EBU’L A’LÂ MEVDUDİ’NİN (RH.A.) BAKIŞ AÇISIYLA FURKAN SURESİ 4. ve 6. AYETLER ARASI
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
4- Küfre sapanlar dediler ki: “Bu (Kur’an) , olsa olsa ancak onun uydurduğu bir yalandır, onu kendisi düzüp uydurmuş ve ona bir başka topluluk da yardımda bulunmuştur.” Böylelikle onlar, hiç şüphesiz haksızlık(11) ve iftira ile geldiler.
5- Ve dediler ki: “(Bu,) Geçmişlerin uydurduğu masallardır, bir başkasına yazdırmış olup kendisine sabah akşam okunmaktadır.”(12)
6- De ki: “Onu, göklerde ve yerde gizli olanı bilmekte olan (Allah) indirmiştir. Kuşkusuz O, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.”(13)
AÇIKLAMA
11. Büyük bir haksızlık, adaletsizlik.
12. Bu, Kur’an’a karşı modern müşteşriklerin de ileri sürdüğü aynı itirazdır; fakat tuhaftır ki, Hz. Peygamber’in (s.a) hiçbir çağdaşı, kendisine karşı böyle bir itirazda bulunmamıştır. Sözgelimi kimse Hz. Muhammed’in (s.a) çocukken rahip Buheyra ile karşılaşıp ondan dini bilgiler aldığını söylememiş, yine hiç kimse, seyahatlerinde Hıristiyan rahip ve Yahudi rahiplerinden bilgiler edindiğini iddia etmemiştir. Çağdaşları, onun yalnız değil, kervanlarla seyahat ettiği şeklinde bir iddiada bulunacak olurlarsa, şehirde yüzlerce kişi tarafından reddedileceklerini biliyorlardı.
Sonra, O tüm bilgiyi daha 25 yaşında iken Buheyra’dan ve 25 yaşında iken yaptığı diğer seyahatlerde almışsa, neden o zaman değil, 40 yaşında peygamberlik iddiasında bulunduğu da rahatlıkla sorulabilir? O, hiçbir zaman memleketinden ayrılmamış ve yıllarca aynı şehirde halkının içinde yaşamıştı. Bu yüzden, Mekkeliler ona böylesine saçma ve asılsız bir ithamda bulunamıyorlar ve itirazlarını peygamberlik öncesiyle değil, peygamberliği zamanıyla ilgili olarak yapıyorlardı.
Bu konuda kendilerince şöyle bir delil ileri sürüyorlardı: “Bu adam okuma-yazma bilmez ve kitaptan hiç bir bilgi edinemez. Kırk yıldır aramızda yaşıyor, fakat şimdi tebliğ etmeye başladığı şeyleri daha önceden bildiğine dair kendisinden hiç bir şey işitmedik. O halde, bazıları ona yardım edip söylediklerini eskilerin yazılarından çıkarıyorlar; O da bunları öğreniyor ve kendilerine İlâhî Vahiyler diye okuyor. Dolayısıyla, bu bir aldatmadır.” Öyle ki, bazı rivayetlerde ona yardım ettikleri ileri sürdükleri kişilerin adları da gelmektedir. Kitap Ehli’nden olup Mekke’de oturan ve okuma yazma bilmeyen bu kişiler şunlardı: 1) Addas (Huveytib bin Abdu’l-Uzza’nın azadlısı) , 2) Yesar (Alâ bin el-Hadramî’nin azadlısı) , 3) Cebr (amir bin Rabia’nın azadlısı) .
Görünüşte belli bir ağırlığı olan bir iddia idi bu. Çünkü, peygamberlik iddiası hakkında onun kaynağını belirlemekten daha büyük bir delil olamazdı. Fakat, bu iddiaya karşı bir delil ileri sürülmeden, doğrudan redde gidilmesi ve adeta “Sizin töhmetiniz asılsız ve yalandır. Siz Rasûlümüze karşı böylesine asılsız bir töhmette bulunacak kadar zalim ve acımasız kişilersiniz. Kur’an, göklerde ve yerdeki tüm gizlilikleri bilen Allah’ın Kelamıdır” denmesi ilginç görünüyor. Müşriklerin töhmeti vakıalara dayanmış olsaydı, böyle bir tahkirle reddedilmezdi. Çünkü, bu durumda, onlar ayrıntılı ve açık bir cevap isterlerdi. Fakat Kur’an’daki reddin kuvvetini anladıklarından, böyle bir istekte bulunmamışlardır. Bunun da ötesinde, “ağırlıklı” iddianın, yeni müslümanların zihinlerinde hiçbir şüphe doğurmamış olması, bunun bir yalan olduğuna açık bir delildir.
Kur’an’ın müşriklerin iddiasını cevaplandırmayıp doğrudan reddetmesi, şu durumlar gözönüne alındığında kolayca anlaşılabilir:
1) Mekke kâfirleri, ithamlarını kanıtlayacak hiç bir harekette bulunmamışlardır. Eğer ithamlarında herhangi bir gerçeklik olsaydı, bunu yaparlardı. Sözgelimi, yardım ettiklerini ileri sürdüklerinin evlerine ve Hz. Peygamber’in (s.a) evine sık sık baskınlar yapıp bu “aldatma”da kullanılan bütün “malzeme”yi ele geçirir ve peygamberlik iddiasının “yalan” olduğunu, böylece açığa çıkarabilirlerdi. Kendileri için bunu yapmak zor da değildi. Çünkü kendilerini hiç bir ahlâkî bağla bağlı hissetmediklerinden işkence dahil, Hz. Peygamber’i (s.a) yenmek için her türlü çareye başvurmaktan çekinmiyorlardı.
2) Yardım ettikleri söylenenler yabancı değillerdi. Mekke’de oturduklarından, onların bilgilerinin derecesi herkese malumdu. Bizzat kâfirler, onların en üst düzeyde edebî meziyet ve olağanüstülük sahibi Kur’an gibi yüce bir kitabın meydana getirilmesinde yardımcı olamayacaklarını biliyorlardı. Bu yüzden, onları tanımayanlar bile, bu ithamın anlamsızlığının farkında idiler. Sonra sözde yardımcılar bu kadar deha sahibiydiler de, neden kendileri peygamberlik iddiasında bulunmuyorlardı?
3) Yine, sözde yardımcılarının tümü, Arabistan adetlerine göre, hürriyetlerine kavuştuktan sonra bile, efendilerine bağlı azatlı kölelerdi. Dolayısıyla, efendileri, yaptıklarını açığa çıkarmak için kendilerini zorlayacağından peygamberlik iddiasında Hz. Peygamber’e (s.a) yardım etmek istemezlerdi. Hz. Peygamber’e (s.a) yardımlarının tek nedeni, o zamanki şartlarda hayal bile edilemeyecek bir istek veya çıkar olabilirdi. Koruyup gözetmelerine muhtaç oldukları kişilerin namına bu “aldatmaca” da suç ortaklığı yapmaları için ortada hiç bir neden yoktu.
4) Hepsinden öte, tüm bu sözde yardımcılar İslâm’ı kabul etmişlerdi. Hz. Peygamber’e (s.a) “aldatmaca”sında başarılı olması için yardım eden kişilerin ona bağlanmaları hiç düşünülebilir mi? Üstelik tartışma olsun diye, haydi Hz. Peygamber’e (s.a) yardım ettiklerini söyleyelim. O zaman, içlerinden hiç olmazsa birisi yaptığı yardım karşılığında neden büyük bir mertebeye yükseltilmedi? Neden Addas, Yesar ve Cebr, Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Ebu Ubeyde’nin statüsüne yükseltilmediler?
Peygamberlik “aldatmacası”, sözde yardımcılarının yardımıyla sahneye konmuşsa, yine sorarız ki, nasıl oldu da bu Hz. Ali bin Ebi Talip, Hz. Ebu Bekir, Zeyd bin Harise ve benzeri Hz. Peygamber’in (s.a) en yakın ve en bağlı sahabilerinden gizli kalabildi? O halde, bu itham yalnız saçma ve sahte olmakla kalmamakta, ayrıca Kur’an’ın cevaplandırma onurunun da altına düşmektedir. Dolayısıyla, Kur’an, bu ithamda bulunanların gerçeğe karşı çıkışlarında hiç bir şey söylemeyecek kadar kör olduklarını ispatlamak için ondan söz etmektedir.
- Burada, “…. O çok bağışlayıcıdır, çok rahmet sahibidir” denilmesi oldukça anlamlıdır. “Bağışlayıcı ve rahmet sahibi” olduğundan Allah gerçeğin düşmanlarına süre tanımaktadır. Aksi halde, Rasûl’e karşı yalan ithamlarından dolayı kendilerini azab kamçılarıyla yok edebilirdi. Ayrıca, bir uyarı da vardır bu ifadede: “Ey zalimler” denilmektedir. “şimdi bile inat ve düşmanlığınızı bırakıp gerçeği kabul etseniz, biz, önceki günahlarını bağışlarız.”