SEYYİD KUTUB’UN BAKIŞ AÇISIYLA TEVBE SURESİ 13. VE 16. AYETLER ARASI
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
YEMİNLERİNİ BOZANLARLA VE MÜŞRİKLERLE SAVAŞIN
13- Yeminlerini bozan ve Peygamber’i Mekke’den çıkarmaya yeltenen kimseler ile, üstelik size karşı savaşı başlatan taraf oldukları halde, savaşmayacak mısınız? Yoksa onlardan korkuyor musunuz? Oysa eğer mümin iseniz asıl Allah’dan korkmalısınız.
14- Onlarla savaşınız ki, Allah sizin elinizle onları azaba çarptırsın, kendilerini perişan etsin, sizi onlara karşı üstün getirsin de müminlerin kalb yaralarını iyileştirsin, su serpsin.
15- Kalblerindeki kini gidersin. Allah dilediği kimselerin tevbesini kabul eder. Allah üstün iradelidir ve ne yaparsa yerindedir.
16- Yoksa Allah içinizdeki cihad edenleri ve Allah’dan, Peygamber’den, müminlerden başka hiç kimseyi sırdaş edinmeyenleri belirlemeden sizi kendi halinize bırakacak mı sandınız? Allah yaptığınız her işten haberdardır.
Bir önceki bölümde yüce Allah’ın ve Peygamberimiz’in müşriklere karşı taahhüd altında olabilecekleri düşüncesinin ilke olarak tuhaflığı belirtildi; Yarımada’da yaşayan müşrikler ya müslüman olma ya da savaşla muhatap olma seçenekleri ile karşı karşıya getirildi. Yalnız sığınma isteğinde bulunacak müşrikler bu hükmün dışında tutuldu, onlara Allah’ın sözünü, yani Kur’ân’ı işitebilmeleri amacı ile sığınma imkânının sağlanması ve arkasından İslâm yurdu dışındaki güvenlikli bir yere kadar koruma altında uğurlanmaları emredildi; arkasından sözkonusu tuhaf bulmanın gerekçesi açıklanarak bunun müminlere karşı ‘üstünlük kuran müşriklerin hiç bir and, hiç bir antlaşma gözetmeyen kalleşliklerinden kaynaklandığı vurgulandı.
Şimdi ise bu bölümde müslümanların vicdanlarında, daha önce belirtmeye çalıştığımız çeşitli düzeylerde yereden bu kesin adımı atmaya ilişkin tereddütler, korkular gündeme getiriliyor; topyekün savaş yoluna başvurmaksızın geride kalan müşriklerin müslüman olmalarını dileyen arzular ve bahaneler işleniyor; müslümanların canlara ve çıkarlara yönelik endişeler altında daha kolay yöntemlere başvurmaya dönük eğilimleri irdeleniyor.
Okuduğumuz âyetler bu duyguları, bu endişeleri ve bu bahaneleri, müslümanların acı hatıralarını tazeleyerek, bu acı hatıralar aracılığı ile kalplerini coşturarak karşılamaya çalışıyor. Bunun için eski-yeni bazı acı olayların anıları belleklerde canlandırılıyor. Bu olayların başlıcaları şunlardır: Müşrikler, müslümanlar ile yaptıkları birçok antlaşmaları bozmuşlar, içtikleri birçok antlara yan çizmişlerdi. Yine müşrikler “Hicret” olayından önce Peygamberimiz’i Mekke dışına çıkarmaya kalkışmışlardır. Medine’de ilk saldırıyı onlar başlatmışlardır. Müşrikler ile karşılaşmaktan korkmuş olabilecekleri ihtimali gündeme getirilerek eğer müminseler öncelikle yüce Allah’tan korkması gerektiği belirtilmekte, böylece utanma ve gurur duyguları kamçılanıyor.
Sonra müşrikler ile savaşmaya şu gerekçelere dayanılarak özendiriliyorlar: Belki de yüce Allah, müşrikleri onların eli ile azaba çarptıracaktır. Bu durumda müminler, yüce Allah’ın müminlerin ve kendisinin düşmanlarını azaba çarptırması sırasında ilâhî gücün perdesi oluyorlar. Yüce Allah, bu perdenin arkasından ortak düşmanlarını perişan ediyor, kahrediyor, bu yolla onlar tarafından işkenceye uğratılan müslümanların yüreklerine su serpiyor.”
Sonra da bazı müslümanların içlerinden geçen bahanelere değiniliyor. Bu bahaneler, sapık inançlarına bağlılığı sürdüren müşriklerin vuruşmasız ve savaşsız olarak müslüman olmalarına dair beslenen ümitler ile ilgilidir. Bu bahanelere şöyle karşı konuyor: Bu adamların müslüman olmaları, İslâm cephesinin zafer kazanması ve müşriklerin yenik düşmesi durumunda, daha güçlü bir ihtimal haline gelir. O gün yüce Allah’ın tevbe etmeyi alınlarına yazdığı bazı müşrikler zafer kazanmış, üstünlüğünü kabul ettirmiş ve düşmanlarına diz çöktürmüş bir İslâm’a girebilir. Gerçekçi beklenti budur.
Âyetlerin sonunda müslümanların dikkatleri yüce Allah’ın şu köklü kanuna çekiliyor: Yüce Allah, mümin toplumları bu tür yükümlülükler ile sınavdan geçirir, böyle bağlı oldukları inanç sisteminin gerçekliğini meydana çıkarır. Ayrıca yüce Allah’ın kanunu ne değişir ve ne de doğrultusundan sapar.
Şimdi de bu âyetleri ayrıntılı biçimde incelemeye geçiyoruz:
“Yeminlerini bozan ve Peygamber’i Mekke’den çıkarmaya yeltenen kimseler ile, üstelik size karşı savaşı başlatan taraf oldukları halde, savaşmayacakmısınız? Yoksa onlardan korkuyor musunuz? Oysa eğer mümin iseniz asıl Allah’dan korkmalısınız.”
Müşrikler ile müslümanların ortak tarihleri, baştan sona kadar müşriklerin yeminlerini bozma ve antlaşmalarına yançizme örnekleri ile doludur. Bunun en yakın tarihli örneği Peygamberimiz ile Hudeybiye’de imzalamış oldukları antlaşmayı bozmalarıdır. Peygamberimiz bu antlaşmanın müzakereleri sırasında kimi seçkin sahabileri tarafından taviz olarak sayılan bazı şartları yüce Allah’ın direktifi ve ilhamı ile kabul etmişti. Kendisi bu antlaşmaya en titiz bir biçimde bağlı kalmasına rağmen müşrikler imzalarına bağlı kalmadılar, sadece iki yıl sonra ellerine geçen ilk fırsatta antlaşmayı çiğnediler.
Ayrıca vaktiyle Peygamberimiz’i Mekke’den sürgün etmeye kalkışanlar da onlardı. Hicretten önce aralarında verdikleri son karara göre Peygamberimiz’i öldüreceklerdi. Bütün bu olaylar “Beyt-ül Haram”da oluyordu. Müşriklerin adam öldürenlere bile can ve mal dokunulmazlığı tanıdıkları Beyt-ül Haram’da yani. Öyle ki, bu müşriklerden biri burada kardeşinin ya da babasının katili ile karşılaşıyor ve kötü niyetle el süremiyordu. Ama sıra Peygamberimiz’e, yani hidayet, iman ve tek Allah’a kul olmayı benimseme çağrısının seslendiricisine gelince O’na karşı bu dokunulmazlığı gözetmeye yanaşmıyorlardı. Önce O’nu Mekke’den sürmeye kalkıştılar. Sonra hayatına kasdeden bir komplo kurdular, O’nu Beyt-ül Haram sınırları içinde öldürmeyi gizlice kararlaştırdılar. Bu kararı verirken, aralarındaki sabırsız intikamcılar için geçerli saydıkları vicdanî sorumlulukların ve kınamaların hiç birini umursamadılar.
Tıpkı bunlar gibi Medine döneminde müslümanlarla vuruşmayı, savaşmayı ilk düşünen taraf da onlar olmuştu. Karşılamaya çıktıkları bir ticaret kervanının kurtuluşundan sonra Ebu Cehil’in komutası altında ısrarla müslümanlar ile savaşmaya girişenler onlardı. Bunların yanısıra Uhud’da ve Hendek’te müslümanlara yönelik savaşların başlatıcıları olmuşlardı. Sonra Huneyn’de biraraya gelerek müslümanlara saldırmışlardı.
Bütün bunlar ya taze olaylar ya da canlı hatıralardı. Gerek bu olaylar ve gerekse bu hatıralar yüce Allah’ın “Onlar yapabilseler sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşırlar” âyetinde bize anlattığı koyu ısrarı kanıtladıkları gibi aynı zamanda yüce Allah dışında başka ilâhlara tapan kamp ile sırf yüce Allah’a kulluk sunan kamp arasındaki ilişkinin nasıl bir ilişki olabileceğine de ışık tutar.
Okuduğumuz âyetler bu uzun hatıralar, olaylar ve tutumlar şeridini gözler önüne sererek müslümanların kalplerine derin mesajlı dokunuşların çarpıcı titreşimlerini salarken onlara ansızın şöyle sesleniyor:
“Yoksa onlardan korkuyor musunuz?”
Çünkü bu durumda müminlerin, müşrikler ile savaşmaktan geri durmalarının tek sebebi korku, yılgınlık ve çekingenlik duygusu olabilir.
Sorunun hemen arkasından, bu sorudan bile duyguları daha kamçılayıcı, kalpleri daha coşturucu mesajı olan bir uyarı geliyor. Okuyalım:
“Oysa eğer mümin iseniz, asıl Allah’dan korkmalısınız.”
Mümin hiç bir “kul”dan korkmaz. Çünkü o, sadece yüce Allah’dan korkar. Eğer o müslümanlar müşriklerden korkuyorlarsa bilmelidirler ki, asıl yüce Allah’dan korkmalıdırlar; O, onlar için en öncelikli korku merciidir. Müminlerin kalplerinde O’ndan başka hiç kimsenin yeri olmamalıdır. Müminlerin duyguları bu hatıralarla, olaylarla ve realitelerle harekete geçiriliyor. Onlar müşriklerin, Peygamberlerini hedef alan suikast komplolarını hatırlıyorlar. Onların her ellerine fırsat geçtiğinde, her açık gedik yakalayışlarında müminler ile yapılmış antlaşmaları çiğnemeleri ve kalleşlik yapmaları gözlerinin önünden geçiyor. Her zaman şımarıkça ve pervasızca savaşı ve saldırıyı başlatan taraf olduklarını belleklerinde canlandırıyorlar. Bu duyarlı psikolojik ortamda öfkeleri kabarıyor. işte bu yoğun öfke ortamında yüce Allah, onları savaşmaya teşvik ediyor:
“Onlarla savayız ki, Allah sizin elinizle onları azaba çarptırsın, kendilerini perişan etsin, sizi onlara karşı üstün getirsin de müminlerin kalp yaralarını iyileştirsin, yüreklerine su serpsin.”
Onlarla savaşınız ki, yüce Allah’ın onları hedef alan gücünün perdesi ve dileğinin aracı olasınız. Yüce Allah, onları sizin elinizle azaba çarptırsın, güçlü olduklarının sarhoşluğunu yaşarlarken kendilerine bozgunun perişanlığını tattırsın. Onlara karşı size zafer kazandırarak işkencelerinin ve sürgünlerinin acılarını tatmış olan nice müminlerin yürek yaralarını iyileştirsin. Gerçeğin kesin zaferi, eğrinin bozgunu ve eğrilik yanlılarının perişanlığı sayesinde vaktiyle acı çeken müslümanların bastırılmış kinlerini dindirsin.
Sırf bu kadar da değil. Müminlerin, müşriklere yönelik savaşlarından beklenen bir başka hayır, bu yolla elde edilecek bir başka ödül daha vardır. Okuyoruz:
“Allah dilediği kimselerin tevbelerini kabul eder.”
Müslümanların zafer kazanmaları bazı müşrikleri imana getirebilir, gözlerini hidayete açar. Çünkü onlar müslümanların zafere erdiklerini görünce insan gücü dışındaki bir gücün desteğini gördüklerini anlarlar, içine düştükleri durumda imanın somut izlerini görürler -ki, işin aslı gerçekten böyledir- O zaman mücahid müslümanlar yaptıkları cihadın ödülüne kavuşurlar, kendi elleri ile sapıkların doğruyola ermesinin sevabına ererler, İslâm’da bu doğruyolu bulmuş tövbekârlar sayesinde gücün taze güç katmış olur. Devam ediyoruz:
“Allah üstün iradelidir ve ne yaparsa yerindedir.”
Görünürdeki sebeplerin arkasında saklı duran sonuçları bilir; davranışların ve hareketlerin sonuçları önceden planlar.
İslâm’ın gücünün ortaya çıkması ve pekişmesi, güçsüz ya da gücünü ve nüfuzunu kanıtlamamış bir İslâm’dan uzak duran birçok kalbe heves aşılar. Müslüman toplum, ilk darbeyi vuracak güçte, caydırıcı ve yüksek prestijli olabildiği takdirde İslâm çağrısı, önündeki yolu yarı yarıya kısaltmış olur.
Üstelik müslüman toplumu, benzersiz Kur’ân yöntemi ile eğitip yetiştiren yüce Allah, Mekke’de ezilmiş ve kuşatma altında, çileli bir hayat yaşayan bir avuç müslümanlara sadece bir tek şey vaadetti. Cenneti. Yine onlara bir tek şey emretmişti. Sabretmeyi. Müslümanlar sabırlı davranarak sadece cenneti isteyince, bunun ötesinde düşmanlarını yenme isteğini seslendirmeye kalkışmayınca yüce Allah kendilerine zafer nasip etti. Arkasından onları zafer kazanmaya özendirmeye başladı, zaferle yürek acılarının ateşine su serpti. Çünkü artık düşmanı yenmek ve zafer kazanmak müslümanların kendi için değil, yüce Allah’ın dini ve mesajı içindi; müslümanlar sadece O’nun gücüne perde oluşturuyorlardı.
Sonra müslümanların müşriklere topyekün savaş ilân edecekleri, müşrikler ile yaptıkları tüm antlaşmaları sona erdirecekleri, tek saf halinde müşriklerin karşısına dikilecekleri bir aşamaya gelindi. Bu aşamaya gelinmesi ve bu aşamanın gerektirdiği tavrın takınılması kaçınılmazdı. Çünkü bu yolla niyetlerin ve gizli duyguların açığa çıkarılması gerekiyordu. Bu inanç sistemine samimi olarak sarılmayanların arkasında gizlendikleri perde ortadan kaldırılmalıydı. Müşrikler ticarî amaçlı ilişkiler kuranların, onlarla akrabalık ve şahsî çıkar esasına dayalı dostluk sürdürenlerin ileri sürdükleri mazeretler bertaraf edilmeliydi. Bu perdelerin ve bu mazeretlerin aradan kaldırılması, genel bir ilişki kesme kararının açıklanması kaçınılmazdı. Böylece kalplerinde gizli niyetler barındıranlar; yüce Allah’ın, Peygamber’in ve müminlerin dışında sırdaş edinenler; farklı kamplar arasındaki netleşmemiş, belirsiz ilişkilerin bulanıklığından yararlanarak müşrikler ile şahsi çıkara dayalı samimiyetler kuranlar açığa çıkmalı idi. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor:
“Yoksa Allah, içinizdeki cihad edenleri ve Allah’dan, Peygamber’den, müminlerden başka hiç kimseyi sırdaş edinmeyenleri belirlemeden sizi kendi halinize bırakacak mı sandınız? Allah yaptığınız her işten haberdardır.”
İslâm toplumunda -her toplumda olduğu gibi- dalavereciliği beceren, kale surlarından içeri sızabilen, ileri sürülebilecek özürleri ustalıklar kullanan, toplumun gerisinde dolap çeviren kamu yararına da olsa çıkar sağlamak amacı ile düşmanları ile ilişki kuran, bunu yaparken ilişkilerin kayganlığını, kamplar arasındaki sınır duvarlarında gedikleri bulunmasını fırsat bilen bir grup vardı. Sınır çizgisi netleşip ilân edilince bu grubun yolu kesildi, kullandıkları giriş kanalları ve sızma yolları gözler önüne serildi.
Hiç kuşkusuz perdelerin yırtılması, gizli-kapaklı ilişkilerin açığa çıkması, sızma yollarının bilinmesi, bunun sonucunda samimi mücadelecilerin seçilmesi, kaypak dalaverecilerin belirlenmesi bu toplumun ve bu inanç sisteminin yararınadır. O zaman herkes bu iki grubu gerçek mahiyetleri ile tanıma fırsatını bulur. Gerçi yüce Allah, onları önceden bilir. Tekrar okuyalım:
“Allah, yaptığınız her işten haberdardır.”
Fakat yüce Allah, insanları özlerini yansıtan davranışları ve tutumları ile hesaba çeker Böylece yüce Allah’ın sınavdan geçirmeye ilişkin kanunu da işlemiş olur. Bu yolla gizli niyetler açığa çıkar, saflar belirginleşir-netleşir ve kalpler arınır. Yalnız bu yolla gerçekleşen sınav, sıkıntılar, yükümlülükler, çileler ve belâlar aracılığı ile geçirilen sınavlar düzeyinde eğitici olmaz.