SEYYİD KUTUB’UN BAKIŞ AÇISIYLA YUNUS SURESİ 1. VE 4. AYETLER ARASI
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
1- Elif, Lâm, Ra. Bu Kur’an, her işi yerinde ve her şeyden haberdar olan Allah tarafından muhkem, uyumlu cümlelerle örülen, sonra ayrıntılı biçimde açıklanan ayetlerden oluşmuş bir kitaptır.
2- (İçeriğinin özü şudur): Allah’dan başkasına kulluk sunmayınız. Ben, O’nun size gönderdiği bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim.
3- Rabbinizden af dileyiniz, pişmanlık duygusu ile O’na yöneliniz ki, belirli bir sürenin sonuna kadar sizi mutlu yaşatsın ve her erdemli kişiye erdemli davranışlarının ödülünü versin. Eğer O’na sırt dönerseniz, sizin hesabınıza “büyük gün “ün azabından korkarım.
4- Dönüş veriniz Allah’ın huzurudur. O’nun gücü her şeye yeter.
Bu ayetlerde aşağıdaki inanca ilişkin temel gerçekler bir çırpıda dile getiriliyor:
1- Vahiy ve peygamberlik gerçeği vurgulanıyor.
2- Kulluğun ortaksız, tek Allah’a sunulması gerektiği belirtiliyor.
3- Yüce Allah’ın ilettiği yola koyulanların, O’nun hayat sistemine uyanların, hem dünyada ve hem de ahirette bu olumlu tercihlerinin ödülünü alacakları ifade ediliyor.
4- Yüce Allah’ın, Peygamberimizi yalanlayanları ahirette cezaya çarptıracağı ve asi olsun, itaatkâr olsun, bütün insanların yüce Allah’ın huzuruna dönecekleri açıklanıyor.
5- Yüce Allah’ın mutlak gücü ve sınırsız egemenliği vurgulanıyor.
“Elif, lâm, Ra” harfleri, surenin ilk ayetinin öznesini oluştururlar. “Bu Kur’an, her işi yerinde ve her şeyden haberdar olan Allah tarafından muhkem, uyumlu cümlelerle örülen sonra ayrıntılı biçimde açıklanan ayetlerden oluşmuş bir kitaptır” cümlesi ise, bu ana cümlenin yüklemidir. Yani müşriklerin yalanladıkları Kur’an, işte bu harflerden oluşmuş bir kitaptır. Oysa onlar aynı harfleri kullanarak onun herhangi bir bölümünün benzerini meydana getirmekten acizdirler.
Bu kitabın ayetleri “muhkem” cümlelerle örülmüştür. Yani bu cümlelerin kuruluşları sağlamdır; kelimeler ile anlamları arasındaki ilişki son derece sıkıdır; bu cümlelerdeki her kelime, her ifade yerli yerindedir; her anlamı ve her direktifi özel bir amaç taşır; her iması ve her işareti belirli bir hedefle çakışıktır. Cümlelerinin yapısı uyumludur, öğeleri arasında çatışma ve çelişki yoktur; cümlelerini oluşturan kelimeler aynı düzenliliği yansıtan bir ahenk içindedirler. Sonra “Bu ayetler ayrıntılı biçimde açıklanmışlardır.” Yani amaçlarına göre çeşitli bölümlere, çeşitli kategorilere ayrılmışlardır. Her bölüme gerektirdiği oranda yer verilmiştir.
Peki bu ayetleri “muhkem” biçimde ören, sonra da onları böylesine özenli biçimde detaylandıran kimdir? Bu işi yapan, doğrudan doğruya yüce Allah’ın kendisidir, Peygamberimizin bu düzenlemede hiçbir katkısı yoktur. Yani;
“Bu Kur’an, her işi yerinde ve her şeyden haberdar olan Allah tarafından düzenlenmiştir.”
Yüce Allah, bu kitabı “hikmet” ilkesine dayalı olarak “muhkem”leştirmiş; sınırsız bir “bilge”liğe dayalı olarak detaylandırmıştır. O’nun katından bu biçimi ile gelmiştir bu kitap. Yani onu Peygamberimize indirildiği biçimi ile. Hiçbir değişikliğe, hiçbir başkalaşıma uğramış değildir.
Peki, bu kitabın içeriği nedir? O’nun ayetleri inanç sistemine ilişkin temel ilkeleri, ana prensipleri anlatır bize. Bu ana ilkeleri şöyle sıralayabiliriz:
1- “Allah’dan başkasına kulluk sunmayınız.” Bu cümlede egemenliğin, kulluğun, bağlılığın ve itaatin tek kaynağa yöneltilmesi gerektiği dile getirilir.
2- “Ben O’nun size gönderdiği bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim.” Bu cümlede peygamberlik misyonu ve bu misyonun gereği olan “uyarıcılık” ve “müjdeleyicilik” fonksiyonları ifade edilir.
3- “Rabbinizden ‘af dileyiniz, pişmanlık duygusu içinde O’na yöneliniz. Bu cümlede müşrikliği ve isyankârlığı bırakarak yüce Allah’a dönme ilkesi, Allah’ın birliği ve egemenliğinin ortaksızlığı prensibi vurgulanıyor.
4- “…ki, belirli bir sürenin sonuna kadar sizi mutlu yaşatsın ve her erdemli kişiye erdemli davranışlarının ödülünü versin.” Ayetin bu bölümünde eğri yoldan dönerek yüce Allah’dan af dileyenlere yönelik ödül açıklanıyor.
5- “Eğer O’na sırt dönerseniz, sizin hesabınıza `büyük gün’ün azabından korkarım.” Bu cümlede ilahi mesaja sırt çevirenlere yönelik tehdit ifade ediliyor.
6- “Dönüş yeriniz Allah’ın huzurudur.” Bu cümlede dünyada ve ahirette Allah’ın huzurundan başka başvurulacak veya dönülecek bir yerin olmadığı vurgulanıyor.
7- “O’nun gücü her şeye yeter.” Bu son cümlede ise yüce Allah’ın mutlak gücü ve her şeyi kapsamına alan egemenliği dile getiriliyor.
İşte sözkonusu kitap ya da bu “Kitab”ın ayetleri bunlardır. İşte bu “Kitab”ın açıklamak üzere geldiği ve açıkladıktan sonra yapısını üzerlerine kuracağı önemli ilkeler bunlardır.
Hiçbir din bu kuralları oturtmadıkça ne yeryüzünde yer tutabilir ve ne de insanlığa dönük bir sosyal düzen kurabilir.
Meselâ egemenliği yüce Allah’ın ortaksız tekeline verme ilkesi inanç alanında, tek başına anarşi ile düzen arasındaki yolayırımıdır. Bu ilke benimsenmedikçe insanlığı saplantıların, hurafelerin, sahte egemenliklerin boyunduruğundan kurtarmak mümkün değildir. Böyle durumlarda insanlar çok sayıda sahte ilahlara, bu sahte ilahların ihtiraslarına, yüce Allah ile kul arasına giren simsarlara, ilahlığın “kendine özgü” özelliklerinin gaspedicileri olarak ortaya çıkan krallara, padişahlara, cumhurbaşkanlarına ve diktatörlere kul-köle olmaya mahkûmdurlar. Tamamı ile yüce Allah’ın kendine özgü yetkileri olan Rabblığı, egemenliği, kayıtsız-şartsız otoriteyi ve ortaksız yönlendirmeyi kendilerine yakıştıran bu sahte ilahlar ve diktatörler, insanları, sahte ve “çalınmış” otoriteleri önünde boyun eğdirirler.
Herhangi bir sosyal, politik, ekonomik, ahlaki ya da devletlerarası sistem, eğer belirgin, net ve istikrarlı bir prensipler bütünü üzerine oturmak istiyorsa, kişisel arzulara ve kötü amaçlı saptırmalara karşı varlığını garantiye almaya özen gösteriyorsa, mutlaka böylesine yalın ve böylesine net bir biçimde “Allah’ın birliği” ilkesine dayanmak, öncelikle bu ilkeyi oturtmak zorundadır.
Eğer amaç insanlığı ezilmişlikten, yılgınlıktan ve yaygın endişeden kurtararak onu yüce Allah’ın bağışı olan gerçek “onur”la donatmak ise mutlaka egemenliği, rabblığı, kayıtsız-şartsız otorite ve ortaksız yönlendiriciliği yüce Allah’ın tekeline vererek kulların hiçbir şekilde bu yetkiye ortak olmaya yeltenmemelerini teminat altına almak gerekir.
İslâm ile cahiliye arasında, hak ile zorbalık arasında tarih boyunca süregelen amansız savaşın konusu yüce Allah’ın evrenin ilahı olup olmadığıdır, yoksa yüce Allah’ın sebepler ve evrensel kanunlara egemen olup olmadığı meselesi değildir. Bu iki kutup arasındaki temel çatışma ve amansız savaş konusu, insanların rabbi kim olacak, yani insanlar üzerinde kimin yasaları egemen olacak, onların hayatına kim yön verecek, “itaat” kime yöneltilecek meselesidir.
Yeryüzünün mücrim zorbaları, azgın tağutları bu hakkı gaspederek insanlar üzerinde onu kullana gelmişler, bu gasp eylemi ile insanları yüce Allah’ın egemenliği dışına çıkararak ezmişler, onları yüce Allah’ın onurlu kulları yerine kendilerinin onursuz köleleri haline getirmişlerdir. Buna karşılık tarih boyunca bütün peygamberler ve islâmi hareketler sürekli olarak bu “çalınmış” otoriteyi zorba diktatörlerden geri alıp onu tekrar asıl sahibine, yani yüce Allah’a geri vermek için mücadele etmişlerdir.
Yüce Allah’ın hiç kimseye, hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Asilerin isyanı ve azgınların azgınlığı O’nun mülkünden hiçbir şey eksiltmeyeceği gibi, itaatkârların itaati ve ibadet edenlerin ibadeti de O’nun mülküne bir şey eklemez. Yüce Allah’ın ortaksız egemenliği altına girerek kula kulluktan kurtuldukları takdirde şeref kazanacak olanlar, onurlarını kurtarıp üstün konuma yükselecek olanlar insanların kendileridirler. Yüce Allah kullarının şerefli, onurlu ve üstün konumlu olmalarını istediği için insanlığa peygamberler göndermiştir. Amaç insanları kula kulluktan kurtarıp, Allah’ın ortaksız kulluğuna döndürmektir. Yani maksat insanların iyiliğini gerçekleştirmektir. Yoksa Allah’ın hiç kimseye ihtiyacı yoktur.
İnsanlar yüce Allah’ın ortaksız egemenliğine girmeye, O’ndan başkasının egemenlik boyunduruğunu boyunlarından çıkarmayı azmetmedikçe hayatlarında Allah’ın kendileri için dilediği onur düzeyine yükselemezler. Bu düzeye yükselebilmeleri için insan onurunu ayaklar altına düşüren kula kulluk boyunduruğunun her türlüsünden sıyrılmaları gerekir.
Yüce Allah’ın ortaksız egemenliği O’nun insanların rakipsiz Rabbi olmasında somutlaşır. Rabblik, insanların kayıtsız-şartsız egemeni olmak, onların hayatlarına yön veren yasaların ve buyrukların tek mercii olmak anlamına gelir. Yüce Allah’ın “Rabb”lığını kabul etmek, O’nun dışındaki hiç kimsenin yasalarına ve buyruklarına boyun eğmemek demektir.
İşte bu surenin ilk ayetinin açık ifadesine göre yüce Allah’ın kitabının ana konusu ve içeriğinin özü budur. Tekrarlıyoruz:
“Bu Kur’an, her işi yerinde ve her şeyden haberdar olan Allah tarafından muhkem, uyumlu cümlelerle örülen, sonra ayrıntılı biçimde açıklanan ayetlerden oluşmuş bir kitaptır.”
İşte kulluğun anlamı budur. Kulluğun anlamının bu demek olduğunu Kur’an-ı Kerim ile aynı dili konuşan o günün Arapları iyi biliyorlardı. Peygamberlik misyonuna inanmak, Peygamberin yerleştirmek amacı ile geldiği bu ilkeleri onaylamanın temel şartıdır. Bu ilkelerin, bu Kur’an’ın yüce Allah katından geldiği konusundaki her tür şüphe, bu ilkelere yönelik kalplerde kökleşmesi gereken zorlayıcı saygıyı kaçınılmaz olarak yokeder. Yani bu ilkelerin ve bu Kur’an’ın direktiflerinden koruyacak olan faktör, bu zorlayıcı saygıdır. Bu inanç sisteminin yüce Allah katından geldiğine ilişkin bilinç, hem asi gönülleri sonunda Allah’a teslim oluncaya kadar sürekli kovalar ve hem de gönülleri tereddüde, sapmaya ve yalpalamaya düşmeksizin itaatkârlıklarını sürdürmeye zorlar.
Bunun yanısıra Peygamberlik misyonuna inanmak, yüce Allah’ın insanoğlundan beklediği tutumu düzenleyen bir kriter koyar ortaya. İlahi egemenliğe ilişkin konularda insanların tek kaynağa dayanmalarını sağ!ar. Bu tek kaynak, peygamberlik kurumudur. Ancak o zaman her Allah’ın günü ortaya çıkacak olan zorba bir diktatör, yalancı bir tağut, söylediği her sözün ve koyduğu her kanunun, Allah’ın sözü ve Allah’ın yasası olduğunu iddia etme imkânını bulamaz, kendi kafasından uydurduğu sözleri ve yasaları Allah’a maledemez.
Bilindiği gibi eski-yeni bütün cahiliye toplumlarının ortak hastalığı şudur. Adamlar kendi kafalarından çeşitli yasalar koyarlar; çeşitli değer yargıları, gelenekler ve adetleri piyasaya sürerler. Sonra inanılmaz bir madrabazlıkla ortaya çıkarak “Bunlar, Allah katından gelmedir” derler!
Bu anarşinin kökünü kurutabilmek için, yüce Allah adına yürütülen bu madrabazlığın kesinlikle önüne geçebilmek için, ortada mutlaka tek bir kaynak olması gerekir. Yüce Allah’ın sözünün insanlara ileticisinin tek olması lâzımdır ki, bu tek kaynak ve tek iletici de Peygamberdir.
Allah’a ortak koşmaktan ve isyan etmekten vazgeçerek O’ndan af dilemek, kalbin duyarlılığına, coşkunluğuna, günahının bilincine vararak tevbe etme arzusu duyduğuna delildir. Bunu izleyecek olan adım, işlenen günahtan fiilen uzaklaşarak ilahi direktiflere uygun davranışlar yapmaya yönelmektir. Bu iki kanıt olmaksızın tevbenin varlığından sözedilemez. Bu iki kanıt tevbenin iki somut göstergesidir. Arkasından bağışlanmayı ve kabul edilmeyi getirmesi umulabilecek olan tevbe, ancak bu iki göstergenin somut varlığı halinde varlığını gerçekleştirebilir.
Buna göre eğer bir kimse müşrikliğe tevbe ederek İslâma girdiğini sandığı halde yüce Allah’ın ortaksız egemenliğini onaylamıyorsa, hayatına yön veren ilkeleri Peygamberimiz aracılığı ile sırf yüce Allah’a dayandırmıyorsa, bu kimsenin müşrikliği bırakıp, müslüman olduğu şeklindeki kanısının hiçbir değeri yoktur. Çünkü onun bu kanısı yüce Allah’dan başkasının egemenliğini kabul etmekle fiilen yalanlanmaktadır.
Tevbe edenlere yönelik “müjde” ile ilahi buyruklara sırt dönenlere yönelik “tehdit” peygamberlik kurumunun ve ilahi mesajı duyurma fonksiyonunun temel dayanaklarıdırlar. Bunlar “özendirme” ve “caydırma” unsurlarını oluştururlar. Yüce Allah’ın insan tabiatına ilişkin engin bilgisine göre bu iki unsur, sağlam ve köklü caydırıcılardır.
Ahirete inanmak ise, dünya hayatının bir amacı olduğuna, bu amacın peygamberler tarafından insanlara önerilen iyi davranışlar olduğuna, bu iyi davranışların karşılıklarının mutlaka görüleceğine, eğer bu karşılıklar dünyada görülmez ise ahirette görüleceklerinin garanti olduğuna; insan hayatının kendisi için belirlenen doruğa orada ulaşacağına ilişkin bilincin oluşup pekişmesi için gereklidir. Dünya hayatında yüce Allah’ın sisteminden ve hikmetli yolundan sapanların azaba çarpılacaklarına, sonsuz bedbahtlığın çukuruna yuvarlanacaklarına ilişkin inanç da bu temel bilincin öbür yüzünü oluşturur. Bu bilinç, sağlıklı insan fıtratını sapmalardan alıkoyan bir garantidir. Eğer insan fıtratı, herhangi bir ihtirasa yenik düşerse, herhangi bir psikolojik zaafın pençesine kapılırsa, bu garanti sayesinde geriye dönerek tevbe eder, büsbütün isyana dalmaz. Böylece yeryüzündeki insan hayatına dirlik egemen olur, hayat iyi yol doğrultusundaki gelişimini sürdürmüş olur.
Buna göre ahirete inanmak, bazı kimselerin sandıkları gibi sadece öbür alemdeki sevaba konmanın yolu değildir, bunun yanısıra dünya hayatının iyilik doğrultusuna bağlı kalmasının, hayatı iyiye götürüp geliştirmenin de garantisi ve özendiricisidir. Yalnız bilmek gerekir ki hayat düzeyini geliştirmek, maddi kalkınmayı sağlamak başlıbaşına amaç değil, insana yaraşır bir hayat biçimini gerçekleştirmenin aracıdır. O insan ki, yüce Allah ona kendi ruhundan bir soluk üflemiş, onu diğer çoğu yaratıklarından üstün tutmuş, kendisini hayvanınkinden üstün bir düzeye çıkarmıştır. Böylece yüce Allah, insan hayatının amaçlarının hayvanın zaruri ihtiyaçlarının üzerine yükselmesini, insan içgüdülerinin ve ideallerinin hayvan içgüdülerinden ve isteklerinden aşkın olmasını dilemiştir.
Bundan dolay peygamberlik kurumunun ya da “muhkem” ve “ayrıntılı açıklamalı” Kur’an ayetlerinin içeriği ilk sıradaki yüce Allah’ın ortaksız egemenliği ve peygamberlik misyonunun O’nun katından kaynaklandığı ilkesini dile getirdikten sonra insanları müşriklik suçundan tevbe etmeye, Allah’dan af dilemeye çağırmıştır. Çünkü bu iki davranış, iyi amel işleme yoluna girmenin başlangıç adımlarıdır. İyi amel sadece kalp temizliği ile farz ibadetleri yerine getirmekten ibaret değildir. İyi amel, “iyiye götürme”nin bütün anlamları ile toplumları, hatta insanlığı iyiye götürmektir. Bütün yapma, onarma, çalışma, kalkındırma ve üretme faaliyetleri bu kavramın kapsamına girer. Bu tutumun karşılığı olan sonuç, ayette şöyle ifade ediliyor:
“Ki, Allah, belirli bir sürenin sonuna kadar sizi mutlu yaşatsın ve her erdemli kişiye erdemli davranışlarının ödülünü versin.”
Dünyadaki “mutlu hayat” yararlanılan nimetlerin niteliği ile ilgili olabileceği gibi bu nimetlerin nicelikleri ile, yani bollukları ile ilgili de olabilir. Ahiretteki mutluluk ise, hem niteliği ve hem de niceliği içerir. Üstelik bu niceliksel ve niteliksel mutluluk insan hayalini aşan boyutlara tırmanır. Şimdi biz dünya hayatına ilişkin mutluluk konusuna değinelim:
Çoğu kere dünya hayatında iyi insanların, salih amel işleyen kimselerin, günahlarından ötürü Allah’dan af dileyip tevbe edenlerin çalışıp didinenlerin geçim sıkıntısı çektiklerini görürüz. Peki, o zaman “mutlu hayat” müjdesi nerede kaldı?
Öyle inanıyoruz ki, bu soru çoklarının dilinden dökülen bir sorudur. Okuduğumuz ayetin içerdiği büyük anlamı kavrayabilmek için hayata geniş bir açıdan bakmamız, onun geniş kapsamlı çapını görmemiz, sadece geçici bir görüntüsüne bakışlarımızı takmamamız gerekir.
Öyle bir toplum düşünelim ki, dengeli ve iyi işleyen bir düzene sahiptir. Yüce Allah’a inanmayı, egemenliği O’nun ortaksız tekeline vermeyi, O’nu rakipsiz Rabb ve kayıtsız-şartsız hakim bilmeyi ilke edinmiştir. Böyle bir toplumda ilerleme, refah ve mutluluk toplumsal düzeyde mutlaka egemen olduğu gibi bireysel düzeyde de mutlaka emek ile kazanç arasında adalet, hoşnutluk ve güven geçerli olur. Eğer herhangi bir toplumda çalışan-didinen ve üretime katkıda bulunan “iyiler” geçim sıkıntısı içinde kıvranıyorlarsa, bu durum şunu gösterir. O toplumda yüce Allah’a inanma ilkesine dayalı, emek ve kazanç arasında adaletli dengeyi kurmuş bir sosyal düzen geçerli değildir.
Üstelik bu tür toplumlarda yaşayan yapıcı, üretici ve “iyilikten yana” olan fertler kendi sınırlı dünyalarında mutlu bir hayat sürerler. Geçim sıkıntısı çekseler bile, ekmek paralarını zor sağlasalar bile, hatta içinde yaşadıkları toplum tarafından dışlansalar ve baskılara uğratılsalar bile bu böyledir. Vaktiyle müşrikler, müslüman azınlığı baskı altında tutmuşlar ve her dönemdeki cahiliye toplumlarında insanları Allah’a çağıran mü’min azınlıklara, baskı uygulamışlardır. Bu hükmümüz ne hayaldir ve ne de kuru bir iddiadır. Çünkü kalpleri donatan mutlu sona ilişkin güven, yüce Allah ile ilişki halinde olma bilinci; ilahi zaferin, ilahi bağışın ve ilahi desteğin günü gelince mutlaka imdada yetişeceği umudu, pratik hayatta çekilen birçok yokluğun ve sıkıntının telafisi yerine geçer. Bu beklenti, kaba maddecilik algılarının üzerine yükselebilmiş insanlar için başlıbaşına bir mutluluk, başlıbaşına haz verici bir nimettir.
Bunu emeklerinin karşılığını elde edemeyen mazlumlar ve ezilmişlerin, mahkum edildikleri adalete aykırı sosyal şartlara razı olsunlar diye söylemiyoruz. İslâm böyle bir düzene razı değildir. İman bu tür dengesiz şartlar karşısında sessiz kalmaz. Gerek mü’min toplum, gerekse mü’min fertler bu dengesizliklerin giderilmesi için sürekli çaba harcarlar. Böylece el emeğini seferber ederek üretime katkıda bulunan iyi insanların mutlu bir hayat düzeyine kavuşması için mücadele ederler. Biz böyle diyoruz, çünkü söylediğimiz gerçektir, yüce Allah ile ilişki halinde olan dar geçimli mü’minler, bunun böyle olduğunun bilincindedirler. Böyle olmasına rağmen, onlar günahlarından af dileyip tevbe ederek Allah’a yönelmiş ve Allah’ın direktifleri uyarınca çalışıp didinerek insanların lâyık oldukları mutlu hayata kavuşmaları ve böyle bir düzeni garanti edecek sosyal şartları gerçekleştirmeleri uğruna sürekli çaba harcarlar, ellerinden gelen mücadeleyi yaparlar. Ayeti okumaya devam ediyoruz:
” ..Ve her erdemli kişiye erdemli davranışlarının ödülünü versin.”
Bazı tefsir bilginleri buradaki “ödül”ü, ahiret mükâfatı ile sınırladılar. Benim görüşüme göre bu ödül, hem dünya için ve hem de ahiret için geçerlidir. Az yukarda dünya mutluluğunu açıklamak için söylediğimiz sözler, bu noktada da doğrudur. O açıklamamız bütün şartlara uygulanabilir. Yani erdemli insan, erdemli davranışını ortaya koyduğu anda ödülüne kavuşur. Bu ödülü gönül hoşnutluğu ve bilinç rahatlığı şeklinde görür. Yüce Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak amacı ile emek ya da mal harcayarak ortaya koyduğu erdemli tutumu sayesinde yüce Allah ile ilişki kurduğunun bilincine varması onun için bir başka ödüldür. Bütün bunlardan sonra yüce Allah’ın bu erdemli kişiye ahirette vereceği ödül, iyi davranışının karşılığı olarak yüce Allah’ın bağışı ve cömertliğidir. Ayeti okumayı sürdürelim:
“Eğer O’na sırt dönerseniz, sizin hesabınıza `büyük gün’ün azabından korkarım.”
Burada sözü edilen azap “kıyamet günü azabı”dır. Yoksa bazı tefsir bilginlerinin dedikleri gibi, Mekkeli müşriklerin “Bedir savaşı” günü uğratıldıkları azap değildir. “Büyük gün” deyimi, Kur’an-ı Kerim’de böyle yerlerde “vadedilmiş gün (kıyamet günü)” anlamına gelir. Bu görüşümüzü, ayetin şu devamı destekler niteliktedir.
“Dönüş yeriniz Allah’ın huzurudur.”
Gerek dünyada, gerek ahirette ve gerekse her an ve her durumda geri dönüş, Allah’a, O’nun huzurunadır. Fakat Kur’an’ın bilinen üslubu uyarınca bu ifade, hèr zaman dünya hayatından sonraki “Allah’a dönüşü” anlatır. Ayetin son cümlesini okuyoruz:
“O’nun gücü her şeye yeter.”
Bunların hepsi bizim yukarda verdiğimiz anlamı destekler. Çünkü yüce Allah’ın her şeye gücünün yettiğinin vurgulanması, müşrikler tarafından uzak bir ihtimal olarak görülen ve gerçekleşmesi son derece zor bir olay sayılan “yeniden diriltme” olgusuna uygun düşen bir vurgulamadır.
İNKÂRCILARIN MANZARASI
“Her işi yerinde ve her şeyden haberdar olan Allah tarafından muhkem, uyumlu cümlelerle örülen, sonra ayrıntılı biçimde açıklanan” bu kitabın özü dile getirildikten sonra bir bölüm müşriklerin, kendilerine “uyarıcı ve müjdeleyici” peygamber tarafından okunan bu kitabın ayetlerini nasıl karşıladıkları anlatılı yor. Okuyacağımız ayetler, müşriklerin takındıkları bu somut tavrı ve bu tavra eşlik eden somut hareketi tasvir ediyor. Bu adamlar kendilerini Allah’dan gizlemek amacı ile başlarını göğüslerine yapıştırarak iki büklüm oluyorlar. Ayetlerin akışında bu davranışın boşluğu, saçmalığı vurgulanıyor. Çünkü yüce Allah’ın bilgisi en gizli durumlarında bile onları adım adım izliyor. Yeryüzünün bütün canlıları da bu bakımdan onlar gibidirler. Yüce Allah’ın engel tanımaz, duyarlı bilgisi hepsini kapsamı içinde tutar.