SEYYİD KUTUB’UN BAKIŞ AÇISIYLA ENFAL SURESİ 41. AYET
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
GANİMETLER
41- Eğer Allah’a ve doğru ile eğrinin birbirinden ayrıldığı gün, yani iki ordunun Bedir’de karşılaştığı gün kulumuz Muhammed’e indirdiğimiz mesaja inanıyorsanız biliniz ki, ele geçirdiğiniz ganimet mallarının beşte biri Allah’a, Peygamber’e, Peygamber’in yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yarı yolda kalanlara aittir. Allah her şeye kadirdir.
Bu konuda tercih edilen rivayetler ve fıkhi görüşler arasında birçok ihtilaflar belirmiştir.
1- Ayette geçen “Ganaim” ve “Enfal” kelimelerinin anlamları etrafında birtakım görüş ayrılıkları ortaya çıkmıştır. İkisi aynı şey midir, yoksa birbirlerinden farklı şeyler midir?
2- Yüce Allah’ın savaşçılara bahşettiği beşte dörtlük paydan sonra geride kalan beşte birlik pay nasıl bölüştürülecek?
3- Allah’a ait olduğu bildirilen beşte birlik pay aynı zamanda peygambere ait olduğu bildirilen beşte birlik pay mıdır, yoksa ondan ayrı bir pay mıdır?
4- Peygambere ait olan beşte birlik pay, sadece ona mı özgüdür, yoksa ondan sonra iş başına gelen devlet başkalarına da mı verilir?
5- Akrabalara ait olduğu bildirilen beşte birlik pay, Peygamberimiz döneminde olduğu gibi Haşimoğulları’ndan ve Abdulmuttalipoğulları’ndan olan Peygamberimizin akrabaları için mi geçerlidir, yoksa bu konuda devlet başkanı yetkisini mi kullanır?
6- Beşte birlik paylar sadece bu beş grup arasında mı bölüştürülecek, yoksa tasarruf yetkisi Peygamber’e, ondan sonra da halifelere mi bırakılmıştır? Diğer görüş ayrılıkları daha çok ayrıntı sayılacak konularda belirmiştir.
Biz bu tefsirde takip ettiğimiz yöntem uyarınca, yerinde incelenmesi daha iyi olan fıkhî ayrıntılara girmiyoruz. Bu genel yöntemimiz. Özelde ise ganimetler konusu bütünüyle, bugün karşı karşıya kaldığımız islâmî bir realite değildir. Biz bugün bir olgu olarak böyle bir sorunla karşı karşıya değiliz. Bir müslüman devlet, bir müslüman imam, Allah yolunda cihad eden bir müslüman ümmet sözkonusu değildir ki, bu ümmet ganimetler elde etmiş olsun, sonra da bunlara ilişkin islâmî uygulamaya ihtiyaç duyulsun. Zaman döndü dolaştı. Tekrar bu dinin ilk defa insanlığa geldiği günkü şeklini aldı. İnsanlar tekrar eski cahiliye hayatına döndüler. Kendi kafalarından uydurdukları beşerî yasalarıyla hayatlarına yön veren başka ilahları Allah’a ortak koştular. Bu din yeniden insanları kendisine girmeye, “Allah’dan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın peygamberi olduğuna” şahitlik etmeye, yüce Allah’ı ilahlıkta, hakimiyette ve otoritede birlemeye, bu konularda sadece O’nun peygamberi Muhammed’den -salât ve selâm üzerine olsun- direktif almaya, insanlığı hayatında bu dini yeniden inşa etmek için çalışan müslüman bir önderliğin yönetimi altında toplanmaya, bütün dostluk ve bağlılığı; bu toplum ve müslüman önderliği yöneltmeye, bu dostluk ve bağlılığı; bütün cahiliye toplum önderliklerinden kesmeye çağırmak için tekrar başa dönmüştür.
Günümüzde bu dinin karşı karşıya kaldığı gerçek sorun budur. Ortada daha baştan itibaren- bunun dışında bir sorun sözkonusu değildir. Bugün bir ganimetler sorunu yoktur, çünkü cihad sorunu yoktur. Hatta bugün gerek iç ilişkilerde, gerekse dış ilişkilerde karşı karşıya kalınan tek bir yasal düzenleme sorunu bile yoktur. Bunun sebebi gayet basittir: Çünkü ortada, kendi iç ilişkilerini ve kendisiyle diğer toplumlar arasındaki ilişkileri düzenleyecek hükümlere ihtiyaç duyan bağımsız bir yapıya sahip müslüman bir toplum yoktur.
İslâm hareket metodu realist bir hareket metodudur, fiilen varolmayan sorunlarla uğraşmaz. Bu yüzden realite açısından varlığı sözkonusu olmayan bu tür sorunlara ilişkin hükümlerle ilgilenmez. İslâm pratik bir değeri bulunmayan sorunlara ilişkin hükümlerle uğraşmayacak kadar ciddi bir hayat sistemidir. Böyle şeylerle uğraşmak islâmın başvurduğu bir metod değildir. Boş vakitlerini, teoriler ve realiteler dünyasında gerçek bir karşılığı bulunmayan fıkhî hükümleri araştırmakla geçiren boş adamların işidir bu. Oysa bu kimseler çabalarını, bu dinin pratik ve realist hareket metodu doğrultusunda müslüman bir toplumun yeniden inşası için harcasalardı çok daha iyi olacaktı. İnsanları yeniden, “Allah’dan başka ilah yoktur ve Muhammed Allah’ın peygamberidir” ilkesine çağırmak gerekir. İlk defa olduğu gibi şimdi de böyle girebilir toplumlar bu dine. Bu şekilde dine yeniden girmekle müslüman bir önderliğe, özel bir yönetime, cahiliye toplumlarından bağımsız bir yapıya sahip bu dini yaşayan pratik bir toplum oluşur. Sonra yüce Allah bu toplumla kavminin arasını hak doğrultusunda açar, onları birbirinden ayırır. İşte o zaman -ama sadece o zaman- kendi iç ili$kilerini olduğu kadar, başka toplumlarla olan ilişkilerini de düzenleyen hükümlere ihtiyaç duyar. İşte o zaman -ama sadece o zaman- müctehidler, içerde ve dışarda karşı karşıya kalınan pratik sorunları karşılayacak hükümleri çıkarmaya çalışırlar. İşte o zaman -ama sadece o zaman- bu içtihadların ciddiliği ve realistliği sözkonusu olur.
Bu dinin canlı, pratik ve realist hareket metodunun ciddiliğinin bilincinde olduğumuzdan dolayı, ganimetlere ve savaşta elde edilen başka kazançlara özgü fıkhî ayrıntılara girmiyoruz. Allah’ın izniyle vakti geldiğinde, müslüman bir toplum varolup, fiilen cihad durumuyla karşı karşıya kaldığında ve birtakım ganimetler elde ettiğinde, bu hükümlere ihtiyaç duyulur… Biz bu tefsirde, yaşanan tarihin akışında ve Kur’an’ın eğitim metodunun doğrultusunda iman çizgisini takip etmeliyiz. Zamanın geçmesiyle gözardı edilemeyecek Allah’ın Kitabı’ndaki değişmez temel unsur budur. Bunun dışındaki tüm kurallar ondan sonra gelir ve ona dayanırlar.
Kur’an ayetinin içerdiği genel hüküm şudur:
“Biliniz ki, ele geçirdiğiniz ganimet mallarının beşte biri Allah’a, Peygamber’e, Peygamber’in yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yarı yolda kalanlara aittir.”
Ganimetlerin beşte dörtlük kısmı bütünüyle savaşçılara bırakılıyor. Geri kalan beşte birlik kısım ise Peygamber’in -salât ve selâm üzerine olsun- ve ondan sonra islâm şeriatına göre hareket eden ve Allah yolunda cihad eden müslüman devlet başkanlarının yetkisine terkediliyor; şu alanlarda da harcanmak üzere: Allah’a, Peygamber’e, Peygamber’in yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yarı yolda kalanlara aittir.” Tabi ganimet var olduğu zaman karşılaşılan pratik ihtiyaçları gidermek için… Bu kadar açıklama yeterlidir…
Ama bundan sonra da sürekli geçerli olan direktif ise, ayetin son kısmında yeralmaktadır: “Eğer Allah’a ve doğru ile eğrinin birbirinden ayrıldığı gün, yani iki ordunun Bedir’de karşılaştığı gün kulumuz Muhammed’e indirdiğimiz mesaja inanıyorsanız… Allah her şeye kadirdir.”
Hiç kuşkusuz imanın varlığına kanıt oluşturan birtakım belirtiler vardır. Yüce Allah Bedir savaşına katılanların -Bedir ehli oldukları halde- Allah’a ve O’nun hakla batılın birbirinden ayrıldığı günde, iki ordunun karşı karşıya geldiği günde kulu Muhammed’e indirdiği ayetlere inanmış olmalarını… Evet yüce Allah, şu Bedir ehlinin mü’min olduklarını kendi katında onaylamayı onların, yüce Allah’ın ayetin başında ganimetlerle ilgili olarak indirdiği hükümleri kabul etmelerine bağlıyor. Bu kabulü, kendi katında onların kendisine ve hakla batılın birbirinden ayrıldığı furkan gününde indirdiği Kur’an ayetlerine inanmış olduklarının şartı olarak vurguluyor. Aynı şekilde bu kabulü, mü’min olduklarını duyurmuş olmalarının gereği sayıyor. Çünkü bu duyurunun realiteler dünyasında bir anlam ifade etmesi için bu kabulleniş zorunluydu.
Böylece Kur’an’da imanın ne anlama geldiğini gayet açık ve kesin bir şekilde görmüş oluyoruz. Birtakım grupların, mezheplerin ve değişik yorumların ortaya çıktığı, insanların tartışmalara ve zihinsel mantık hipotezlerine daldıkları dönemlerde başgösteren uzun fıkhî araştırmalarda görülen ciddiyetsizlik, belirsizlik ve anlaşılmaz yorumlara yer yoktur Kur’an’da. Nitekim bu dönemlerde insanlar -siyasi grup ve mezheplerin etkisiyle- saldırı ve karşı saldırılarla uğraşır olmuşlardır. Kâfir olmakla suçlamalar ve bu suçlamaları çürütmeler… Bu dinin anlaşılır ve açık temelleri yerine kin, kişisel arzu, rakiplerin ve karşıt görüşlülerin entrikalarına dayanmıştır. Bu dönemlerde karşıt görüşlü birini ayrıntı sayılan bir mevzudan dolayı tekfir edenlerin kendileri böyle bir itham ile karşı karşıya kaldıklarında, büyük bir öfkeye kapılıp, çok sert tepki gösterdiklerine de rastlanmıştır: Hiç kuşku yok ki, bunlar ve onlar, tarihsel koşulların neden olduğu aşırılıklardır. Allah’ın dini ise, son derece açık ve kesindir. Orada ciddiyetsizliğe, belirsizliğe ve aşırılığa yer yoktur… “iman temenni değildir, o kalpte yer eden ve davranışlarca doğrulanan bir olgudur.” İmanın, Allah’ın şeriatını kabul etmek ve pratik hayatta, büyük olsun, küçük olsun, her konuda bu şeriatı uygulamak şeklinde gerçekleşmesi kaçınılmazdır… İşte son derece açık, kesin; anlaşılır ve net hükümler… Bunun ötesinde ihtilaflardan ve yorumlardan başka hiçbir şey yoktur.
Şu ayet yüce Allah’ın son derece açık, net ve kesin direktiflerinden bir örnektir:
. “Eğer Allah’a ve doğru ile eğrinin birbirinden ayrıldığı gün, yani iki ordunun Bedir’de karşılaştığı gün kulumuz Muhammed’e indirdiğimiz mesaja inanıyorsanız biliniz ki, ele geçirdiğiniz ganimet mallarının beşte biri Allah’a Peygamber’e, Peygamber’in yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yarı yolda kalanlara aittir.”
Bunun gibi, imanın gerçek mahiyetini ve sınırlarını çizen, açık; kesin ve anlaşılır daha birçok direktif yeralmaktadır Allah’ın Kitabı’nda.
Yüce Allah, ganimetlerin mülkiyetini onları elde edenlerden almış, -surenin başında- bu mülkiyeti Allah’a ve peygamberine vermişti. İşi bütünüyle Allah ve peygamberinin kontrolünde tutmak, mücahitleri her türlü yeryüzü menşeli. değerin üstüne çıkarmak, -baştan sona kadar- tüm işlerini Rabbleri olan Allah’a ve önderleri olan Peygamber’e havale etmek için… Böylece mücahitler savaşa Allah için, Allah yolunda, Allah’ın bayrağı altında ve Allah’a itaat ederek girişeceklerdi. Hiçbir zorluk çıkarmadan, itirazsız bir şekilde canlarının, mallarının. ve her durumun üzerindeki hakimiyeti Allah’a özgü kılacaklardı. İşte iman budur. Nitekim surenin başında yüce Allah, ganimetlerin mülkiyetini ellerinden alıp, Allah’a ve Peygamber’e verdiğinde onlara şöyle demişti:
“Sana savaş ganimetlerinin bölüşümü hakkında soruyorlar. De ki; `Ganimetler hakkında hüküm verme yetkisi Allah’a ve Peygamber’e aittir. Buna göre eğer mü’min iseniz Allah’dan korkunuz, ilişkilerinizi düzeltiniz, Allah’a ve Peygamber’e itaat ediniz.” (Enfal Suresi, 1)
Ne zaman ki, Allah’ın emrine teslim oldular ve bu hükmünden hoşnut oldular, o zaman imanın anlamı somut olarak onlarda yeretmiş oldu. Böylece yüce Allah, ganimetlerin beşte dördünü onlara geri verdi. Beşte biri ise, Allah’a ve Peygamber’e kaldı. Bu beşte birlik pay üzerindeki tasarruf yetkisi de müslüman cemaat içindeki peygamberin muhtaç akrabalarına, yetimlere, yoksullara ve yarı yolda kalmışlara vermek üzere Peygamber’e bırakıldı. Onlara ganimetin beşte dördü geri verildi. Çünkü onlar bu ganimetlere savaş ve zaferin karşılığı olarak sahip olmadıklarını anlamışlardı. Onlar Allah için savaşmış, O’nun dini uğrunda zafer kazanmışlardı. Dolayısıyla onlar, bu ganimetleri Allah’ın bağışı sonucu elde etmişlerdi. Nitekim onlara katından zafer bahşeden, onları ve savaşı yönlendiren de yüce Allah’tı. Aynı şekilde onlara bu yeni emre teslim olmanın imanın kendisi olduğu, iman etmiş olmanın şartı ve gereği olduğu yeniden hatırlatılmış oluyordu.
“Eğer Allah’a ve doğru ile eğrinin birbirinden ayrıldığı gün, yani iki ordunun Bedir’de karşılaştığı gün, kulumuz Muhammed’e indirdiğimiz mesaja inanıyorsanız, biliniz ki, ele geçirdiğiniz ganimet mallarının beşte biri Allah’a, Peygamber’e, Peygamber’in yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yarı yolda kalanlara aittir.”
İmanın anlamı, gerçek mahiyeti, şartı ve gereği bakımından bu dinin dayandığı temel unsurlardan birini son derece açık ve kesin bir şekilde belirginleştirmek için ayetler bu şekilde ardarda sıralanmaktadır.
Sonra, yine Allah’ın başlangıçta tüm ganimetlerin kontrolünü kendisine verdiği, son olarak da geride kalan beşte birlik pay üzerinde tasarruf yetkisi tanıdığı bu konu işlenirken Peygamberini -salât ve selâm üzerine olsun- “kulumuz” şeklinde nitelendirmesi üzerinde duralım.
“Eğer Allah’a ve doğru ile eğrinin birbirinden ayrıldığı gün, yani iki ordunun Bedir’de karşılaştığı gün kulumuz Muhammed’e indirdiğimiz mesaja inanıyorsanız…”
Hiç kuşku yok ki bu, son derece anlamlı bir nitelendirmedir… Çünkü imanın gerçek mahiyeti Allah’a kulluktur. Bu aynı zamanda yüce Allah’ın lütfu sayesinde insanın ulaşabileceği en yüksek makamdır. İşte bu sıfatın, Allah’dan gelen mesajın insanlara duyurulma işinin, aynı şekilde yüce Allah’ın kendisine havale ettiği şeyler üzerindeki tasarruf yetkisinin peygamber’e verildiği bir konumda belirginleşmesi, hatırlatılması son derece anlamlıdır.
Bu pratik hayatta da böyledir. Kuşkusuz bu, ulu bir makamdır. İnsanın ulaşabileceği en ulu makam Allah’a kulluk makamıdır.
Tek başına Allah’a kul olmak insanı, ihtiraslara, arzulara kul olmaktan korur. Kula kulluktan koruyucu bir kalkandır Allah’a kulluk… Arzularına, ihtiraslarına, aynı şekilde kendisi gibi insanlara kul olmaktan kurtulmadığı sürece insan, kendisi için takdir edilen en yüksek makama hiçbir zaman ulaşamaz.
Tek başına Allah’a kul olmaktan kaçınanlar, derhal en aşağılık kullukların kurbanı durumuna düşerler. Zaman kaybetmeden arzularının, ihtiraslarının, şehvetlerinin, tepkilerinin kulu olurlar. Anında yüce Allah’ın insan türüne diğer türlere karşı bir ayrıcalık olarak bahşettiği kendilerini frenleme iradelerini kaybedip, hayvanların düzeyine yuvarlanırlar, canlıların en kötüsü konumuna düşerler. Ancak hayvanlaşmış olurlar, hatta daha da sapıklaşırlar. Yüce Allah’ın kendilerini yarattığı şekliyle, en güzel bir yaradılışa sahipken, aşağıların en aşağısına alçalırlar.
Aynı şekilde Allah’a kul olmaktan kaçınanlar, başka kullukların, en aşağılık kullukların çirkefine batarlar. Hayatlarını kısa görüşle, yükselme arzusuyla, aynı şekilde bilgisizlik, yetersizlik ve ihtirasla bulaşmış teori ve eğilimlerle düzenleyen kendileri gibi kulların kulu olurlar.
Bunun yanısıra tartışılmaz “zorunlulukların” kulları durumuna düşerler. Onlara şöyle denir: “Bundan başka seçeneğiniz yoktur. İtirazsız, tartışmasız boyun eğmeniz gerekir… Bunlar “tarihsel zorunluluklardır, ekonomik zorunluluklardır, gelişmenin doğurduğu doğal zorunluluklardır. Bu yüzden kabul etmelisiniz.” Onlar da alınlarını yere yapıştıran bu maddi zorunluluklara başkaldırmadan, kendilerini bu aşağılık, iğrenç kulluğa mahkûm eden zorba, aldatıcı ve korkunç zorunlulukları tartışmadan benimser, boyun eğerler.
Sonra yüce Allah’ın Bedir gününü, furkan günü, yani hakla batılın birbirinden ayrıldığı gün olarak nitelendirmesinin üzerinde duralım:
“Eğer Allah’a ve doğru ile eğrinin birbirinden ayrıldığı gün, yani iki ordunun Bedir’de karşılaştığı gün kulumuz Muhammed’e indirdiğimiz mesaja inanıyorsanız.”
Kuşkusuz yüce Allah’ın direktifleri, yönetimi ve desteği ile başlayıp biten Bedir savaşı, ayrılık savaşıdır. Kur’an’ı tefsir edenlerin görüş birliği içinde söyledikleri gibi hak ile batılın birbirinden ayrıldığı ayrılık savaşıdır. En kapsamlı, en geniş, en ince ve en derin anlamda ayrılık…
Hak ile batıl arasında fiili bir ayrılıktı Bedir… Ancak, göklerle yerin dayandığı, eşya ve canlıların yaradılışının temeli olan ve Allah’ın ilahlıkta, otoritede, planlama ve takdir etmede birlenmesi, göğüyle, yeriyle, eşyasıyla, canlısıyla tüm evrenin bu biricik ilahlığa, bu tek otoriteye, bu ortaksız ve hiç kimse tarafından sorgulanmayan planlama ve takdire kulluk etmesi şeklinde somutlaşan hak ile, o gün için yeryüzünü kaplayan, bu temel ve değişmez hakkın üzerine çıkan, sonradan ortaya çıkmış, yeryüzünde diledikleri gibi Allah’ın kullarının hayatına yön veren tağutların ve hayatı ve canlıları yönlendiren arzuların ayakta tuttuğu temelsiz batılın ayrılığıydı bu. İşte Bedir’de böylesine geniş boyutlu ve büyük bir ayrılık gerçekleşmişti. Bundan böyle hiçbir zaman birbirlerine karışmayacak şekilde bu büyük hakla, azgın batıl birbirlerinden ayrılmış, tama men kopmuşlardı.
Bedir, boyutları ve mesafeleri aşan bu kapsamlı, geniş, ince ve derin anlamıyla hakla batıl arasında bir ayrılıktı. Şu hak ile şu batıl arasında vicdanın derinliklerinde gerçekleşen bir ayrılıktı. Vicdanda, duyguda, ahlâk ve davranışta, kulluk ve ibadette bütün ayrıntılarıyla her türlü batıl düşünceden soyutlanmış Allah’ın birliği inancı ile vicdanın Allah’ın dışında birtakım kişilere, mesnetsiz kuruntulara, değer yargılarına, rejimlere, gelenek ve göreneklere kul olmasını kapsayan tüm şekilleriyle şirk arasında gerçekleşen bir ayrılıktı.
Bedir, aynı zamanda gözle görülen realiteler dünyasında da şu hak ile şu batıl arasında gerçekleşen bir ayrılıktı. Şahıslara, asılsız kuruntulara, değer yargılarına, rejimlere, şeriat ve kanunlara, gelenek ve göreneklere yönelik fiilen yaşanan kulluk ile bütün bu konularda kendisinden başka herhangi bir ilah, bir otorite, bir hükmedici, bir kanun koyucu bulunmayan tek ve ortaksız Allah’a dönüş arasında gerçekleşen bir ayrılıktı. Böylece başlar Allah’dan başkasının önünde eğilmemecesine yükselmiş oldular. Boyunlar sadece O’nun hakimiyetine ve şeriatına uymak suretiyle eşit düzeye gelmiş oldular. Tağutlara kulluk yapan halk yığınları özgürlüklerini elde etmiş oldular.
Bedir, islâmi hareket tarihinde yaşanan iki dönem arasında gerçekleşen bir ayrılığın ifadesiydi. Sabretme, sabrı tavsiye etme, örgütlenme ve bekleme dönemi ile güç, hareket, saldırı ve girişim dönemini birbirinden ayırıyordu. Yeni bir hayat düşüncesi olarak insan varlığına yönelik yeni bir hareket metodu olarak, yeni bir toplum düzeni olarak, yeni bir devlet biçimi olarak islâm… Allah’ın tek ve ortaksız ilahlığını egemen kılmak ve O’nun ilahlığını ve hakimiyetini gaspeden tağutları kovmak suretiyle tüm “yeryüzünde” “insan” türünün evrensel özgürlük bildirisi olarak islâm… Evet bu sekliyle islâm, güç kazanmak, harekete geçmek, saldırmak ve girişimde bulunmak zorundaydı. Çünkü o, uzun süre bekleyemezdi. Allah’a yönelik bireysel kulluk davranışlarında, ahlâk ve müslümanlar arası iyi ilişkilerde somutlaşan, fertlerin vicdanlarında yer eden soyut bir inanç olarak varlığını sürdüremezdi. Pratik hayatta bu yeni düşünceyi, yeni hareket metodunu, yeni devlet biçimini ve yeni toplum düzenini gerçekleştirmek üzere harekete geçmesi kaçınılmazdı. Hareketine köstek olan, öncelikle müslümanların hayatında, daha sonra ise tüm insanların hayatında pratik olarak uygulanmasını zorlaştıran maddi engelleri yolundan temizlemeliydi. Zaten islâm, bu şekilde pratik olarak uygulanmak üzere Allah katından gelmişti.
Bedir, insanlık tarihinin iki dönemi arasında gerçekleşen bir ayrılıktı. İslâm düzeninin kurulmasından önceki insanlık, bu düzenin kurulmasından sonraki insanlıktan tamamen farklıydı. Bu düzenden kaynaklanan bu yeni düşünce, aynı şekilde bu düşünceden kaynaklanan bu yeni düzen, insanlık için bir yeniden doğuş olan bu taze toplum, bütün hayatın, toplumsal düzenin ve yasama sisteminin dayanağı olan bu değer yargıları… Evet bütün bunlar, Bedir savaşından sonra artık sadece müslümanların tekelinde, sırf bu yeni toplumun dayanakları değildi. Artık tüm insanların malı olacak şekilde yaygınlık kazanmışlardı. İster islâm ülkesinin sınırları içinde olsun, ister bu sınırların dışında olsun, gerek islâmı tasdik etsin, gerek ona düşman olsun, herkes bunlardan etkilenmişti. İslâma karşı savaşmak ve daha yeni yeni gelişmeye başlamış bu dini ortadan kaldırmak için batıdan saldırıya geçen Haçlılar, yok etmek için geldikleri islâm toplumunun geleneklerinden etkilenmişlerdi. İslâm toplum düzeninin izlerini gördükten sonra kendi toplumlarında yaygın olan derebeylik sistemini yıkmak üzere ülkelerine dönmüşlerdi. İslâm ülkesinin vatandaşı olan Yahudi ve Haçlılar’ın teşvikleri sonucu islâmla savaşmak ve onu ortadan kaldırmak için doğrudan saldırıya geçen Tatarlar, sonunda islâm inancından etkilenmiş, onu yeni bir bölgede yaymak ve Avrupa’nın göbeğinde 15. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar sürecek bir hilafeti kurmak üzere yüklenmişlerdi… Hangi yönden bakılırsa bakılsın, insanlık tarihi -Bedir savaşından beri- gerek islam topraklarında, gerekse islâma düşman bölgelerde bu ayrılıktan etkilenmiştir.
Zafer ve yenilgi etkenlerine ilişkin iki düşünce arasında beliren bir ayrılıktı Bedir savaşı. Görünürde tüm zafer etkenleri müşriklerden yana ve bütün yenilgi etkenleri de mü’min kitlenin safında görülüyorken meydana gelmişti bu savaş. Öyle ki, münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunanlar, “Bu müslümanları dinleri şımartıp yanılgıya düşürdü.” (Enfal Suresi, 49) demişlerdi. Kuşkusuz yüce Allah, müşrik çoğunlukla mü’min azınlık arasında başgösteren bu ilk savaşın, bu şekilde meydana gelmesini dilemişti. Böylece, zafer ve yenilginin sebeplerine ilişkin iki düşüncenin, iki değerlendirmenin arasında bir ayırıcı rol oynamasını istemişti. Güçlü inancın sayı, donanım ve hazırlık bakımından çoğunluğu oluşturan tarafa üstün gelmesini, böylece insanların zaferin sağlıklı ve güçlü bir inançla kazanıldığını, sırf silah ve hazırlıkla kazanılmadığını açıkça görmelerini dilemişti. Dolayısıyla gerçek inancın taraftarları, zahiri maddi güçlerin dengelenmesini beklemeden batılla savaşmaya girişmelidirler. Çünkü onlar, terazide ağır basan başka bir güce sahiptirler. Üstelik bu güç, dille söylenen bir laf da değildir, gözler önünde gerçekleşmiş bir realitedir.
Son olarak Bedir, bir diğer açıdan da hak ile batıl arasında gerçekleşen ayrılığın somut ifadesiydi. Bu anlama, surenin baş taraflarında yeralan şu ayetler işaret etmektedir: “Allah, iki gruptan birinin hakkından geleceğinizi va’dettiği zaman siz güçsüz olan grubun size düşmesini istediniz. Oysa Allah sözleri aracılığı ile gerçeği yüceltmeyi ve kâfirlerin kökünü kazımayı, soylarını kurutmayı istiyordu.”
“Amaç, mücrimlerin hoşuna gitmese de gerçeği yüceltmek ve batılı ortadan kaldırmaktı.” (Enfal Suresi, 7-8)
Savaşa katılan müslümanlar aslında Ebu Süfyan’ın kervanını ve kervanda bulunan malları ganimet almayı hedefleyerek çıkmışlardı. Yüce Allah da onların istediklerinin dışında bir şey diliyordu. Allah, Ebu Süfyan’ın güçsüz kervanının ellerinden kurtulmasını ve Ebu Cehil’in güçlü ordusuyla karşılaşmalarını diliyordu. Çarpışma, savaş, öldürme ve esir alma olayının yaşanmasını diliyordu, kervana saldırmalarını, ganimet almalarını ve rahat bir yolculuk geçirmelerini değil. Yüce Allah bunu neden yaptığını şöyle açıklıyordu onlara:
“Amaç… gerçeği yüceltmek ve batılı ortadan kaldırmaktı…
Kuşkusuz bu, büyük bir gerçeğin açığa kavuşmasına yönelik aydınlatıcı bir işaretti. Kuşkusuz bir toplumda, sırf gerçek ve batıla ilişkin teorik açıklamalarla hak gerçekleşmez, batıl da ortadan kalkmaz. Teorik olarak bu haktır, bu da batıldır diye inanmak da realiteyi değiştirmez. Batılın egemenliği yıkılıp hakkın egemenliği ilan edilmeden hak, insanların pratik hayatında gerçekleşmiş, var olmuş sayılmaz. Batıl da yok olamaz, insanların dünyasından sökülüp atılmaz. Bu da ancak, hak ordusunun galip gelip üstünlük sağlaması, batıl olduğunun da yenilip dağılmasıyla mümkün olur. Bu din pratik ve realist bir hayat sistemidir. Sadece bir bilgi ve tartışma teorisi değildir. Ya da sırf edilgen bir inanç sistemi de değildir.
Kuşkusuz bu savaşla hak gerçekleşti, yüceldi. Batıl da ortadan kalktı. Pratik olarak yaşanan bu zafer, bu bakımdan hakla batıl arasında gerçekleşen fiili bir ayrılıktı. Nitekim yüce Allah savaşın, Peygamber’in hak uğruna evinden çıkarmasının, güçsüz kervanın elden kaçmasının ve güçlü orduyla karşılaşmalarım sağlamasının ötesindeki iradesini açıklarken, buna işaret etmişti.
Hiç kuşku yok ki, bütün bunlar, bizzat bu dinin hareket metodunda da bir ayrılığın ifadesiydi. Bununla, bu metodun tabiatı ve müslümanların bilinçlerinde yer eden gerçek mahiyeti açığa kavuşmaktadır. Biz bugün bu ayrılığın ne denli zorunlu olduğunu daha bir kavrıyoruz. Özellikle bu dinin kavramlarının kendilerini müslüman (!) diye adlandıranların ve hatta dine davet etmeye (!) kalkanların yanında ne kadar ciddiyetsizleştirildiğini gördüğümüzde, bu ayrılık daha da zorunlu hale gelmektedir. ( Bu açıklamanın yeri aslında bu ayetin açıklandığı 9. cüzdür. O zaman bu şekilde kavrayamamıştım. Simdi daha güzel anlıyorum. Her. şeyin başında da sonunda da Allah’a hamdolsun.)
İşte bu değişik, kapsamlı ve derin anlamlarıyla Bedir günü, “ayrılık” günü, iki ordunun karşılaştığı gün olmuştur.
“Allah her şeye kadirdir.”
Böyle bir günde, her şeye gücünün yettiğinin bir örneği görülmüştür. Bu gücü hiç kimse tartışma konusu yapamaz. Kimse onunla başedemez. Bu gözle görülen realiteden bir örnektir. Bu örneği, ancak Allah’ın sonsuz gücüyle izah edebiliriz. Çünkü Allah’ın gücü her şeye yeter.
BEDİR SAVAŞI
Bu noktada ayetlerin akışı ayrılık gününe, yani iki ordunun karşılaştığı güne dönüyor. Yeniden savaşı ele alıyor. Savaşı, sahneleri ve olaylarıyla öylesine olağanüstü bir yöntemle sunuyor ki, insan bizzat savaşın fiilen tekrarlandığını sanıyor: Bu sunuşta yüce Allah’ın savaşı yönlendirirken önceden tasarladığı plan ortaya çıkıyor. İnsan, olayların ve hareketlerin ötesinde yüce Allah’ın elini görür gibi oluyor. Aynı şekilde yüce Allah’ın dilediği şekilde gerçekleşen planın hedefi de ortaya çıkıyor: