunu sanmaktadırlar! .. Aslında bunların hepsi, kaynak yönünden Allah’ın kaderlerinin ve işlerinin insanın küçücük ölçüleriyle değerlendirilmesinden ortaya çıkan saçmalıklardan öteye geçmez!
Gerçekten bu baş döndürücü mülkün asıl sahibi insanın kendisi olsaydı bu yeryüzünü gereği gibi idare etmezlerdi. Zaten yeryüzünün üzerinde gezen birinin onun sahibi olması da düşünülemez! Çünkü insanın kapasitesi bu başdöndürücü mülk gibi bir varlığı idare etmeye ve oradaki her şeyi gereken önemi vermeye yetmez. Oradaki her şeyi değerlendirmeye ve idare etmeye elverişli değildir. Burada yer alan varlıkların tümü arasında sağlıklı bir ahenk kuramaz. Ancak yüce Allah insan gibi değildir. O gerçekten Allah’tır. Göklerde ve yerde hiçbir şey O’nun kontrolü dışına çıkamaz. O bu koca mülkün sahibidir. Burada O’nun koruması olmadan taş taş üstünde kalmaz. O’nun iradesi olmadan hiçbir şey varolamaz. Allah’ın yolundan saptıktan ve arzularıyla başbaşa kaldıktan sonra insanın yakasına yapışan en büyük musibet, bunu ilim/bilim! diye takdim etse de, O’nun Allah’ın, Allah olduğunu unutmasıdır. Yüce Allah’ı kendi arzusuna göre düşünmesidir! Allah’ın kaderlerini ve işlerini insanın küçük kriterleriyle değerlendirmeye çalışmasıdır! Sonra da gurura kapılıp bu arzuların direktifleri ile gerçeğin üzerine örtmesidir!
İnsanlığın içine düştüğü pek çok sapık düşüncelerin tipik bir örneği olarak Sir James Jeans, “Gizemli Evren” kitabında diyor ki:
“Son derece küçük ve sevimli bir kum taneciği olan dünyamızın üzerinde durup uzayda ve zaman için yerküremizi kuşatan evrenin yapısını ve varlığının amacını anlamaya çalıştığımızda, başta korku ve dehşetle irkiliyoruz. Bu evren nasıl korkunç ve ürpertici olmaz! Öyle dehşet verici boyutları var ki, aklımız onların sahasını kavramaktan aciz kalmaktadır. Üzerinden öyle uzun asırlar geçmiştir ki, onları düşünmek bile mümkün değildir. Bu uzun yılların yanında insanlık tarihi öyle sönükleşmektedir ki, bir göz açıp kapatmak kadar sığan bir süreye sıkışmaktadır. Evet evren bize, korku ve dehşet vermektedir. Çünkü orada korkunç ölçüde bir bütünlük olduğunu izliyoruz. Uzay boşluğu içinde dünyamızın ne denli sönükleştiğini biliyoruz. Bizim bu dünyamız uzayın diğer varlıklarına oranla dünyanın okyanuslarında bulunan milyonlarca kum taneciklerinden sadece biri olmaktan öteye geçmez! Fakat bütün dünyayı titreten en korkunç şey, görülebildiği kadarıyla bu evrende bizim hayatımıza benzer başka bir hayatın olmadığıdır. Sanki bizim duygularımızın, arzularımızın, sanatlarımızın ve dinlerimizin hepsi bu evrenin düzenine ve planına yabancı kalmaktadır. Hatta bu evren ile bizim hayatımıza benzer bir hayat arasında köklü bir düşmanlık olduğunu söylemek gerçeğin ta kendisi olabilir. Çünkü uzayın büyük çoğunluğu öyle soğuktur ki, orada her çeşit hayat bütünü ile donar. Öte yandan uzayda yer alan maddelerin büyük çoğunluğu öyle bir sıcaklığa sahiptir ki, bu sıcaklık orada hayatı imkânsız hale getirmektedir. Aynı şekilde uzay çok çeşitli ışınlarla dolup taşmaktadır. Bu ışınlar durmadan uzay cisimlerine, çarpmaktadırlar. Ki, bu ışınların çoğu hayatın düşmanıdır veya ana son vermeye yeterlidir.
İşte şartların bizi içine attığı evren budur. Eğer bizim bu dünyada ortaya çıkışımızın evrende meydana gelen ani değişimle gerçekleşmiş olması doğru değilse, en azından gerçekten bir tesadüf eseri olarak adlandırabilecek bir olay sonucunda meydana geldiğimiz söylenebilir!..”
Biz daha önce evrenin hayatın ortaya çıkışına düşman olduğunu, bununla beraber herhangi egemen bir gücün takdiri ve iradesinin de mevcut olmadığını ileri sürmenin üstelik hayatın bir realite olarak varolduğunu ileri sürmenin bilgin bir aklın değil, normal akıl sahibi bir insanın bile düşünemeyeceği şeyler olduğunu söylemiştik! Yoksa her şeye rağmen egemen olan takdir edici hiçbir gücün mevcut olmadığını söylemekle beraber hayatın, kendisine düşman olan bir evrende ortaya çıkışı nasıl mümkün olabilir? Acaba hayat bu evrenden daha mı kuvvetlidir ki, onun istememesine rağmen ortaya çıkmıştır? Mesela insan denilen bu varlık varolmadan önce bir realite olarak varolan bu evrenden daha mı güçlüydü? Bu gücü ile mi evrenin karşı koymasına rağmen evrende ortaya çıktı?
Bunlar aslında üzerinde durmaya bile değmeyen düşüncelerdir! Eğer bu “bilginler” biz ancak kendi imkânlarımızla ulaşabildiğimiz konularda görüş ileri sürebiliriz demekle yetinip, hiçbir temele dayanmayan bu gibi “meta-fizik” saçmalıklarla uğraşmasalardı, sadece fiziki varlıklarla uğraşsalardı eksik de olsa insanlara etraflarını kuşatan evreni tanımasına ilişkin fonksiyonlarını yerine-getirebilirlerdi! Fakat onlar, sağlıklı bilginin alanları dışına çıkıyorlar, küçücük insanın arzuları dışında hiçbir delile dayanmayan teorilere ve zanlara dalıyorlar!
Biz, Allah’ın rahmeti ve hidayeti ile, bu muhteşem evrene baktığımızda Sir James Jeans’ın kendisinden söz ettiği korku ve dehşetin izine bile rastlamıyoruz! Yalnızca bu evrenin yaratıcısı olan Allah’a saygı duyuyor ve ondan korkuyoruz. O’nun yaratmasında apaçık olarak ortaya çıkan ululuğunu ve güzelliğini idrak ediyoruz. Yüce Allah’ın yarattığı bu dost evrende tam bir güven ve yakınlık hissediyoruz kendimize, Cenab-ı Allah bizi bu evrende tam bir uygunluk ve ahenk içinde yaratmıştır… Evet Evren’in dehşet verici büyüklüğü ve çok dakik ve ince hesapları bizi ürpertiyor. Fakat biz buna rağmen korkuya ve dehşete kapılmıyoruz. Kaybolmuşluk duygusuna ve her an yok olma beklentisine kapılmıyoruz. Çünkü bizim de O’nun da Rabbi Allah’tır… Evrenle ilişkilerimizi sevgi, kolaylık, dostluk ve güven ilkesine göre düzenliyoruz. Rızıklarımızı, gıda maddelerimizi, geçim kaynaklarımızı ve mallarımızı evrende bulmaya çalışıyoruz… Ve Allah’ın şükreden kullar arasına girmeyi umuyoruz:
“Size yeryüzünde yurt sağladık, orada size çeşitlï geçim kaynakları bağışladık. Ne kadar az şükrediyorsunuz.”
2- “İnsanlığın yaradılış kıssasından öğrendiğimiz ikinci gerçek şudur: Eşsiz bir varlık olan insan canlılar aleminde onurlandırılmış bir varlıktır. Kendisine verilen görev gerçekten çok büyüktür. İçinde hareket ettiği alanlar ve ufuklar çok geniştir. Tek Allah’a kulluğunun sınırları içinde kendileriyle ilişki kurduğu alemler çeşitlidir… İnsanın bu şekilde değerlendirilmesi, evrende köklü, etkili bir fonksiyona sàhip olan insanın değerini yok eden, onun duyularına dayalı positivist ve materyalist ekollerin yaklaşımına tamamen aykırı düşmektedir. Bu ekollerde meselenin odak noktasını, madde ve maddenin zorunlu etkileri oluşturur. Kıssadan anlaşılan insanın prototipi, aynı zamanda Freud tarafından ileri sürülen deneysel psikoloji (Psikanaliz) ekolünün yaklaşımına da tamamen aykırı düşmektedir! Çünkü bu anlayış insanı, cinsel bataklıkta kabul eder ve onun “yücelmesine” bu cinsel bataklık yoluyla gerçekleşebileceğini iddia eder! Kıssa da anahatları belirlenen bu insan tipi, insanı hayvanlar dünyasının seviyesine indirgeyen ve neredeyse insanın bütün özelliklerini yok kabul eden olgunlaşma ve tekamül (evrim) ekolünün anlayışına da tamamen aykırı düşer! .. Ne var ki, islâmın insan denen eşsiz varlığı bu şekilde onurlandırılmış kabul etmesi, aydınlanma ve düşünce özgürlüğü döneminde ortaya çıkan felsefi akımların ileri sürdükleri gibi, insandan bir “ilâh” yapmaya çalışması anlamına gelmez. Çünkü sağlıklı islâmi düşüncede ancak gerçek ve denge vardır.
Her şeyde Kur’an’ın bütün ayetlerinden yola çıkarak diğer varlıklardan bağımsız olarak yaratıldığını kesin demesek de en azından bu şekilde yaratıldığını tercih ettiğimiz bu eşsiz varlıklı insanın doğuşu ilân edildi. Evet bu doğuşu evrensel bir toplantıda açıklandı… Bu doğuşun tanıkları melekler olmuştu. Onun doğuşunu melekler içinde ve bütün varlıkların huzurunda yüce ve ulu olan Allah ilân etmiştir. Bakara suresinde yer alan bir ayette belirtildiğine göre yüce Allah onu yarattığı andan itibaren O’nun yeryüzünde halife olacağını da açıklamıştır. O’nun cennetteki ilk sınavı bu halifelik görevine hazırlık niteliğindeydi. Hatta değişik surelerde yer alan Kur’an ayetleri yüce Allah’ın yalnız yeryüzüne değil, bu evrenin tümünü bu halifelik görevini yerine getirmesi için onun hizmetine, göklerdeki ve yerdeki her şeyi onun emrine verdiğini ilân etmektedirler.
Burada yaratıcısı tarafından insana verilen görevin büyüklüğü de ortaya çıkmaktadır. Çünkü ne kadar küçük olursa olsun bir gezegenin bayındır bir hale getirilmesi ve Allah’ın halifeliğinin orada egemen kılınması gerçekten çok büyük bir iştir’.
Yine kıssadan ve Kur’an-ı Kerim’in diğer ayetlerinden anlaşılıyor ki, insan yalnız yeryüzünde değil, bütün bir evrenin içinde eşsiz bir yaratıktır. Meleklerden, cinlerden ve Allah dışında hiç kimsenin kendisinden haberdar olmadığı varlıklardan oluşan diğer yaratıkların kendilerine has görevleri vardır. Sonra bunlar aynı zamanda yapacakları bu fonksiyonlara uygun düşecek karakterlere sahip olarak yaratılmışlardır. Bunların içinde yalnız insan kendisine has özellikleri ve bu fonksiyonuyla eşsiz bir yaratık olmuştur. Yüce Allah’ın şu sözü insanın bu özelliğini ifade etmektedir. “Biz emaneti göklere, yere ve dağlara sunduk, onu yüklenmekten kaçındılar, ondan korktular; Onu insan yüklendi; çünkü O, çok zalim, çok cahildir. (Ahzap-72) Demek ki, insan evrenin tümünde bu özellikleri açısından eşsizdir. Onun özellikleri arasında zulüm ve cahillik de vardır! Bunların yanında tam özgür olmasa da bir seçme özgürlüğü vardır. İleri seviyede bilgi edinme yeteneğine sahiptir. Kişisel bir iradesi vardır. Zulüm ve cahilliğe ne kadar gücü yetiyorsa, adalet ve ilme de gücü o kadar yeter. İnsanın bu iki yönlü karakteri de aslında onu diğer varlıklar arasında eşsiz bir konuma getirmektedir.
Bunların hepsi, evrenin korkunç büyüklükteki varlıkların hacimleriyle karşılaştırıldığında küçücük bir hacme sahip bulunan bu dünya üzerinde insana o tür bakış açılarını reddetmektedirler. Çünkü hacim her şey demek değildir. Bilme yeteneğine sahip olan akıl, Allah’a kulluğun sınırları dahilinde gerçekleşen bağımsız hareket etme yeteneğine sahip olan irade, kişisel tercih ve seçme yeteneği gibi özellikler, Sir James Jeans’ın ve benzerlerinin insanın değeri ve fonksiyonuna ilişkin görüşlerini kendisine dayandırdığı hacimden çok daha üstündürler ve değer yönünden hacmi çok geride bırakırlar.
Gerek bu kıssada ve gerekse Kur’an’ın diğer bütün ayetlerinde bu insan denen varlığa verilen önem, sadece bu yeryüzündeki halifelik görevini eşsiz özellikleri sayesinde yerine getirmesiyle sınırlı değildir. Biz insana verilen bu önemin tablosunu insanın içinde hareket ettiği alanları, ufukları ve kendisiyle ilişki halinde bulunan bu alemleri düşünerek tamamlayabiliriz.
“İnsan yüce ve ulu olan Rabbiyle doğrudan bir ilişki içindedir! O’nu kendi eliyle yaratan, kendi sözleriyle meleklerin ve bütün varlıkların içinde doğuşunu ilân eden Allah’tır. Sakıncalı görülen ağaç dışında her şeyi yemesini serbest kılarak cennete gönderen de O’dur. Sonra kendi isteğiyle O’na yeryüzünün halifeliğini veren ve Bakara suresindeki . ayette de belirtildiği gibi bilginin temelini öğreten O’dur. “Allah Adem’e bütün isimleri öğretti.” Bu isim öğretme, bizim tercihimize göre, kendilerine isim verilen eşyayı ve manayı sözcükler ve isimlerle sembolleştirme yeteneğidir. Daha önce Bakara suresinin ilgili ayetini açıklarken belirttiğimiz gibi, bu yetenek bilginin yaygınlaştırılmasına ve insan cinsinin tümüne genelleştirilmesine imkân sağlayan temel kuraldır. Yine yüce Allah hem cennette hem de cennetten sonra insana öğütlerde bulundu. İnsanlığı diğer varlıklar arasında eşsiz hale getirecek özel yeteneklerle donattı. Onların arasından kendilerine peygamberler gönderdi. Onun tevbesini kabul edeceğine ve hatalarını bağışlayacağına söz vermek suretiyle merhametle muamele etti. Bütün evrende eşsiz bir varlık olan insana Allah’ın verdiği nimetler saymakla bitmez.
“İnsan, melekler alemi ile de ilişki halindedir.” Yüce Allah, meleklerin, ona secde etmelerini istemiştir. Meleklerden bazılarını insana muhafız tayin etmiştir. Yine meleklerin bazılarını peygambere vahyini ulaştırması için vasıta kılmıştır. Ayrıca “Rabbimiz Allah’tır” deyip doğru yola girenlere melekleri gönderir. Onlar müminlerin direnmelerini sağlamaya çalışırlar ve onlara müjde verirler. Allah yolunda savaşanlara da melekleri gönderir, kendilerine yardım edip müjdeler versin diye. Öte yandan bu melekleri kâfirlerin üzerine salar. Kâfirleri öldürürler, azab ve horlamayla onların canlarını alırlar… Hem dünyada hem de ahirette insanlar ile melekler arasında birçok ilişkiler vardır.
“İnsanların cinlerle de ilişkisi vardır:” Cinlerin iyileri ile de şeytanları ile de. Az önce insan ile şeytan arasındaki ilk savaşın tasvirine tanık olmuştuk. Bu savaş belirlenmiş günün vakti gelinceye kadar sürecektir. İnsanın, cinlerin iyileriyle ilişkisi de Kur’an’ın başka ayetlerinde belirtilmiştir. Hz. Süleyman’ın -selâm üzerine olsun- kıssasında açıkça görüldüğü gibi, cinlerin, insanların emrine girişi de değişmez bir realitedir.
“İnsan aynı zamanda bu maddi evrenle de ilişki içindedir.” Özellikle yeryüzü, gezegenler ve yakın olan yıldızlarla ilgisi vardır. İnsan bunlarla, Allah’ın yeryüzündeki halifesi olarak ilişkiye geçer. Bu yeryüzünün güçleri, enerjileri, rızıkları ve yeraltı kaynakları onun hizmetine verilmiştir. Yeryüzünün bazı sırlarını açacak Allah vergisi yetenekleri vardır. Yeryüzünün bazı yasalarını öğrenebilir. Bu yasaları öğrenmesi, bu büyük görevini yerine getirmesine yardım eder. İşte insan kendisine sağlanan bütün bu imkânlar içerisinde bütün canlılarla ilişkisini sürdürür… Son olarak insan yapısının ve yeteneklerinin çift yönlü olmaları nedeniyle bizzat kendisinden de çok uzakta bulunan geniş boyutlu bir sahada hareket eder! En yüksek göklere çıkar, meleklerin derecelerini geride bırakır. Yeter ki, samimi bir biçimde Allah’a kulluk yapsın ve sonuna kadar bu yolda ilerlesin. Hayvanî duygularını ilâh edindiğinde “İnsanî özelliklerinden” soyutlandığında ve hayvanlara yaraşan bir çamurun içinde debelendiğinde ise hayvanların düzeyinden de daha aşağı bir konuma düşer. Bu iki kutup arasındaki mesafe somut dünyadaki gökler ile yer arasındaki mesafeden daha büyüktür ve daha uzun bir mesafedir!
Bu kıssanın ve diğer Kur’an ayetlerinin de işaret ettiği gibi bu özelliklerin hepsi insandan başka varlığa verilmemiştir.
3- Bu kıssadan öğrendiğimiz üçüncü gerçek de şudur: İnsan denen bu varlık bütün bu eşsizliğine rağmen veya bu eşsizliği nedeniyle yapısının bazı yönlerinden zayıftır. Öyle zayıftır ki, onu kötülüğe sürüklemek ve ihtiras duygularının yuları ile en alçak yerlere sürüklemek mümkün olmaktadır. Onun şu ihtiras duygularının başında sonsuzluk sevgisine karşı zaafı, mülk sevgisine karşı zaafı gelmektedir… İnsan Allah’ın yolundan uzaklaştığında, arzularına teslim olduğunda veya inatçı düşmanına teslim olduğunda zaafının en şiddetli ve alçak hallerine düşer. İnsanın bu düşmanı onu saptırmayı boynunun borcu olarak kabul etmekte, var gücünü kullanmakta ve eline geçirdiği hiçbir fırsatı bu yolda ihmal etmemektedir!
İşte bu nedenle Cenab-ı Allah’ın da ona merhametinin gereği olarak insan yalnız fıtratı ile başbaşa bırakılmamış ve tek başına aklına havale edilmemiştir. Bunlara ilave olarak kıssanın sonunda bir değerlendirme niteliği taşıyan ayette de geleceği gibi, onu uyarmaları ve hatırlatmada bulunmaları için kendisine peygamberler gönderilmiştir. İşte insanı kurtaracak olan en büyük dayanak da budur. Nefsani duygularından sıyrılıp Allah’a koşmak suretiyle gerçekleşen ihtiraslarından kurtuluş… Rabbini andığında, O’nun rahmetini ve öfkesini, mükâfatını ve cezasını hatırladığında geri kaçıp gizlenen düşmanı ndan kurtuluş…
Bunların hepsi insanın iradesini güçlendirir ki, kendi zaaflarına ve ihtiraslarına hakim olsun. İnsan bunun ilk eğitimini cennette görmüştür. “Mahzurlu” sayılan şeye uymasının farz kılınmasıyla O’nun bu iradesi takviye edilmek istenmiştir. Saptırma ve zaaflarına karşı onu etkin hale getirmiştir. İnsan birinci deneyiminde başarısızlığa uğramışsa da bu başarısızlığı diğer gelecek deneyimleri için bir ibret olmuştur!
Yine Allah’ın insana merhametinin bir eseri olarak ona tevbenin kapısını her an açık tutmuştur. İnsan, unutup tekrar hatırladığında, ayağı kayıp tekrar ayağa kalktığında, sapıp tekrar tevbe ettiğinde… Kapının kendisi için açık olduğunu görecektir. Allah onun tevbesini kabul eder. Sürçmesini ona bağışlar. Bundan sonra Allah’ın yoluna girdiğinde Allah kötülüklerini iyiliklere dönüştürür. Sevaplarını dilediği kadar artırır. İlk suçunu kendisi ve nesli için değişmez bir lanet yazgısı olarak kabul etmez. Yani insanın sonsuza dek süren bir günahı yoktur. Babadan oğula geçen herhangi bir günah da sözkonusu değildir. Hiç kimse bir başkasının günahını yüklenmez.
İslâm düşüncesindeki bu gerçek, hristiyanlıktaki kilise düşüncelerinin temelini oluşturan nesilden nesile geçen günah efsanesinin insanlığın omuzlarına yüklediği ağırlığı kaldırmaktadır. Bu öyle bir anlayıştır ki, pek çok efsaneye ve hurafeye kaynaklık ettiği gibi, üzerinde kurulan ayıpların ve yapılanların korkunç ağırlıktaki sis bulutlarına da kaynaklık etmiştir… Bu ağır yük insanların boyunlarına vurulan bir lanet tasması gibi insanlığın yakasını bırakmayan Hz. Adem’in günahıdır… Bu öyle ağır bir yüktür ki, güya ilâh, insanoğlu kılığına girerek (Mesih, İsa) asılarak, işkence çekerek bu nesilden nesile geçen günahın faturasını ödemiştir. (!) İşte bu nedenle güya kendi kanı ile Hz. Adem’in bütün insanlar tarafından miras olanın günahının faturasını ödeyen Mesih ile birleşen herkesi “bağışlayacağını” söz vermiştir!
İslâm düşüncesinde mesele bundan çok daha rahat biçimde halledilmiştir… Hz. Adem unutmuş ve hata etmiştir… Sonra da tövbe etmiş ve bağışlanma dilemiştir. Yüce Allah’da tövbesini kabul etmiş ve onu bağışlamıştır… Bu günahdan geriye kalan, sadece, uzun boylu mücadele hayatında insanlığa yardım edecek deneyimin sağladığı ibret verici örnektir.
Bu ne kolaylık! Bu ne berraklık ve netlik! Bir inanç problemine bu ne rahat çözümdür!
4- Bu kıssadan anlaşılan dördüncü gerçek ise, şeytana karşı verilen savaşın ciddiyeti ve köklü olduğu kadar, sürekli ve çetin oluşudur.
Kıssanın akışı içinde ortaya çıkmıştır ki, bu inatçı düşman herhalde bu insanı izlemekte her taraftan ve her yönden ona geleceğinde, her an ve zaman onu izleyeceğinde ısrarlıdır.
“İblis dedi ki; “Beni kışkırtıp sapıklığa düşürdüğün için andolsun ki, doğru yolun üzerinde pusu kurup insanların yolunu keseceğim.” Sonra önlerinden arkalarından, sağlarından sollarından onlara sokulacağım da çoğunluğunu şükreder bulamayacaksın.”
Lanetlik şeytan, bu tuzağı kendisi kurmayı seçmiş ve planını gerçekleştirmesi için kendisine uzun süre verilmesini istemiştir. Allah’ın emrini apaçık olarak işittiği halde, O’na göz göre göre isyan ederek işlediği günahının bağışlanmasını dileyip Allah’a yalvaracağına, böyle bir yolu tercih etmiştir. Sonra Allah ın yolu üzerinde pusu kuracağını, kimsenin oradan geçmesine izin vermeyeceğini, onları Allah’ın yolundan saptırmak için her taraftan onlara sokulacağını açıklamıştır!
Şeytan insanlara ancak onların zaaflarından ve ihtiraslarının giriş noktalarından sokulabilir. insanlar ancak iman ve zikir ile, onun saptırmalarına ve telkinlerine karşı direnme gücünü arttırmak ile, ihtiraslarına baskın çıkmak, kendi arzularını Allah’ın yoluna boyun eğdirmekle kendilerini şeytandan koruyabilirler.
Şeytana karşı verilen savaş köklü ve önemli bir savaştır. Bu savaş doğru yola uymak için şeytani arzularla, iradeyi egemen kılmak için ihtiraslarla, yeryüzünün en güzel yönetim şekli olan Allah’ın şeriatına uymakla şeytanın kendi dostlarını içine sürüklediği yeryüzündeki bozgunculuk ve kötülükle yapılan bir savaştır. Vicdanlardaki savaş ile pratik hayattaki savaş birbirine bağlıdır, ayrı değildir. İkisinin de arkasında şeytan vardır!
İnsanların, kendilerinin hakimiyetine, yasalarına, değerlerine ve ölçülerine boyun eğmesini isteyen, Allah’ın hakimiyetini, yasalarını değerlerini ve O’nun dininden kaynaklanan ölçülerini uzaklaştırmak arzusunda olan yeryüzünde kurulmuş bulunan tağutlar, cin şeytanlarından direktif alan insan kılıklı şeytanlardır. Tağutlara karşı mücadele etmek bizzat şeytanın kendisiyle savaşmak demektir. Ondan uzak değildir.
Böylece en köklü, en uzun boylu ve en büyük savaşın, bizzat şeytana ve şeytanın dostlarına karşı verilen savaş olduğu ortaya çıkıyor. Buna bağlı olarak müslüman kendi arzularına, ihtiraslarına karşı savaşırken, bir taraftan da şeytanın dostları olan yeryüzündeki tağutlarla, tağutların taraftarları ve kuklalarıyla savaşacaktır. İçinde yaşadıkları ortamda onların körükledikleri kötülük, bozgunculuk ve çözülme ile de savaşacaktır. Müslüman bu savaşların hepsine girerken karşısında ciddi, kesin ve çetin bir tek savaş olduğunun bilincinde olmalıdır. Zira bu savaşta müslüman düşmanın tek olduğunu ve kendi yolunda gitmeye ısrarlı olduğunu bilmektedir… Ve işte cihad bu nedenle kıyamet gününe kadar sürecektir. Hem de bütün şekilleriyle ve bütün sahalarıyla…
5- Son olarak bu kıssa ve onu izleyen değerlendirmeler insanın yapısında ve fıtratında yer eden bir gerçeğe parmak basmaktadır. Bu gerçek de, insanın çıplaklıktan ve açık-saçıklıktan utanmasıdır.
“Böylece onları aldatarak alta düşürdü. Ağacın meyvesinden tadar-tatmaz ayıp ierleri meydana çıktı. Bunun üzerine cennet yaprakları ile örtünmeye koyuldular.”
“Ey insanoğulları, size ayıp yerlerini örtecek ve süslenmenizi sağlayacak elbiseler gönderdik. Takva elbisesi bunlardan daha hayırlıdır. Bu Allah’ın ayetlerinden biridir. Ola ki, düşünüp ders alırlar.”
“Ey insanoğulları, şeytan ana-babanızı elbiselerinden soyundurup ayıp yerlerini meydana çıkararak cennetten çıkardığı gibi sizleri de ayartıp tuzağa düşürmesin.”
Bu ayetlerin hepsi de sözü edilen meselenin önemine, insan fıtratında köklü bir yeri olduğuna işaret etmektedirler. Örtünme ve ayıp yerlerini örtme insanı güzelleştiren bir şeydir ve onun bedensel ayıplarını da kapatır. Nitekim takva da insanın psikolojik ayıplarının örtüsü ve elbisesidir.
Sağlıklı bir yaradılışa (fıtrata) sahip olan insan bedensel ve psikolojik ayıplarının ortaya çıkışından rahatsız olur. Onları örtmeye ve gözlerden uzak tutmaya çalışır. Bedeni örtüden, ruhu da takvadan, Allah’tan ve insanlardan haya etme duygusundan soyutlanmaya çalışanlar, dillerini kalemlerini, yönlendirme ve basın yayın organlarını insanın bu doğal eğilimini kökten kazımak için her çeşit şeytani yönteme ve metoda başvuranlar. Bunlar “insanı” kendi fıtri özelliklerinden ve insanı insan yapan özelliklerden soyutlamak isteyenlerdir. Onlar insanı kendi düşmanı olan, şeytana, şeytanın elbiselerini indirmek ve ayıp yerlerini açmak gibi arzularına teslim olmasını istemektedirler. Bunlar aynı zamanda siyonizmin insanlığı yok etmek ve insanlık içinde çözülmüşlüğü yaymak suretiyle siyonizmin egemenliğine boyun eğdirmek için hazırladığı korkunç plânları uygulayan kimselerdir. Zaten insanlık kendi değerlerini yitirmiş durumdadır!
Çıplaklık hayvanların fıtratına mahsus bir durumdur. İnsan, insan olmanın altında bir seviyeye düşmediği sürece çıplaklığa taraftar olmaz. Çıplaklığı, güzellik olarak görmek insanın zevklerinde kesinlikle bir çarpıklığın ifadesidir. Afrika ormanlarında yaşayan geri kalmış insanlar da çıplak idiler. İslâm kendi medeniyetiyle birlikte bu bölgelere girdiğinde bu medeniyetin ilk görünümü çıplakları giydirmek olmuştu. “İlerici” modern cahiliye ise, insanları islâmın geri kalmış milletleri kendisinden kurtarmaya çalıştığı bir bataklığa sürüklemektedir. İslâm, insanları islâmı anlamı ile “medeniyet” düzeyine çıkarmak ister. Çünkü islâm, insanın özelliklerini kurtarmayı, onları belirginleştirmeyi ve takviye etmeyi arzu eder.
İnsanın psikolojik olarak hayadan ve takvadan soyutlanması ilkelliğin hortlaması ve cahiliyeye dönüş demektir. Halbuki uğursuz sesler ve kalemler yönlendirme ve basın-yayın organları bunun çığırtkanlığını yapmaktadırlar. Yoksa bu şeytanın eğitilmiş yönlendirilmiş organlarının istediği ve telkin ettiği gibi ilerleme ve medenileşme değildir. (Medeniyetin anlamı için A’raf Suresi’nin 2. ayetine bakınız)
İnsanlığın Kur’an’da yer alan yaradılış kıssası bu köklü değerlere ve ölçülere işaret etmekte ve onları en güçlü şekilde açıklamaktadır.
Bizi, şeytanın telkinlerinden ve cahiliyenin bataklığından kurtarıp doğru yola ileten Allah’a şükürler olsun!
Bu da surenin akışında yer alan değerlendirme amaçlı duraklamalardan biridir. İnsanlığın büyük hikâyesini içindeki ilk sahnenin ardından yer alan uzunca bir duraklamadır bu. Nitekim surenin akışı içinde her aşamada buna benzer duraklamalara rastlanmaktadır. Sanki şöyle denmek isteniyor: Büyük yolculuğa çıkmadan önce şu konaktaki ders alınacak şeyleri iyice düşünmek için burada bir nebze duralım.”
Bu şeytanla insanlık arasında belirtileri başgösteren savaşın karşısında bir duraklamadır. Şeytanın yöntemlerinden ve nüfuz alanlarından sakındırmak, geçmişte beliren, çeşitli görünüm ve şekilde belirecek olan hareket tarzını ortaya çıkarmak içindir bu duraklama.
Ancak Kur’an’ın ifade metodu, bir durumu karşılama sözkonusu olmadığı sürece direktif vermez. İslâmi hareketin pratiğinde bir olgu olarak belirmedikçe herhangi bir hikâyeyi aktarmaz. Kur’an’ın ifade metodu, söylediğimiz gibi sırf sanatsal zevk için hikâyeleri aktarmaz. Yalnızca teorik olarak sunmak için herhangi bir gerçeği açıklamaz… Çünkü islâmın realistliği ve ciddiliği direktif açıklamalarının islâmi hareketin fiilen karşısına çıkan durumlara karşılık olmalarını zorunlu kılmaktadır.
Büyük insanlık hikâyesinin ilk aşamasının ardından burada yer alan şu değerlendirme de Arap cahiliyesinde varolan bir olguyu karşılıyordu… Kureyşliler, putların ve put bakıcılarının barınağı haline getirdikleri Allah’ın evini ziyaret eden diğer Arap müşriklerine karşı kendileri için bazı haklar uydurmuşlardı. Bu hakları, Allah’ın dinine uygun olduğunu iddia ettikleri inançlara dayandırıyorlardı. Bu düşünceleri de Allah’ın şeriatı olduğunu iddia ettikleri birtakım yasal kalıplara dökmüşlerdi. Bu şekilde aşağı-yukarı her cahiliye toplumundaki tapınak bekçilerinin kâhinlerin ve liderlerin yaptığı gibi müşriklerin kendilerine boyun eğmelerini sağlamak amacındaydılar. Kureyş, kendisine özel bir isim de bulmuştu; `Husm’… Kendileri için, diğer Araplar’a tanınmayan bazı haklar belirlemişlerdi. Bu haklardan, Kâbe’yi tavaf etmeye ilişkin olanına göre, sadece onlar giyinik olarak Kâbe’yi tavaf edebilirlerdi. Diğer Araplarsa, daha önce giydikleri giysiler içinde tavaf edemezlerdi. Bu yüzden tavaf için kendilerine `Hums’ adını veren Kureyşliler’den giysi ödünç almak ya da daha önce giymedikleri yeni giysiler bulmak zorundaydılar. Yoksa aralarında kadınlar da bulunmak üzere Kâbe’yi çıplak tavaf ederlerdi.
İbn-i Kesir tefsirinde şöyle der: (Kureyşliler’in dışındaki Araplar daha önce giydikleri giysiler içinde Kâbe’yi tavaf etmeyiz” şeklinde yorumlamaya çalışıyorlardı. Kureyşlilerse -ki onlar kendilerine `Hums’ diyorlardı giysileriyle tavaf ederlerdi. Bir Kureyşli’den giysi ödünç alamayan kimse çıplak tavaf ederdi. Kimi zaman bir kadın da çıplak tavaf edebilirdi. Böyle bir durumda avret yerinin üzerine bir ölçüde kapatacak bir örtü koyardı. Genellikle kadınlar çıplak tavaf etmeyi geceleri yaparlardı. Bunu kendi kendilerine uydurmuşlardı ve atalarını takip ediyorlardı. Atalarının bu davranışlarının Allah’ın emrine ve şeriatına uygun olduğuna inanıyorlardı. Yüce Allah ise, bu iddialarım şu şekilde reddediyor:
“Onlar bir kötülük işlediklerinde `Biz atalarımızdan böyle gördük, böyle yapmamızı emreden Allah’dır derler… Yüce Allah buna cevap olarak şöyle buyuruyor: Onlara de ki… “Yani `Ey Muhammed, böyle bir iddiada bulunana de ki: “Allah kötülük işlemeyi emretmez.” Yani sizin şu yaptığınız şey, iğrenç bir kötülüktür. Yüce Allah’ın böyle bir şeyi emretmesi mümkün değildir. “Allah adına bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz?” Yani, doğru olup olmadığını bilmediğiniz sözleri Allah’a mı mal ediyorsunuz? Yine yüce Allah şöyle buyuruyor: “De ki; “Rabbim bana ölçülü ve dengeli olmayı emretti.” Yani adil ve doğru olmamı emretti: “Her secde yerinde ve anında tüm varlığınızla O’na yönelerek müşriklikten tamamen arınmış bir bağlılıkla O’na dua ediniz.” Yani, yüce Allah yerinde yaptığınız ibadetlerinizde dosdoğru olmanızı emretmektedir. Bu da mucizelerle destekli peygamberlerin -salât ve selâm üzerlerine olsun Allah’tan getirdikleri mesajlara ve yasalara uymak, Allah’a yönelik ibadette tamamen şirk”den arınmakla mümkündür. Çünkü yüce Allah, bu iki şartı birarada barındırmadığı sürece hiçbir ameli kabul etmez. (Yani, amel hem doğru ve şeriata uygun olacak hem de bütünüyle şirkten arı olacaktır.)
Allah’ın şeriatıyla bir ilgisi bulunmadığı halde O’nun şeriatından olduğunu ileri sürdükleri şu yiyeceklere özgü geleneklerin yanında ibadet, tavaf ve giysi konusunda hüküm verme işlemine ilişkin cahiliye olgusuyla karşılaşılırken… Evet bu olguyla karşı karşıya kalınırken ilk insanlık hikâyesi üzerine yapılan bu değerlendirme, geliyor. Bu değerlendirmede yüce Allah’ın haram kıldıklarının dışında kalan cennet meyvelerinden yenmesi hatırlatılıyor. Özellikle de giysi sözkonusu ediliyor. Yasaklanmış meyveyi yedirmek suretiyle şeytanın Adem ve Havva’yı kandırması ve üzerlerindeki elbiseyi çıkarması yer alıyor. Bu arada Adem ve Havva’nın ayıp yerlerinin görünmesinden dolayı fıtratlarının gereği utanmaları ve cennet yapraklarıyla ayıp yerlerini örtmeye çalışmaları dile getiriliyor.
Dolayısıyla hikâyede sözkonusu edilen olaylar ve bunlar üzerine yapılan ilk değerlendirme, cahiliyede yaşanan belli bir olgunun realistçe karşılanması amacına yöneliktir… Bu hikâyenin, Kur’an’ın değişik yerlerinde, çeşitli durumlara karşılık olmak üzere başka surelerde de birtakım kesitleri ve sahneleri anlatılır. Bunların ardından şu çeşitli durumları karşılayan açıklamalar ve değerlendirmeler yapılır. Kuşkusuz hepsi de gerçektir. Ancak beşerin pratiğini karşılamayı amaçlayan Kur’an’ın ayrıntılı açıklama yöntemi, her konuda sunulan hikâyenin halkalarıyla, ortamın ve konunun tabiatının arasındaki bu tercih ve uyumu gerektirmiştir. (Kur’an’da Kıssa” bölümüne bakınız.)