SEYYİD KUTUB’UN BAKIŞ AÇISIYLA TEVBE SURESİ 7. VE 12. AYETLER ARASI
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
7- Mescid i Haram’ın, Kabe’nin yanında antlaşma yaptıklarınız dışındaki müşriklere karşı Allah’ın ve Peygamber’in nasıl taahhüdü olabilir? Onlar size karşı dürüst davrandıkça siz de onlara karşı dürüst davranınız. Hiç şüphesiz Allah kötülükten sakınanları sever.
8- Allah’ın ve Peygamber’in onlara karşı nasıl taahhüdü olabilir ki, eğer size karşı üstün gelseler ne and ve ne de yükümlülük gözetirler. Dilleri ile sizi hoşnut etmeye çalışırlar, ama kalbleri sözleri ile çelişiktir. Onların çoğunun karakteri bozuktur.
9- Allah’ın ayetlerini birkaç paraya sattılar ve insanları O’nun yolundan alıkoydular. Onların yaptıkları ne kadar kötüdür!
10- Onlar bir mümine karşı ne and ve ne de yükümlülük gözetirler. Onlar saldırganların ta kendileridirler.
11- Eğer tevbe edip namazı kılar ve zekatı verirlerse sizin din kardeşleriniz olurlar. Biz bilgili kimselere ayetlerimizi ayrıntılı biçimde açıklarız.
12- Eğer onlarla antlaşma yaptıktan sonra antlarını bozarlar da dininize dil uzatırlarsa kafirlerin elebaşları ile savaşınız. Çünkü onlar için yeminin bir anlamı yoktur. Belki can korkusu ile saldırılarına son verirler.
Bundan önceki âyet grubunda müslüman toplum ile Yarımada’da yaşayan müşrikler arasında nihaî ilişki belirtilmişti. Bu nihaî ilişki müşriklerin tümü ile yapılmış antlaşmaların ve barış sözleşmelerinin sona erdirilmesi anlamına geliyordu. Kimine dört aylık mühlet verildi, kiminin ise antlaşmaları sürelerinin sonuna kadar tanındı. Bu hükümlerden sonra müşriklere şu iki şıktan birini tercih etmek kalıyordu: Ya tevbe edecekler ve namaz kılıp zekât verecekler, başka bir deyimle İslâm’a girecekler ve bu dinin farzlarını yerine getirecekler ya da öldürülecekler, kuşatılacaklar, esir edilecekler veya yolları gözlenecekti.
Antlaşmaya dayalı ilişkiler bu şekilde sona erdirilince elimizdeki âyetler grubunda ilk önce müşriklerin Allah ve Peygamberimiz üzerinde her hangi bir taahhütlerinin olmasının caiz olmadığı, doğru olmadığı, hatta düşünülecek bir şey olmadığı olumsuzlama, hayret belirtme ifadeli bir soru yolu ile anlatılıyor. Böyle birşey yüce Allah’ın “Müşriklere karşı Allah’ın ve Peygamber’in nasıl taahhüdü olabilir?” şeklindeki buyruğu ile özü itibari ile reddediliyor, prensip itibarı ile uzak bir ihtimal olarak tanımlanıyordu.
Bu âyetler grubunun başında yeralan bu olumsuzluk belirtici ifade bir örnek âyet grubunun hemen arkasından geldiği için o gruptaki âyetlerde sözleşmelerinin bütün şartlarına uyan ve müslümanlara karşı hiç bir grup ile işbirliği yapmamış olan antlaşmalı müşriklere tanınan mühletin geriye alındığı, yürürlükten kaldırıldığı sanılabilir, bu âyetlerin hemen başında yeralan bu reddedici ifade böyle bir yanlış anlamaya yolaçabilir. Buna meydan vermemek için yüce Allah’ın “Onlar size karşı dürüst davrandıkları sürece siz de onlara karşı dürüst davranınız. Hiç şüphesiz Allah kötülükten sakınanları sever” buyruğu ile sözkonusu hüküm bir kez daha vurgulanıyor. Fakat pekiştirici buyrukta yeni bir açıklama yeralıyor. Bilindiği gibi daha önceki emir antlaşmalarına bağlı kalan müşriklerin antlaşmalarını geçerli saymaya ilişkin mutlak bir nitelik taşıyordu. Fakàt bu âyette sözkonusu mutlaklığa kayıt getiriliyor; müşriklerin antlaşmalarını geçerli sayma şartının onların geçmişteki sözlerine bağlılıklarına olduğu kadar ilerdeki, yani antlaşma sürelerinin gelecek günlerindeki söz sağlamlığına da bağlı olacağı belirtiliyor. Bu da açıkça gösteriyor ki Kur’ân-ı Kerim, müslümanlar ile müşrikler arasındaki bu nihaî ilişkileri hükme bağlarken olağan-üstü bir özen gösteriyor, dolaylı anlamlarla yetinmeyerek her noktayı kesin ifadelerin sağlamlığına bağlıyor.
Daha önce gerek sûrenin tanıtma yazısında ve gerekse bu bölümün girişinde belirttiğimiz gibi o günün müslüman toplumunda bu son derece önemli ve kesin adıma karşı çeşitli reaksiyonlar, çekingeler ve bakış açıları vardı. Bu yüzden elimizde âyetler grubunda müslümanlardaki çekingenlikleri, kuşkuları ve ürküntüleri giderecek telkinlere yer veriliyor. Bu telkinlerde müşriklerin, müslümanlara karşı taşıdıkları duygular ve niyetler açıklanıyor. Onların müslümanlarla bağladıkları hiç bir taahhüdü tutmadıkları, onlara karşı hiç bir sorumluluk duymadıkları, hiç bir vicdanî endişe taşımadıkları, hiç bir antlaşmalarına bağlı kalmayacakları, hiç bir sözlerine aldırış etmeyecekleri, ellerinden gelince hiç bir saldırıdan geri kalmayacakları belirtiliyor. Buna göre onlar müslümanların dinine girmedikçe, onlarla aynı inancı paylaşmadıkça antlaşmalarına, barış sözleşmelerine güvenmek mümkün değildir.
“Müşriklere karşı Allah’ın ve Peygamber’in nasıl taahhüdü olabilir?”
Müşrikler, katışıksız bir kulluk sunma anlamında Allah’a inanmadıkları gibi Peygamber’in peygamberliğini de kabul etmezler. Buna göre yüce Allah’ın ve Peygamberimiz’in bunlara karşı nasıl taahhüdü olabilir? Onların inkârlarının ve inanmazlıklarının hedefi ne kendileri gibi bir insan ve ne de kendileri gibi insanların eseri olan bir yeryüzü sistemidir. Onların inkârcılıkların hedefi yaratıcıları ve rızıklarının sağlayıcı olan yüce Allah’tır. Onlar bu inkârcılıkları ile daha baştan yüce Allah’a ve Peygamber’e düşmanlık ilân ediyorlar. Buna göre yüce Allah’ın ve Peygamber’in onlara karşı taahhüdü taşıyabilecekleri nasıl düşünülebilir?
Bu olumsuzluk ifade edici, tuhaflık belirtici sorunun gündeme getirdiği mesele budur. Bu mesele antlaşmanın özüne ilişkin bir meseledir. Yoksa antlaşma olgusunun herhangi bir belirli durumuna, her hangi bir türüne ilişkin değildir.
Bu olumsuzluk ifade edici soru zihinlerde şöyle bir tereddüt uyandırabilir: Ortada müslümanlar ile müşrikler arasında yapılmış birçok somut anlaşma vardı. Yüce Allah, bu antlaşmaların bir bölümüne bağlı kalınmasını emretmişti. Müslüman devletin Medine’de kurulduğu günden beri birçok antlaşmalar yapılmıştı. Bu antlaşmaların kimi yahudiler ile kimisi de müşrikler ile imzalanmıştı. Bu arada Hicret’in altıncı yılında Hudeybiye barışı yapılmıştı. Daha önceki sûrelerde yeralan Kur’ân âyetleri ihanet tehlikesi karşısında bu antlaşmaların bozulmasına izin vermekle birlikte temelde bu antlaşmaların yapılabileceklerini belirtiyordu. Eğer müşriklerle antlaşma yapmanın altındaki ilke bu olumsuzluk ifadesi sorunun içeriği ise o zaman müşrikler ile antlaşma yapmayı ilke olan tuhaf gören bu son âyetten önceki antlaşmalar nasıl mübah sayılmış, nasıl gerçekleşebilmiştir?
Gerek bu sûrenin ve gerekse “Enfal” sûresinin tanıtma yazılarında ortaya koymaya çalıştığımız İslâm’ın hareket yöntemine ilişkin doğru kavramanın ışığı altında düşündüğümüz takdirde bazı zihinlerde uyanmış olabilecek olan bu tereddüt anlamsız kalır. Sebebine gelince sözkonusu eski antlaşmalar o günün pratik şartlarını denk yöntemler ile karşılamak amacı ile yapılmıştı. Fakat bu konuya ilişkin nihaî hüküm, yüce Allah’ın ve Peygamberimiz’in müşrikler karşısında taahhüt altında olamayacakları yolundadır.
Daha baştan yeryüzünden müşrikliğin kökünü kazımayı ve tek Allah’a bağlılığı sağlamayı hedef edinmiş olan İslâmî hareketin yolu boyunca benimsediği bazı geçici hükümler olmuştur. Ama İslâm, sözünü ettiğimiz nihaî hedefini daha ilk günden açıklamış, bu konuda hiç kimseyi aldatmamıştır. İlk zamanlarda pratik şartlar, kendisine karşı barışçı bir tutum takınan müşriklere ilişmeyerek tüm enerjisini saldırganlar üzerine yoğunlaştırmasını, kendisi ile iyi geçinmek isteyenler ile belirli bir süre için iyi geçinmesini, kendisi ile antlaşma yapmak isteyenler ile belirli bir aşamada antlaşma imzalamasını gerektirmiştir. Ama İslâm bu dönemlerde hiç bir zaman nihaî ve son amacını gözardı etmemiştir. Aynı zamanda şu gerçekleri de gözardı etmemiştir: Kimi müşriklerin kendisi ile sürdürdükleri iyi komşuluk ilişkileri ve antlaşmalar o müşrikler açısından da geçici ilişkilerdir; onlar bir gün mutlaka İslâm’a saldıracaklar, mutlaka onunla savaşa tutuşacaklardır; asıl amacının ne olduğunu bilip dururken onu asla rahat bırakmayacaklardır; onun için ne oranda savaş hazırlığı yaparlarsa, ona karşı koymak için ne kadar önlem almışlarsa kendilerini onun karşısında o oranda güvencede kabul edeceklerdir. Yüce Allah, bu konuda daha başlangıçta müslümanları uyarmak amacı ile “Onlar yapabilseler sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaya devam ederler” buyurmuştur. (Bakara, 217) Bu söz hiç bir döneme ve hiç bir sosyal ortama özgü olmayan zaman-üstü (ebedi) bir söz olduğu oranda hiç sosyal şarta ve hiç bir geçici duruma bağlı olmayan gerçek bir sözdür.
Bu âyette ilke olarak müşrikler ile arada antlaşmaların olması tuhaf karşılanıyor, ama buna rağmen yüce Allah antlaşmalarının hiç bir şartını çiğnememiş ve müslümanlara karşı hiç bir saldırgan grubu desteklememiş olan antlaşmalı müşriklerin antlaşmalarını sürelerinin sonuna kadar geçerli saymaya izin vermiştir. Yalnız bu süre içinde müslümanların bu antlaşmalara uymaları için karşı tarafın da onlara bağlılıklarını sürdürmelerini şart koşmuştur. Âyet bir daha ve tam olarak okuyalım:
“Mescid-i Haram’ın, Kâbe’nin yanıbaşında antlaşma yaptıklarınız dışında müşriklere karşı Allah’ın ve Peygamber’in nasıl taahhüdü olabilir? Onlar size karşı dürüst davrandıkları sürece siz de onlara karşı dürüst davranınız. Hiç şüphesiz Allah kötülükten sakınanları sever.”
Bu âyette “Mescid-i Haram’ın yanıbaşında kendileri ile antlaşma yapıldığı” belirtilen müşrikler “Yalnız antlaşma şartlarını eksiksiz biçimde yerine getiren ve size karşı hiç kimseyi desteklemeyen müşriklere gelince onlar ile aranızdaki antlaşmalara sürelerinin sonuna kadar uyunuz. Hiç şüphesiz Allah kötülükten sakınanları sever” âyetinde sözü edilenlerden başka bir grup değildir. Oysa bazı yeni tefsirciler bu deyimi öyle anlamışlardır. Tersine bunlar aynı grupturlar. İlk âyette bu gruptan ilişki kesme hükmünün genelliği ve mutlaklığı yüzünden sözedilmiştir. Amaç, bu grubu o genel hükmün dışına çıkarmaktır. İkinci âyette müşrikler ile antlaşma yapmanın ilke olarak tuhaflığını belirtme münasebeti ile sözedilmiştir. Çünkü bu genel hükmün ilk hükmü yürürlükten kaldırdığının sanılacağından çekinilmiştir. Gerek o âyette ve gerekse bu âyette “Allah korkusu”ndan ve O’nun kendisinden korkanları sevmesinden aynı ifadeler ile sözedilmesinin gerekçesi de işlenen konunun aynı olduğunu vurgulamaktır. Ayrıca ikinci âyet, birinci âyetteki şartların tamamlayıcı niteliğindedir. Sebebine gelince ilk âyette sözkonusu müşriklerin antlaşmalarına geçmişte bağlı olmaları şart koşulmuşken ikinci âyette antlaşmalarına gelecekte bağlı kalmaları şartı koşulmaktadır. Daha önce söylediğimiz gibi burada kelime seçimine ilişkin son derece büyük bir özenle karşılaşıyoruz. Bu özenin büyüklüğünü farkedebilmek için, açık ve belirgin biçimde görüldüğü gibi, aynı konuyu işleyen bu iki ifade yanyana getirip öyle okumak gerekir.
Bir sonraki âyette antlaşma ilkesi tarihî ve objektif sebeplere dayanılarak tuhaf gösteriliyor. Oysa incelemiş olduğumuz âyette bu tuhaf bulma inanç sisteminden kaynaklanan sebeplere bağlanmıştır. Bir sonraki âyette öteki ve beriki sebepler biraraya getiriliyor. Okuyoruz:
“Allah’ın ve Peygamber’in onlara karşı nasıl taahhüdü olabilir ki, eğer size karşı üstün gelebilseler ne and ne de yükümlülük gözetirler. Dilleri ile sizi hoşnut etmeye çalışırlar, ama kalbleri sözleri ile çelişiktir. Onların çoğunun karakteri bozuktur.
Allah’ın âyetlerini birkaç paraya sattılar ve insanları O’nun yolundan alıkoydular. Onların yaptıkları ne kadar kötüdür! Onlar bir mümine karşı ne and ne de yükümlülük gözetirler. Onlar saldırganların ta kendileridirler.”
Yüce Allah’ın ve Peygamber’in müşriklere karşı nasıl taahhüdü olabilir? Onlar ancak güçsüz dönemlerinde, sizi yenemeyecekleri zamanlarda sizinle antlaşma yaparlar. Eğer size karşı üstün konuma gelseler, sizi yenebilecek olsalar ellerinden gelen her şeyi yaparlar. O durumda aranızdaki hiç bir antlaşmayı umursamazlar, size karşı hiç bir yükümlülük gözetmezler, size yapacakları kötülüğe ilişkin olarak hiç bir çekingenlik duymazlar, hiç bir kınamaya aldırış etmezler.
Onlar hiç bir antlaşmayı gözetmezler. Size öldürücü darbeler indirirken hiç bir sınır tanımazlar. Toplumda gelenekleşmiş ve aşanlarının kınanmasına yolaçan sınırları bile çiğnemekten çekinmezler. Size karşı besledikleri kin o kadar aşırıdır ki, ellerinden gelse, size öldürücü darbeler indirirken her türlü sınırı aşarlar. aranızdaki antlaşmalar ne olursa olsun farketmez. Çünkü size karşı her hangi bir kötülüğü işlemelerini engelleyen faktör, onlar ile aranızdaki antlaşmalar değildir. Onları size kötülük yapmaktan alıkoyan faktör, size güçlerinin yetmemesi, sizi yenmeyi gözlerinin kesmemesidir! Eğer onlar karşısında güçlü olduğunuz bu günlerde size yumuşak sözler söyleyerek, antlaşmalarına bağlıymış gibi görünerek dilleri ile hoşnutluğunuzu kazanıyorlarsa buna aldanmamalısınız. Çünkü kalpleri sizin için kaynayan bir kin kazanı gibidir, bu kalbler antlaşmalara bağlı kalmaya razı değildir. İçlerinde size bağlılığın, size yönelik sevginin zerresi bile yoktur. Âyeti tekrarlıyoruz:
“Allah’ın âyetlerini birkaç paraya sattılar ve insanları O’nun yolundan alıkoydular. Onların yaptıkları ne kadar kötüdür!”
İşte size karşı besledikleri kinin, aranızdaki antlaşmalara uymayı içlerine sindirememelerinin, ellerinden gelse size öldürücü darbelerini indirmeye koşarken hiç bir çekingenlik duymamalarının, hiç bir kınamaya aldırış etmemelerinin asıl sebebi budur. Yani yüce Allah’ın dininden sapmış olmaları, O’nun doğru yolundan çıkmış olmalarıdır. Çünkü onlar kendilerine gelmiş olan yüce Allah’ın âyetlerine birkaç paralık dünya menfaatini tercih etmişlerdir; bu menfaatlere sımsıkı sarılırlar, onları ellerinden kaçıracaklar diye ödleri kopar. Öteden beri İslâm’a yanaşmamalarının sebebi, eğer müslüman olurlarsa bu yüzden bazı menfaatlerini yitirecekler ya da bazı servetlerini feda etmek zorunda kalacaklar diye korkmalarıdır. Yüce Allah’ın âyetlerini birkaç para karşılığında sattıkları için insanları Allah’ın yolundan alıkoydular. Hem kendilerini ve hem de başkalarını bu yoldan alıkoydular. Aşağıda belirtileceği gibi onlar “küfür önderleri”dirler. Bu yaptıkları ise kötü bir davranıştır. Bu davranışlarının kötü olduğunu bizzat yüce Allah belirtiyor. Okuyoruz:
“Onların yaptıkları ne kadar kötüdür!”
Sonra onlar bu kinlerini sizin şahsınıza karşı beslemiyorlar, size karşı çevirdikleri bu iğrenç entrikaların hedefi sadece sizin kişilikleriniz değildir. Onlar bu kini her mümine karşı beslerler, her müslümana karşı aynı iğrenç plânı uygularlar. Çünkü onların kinlerinin ve intikam duygularının hedefi taşıdığınız bu sıfattır, yani “mümin”liğinizdir. Tarih boyunca bu dinin samimi bağlılarının düşmanlarında bu özellik hep görüle gelmiştir. Nitekim Firavun’un en ağır işkence, kıyım ve öldürme tehditlerine aldırış etmeyerek Hz. Musa’nın yolunu seçen büyücüler, Firavun’a karşı bu gerçeği şöyle haykırmışlardı:
“Sen ancak Rabbimiz’in âyetleri bize gelince onlara inandık diye bizden öc alıyorsun.” (A’raf, 126)
Peygamberimiz de aynı gerçeği yüce Allah’ın direktifi ile yahudi ve hıristiyanlara, kitap ehline karşı şöyle dile getirmişti:
“Ey kitap ehli, bizden hoşlanmamanızın sebebi sadece Allah’a inanmamızdır.” (Maide, 59)
Ayrıca yüce Allah, o günün bir kısım müminlerini ateşe atarak diri diri yakan “Eshab-ı Uhdud”un iğrenç cinayetlerini aynı gerekçeye bağlayarak şöyle açıklıyor:
“Onlar sırf aziz ve hamid olan Allah’a inanıyorlar diye onlardan intikam alıyorlardı.” (Buruç, 8)
Demek ki, iman kâfirler için intikam gerekçesidir. Bundan dolayı onlar her mümine karşı kin beslerler, bu yüzden müminlerle yaptıkları hiç bir antlaşmayı umursamazlar, hiç bir kötülüğün yolaçacağı kınamaya aldırış etmezler. Bir sonraki âyeti okuyalım:
“Onlar bir mümine karşı ne and ve ne de yükümlülük gözetirler. Onlar saldırganların ta kendileridirler.”
Saldırganlık sıfatı onların kişiliklerinde derin köklere sahiptir. Bu sıfatın kişiliklerindeki başlangıç noktası imanın kendisine karşı besledikleri nefret duygusu ve bu imandan kaçmalarıdır. Bu saldırganlıkları son aşamada imana karşı dikilmeleri eyleminde somut olarak belirir. Bu karşıt tutumlarının sonucu olarak müminler karşısında hep fırsat kollar, onlar ile aralarındaki hiç bir antlaşmayı, hiç bir barışçı ilişkiyi gözetmezler. Yeter ki, müminlere karşı üstünlük kurmuş olsunlar, onların güçlerinden ve darbelerinden zarar görmeyecek konuma gelsinler. O zaman yapabilecekleri her kötülüğü yaparlar. Bu kötülükleri yaparken hiç bir antlaşmayı umursamazlar, hiç bir çekingenlik duymazlar ve cinayetlerine yönelik hiç bir kınamaya aldırış etmezler. Çünkü artık rahat ve korkusuzdurlar!
Daha sonraki âyetlerde, yüce Allah, müminlerin müşriklerin bu tutumlarına nasıl bir karşılık vereceklerini şöyle açıklıyor.
“Eğer tevbe edip namazı kılar ve zekâtı verirlerse onlar sizin din kardeşleriniz olurlar. Biz bilgili kimselere âyetlerimizi ayrıntılı biçimde açıklarız. Eğer onlarla antlaşma yaptıktan sonra antlarını bozarlar da dininize dil uzatırlarsa kâfirlerinin elebaşları ile savaşınız. Çünkü onlar için yeminin bir anlamı yoktur. Belki can korkusu ile saldırılarına son verirler.”
Müslümanlar fırsat kollayan düşmanlarla karşı karşıyadırlar. Bu düşmanlar beklenmedik darbeler indirmekten geri kalmazlar. Böyle yaparken acımasız ve insafsızdırlar. Onları durduracak tek şey güçsüzlükleridir. Ne yapılmış antlaşmalar ne gözetilmesi gerekli sorumluluklar onları frenleyebilir. Ne kınamalardan çekinirler ve ne de ilişkileri sürdürme endişesi taşırlar. Âyetteki bu ifadenin arkasında uzun bir tarih vardır. Bu tarih, bize gösterilen doğrultunun ana çizgi olduğunu gösterir. Bu ana çizgide ancak olağan-dışı durumlarda ve gelip geçici nitelikte sapmalar görülür; arkasından tekrar dönülerek ana doğrultunun çığrına girilir.
Bu uzun tarihî deneyim, yaşanan pratik olaylardan oluşmuştur. Bu uzun deneyimi, insanları kula kulluktan kurtararak tek Allah’a kul olma düzeyine çıkaran ilâhî sistem ile kula kulluğu yasallaştıran cahiliye sistemleri arasındaki kaçınılmaz savaşın karakteristik özelliğine eklemek gerekir. İşte bu deneyim birikimi ve bu kaçınılmaz savaş bilinci, İslâmî hareket yöntemini, yüce Allah’ın direktifi ile, şu kesin ve açık tutumla karşı karşıya getirir. Okuyoruz:
“Eğer tevbe edip namazı kılar ve zekâtı verirlerse onlar sizin din kardeşleriniz olurlar. Biz bilgili kimselere âyetlerimizi ayrıntılı biçimde açıklarız.
Eğer onlar ile antlaşma yaptıktan sonra antlarını bozarlar da. dininize dil uzatırlarsa kâfirlerin elebaşları ile savaşınız. Çünkü onlar için yeminin bir anlamı yoktur. Belki can korkusu ile saldırılarına son verirler.”
Sözkonusu müşriklerin önünde iki şık vardır:
1) Ya müslümanların benimsedikleri sistemi benimserler, eski müşrikliklerinden ve taşkınlıklarından tevbe ederek vazgeçerler. O zaman gerek İslâm ve gerekse müslümanlar bu saldırgan müşriklerden gördükleri bütün taşkınlıklara göz yumarlar, arada inanç esasına dayanan bir bağ kurulur; yeni müslümanlar, eski müslümanların kardeşleri olurlar; geçmiş, bütün acı hatıraları ile hem realite dünyasından ve hem de kalblerden silinir.
“Biz bilgili kimselere âyetlerimizi ayrıntılı biçimde açıklarız.”
2) Ya da bu müşrikler verdikleri sözlerden dönerek, yeminlerini bozarak müslümanların dinine dil uzatırlar. Bu durumda onlar ne yemini ve ne de antlaşmasını gözetmeyen bir küfür elebaşısıdır, birer azılı kâfirdir. O zaman onlarla vuruşmak, savaşmak gerekir. Belki böylelikle doğru yola dönerler. Nitekim daha önce bu konuda şöyle demiştik:
İslâm kampının gücü ve savaş alanında üstünlük sağlaması birçok kalbleri doğruyola iletebilir, onlara galip gelen gerçeği gösterip onu tanımalarını sağlayabilir. Bu durumda anlarlar ki, o gerçek olduğù için galip gelmiştir; arkasında yüce Allah’ın gücü vardır; Peygamberimiz, kendilerine “Allah ve Peygamber’i kesinlikle galip gelecektir” şeklinde bir mesaj iletmişti ya, bu mesaj doğrudur. Bu bilinç ve bu anlayış onları tevbe etmeye ve doğru yola. iletir. Üstelik bu tevbe ve doğruyola koyulma zorla ve baskı altında gerçekleşmez, tersine galip gerçeği açıkça gördükten sonra kalplerde meydana gelecek olan zorlamasız bir onaylama ile gerçekleşir. Bunun böyle olduğunun birçok örnekleri hem geçmişte hem de günümüzde sık sık görülmüştür.
ZAMANI KUŞATAN HÜKÜMLER
İmdi, bu âyetlerin uygulama alanı neresidir? Bu âyetler hangi tarihî ve coğrafî alanda geçerlidir? Bu geçerlilik alanı sadece o sınırlı dönemin Arap Yarımadası’nda yaşayan halka mı özgüdür, yoksa bu alanın her dönemi ve her coğrafya parçasını kapsayan başka boyutları var mıdır?
Bu âyetler Arap Yarımadası’ndaki İslâm kampı ile müşrik kamplar arasındaki pratik realiteye karşılık veriyordu. Buna göre bu âyetlerde dile gelen hükümlerin sözkonusu pratik realiteyi kasdettiği, bu âyetlerde sözü edilen müşriklerin o günün müşrik arapları olduğu kuşkusuzdur.
Bu gerçekten doğrudur. Fakat acaba, bu ayetlerin uygulama alanı sadece bu kadarla mı sınırlıdır?
Bu soruya cevap verebilmek için tarih boyunca müşriklerin, müslümanlara karşı takındıkları tutumu gözlemeliyiz. O zaman bu âyetlerin uygulama alanı meydana çıkar ve biz de tarihin akışı içinde müşriklerin tutumunu açıkça görebiliriz:
Önce Arap Yarımadası’nı ele alalım. Her halde Peygamberimiz’in hayatında yeralan ve bilgisi bize ulaşmış olaylar bu konuda yeterli belge oluştururlar. Sırf bu Tefsir eserimizin bu cüzünde yeralan tarihi açıklamalar müşriklerinin bu dine karşı nasıl bir tutum takındıklarını, bu çağrının Mekke’de ortaya çıktığı ilk günden bu âyetlerin damgalarını bastıkları döneme kadar müşrik araplar ile İslâm arasında ne gibi maceralar yaşandığını açıkça ortaya koyar kanısındayız.
Gerçi İslâm ile yahudiler ve hıristiyanlar arasındaki savaşın süresi, İslâm ile müşrikler arasındaki savaşın süresinden daha uzundur. Fakat bu gerçek, müşriklerin müslümanlar karşısında takına geldikleri tutumun, her zaman için, sûrenin bu kesitinde yeralan aşağıdaki âyetlerin anlattıkları gibi olduğu realitesi ile çelişmez:
“Allah’ın ve Peygamberin müşriklere karşı nasıl taahhüdü olabilsin ki, eğer onlar size karşı üstün gelseler ne and ve ne de yükümlülük gözetirler. Dilleri ile sizi hoşnut etmeye çalışırlar, ama kalpleri sözleri ile çelişiktir. Onların çoğunun karakteri bozuktur.
Allah’ın âyetlerini birkaç paraya sattılar ve insanları O’nun yolundan alı koydular. Onların yaptıkları ne kadar kötüdür!
Onlar bir mümine karşı ne and ve ne de yükümlülük gözetirler. Onlar saldırganların ta kendileridirler.”
Gerek müşriklerin, gerek yahudiler ile hıristiyanların ve gerekse ehl-i kitab’ın müslümanlara karşı takındıkları tutum hep bu olmuştur. Yahudiler ile hıristiyanların tutumundan bu sûrenin ikinci kesitinde yeri geldiğinde sözedeceğiz. Müşriklere gelince onların insanlık tarihi boyunca müslümanlara karşı takındıkları tutum, bu âyetlerin anlattıkları her zaman çakışa gelmiştir.
Bilindiği gibi İslâm’ın mesaj akışı Peygamberimiz ile başlamaz, Peygamberimiz’in misyonu bu mesaj akışının bitiş noktasını oluşturur. Tarih boyunca müşriklerin her Peygamber’e ve her ilâhi misyona karşı takınmış oldukları tutum, genel anlamda müşrikliğin yüce Allah’ın dini karşısındaki tutumunu yansıtır. Meseleye böylesine geniş bir perspektiften bakınca aradaki savaşın boyutları genişlik kazanır, takınılan tutum bütün çıplaklığı ile ortaya çıkar ve bu ölümsüz âyetlerin bize anlattıkları, istisnasız bütün insanlık tarihini kapsayan bir genel geçerlilik kazanır.
Müşrikler Hz. Nuh’a, Hz. Hud’a, Hz. Salih’e, Hz. İbrahim’e, Hz. Şuayb’e, Hz. Musa’ya, Hz. İsa’ya -selâm üzerlerine olsun- ve bu peygamberlerin dönemlerindeki müminlere neler yaptılar? Sonra yine müşrikler Peygamberimiz’e -salât ve selâm üzerine olsun- ve dönemindeki müminlere neler yaptılar. Yaptıkları şu: Ne zaman üstünlük kazandılar ise, ne zaman bu peygamberleri ve çevrelerindeki müminleri egemenlikleri altına alabildilerse “onlara karşı ne bir and ve ne de bir vicdani yükümlülük gözetmemişlerdir.”
Müşrikler, Moğollar eli ile gerçekleşen “ikinci dönem” şirk saldırısı, müşriklik saldırganlığının ikinci dalgası sırasında müslümanlara neler yaptılar? Sonra yine müşrikler ve Allah tanımazlar (ateist komünistler) günümüzde, bin dört yüz yıl sonra, dünyanın her tarafında müslümanlara neler yapıyorlar. Ne yapacaklar? Yukarıda okuduğumuz ölümsüz ve gerçekçi âyetlerin belirttikleri gibi müslümanlara karşı hiç bir and ve hiç bir vicdani yükümlülük gözetmiyorlar.
Putperest Moğollar, müslümanları yenilgiye uğratarak Bağdat’a girdiklerinde son derece kanlı facialar yaşandı. Bu faciaların belgeleri tarihin kara sayfaları tarafından tescil edildi. Biz burada İbn-i Kesir tarafından kaleme alınan “el-Bidaye vennihaye” adlı eserde yeralan hicri altıyüz ellialtı yılının olaylarına ilişkin belgelerin kısa bir özetini sunmakla yetiniyoruz. (İbn Kesir, “el-Bidaye vennihaye” c.13)
“Moğollar Bağdat’a girdiler. Ele geçirebildikleri bütün erkekleri, kadınları, çocukları, yaşlıları, gençleri öldürdüler. Şehir halkının bir çoğu kuyulara, ağıllara, mezbeleliklere sığındılar. Günlerce bu şekilde saklandılar, meydana çıkmadılar. Halkın bir kısmı hanlarda toplanıp kapıları üzerlerine kitlemişti. Fakat Moğollar bu kapıları ya kırarak ya da yakarak o hanlara girdiler. İçerdeki halk onlardan kaçıp damlara çıkıyor, fakat onlar bu zavallıların üzerine dam silindirlerini yuvarlayarak öldürüyorlardı. Öyle ki sokaklarda dereler gibi kan akıyordu. -İnna lillâhi ve inna ileyhi raciun- Mescidlerde, camilerde ve kervansaraylarda da aynı facialar yaşanıyordu.
Moğolların elinden sadece yahudiler ile hıristiyanlardan oluşan gayri müslim azınlıklar ile bu azınlıklara ve bir de rafizi (alevi) vezir İbn-i Alkamî’nin evine sığınanlar canlarını kurtarabilmişlerdi. (Çünkü şehrin gayri müslim azınlıklarını oluşturan yahudiler ile hıristiyanlar İslâm’ın ve müslüman!arın varlığına son verebilmek sevdası ile Moğollar ile işbirliği yapmış, halifelik merkezini istilâ etmeleri konusunda onlarla gizli yazışmalar yapmışlardı. Ayrıca onlara şehrin savunma bakımından zayıf olan noktaları hakkında bilgi sızdırmışlar. Bunların yanısıra bu dramatik facianın gerçekleşmesine fiilen katılmışlar ve putperest Moğollar’ı sevinç gösterilen ile karşılamışlardı. Amaçları onların eli ile müslümanların, yani kendilerine zimmilik (güvenli vatandaşlık) statüsü tanımış olan, başka yerlerden kaçıp gelerek korumalarına sığındıkları müslümanların varlıklarına son vermekti!) Ayrıca bazı tüccarlar da bol rüşvetler karşılığında “emanname (güvenlik belgesi)” alabilmiş, böylece canlarını ve mallarını kurtarabilmişlerdi. Bu saldırı öncesine kadar en şenlikli şehir olan Bağdat saldırı sonrasında neredeyse tamamen yıkıntıya dönüştü. Nüfusu son derece azalmıştı. Şehirde kalabilen bir avuç insan da korkunun, açlığın, perişanlığın ve kıtlığın pençesinde kıvranıyordu.
Bu olayda Bağdat’da ne kadar müslüman öldürüldüğü hakkında halk arasında çeşitli rakamlar ileri sürüldü. Kimi sekizyüzbin kişinin, kimi birmilyon kişinin öldürüldüğünü söylerken kimi de bu facianın kurbanlarının sayısının ikimilyona ulaştığını öne sürüyordu. -İnna lillâhî veinna ileyhi raciun, lâhevle velâkuvvete illâ billâhil aliyyil azim!-
Moğollar, Bağdat’a Muharrem ayının sonlarında girmişlerdi. Kırk gün boyunca kılıçlar şehrin halkını biçmeye devam etti. Halife Mutasim billah, Sefer ayının dördüncü gününe rastlayan bir çarşamba günü öldürüldü. Mezarı belirsizdir. Öldürüldüğü gün kırkaltı yaşını dört ay aşmıştı. Halifeliği onbeş yıl, sekiz ay ve birkaç gün sürmüştü. Yirmibeş yaşındaki büyük oğlu Ebu Abbas Ahmed kendisi ile birlikte öldürülmüştü. Bir süre sonra yirmiüç yaşındaki ortanca oğlu Ebu Fadl Abdurrahman da öldürülmüş, en küçük oğlu Mubarek ise esir alınmıştı. Ayrıca Fatıma, Hatice ve Meryem adlarındaki üç kız kardeşi de esir alınmıştı.
Bunlar dışında sözünü ettiğimiz vezir Alkamî’nin düşmanı olan “Dar-ul hilâfet (Halifelik sarayı)” öğretim üyesi Muhyiddin Yusuf b. Şeyh Ebu Ferec b. Cevzi, oğulları Abdullah, Abdurrahman ve Abdülkerim ile birlikte öldürüldüler. Devletin ileri gelen yetkilileri de teker teker öldürüldüler. Bunların arasında saray ikinci katibi Mucahidüddin Aybek, Şahabuddin Süleyman Şah ile sarayın ileri gelenlerinden ve şehrin başta gelen yöneticilerinden oluşmuş bir grup vardı. Abbasoğullarından göze kestirilen bir kişi halifelik sarayından salınan bir haberle çağrılıyor, sonra adam çocukları ve eşleri ile birlikte evinden alınarak “Hilâl” mezarlığına götürülüyor ve burada her kesin gözleri önünde koyun boğazlar gibi boğazlanıyor, bu arada Moğolların hoşuna giden kızları ve cariyeleri esir alıyordu. Bu arada şeyhler şeyhi ve Halife’nin edep dersi hocası Sadruddin Ali b. Neyyar da öldürüldü. Onun yanısıra birçok katipler, imamlar ve hafızlar da öldürüldü. Bunun sonucunda Bağdat’da çok sayıda mescid kapandı, vakit ve cuma namazları aylarca kılınamadı.
Kırk günün sonunda bu mukadder facia noktalandığında Bağdat, “tavanı temelleri üzerine çökmüş” bir yapının enkazını andırıyordu. Şehirde bir avuç kılıç artığı dışında insan kalmamıştı. Sokaklara yığılan cesetler, kuleler oluşturuyordu. Yağan yağmurlar bu cesetleri tanınmaz hale getirmişti. Şehri çürük leş kokusu sarmıştı, hava dayanılmaz derecede ağırlaşmıştı. Bu yüzden şiddetli bir veba salgını başgösterdi. Öyle ki, bu veba hava yolu ile dağılarak Şam dolaylarındaki bazı yörelere kadar yayılmıştı. Havanın ağırlaşması ve rüzgârın bozulması sebebi ile birçok insan öldü. Pahalılık, kıtlık, veba, kırım, kılıç-mızrak darbeleri ve taun hep birlikte halkın başına çöreklenmişti. -İnna lillahi ve inna ileyhi raciun!-
Bağdat’ta “eman (güvenlik)” ilân edildiğinde facianın başından beri dehlizlerde, mezbeleliklerde, mezarlarda saklanmış olan insanlar dışarı çıktılar. Tıpkı mezarları deşilmiş de dışarıya çıkarılmış ölüler gibi idiler. Biribirlerinin yüzlerini unutmuşlardı. Baba evlâdını, kardeş kardeşini tanıyamıyordu. Bu zavallıları da veba yakalayıverdi ve bu yüzden son nefeslerini vererek daha önce canlarını vermiş olan hemşehrilerine katıldılar…”
Okuduğumuz bu tüyler ürpertici satırlar, müslümanlara karşı üstünlük kuran müşriklerin “hiç bir and, hiç bir vicdanî sorumluluk gözetmediklerini” gösteren bir tarihî belgesel tablosudur. Acaba bu tablo, sırf o dönemin moğollarına özgü ve tarihin karanlıklara gömülmüş, uzak geçmişinde kalan istisnaî, kuraldışı bir tablo mudur?
Hayır, asla! Yakın tarihin dramatik manzaraları, hiç de bu tarihî tablodan farklı değildir. Pakistan’ın Hindistan’dan ayrılışı sırasında putperest “hindu”ların müslümanlara karşı işlemiş oldukları cinayetler, vaktiyle moğolların Bağdat müslümanlarına reva gördükleri cinayetlerden hiç de daha az iğrenç, daha az tüyler ürpertici değildir.
O sırada bir takım müslümanlar, hindulardan gelen vahşi ve barbarca saldırılar karşısında can korkusuna düşerek Hindistan’dan Pakistan’a göçetmek zorunda kalmışlardı. Fakat yola çıktıkları zaman sayıları sekiz milyonu bulan bu zavallılardan Pakistan sınırına ulaşabilenler sadece üç milyon kişi olabilmişti. Diğer beşmilyon müslüman yolda telef olmuş, toplu-kırıma uğratılmıştı. Bu korkunç trajedi şöyle gerçekleşti. Hind devleti tarafından kimlikleri iyi bilinen ve baza ileri gelen hükümet adamları tarafından yönlendirilen, hindulardan oluşmuş bir takım çeteler, bir takım putperest ölüm mangaları sözünü ettiğimiz göçmenlerin yolunu keserek onları yol boyunca ekin biçer gibi biçiverdi, arkasından moğolların Bağdat müslümanlarına karşı takındıkları vahşeti hiç de aratmayacak bir canavarlıkla ölü vücutları kesip doğradıktan sonra kuşlara ve vahşi hayvanlara yem olarak bıraktılar!
Bunun dışında bir başka plânlı trajedi de bir trenin yolcularına uygulanmıştı. Bu trenin yolcuları Hindistan’ın çeşitli eyâletlerinden ayrılarak Pakistan’a gitmek üzere yola çıkan müslüman devlet memurları idi. İki devlet arasında varılan bir antlaşmaya göre isteyen müslüman devlet memurları Pakistan’a gidebileceklerdi. İşte bu antlaşmadan yararlanarak Hindistan devletinin çeşitli kademelerinde görev yapan ve artık Pakistan’da çalışmak isteyen memurların sayısı elli bin idi. Tren Hindistan-Pakistan sınırında, Hayber geçidindeki bir tünele işte bu elli bin memurla girmiş, fakat tünelin öbür ucundan sadece doğranıp öteye-beriye saçılmış cesetleri ile çıkabilmişti! Devletin üst makamları tarafından eğitilip yönlendirilmiş putperest hindu çeteleri treni tünelden geçerken durdurmuşlar ve içindeki elli bin müslüman devlet memurunu doğrayıp leş ve kan yığınlarına dönüştürmeden yoluna devam etmesine izin vermemişlerdi! Yüce Allah “Allah’ın ve Peygamber’inin müşriklere karşı nasıl taahhüdü olabilsin ki, eğer onlar size karşı üstün gelseler ne and ve ne de yükümlülük gözetirler” buyururken ne kadar doğru söylüyor! Bu toplu-kırımlar değişik biçimde sürekli tekrarlanıyor.
Peki moğolların Komünist Çin’de ve Komünist Rusya’daki izdaşları (halifeleri) ülkelerinde yaşayan müslümanlara karşı ne yaptılar? Ne yapacaklar? İktidara geldiklerinden beri geçen çeyrek yüzyıl içinde yirmialtı milyon müslümanı yokettiler. Görüldüğü gibi her yıla yaklaşık olarak bir milyon müslüman düşüyor. Üstelik toplu-kırım uygulamaları hâlâ devam ediyor. Tüyler ürpertici cehennemî işkenceler de işin cabası!
Nitekim içinde bulunduğumuz yıl, Çin-Türkistan’ında, Komünist Çin’in bu müslüman eyaletinde moğolların tarihteki cinayetlerini bile gölgede bırakan şöyle facia meydana geldi. Müslüman bir lider yakalanıp getirildi, kendisi için cadde ortasında kazılan bir kuyuya kondu. Arkasından yörenin müslümanları çeşitli işkence ve baskılar altında büyük abdest pisliklerini kaplara doldurup oraya getirmeye zorladılar. (Devlet bu insan pisliklerini, halka verdiği yiyecekler karşılığında gübre olarak kullanmak üzere topluyordu). Sonra da toplanan bu pislikler kuyunun dibindeki müslüman liderin üzerine boşaltılıyordu. Bu işkence üç gün devam etti. Zavallı adam pislik birikintisi içinde can çekişe çekişe son nefesini vermek zorunda bırakıldı!
Yugoslavya’daki komünist rejim de müslümanlara karşı benzer cinayetler işlediler. Bu cinayetlerin bilânçosu olarak komünist rejimin orada iktidara geliş tarihi olan ikinci dünya savaşının bitiminden günümüze kadar bir milyon müslüman yokedildi. Bu yoketmeler ve vahşi işkenceler orada hâlâ devam ediyor. Bunların bazı iğrenç örnekleri şöyle: Erkek ve kadın müslümanlar canlı pastırma sucuk üreten kıyma makinalarına atılıyor ve makinanın öbür tarafından et ve kan hamuru olarak çıkıyorlar!
Yugoslavya’da olup biten bu cinayetlerin benzerleri bütün komünist ve putperest ülkelerde de aynen cereyan ediyor. Şimdi, yani şu yaşadığımız yıllarda bütün bu trajik vahşetler yüce Allah’ın yukarda okuduğumuz “Allah’ın ve Peygamber’in müşriklere karşı nasıl taahhüdü olabilsin ki, eğer onlar size karşı üstün gelseler ne and ne de yükümlülük gözetirler” ve “Onlar bir mümine karşı ne and ve ne de yükümlülük gözetirler. Onlar saldırganların ta kendileridirler” âyetlerinin pratik doğrulayıcıları olarak ortaya çıkıyor.
Bu tutum sadece Arap Yarımadası’nda görülen gelip-geçici bir uygulama olmadığı gibi sadece Bağdat istilâsı sırasında görülen, moğollara özgü bir uygulama değildir. Tersine bu sürekli, normal ve kaçınılmaz bir tutumdur. Nerede tek Allah’a kul olma ilkesine inanan müminler ile Allah’tan başkasının ilâhlığına inanan müşrikler ya da Allah tanımazlar (ateistler) varsa -her zaman ve her yerde- karşımıza çıkar.
Bundan dolayı yukarda okuduğumuz âyetler her ne kadar Arap Yarımadası’nda yaşanmış pratik bir realiteyi karşılamak için indilerse de, her ne kadar Yarımada müşrikleri ile ilişkileri düzenleyen aktüel hükümler getirdiler ise de içerikleri ile zaman ve mekân bakımından daha geniş boyutları kucaklarlar. Çünkü bu âyetler, sürekli olarak her zaman ve her yerde karşımıza çıkan benzer durumları karşılamaktadırlar. Mesele, bu hükümlerin Arap Yarımadası’nda uygulandıkları durumların benzerleri ortaya çıktığında bu hükümleri uygulayacak yaptırım gücünün olup olmaması ile ilgilidir, yoksa hükmün özü ya da değişen çağlara rağmen hep değişmez kalan karşıt tutumun mahiyeti ile ilgili değildir.