BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd, sena ve övgülerin en güzeli, ezelde ve ebedde var olan, lutfuyla kainatı ve bizleri yaratıp var eden, sayısız nimetlerle yaşatan ve rahmetiyle doğru yolu gösteren Allah (cc.)’a mahsustur.
Salat ve selam da, alemlerin Rabbi tarafından sevilen, insanların ise tanıyıp, idrak edebilme nisbetînce sevebildikleri, efendimiz, önderimiz, rehberimiz Hz. Muhammed Mustafa(sav)ya, a’line, ashabına ve onun yolunu izlemeye çalışan ümmetin üzerine olsun.
İman, verimli ve dinamik bir hakikattir. Gönülde yerleşir yerleşmez, salih amel olarak dışarıya yansıyan bir hakikattir.
İslâmî iman budur. Bu imanın âtıl, hareketsiz ve mü’min kişinin dışında gizlenmiş halde kalması mümkün değildir. Böylesine doğal bir hareket halinde bulunmayan bir iman, sahte veya ölü demektir. Koku vermeyen bir çiçek yahut ruhsuz bir beden gibidir.
Bir insanın yaşadığının zahirdeki belirtisi oturması, kalkması, kirpiklerini oynatması, nefes alıp vermesi vs ise batında ki belirtisi nabzının ve kalbinin atar halde bulunmasıdır. İşte kalpteki imanın da zahirde ve batında belirtileri vardır. Nasıl ki bir kişinin bir müddet haraketsiz kaldığını gördüğümüzde aklımıza ilk olarak uyuma, bayılma ve ölüm gibi şeyler geliyorsa, imanlı kişinin de inancının belirtileri görünmeyince imanının ya zayıfladığını ya da öldüğünü düşünürüz. İmanın zayıflaması veya ölmesi pil ile çalışan uzaktan kumandalı araba gibidir. İmanın olmaması pilin tamamen bitmesi, imanın zayıflaması ise kumandayı kullanınca arabadan sadece ses çıkması ve çok küçük kımıldamalar olmasıdır. Ama bu arabayı harekete geçirmek için yeterli değildir.
Harekete geçmenin kaynağı, mü’minin dinine ve şeriatine olan imanıdır. Ve bu imanla, tabiî bir şekilde ortaya çıkması gerekir. Yoksa imandan söz edilemez. İmanın asıl kıymeti de burada yatmaktadır. Çünkü iman, bir hareket ve eylemdir. İlâhî bir çağrı, inşa ve imar ile şenlendirilmiş olan bir harekettir. Yani iman, insanın içinde tıkanıp kalan yalnızlık ve zavallılık hali değildir. Harekete geçmeyen sadece iyi niyetten de ibaret değildir. İman, İslâm’ın tabiatını ortaya koyan bir harekettir. Hayatın içinde büyük bir inşa gücüne dönüşen bir hareket…
“De ki: Beni, (isyan ettiğim takdirde) hiç bir kimse Allah’ın (azabından) koruyamaz. Ve ben, O’ndan başka hiç bir sığınak da bulamam. (Size tarafıma indirilen) Allah’ın buyruklarını tebliğ etmekten başka hiç bir şey yapamam.” (Cin/21-22)
Bu ayet, gönüllere bu işin ciddiyetini yerleştirip, korku veren bir buyruktur.
Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), bu büyük hakikati ilân etmekle emrolunuyor.
“Beni, isyan ettiğim takdirde hiç bir kimse Allah’ın (azabından) koruyamaz. Ve ben, O’ndan başka hiç bir sığınak veya himaye de bulamam.”
Tek çarem, bu işi tebliğ edip görevimi yapmaktır! Ne kadar da korkunç, ne kadar da ürkütücü ve ne kadar da ciddi!… İslam’a yapılan çağrı ; fazladan ve kişinin arzusuna bırakılmış bir iş değildir. Çünkü o, yerine getirilmesi kaçınılmaz olan kesin ve tavizsiz bir yükümlülüktür. Arkasında Allah’ın bulunduğu bir yükümlülük…
Gene bu din, insanların iyilik ve hidayetinden elde edilen kişisel bir lezzet değildir. Çünkü o, kaçınılmaz ve tereddüde yer vermez yüce bir iştir. O, bir yükümlülük ve görevdir. Arkasında; dehşetli bir korkunun, ciddiyetin ve yüceler yücesi büyük kudretin bulunduğu bir görev ve yükümlülük…
Şu halde müminler bilsin ki, önlerinde, ağır bir görev vardır. Çünkü onlar, Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)‘in tâbileri ve Allah’ın insanlara gönderdiği hüccetleridirler. Bu zor görevden kurtuluş yoktur. Söz konusu olan, insanları ilahî hüccetle sorumlu kılma, insanları Ahiret azabı ve dünya bahtsızlığından kurtarma görevidir. Öyleyse tek çare, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in izlediği metodun doğrultusunda Hakk’a çağırıp bu görevi yerine getirmektir. Risalet, aynı risalettir. İnsanlar da aynı insanlardır. Sapıklıklar, şüphe ve şehvetler gene bulunacaktır. Katı ve söz dinlemez güçler, gene bulunacaktır. Davaya karşı koymalarına, insanları güç ve saptırma yollarıyla dinlerinden koparma taktiklerine devam edeceklerdir. Tavır, aynı tavırdır. Engeller, aynı engellerdir. İnsanlar da aynı insanlardır. Ve tüm bunlara rağmen Allah’ın yüklediği sorumluluk zorunludur. Hem dille, hem de amelî olarak zorunludur. Müminlerin, çağrısını yaptıkları dinin canlı birer örnekleri olmalarının yolu budur. Yolu tıkayanlara karşı; insanları bâtıl ve kuvvet zoruyla fitneye uğratan engelleri ortadan kaldıracak bir çağrı gerekir. Aksi takdirde Allah’ın yüklediği sorumluluk yerine getirilmemiş olur. Çünkü bu, taşınılması gerekli olan ve kaçışı olmayan bir sorumluluktur.
“Ta ki peygamberlerin gelişinden sonra insanların elinde Allah katında (kendilerini savunacak) bir delilleri olmasın.” (Nisa/165)
Araf 164- İçlerinden bir topluluk, “Allah’ın helâk edeceği, ya da çetin bir azapla cezalandıracağı bir kavme ne diye nasihat ediyorsunuz” dediği vakit, o uyarıda bulunanlar dediler ki; “Rabbiniz tarafından mazur görülmemiz için, bir de belki günahlardan sakınırlar diye.”
Araf 165- Onlar yapılan bunca nasihatı unuttukları zaman, o kötülükten sakındıranları kurtardık, o zalimleri de fena hareketlerinden dolayı şiddetli bir azaba uğrattık.
Bu, ağır bir sorumluluktur. Tüm insanlığı dünyevî dalalet ve mutsuzluktan kurtarma ile Ahirette Allah (Subhabehu ve Tealâ)‘nın huzurunda onları delilsiz bırakma sorumluluğu… Tüm bu sorumlulukları taşımak ya da ateşten kurtulamamak… Bunu küçümsemeye imkân var mı? Beli kıran, mafsalları sarsan ve vücudu titreten bir sorumluluğu kim küçümseyebilir ki?