SEYYİD KUTUB’UN BAKIŞ AÇISIYLA YUNUS SURESİ 68. VE 70. AYETLER ARASI
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
ALLAH’A EVLAT İSNAD ETME
68- Müşrikler `Allah evlât edindi’ dediler. Haşa! O’nun hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur. Bu konuda elinizde hiçbir kanıt yoktur. Nasıl oluyor da Allah hakkında bilmediğiniz bir şeyi söyleyebiliyorsunuz!
69- De ki; “Allah hakkında yalan uyduranlar kesinlikle iflah olmazlar.
70- Dünyada geçici bir yarar sağlarlar, arkasından dönüşleri bizedir, sonra gerçekleri inkâr etmelerinin karşılığı olarak onlara ağır bir azap tattırırız.
Yüce Allah’ın çocuğu olduğuna inanmak, gerçekten çok saçma bir inançtır. Düşüncedeki bir aksaklıktan kaynaklanmaktadır. Bu düşünce ezeli ve ebedi olan ilahi özellikler ile, fani bir yaratık olan insanın özellikleri arasındaki korkunç farkı kavramaktan aciz kalmaktadır. Bu düşünceye saplananlar ayrıca fani varlıkların doğum yolu ile varlıklarını devam ettirmelerindeki yasanın hikmetini de anlamakta güçlük çekiyorlar. Halbuki bu varlıklarda birtakım noksanlıklar ve yanlışlıklar bulunduğundan, nesillerini devam ettirmek için doğal bir eksiği tamamlamaktadır ve böyle eksiklikler Allah için sözkonusu olamaz.
İnsanlar ölürler, fakat hayat Allah’ın belirlediği zamana kadar sürecektir. Bu zaman doluncaya kadar yaratıcı olan Allah’ın hikmeti insanların varlıklarını devam ettirmelerini gerektirmektedir. Çocuk ise, soyu sürdürmenin bir vasıtasıdır.
İnsanlar yaşlanırken, ihtiyarlar ve zayıf düşerler. Çocuk, ihtiyar olan gücün genç bir güç ile değiştirilmesidir. Bu güç, Allah’ın dilediği şekilde yeryüzünü bayındır hale getirmek, hayatın devamı için zayıfların ve ihtiyarların yardımına koşmaya ilişkin fonksiyonunu icra etmek için devreye girer.
İnsanlar kendilerini kuşatan şartlara karşı mücadele ederler. İnsanlardan ve hayvanlardan oluşan düşmanlarına karşı savaşırlar. Dolayısıyla onlar kendi aralarında dayanışmak zorundadırlar. Bu tür durumlarda insana yardım etmeye en yakın olan kişi çocuğudur.
İnsanlar harcadıkları çabalarla kendileri için kazandıkları mallarını çoğaltmaya çalışırlar. Çocuk da, mal kazanmak için sarfedilen çabaya katkıda bulunur.
Ve buna benzer nice sahalarda bu yardım olayı, yüce Allah’ın yeryüzünün bayındır hale getirilmesi için belirlediği hikmeti gereği olarak gerçekleşmektedir. Belirlenen süre doluncaya ve Allah’ın takdiri yerini buluncaya kadar, bu böyle devam eder.
Fakat ihtiyaçların hiçbiri Allah’ın kendisi için sözkonusu değildir. Yüce Allah’ın ne varlığını sürdürmeye, ne ihtiyarlığı sırasında yardımcıya, ne destekçiye, ne mala, ne de Allah’ın yüce zatı ile ilgili akla gelen ve gelmeyen başka bir şeye ihtiyacı vardır.
Bu nedenle çocuk sahibi olmasının hikmeti ortadan kalkar. Zira ilahi yapı, kendi zatı dışında başka bir varlıkla bağımlı değildir ki, çocukla bu amaç gerçekleşsin. Yüce Allah’ın insanların varlığını devam ettirmeleri için onlara bir nesil vermesinin hikmeti, onların yapılarının yetersiz olması ve bu türden tamamlayıcı bir yardımcıya ihtiyaç duymasıdır. Onların yapıları zorunlu olarak çocuğa ihtiyaç duyar. Yoksa mesele anlamsız bir şekilde düzenlenmiş değildir.
Bu nedenle, “Müşrikler, `Allah evlât edindi” dediler” ayetindeki müşriklerin tavrı şu şekilde reddediliyor:
“Haşa! O’nun hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur.”
“Haşa!..”
O’nun yüce zatı bu türden zanlardan, anlayışlardan ve düşüncelerden münezzehtir.
“O’nun hiçbir şeye ihtiyacı yoktur.”
Biraz önce sözünü ettiğimiz ve etmediğimiz, akla gelen ve gelmeyen diğer ihtiyaçlardan tam anlamı ile münezzehtir. Çocuğun varlığını gerektirecek her şeyden müstağnidir. Sebepleri oluşturan ihtiyaçlardır. İhtiyaçsız, hikmetsiz ve amaçsız olarak hiçbir şey boş olarak varedilmemiştir:
“Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur.”
Her şey O’nun mülküdür. Dolayısıyla yüce Allah’ın çocuk yardımı ile sahip olacağı hiçbir şey yoktur. Öyleyse O’nun için çocuk sahibi olmak gereksizdir ve yüce Allah gereksiz şeylerden münezzehtir!
Kur’an-ı Kerim kendi metoduna bağlı olarak, kelâmcılara ve diğer felsefecilere göre önemli bir konu oluşturan ilahın yapısı ile insanın yapısı etrafında teorik tartışmalara girmez. Çünkü Kur’an-ı Kerim’in metodu olayları fıtrata en yakın yerinden, realite noktasından ele almaktır. Konunun bizzat kendisini ele alır. Bazen önümüzdeki hazır konuları sonsuza kadar ihmal ederek, zamanla bizzat kendisi bir amaç halini alabilecek diyalektik varsayımlara göre meseleleri ele almaz!
Kur’an, burada bu kadarlık bir dokunuşla yetiniyor. Böylece onların pratik hayatlarına, çocuğa olan ihtiyaçlarına, onların bu ihtiyacı nasıl düşündüklerine, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, yerdeki ve göklerdeki her şeye sahip olan yüce Allah için böyle bir şeyin sözkonusu olmayacağına dokunuyor. Bu konularda kesin bir kanaata varabilmeleri veya teorik bir tartışmaya girmeden onların bütün delillerinin çürütülmesi için, böyle bir yola başvuruyor. Çünkü teorik tartışma fıtratın rahatlıkla ve soğukkanlılıkla kabul edeceği psikolojik dokunuşun etkisini azaltabilmektedir.
Sonra onları realite ile yüzyüze getiriyor. Bu realite de onların, iddia ettiklerine kesin bir delil getiremeyecekleridir. Burada kesin delil, `otorite’ olarak adlandırılıyor. Çünkü kesin delil, bir güçtür. Kesin delil sahibi güçlüdür, otorite sahibidir:
“Bu konuda elinizde hiçbir kanıt yoktur.”
Bu söylediklerinizi doğrulayan bir belgeye, kesin bir delile sahip değilsiniz.
“Nasıl oluyor da Allah hakkında bilmediğiniz bir şeyi söyleyebiliyorsunuz?”
İnsanın bilmediği şeyi söylemesi yakışıksız ve küçük düşürücü bir harekettir. Peki bu hiçbir bilgiye dayanmayan söz, yüce Allah hakkında söylenmişse durum ne olur? O zaman bu, bütün suçlardan daha büyük bir suç olur! Her şeyden önce bu, Allah’ın lâyık olduğu bir şekilde kullar tarafından tenzih edilmesine ve saygı duyulmasına aykırıdır. Çünkü bu durumda yüce Allah, sonradan olma, acizlik, noksanlık ve kusur gibi durumlarla tanıtılmış olur. Yüce Allah bunların hepsinden çok yüce ve münezzehtir… Sonra böyle bir anlayış, yaratan ve yaratılan arasındaki ilişki bakımından da bir sapıklıktır. Bu aynı zamanda, yaratan ile yaratılan arasındaki ilişkilerle ilgili düşüncede de bir sapıklıktır. Bu konudaki sapıklık, hayatın, insanın ve günlük ilişkilerin hepsine yansıyacak bir sapıklığa kaynaklık edecektir. Zira bu konuların hepsi de, bu ilişkilerin belirlenmesiyle ilgili düşüncenin detaylarını oluşturur. Putperest düzenlerde, kâhinlerin ve kilisenin kendileri için yakıştırdığı bütün otorite ancak, ya yüce Allah ile kızları olan (!) melekler arasındaki ilişkiye dayalı düşüncelerden veya yüce Allah ile Meryem’in oğlu Hz. İsa arasındaki ilişkiye dayalı, `baba’ ve `oğul’ ilişkisinden ve ilk günah efsanesinden kaynaklanmıştır. İlk günah efsanesinden de “günah çıkarma” (!) meselesi kilisenin, insanları sözde İsa’nın babasına bağlama meseleleri doğmuştur… Ve burada sayılamayacak onca mesele, hep bu birinci halkadan, bozulmadan yani yaratan ile yaratılan arasındaki ilişkiye ait saplantıdan kaynaklanmıştır. Bunların bozulması ile hayatın her alanına uzanan bütün diğer halkaları bozulur.
Demek ki, mesele sırf inanç sistemine ilişkin bir düşünce bozukluğu değildir. Bu hayatın hepsini kuşatan bir meseledir. Kilise ile bilim ve akıl arasındaki meydana gelen bütün çatışma, toplumun, kilisenin otoritesinden kurtulması ile sonuçlanmıştır. Bu aynı zamanda toplumun, dinin otoritesinden kurtulması anlamına gelmiştir! İşte kilise ile dini eşdeğer tutma anlayışı da, bu birinci halkadaki yanlıştan kaynaklanmıştır. Yani Allah ile kulları arasındaki ilişkilerle ilgili düşünce bozukluğundan. Bunun arkasından bütün insanlığı etkisi altına alan pek çok kötülük devreye girdi. İnsanlığı materyalist akımların peşinde koşturdu. Bu akımların getirdiği belalar ve felâketler yüzünden, feryatlar göklere yükseldi.
İşte bu nedenle islâmi inanç sistemi, bu ilişkiyi hiçbir karışıklık ve kapalılığa meydan bırakmayacak biçimde net bir açıklıkla ortaya koymaya özen göstermiştir… Yüce Allah ezeli ve ebedi yaratıcıdır. Çocuğa ihtiyacı yoktur. O’nunla istisnasız bütün insanların ilişkisi, yaratıcı ile yaratılan arasındaki ilişkiden öteye geçemez. Evren, hayat ve canlılar değişmeyen ve ayırım yapmayan yasalara bağlıdır. Bu yasalara uygun hareket eden kurtulur ve başarıya ulaşır. Bunları dikkate almayan ise, sapıklığa düşür ve hüsrana uğrar. Bu konuda bütün insanlar aynıdır. Hepsi de eninde sonunda Allah’ın huzuruna çıkarılacaktır. Orada hiçbir şefaatçı ve hiçbir ortak bulunmayacaktır. Kıyamet gününde herkes tek başına O’nun huzuruna varacaktır. Kim ne yapmışsa O’nun karşılığını alacaktır. Ve yüce Allah, o gün hiç kimseye zerre kadar haksızlık etmeyecektir.
İşte kolay ve sade bir inanç sistemi. Bu inanç sisteminde bozuk yorumlara meydan verilmez. İnsanın kalbini köşelere, bucaklara yöneltecek hiçbir sapık veya eğri tarafı yoktur. Gizli ve kapalı bir meselesi yoktur!
Buna bağlı olarak bütün insanlar Allah’ın huzurunda aynı seviyede dururlar. Hepsi de Allah’ın yasalarına muhataptır. Onlardan sorumludur. Herkes onların muhafızıdır. İşte ancak bu anlayışla, yani insanlar ile Allah arasındaki ilişkinin düzelmesinin bir sonucu olarak insanların kendi aralarındaki ilişkileri de düzelebilir.
“De ki; Allah hakkında yalan uyduranlar kesinlikle iflah olmazlar.”
Hiçbir şekilde iflah olmazlar. Ne bir patikada, ne de başka bir yolda yürümekle kurtulabilirler. Ne dünyada, ne de ahirette kurtuluşa erebilirler. Gerçek kurtuluş, Allah’ın sağlam yasalarına uymakla mümkündür. Allah’ın bu yasaları insanları iyiliğe iletir, insanlığın ilerlemesini, toplumun düzelmesini, hayatın gelişmesini sağlar. O’nu ileriye doğru iter. Gerçek kurtuluş, insani değerleri ayak altına alma, insanlığı hayvanların seviyesine indirme pahasına da olsa sırf maddi üretimi arttırmak değildir! Çünkü bu göstermelik ve geçici bir kurtuluştur. Bu, insanın yapısının kaldırabileceği en mükemmel ve en üstün gelişme ve ilerleme çizgisinden sapmaktır.
“Dünyada geçici bir yarar sağlarlar, arkasından dönüşleri bizedir, sonra gerçekleri inkâr etmelerinin karşılığı olarak onlara ağır bir azap tattırırız.”
Sırf basit bir yararlanma. Hem de kısa süreli basit bir yararlanma. Ayrıca bir devamlılığı olmayan kesik bir yararlanmadır. Çünkü bu yararlanma, insanlığa lâyık olan ahiret yurdu ile bağlantılı değildir. İnsanoğluna layık olan, üstün yararlanmaya ileten, Allah’u kâinata yerleştirdiği yasalarından sapmanın bir ürünü olarak hemen arkasından, “ağır bir azap” gelmektedir.
- NUH VE KAVMİ, HZ. MUSA VE FİRAVUN
Bu surede daha önce eskiden yaşamış milletlere, onların kendi peygamberlerinin mesajlarını yalanlamalarının sonucu olarak neye uğratıldıklarına ve onlara varis olanların da sınanmak için varis kılındıklarına değinmiştik:
“Sizden önceki nice kuşakları, peygamberleri kendilerine açık gerçekler getirmişlerken zalimce davranarak iman etmeye yanaşmadıkları için yokettik. İşte biz ağır suçlu toplumları böyle cezalandırırız.”
“Sonra nasıl davranacağınızı görelim diye sizi onların yerine geçirerek yeryüzünde egemen kıldık.” (Yunus Suresi, 13-14)
Ayrıca her millete bir peygamber gönderildiğine ve ancak bu peygamberin gönderilişinden sonra aralarında adalet ile hüküm verildiğine de işaret etmiştik: “Her ümmete bir peygamber gönderilmiştir. Peygamberler gelip de mesajlarını duyurduktan sonra ümmetler hakkında adalet uyarınca hüküm verilir, onlara haksızlık edilmez.” (Yunus Suresi, 47)
Şimdi de surenin akışı bu iki meseleyi daha detaylı olarak ele alıyor. Burada Hz. Nuh ile kavmi arasında geçen kıssanın bir bölümü ve Hz. Musa ile Firavun ve kurmayları arasında geçen kıssanın bir bölümü örnek olarak veriliyor. Bu iki örnekte de; peygamberi kendisine geldikten, mesajını ilettikten, ilahi mesaja karşı gelmelerinin acı sonu hakkında onları uyardıktan sonra, bir milletin peygamberin mesajını yalanlaması halinde çarptırılacağı ceza ve o millet hakkındaki hükmün kesinlik kazanması açıkça ortaya konuyor.
Aynı şekilde Hz. Yunus’un kıssasına da kısaca değiniliyor. Hz. Yunus’un kavmi Allah’ın azabı gelmeden kısa bir süre önce iman etmiş, böylece azap üzerlerinden kaldırılmış ve imanları sayesinde ondan kurtulmuştur… Bu da bir başka açıdan onlara dokunmaktadır. İlahi mesajın yalanlayıcılarına iman etmeyi cazip gösteren bir nitelik taşımaktadır. Peygamberin mesajını yalanlayan insanlara, belki uyarıldıkları azaptan sakınırlar ve sonları, daha önce Hz. Nuh’un ve Hz. Musa’nın peygamber olarak gönderildiği milletlerin sonu gibi olmaz.
Bundan önceki bölüm; Allah adına yalan uyduranların ve O’na ortak koşanların cezasını Allah’a havale etmesi için Peygamber’e -salât ve selâm üzerine olsun- yönelik bir direktifle sona ermiştir:
“De ki; Allah hakkında yalan uyduranlar kesinlikle iflah olmazlar.” “Dünyada geçici bir yarar sağlarlar, arkasından dönüşleri bizedir, sonra gerçekleri inkâr etmelerinin karşılığı olarak onlara ağır bir azap tattırırız.”
Bundan az önce de Peygamber’e tam bir güven verilmişti:
“Kâfirlerin sözleri sakın seni üzmesin. Çünkü üstünlük, tümü ile, Allah’ın tekelindedir.” (Yunus Suresi, 65)
Yine orada belirtilmişti ki, Allah dostlarına hiçbir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.
Surenin akışı yeni bir direktif ile devam ediyor. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- onlara, Hz. Nuh’un kıssasını anlatıyor. Bu kıssada Hz. Nuh’un kavmine meydan okuyuşuna, onun ve onunla birlikte iman edenlerin kurtuluşuna ve yeryüzünde onlara varis olmalarına, sayı ve güç olarak kendilerinden çok daha ilerde olan mesajı yalanlayanların ise, yokedilişine özellikle parmak basılıyor.
Bu kıssaların bu surenin akışı içinde ve biraz önceki birbirine yakın kavramlar arasında yeralmasının nedeni ise açıktır. Kur’an’daki kıssalar, bir surede yeralırken, oradaki bir fonksiyonu icra etmek için yer alırlar. Aynı kıssalar değişik yerlerde farklı ifadelerle, üslublarla surenin akışına uygun biçimde yeralabilirler. Kıssaların herhangi bir yerde aktarılan bir bölümü, içinde yeraldığı anlatımın gerekli olan ihtiyacını tam anlamı ile karşılar. Bazen kıssanın bir bölümü başka bir yerde de sunulabilir. Zira burada kıssanın başka bir bölümünü aktarmak daha uygun düşer. Burada Hz. Nuh, Hz. Musa ve Hz. Yunus’un kıssalarından aktarılan bölümlerinden ve onların sunuş metodundan anlaşılıyor ki, bu olaylar Mekke’deki müşriklerin Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun ve onunla birlikte olan bir avuç mü’min topluluğa karşı nasıl tavır takındıkları ve bu mü’min azınlığın çoğunluğa, kuvvete ve otoriteye rağmen imanının onuru ile onlara nasıl karşı koyduğu ile yakından ilgilidir. Yine bu kıssaların da kendi aralarında bir uyum sağladıklarını, orada ve ardından gelen yorumlar ve değerlendirmelerle bir bütünlük sağladıklarını göreceğiz.