SEYYİD KUTUB’UN (RH.A.) BAKIŞ AÇISIYLA RAD SURESİ 41. ve 43. AYETLER ARASI
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
41- Bizim kâfirlerin yurtlarını uçlarından kırptığımızı, müslümanlar lehine alanlarını daralttığımızı görmüyorlar mı? Hüküm veren Allah’tır, O’nun hükmünü gözden geçirecek hiç kimse yoktur. O’nun hesaplaşması pek çabuktur.
42- Onlardan öncekiler de peygamberlerine karşı tuzaklar kurdular. Fakat asıl tuzak kurma yetkisi Allah’ın tekelindedir. O herkesin ne yaptığını bilir. Kâfirler, kimin mutlu sona ereceğini ilerde öğreneceklerdir.
Ra’d suresi, kâfirlerin peygamberlik gerçeğini inkâr ettiklerini anlatarak son buluyor. Nitekim sure bu gerçeği ispat etmekle başlamıştı. Bu şekilde surenin başlangıcı ile sonu aynı konuda birleşmiş oluyor. Sonra yüce Allah şahit tutuluyor, O’nun şahitliğinin yeterli olduğu vurgulanıyor. Çünkü hem bu kitaba, hem de diğer bütün kitaplara ilişkin mutlak bilgi O’nun katındadır:
43- Kâfirler “Sen peygamber değilsin ” derler. Onlara de ki; “Sizin ile benim aramda Allah’ın ve kutsal kitap kaynaklı bilginlerin tanıklığı yeterli bir kanıttır. “
(Yaygın tefsirlerin bazısında yeralan kimi rivayetlerde “Ve kutsal kitap kaynaklı bilgiler” sözü ile bu Kur’an’ın gerçek olduğuna inanan bazı kitap ehli mensuplarının şahitliğinin kastedildiği belirtilmektedir. Bu görüşte yine bu surede geçen şu ayete dayandırılmaktadır. “Kendilerine kitap verdiklerimiz sana Rabbinden indirilen kitapdan dolayı sevinirler.” Bu olay Mekke’de fiilen yaşanmıştır. Sonra da Medine’de… Bu yüzden biz bu rivayetleri reddetmiyoruz. Bu kastedilmiş olabilir.)
İnsan kalbini uçsuz bucaksız evrenin çevresinde, insan ruhunun derinliklerinde dolaştıran derin, etkin ve ardarda vurgularla uyaran, sonra O’nu her şeyin başı ve sonu, her türlü tartışmayı kesen ve artık söylenecek söz bırakmayan Allah’ın şahitliği ile başbaşa bırakan bu sure de son buluyor…
KUR’AN’IN EŞSİZ ANLATIMI
Şimdi… Bu surede İslâm inancının ve Kur’an’ın bu inancı sunuş tarzının belirgin işaretleri yoğun biçimde yer almaktadır. Yeri geldikçe bu işaretlerin üzerinde durmamız gerekiyor. Ancak biz bu tür duraksamalarla surenin akıcılığını sekteye uğratmak istemedik ve bu işaretleri sindire sindire değerlendirmek için sona bırakmayı uygun gördük…
Kendi akışı içinde sureyi arzederken bu işaretleri kısaca ve seri değinilerde bulunduk. Şu anda elimizden geldiğince uzun tutarak bu işaretler üzerinde durmayı umuyoruz…
Kuşkusuz yardım Allah’dandır…
GERÇEĞİN ÜSTÜNLÜĞÜ
Surenin giriş kısmı, ele aldığı konuların özelliği, ayrıca surenin içerdiği direktiflerin çoğu… Evet bütün bunlar surenin Mekke’de indiğini göstermektedir. -Kimi rivayetlerde ve mushaflarda yer aldığı gibi Medine’de inmemiştir- Bu sure müşriklerin itirazlarının, yalanlamalarının, karşı çıkışlarının iyice arttığı bir dönemde inmiştir. Bu dönem de, peygamberden mucize göstermesine ve kendilerini korkuttuğu azabı çabucak indirmesine ilişkin istekler de artmıştı. İşte bütün bu olaylar hem Hz. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- hem de kendisiyle birlikte yüce Allah tarafından gönderilen gerçeğe sarılan mü’minlerin, kendilerine güvenlerini arttırmayı, onları yüreklendirmeyi hedefleyen büyük bir atılımı gerektiriyordu. Bu atılımla müşriklerden gelen itirazlar, meydan okumalar, yalanlama ve saldırı girişimlerinin bertaraf edilmesi, peygambere gönderilen gerçeğin üstünlüğünün vurgulanması, insanların sadece O’na sığınması, O’nun İlah ve Rabb olarak tek ve ortaksız olduğunun ilan edilmesi, bu gerçekte diretilmesi ve müşrikler yalanlasalar bile sadece bunun gerçek olduğuna inanılması hedeflenmişti. Bu atılımla gözetlenen hedeflerden biri de müşrikleri evrende, insanın iç dünyasında, insanlık tarihinde ve tarihsel olaylarda tevhid gerçeğine ilişkin kanıtlarla yüzyüze getirmek, bütün bu etkenleri bu nokta etrafında yoğunlaştırmak, insanın bünyesine bu etkenlerle etkileyici, canlandırıcı, derin iz(er bırakan ve kesin kanıtlı bir hitapla seslenmekti.
İşte sadece bu kitabın gerçeği içerdiğini, müşriklerin itirazlarının, yalanlamalarının, karşı çıkmalarının, kabullenmeyi ağırdan almalarının, yoluna engel koymalarının ve bu büyük gerçeği değiştiremeyeceğini vurgulayan ayetlerden örnekler…
Elif, Lâm, Ra. Bunlar kitabın ayetleridir. Rabbin katından sana indirilen mesaj gerçektir. Fakat insanların çoğu buna inanmazlar. (Ra’d Suresi 1)
Müşrikler senden iyilikten önce kötülük isterler, çarptırılacakları cezanın bir an önce başlarına gelmesini dilerler. Oysa onlardan önce nice ağır ceza örnekleri yaşanmıştır. Hiç kuşkusuz Rabbin, insanların zalimliklerine rağmen onlara karşı bağışlayıcıdır ve yine hiç kuşkusuz Rabbinin cezası da pek ağırdır.
Kâfirler “Muhammed’e, Rabbinden bir mucize indirilseydi ya” derler. Oysa sen sadece bir uyarıcısın ve her toplumun bir doğru yol göstericisi vardır. (Ra’d Suresi 6-7)
“Gerçek dua, yalnız Allah’a yöneltilen çağrıdır. Müşriklerin Allah dışında çağrı yönelttikleri putlar, onların hiçbir dileklerine cevap veremezler. Böyleleri ağzına su gelsin diye avuçlarını ona doğru açan kimseye benzerler ki, asla bu yolla ağzına su gelmez. İşte kâfirlerin çağrısı böylesine boşunadır.” (Ra’d Suresi 14)
Allah hak ile batılı bu örnek aracılığı ile anlatır. Köpük, havaya uçup gider; fakat insanlara yarar sağlayan kısım yerde kalır. İşte Allah, böylesine örnekler verir.” (Ra’d Suresi 17)
“Rabbin tarafından sana indirilen mesajın gerçek olduğunu bilen kimse hiç kör ile bir olur mu? .Ancak sağduyu sahipleri öğüt alırlar.” (Ra’d Suresi 19)
“Kâfirler, Muhammed’e, Rabbi tarafından somut bir mucize indirilseydi ya” derler. Onlara de ki; “Allah, dilediğini saptırır ve kendisine yöneleni doğru yola iletir.”
“Onlar iman etmişlerdir ve kalpleri Allah’ı anmakla huzura kavuşur. Haberiniz olsun ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzura erebilirler.” (Ra’d Suresi 27-28)
“Ey Muhammed sana vahyettiğimiz mesajı kendilerine okuyasın diye seni öyle bir gönderdik ki, onlardan önce birçok ümmetler gelip geçmiştir. Onlar rahmeti bol olan Allah’ı tanımıyorlar. Onlara de ki; “Benim Rabbim O’dur, O’ndan başka ilâh yoktur, ben yalnız O’na dayandım, dönüş O’nadır.” ( Ra’d Suresi 3)
“Kendilerine kitap gönderdiğimiz kimseler, sana indirilen mesajı sevinçle karşılarlar. Fakat karşıt gruplar içinde bu mesajın bir bölümünü inkâr edenler vardır. Onlara de ki; “Bana Allah’a kulluk etmem, O’nâ ortak koşmamam emredildi; O’na çağırırım insanları; O’nadır dönüşüm.”
“Bunun yanısıra biz onu Arapça bir hüküm sistemi olarak indirdik. Eğer sana gelen bu bilgiden sonra onların keyfi arzularına uyacak olursan, seni Allah’ın elinden kurtaracak bir destekçi, bir koruyucu bulamazsın.” ( Ra’d Suresi 36-37)
“Kâfirlere yönelttiğimiz bazı tehditleri sana göstersek de ya da daha önce canını alsak da senin görevin mesajımızı duyurmaktır, insanları hesaba çekmek bize düşer.” (Ra’d Suresi 40)
“Kâfirler “Sen peygamber değilsin” derler. Onlara de ki; “Sizin ile benim aramda Allah’ın ve kutsal kitap kaynaklı bilginlerin tanıklığı yeterli bir kanıttır.” (Ra’d Suresi 43)
Buraya aldığımız ayetler grubunda, müşriklerin Hz. Peygambere -salât ve selâm üzerine olsun- ve Kur’an’a meydan okuyuşlarına karşı koymanın tabiatını öğreniyoruz. Ayrıca hem müşriklerin meydan okuyuşunun, hem de bunlara karşılık yeralan ilahi direktiflerin niteliğinden hareketle Mekke döneminde bu surenin indiği atmosferin özelliğini de öğreniyoruz.
Yüce Allah’ın Hz. Peygambere -salât ve selâm üzerine olsun- yönelik direktiflerde yeralan en belirgin işaretlerden biri, itirazlara, yalanlamalara, meydan okumalara, kabullenmeyi ağırdan almalara ve yoluna engeller koymalara karşı sahip olduğu gerçeği eksiksiz olarak açıklamasıdır. Bu, “Allah’dan başka ilah yoktur”, “Allah’dan başka Rabb yoktur”, “Allah’dan başka mabud yoktur.” “Sadece Allah karşı, konulmaz güce sahiptir.” “İster cennete, ister cehenneme gitsinler insanların dönüşü O’na olacaktır” ilkeleridir. İşte bunlar, müşriklerin inkâr ettiği, karşı çıktığı gerçeklerdir… Hz. Peygambere -salât ve selâm üzerine olsun- yönelik ilahi direktiflerde yeralan belirgin işaretlerden biri de onların arzularına uymamasıdır, gerçeği gizlemek ya da açıklamasını geciktirme!c suretiyle onlara taviz vermemesidir, onları memnun etmemesidir. Bunun yanında, kendisine gerçek gelmiş olmasına rağmen, onların arzularına uyması durumunda Allah katında kendisini bekleyen akıbete ilişkin bir tehdit de yeralıyor.
Bu belirgin işaret, aynı zamanda Allah’ın dinine davet edenler için davet metodunun tabiatını da ortaya koyuyor. Ki, davetçilerin, davet metodu hakkında fikir yürütmek gibi bir yetkileri yoktur. Onlara düşen, dinin temel gerçeklerini açıklamak, bu gerçeklerden hiçbirini gizlememek, hiçbirinin açıklamasını ertelememektir. Bu gerçeklerin başında da “İlahlık ve Rabblık Allah’dan başkası için olamaz, dolayısıyla Allah’dan başkasının egemenliğine girilmez, O’ndan başkasına itaat edilemez, boyun eğilemez, emirlerine uyulamaz” gerçeğidir. Karşı koymalar ve meydan okumalar hangi düzeyde olursa olsun, yalanlayanlar istedikleri kadar itiraz etsinler, yüz çevirsinler, yolun engelleri ve tehlikeleri ne kadar fazla olursa olsun, bu temel gerçeği olduğu gibi açıklamak kaçınılmazdır. Yeryüzüne egemen olan tağutlar (zorbalar), bu gerçekten hoşlanmıyorlar, onu açıkça dile getirenlere baskı uyguluyorlar veya bundan dolayı İslâma karşı çıkıyorlar, yahut hem İslâma hem de İslâm davetçilerine tuzaklar kuruyorlar diye bu gerçeğin bir kısmını gizlemek ya da açıklamasını sonraya bırakmak “hikmet ve güzel öğüt” ilkesinin kapsamına girmez. Bunlardan hiçbiri, bu dine davet edenlerin dinin temel gerçeklerini örtbas etmelerine ya da sonraya bırakmalarına neden olmamalıdır. Veya, İlahlığın ve Rabbliğin tek ve ortaksız olduğunu, bu yüzden sadece yüce Allah’ın egemenliğine girileceğini, O’ndan başkasına itaat edilmeyeceğini, boyun eğilmeyeceğini, emirlerine uyulmayacağını açıklamakla davete başlanacak olursa, bunun yeryüzüne egemen olan tağutların (zorbaların) öfkesine neden olacağı bahanesi ile ve tağutların (zorbaların) öfkesini çekmemek gerekçesi ile örneğin davet işine ibadetlerden, ahlâk ve davranış ilkelerinden ve ruhu arındırma faaliyetlerinden başlamamalıdırlar.
İşte yüce Allah’ın istediği şekilde bu inanç uyarınca harekete geçme metodu budur. Yine Rabbinin direktifleri doğrultusunda hareket eden efendimiz Muhammed’in -salât ve selâm üzerine olsun- uyguladığı şekliyle Allah’a davet metodu bundan ibarettir. Allah’a davet eden hiçbir kimse bu yoldan sapamaz, bu metodun dışında bir metod uygulayamaz. Allah -bundan sonra- dininin başarısını garanti etmektedir. Tağutların (zorbaların) şerrine karşı bu dine davet edenlere Allah’ın garantisi yeterlidir kuşkusuz.
KUŞATICI CANLI DELİLLER
Kur’an’ın davet metodu, okunan kitap -yani Kur’an- ile gözlemlenen açık evren kitabını birarada sözkonusu ediyor. Böyle bir bütün olarak evreni insan bedeninin titreyip kendine gelmesinin etkeni olarak sunuyor. Çünkü evrende yüce Allah’ın otoritesinin, takdir ve planlamasının kanıtları açıkça gözlemlenebilir. Bu iki kitaba, yüce Allah’ın otoritesinin, takdir ve planının, konuşan kanıtlarını koruyan insanlık tarihinin sicil defterini de ekliyor. Sonra da insanın kişiliğini tüm bunlarla karşı karşıya getiriyor. Onu her yönüyle kuşatıyor. Duygularına, kalbine ve aklına birlikte hitap ediyor.
Bu sure, insan varlığını her yönüyle karşılarken, (okunan kitap Kur’an’ın ardından) gözlemlenen kitap olan evrenden sayfalar sunmanın göz kamaştırıcı örneklerini içeriyor. İşte bu örneklerden birkaçı…
“Elif, Lâm, Ra. Bunlar kitabın ayetleridir. Rabbin katından sana indirilen mesaj gerçektir. Fakat insanların çoğu buna inanmazlar.”
“Allah gökleri, gördüğünüz gibi direksiz olarak yükseltti, sonra arşa kuruldu, güneş ile ayı buyuruğu altına aldı. Herbiri belli bir sürenin sonuna kadar yörüngesinde hareket eder, O bütün bu gelişmeleri düzenler. Rabbinizin karşısına çıkacağınıza kesinlikle inanasınız diye O, size ayetlerini ayrıntılı biçimde açıklar.”
“O yerin alanını geniş yaptı; orada köklü dağlar ve nehirler varetti; bütün ürünleri, bütün bitkileri çift olarak yarattı; O geceyi gündüzün üzerine örter. Hiç kuşkusuz bunlarda düşünen kimseler için ibret dersleri vardır.”
“Yeryüzünde birbirine bitişik, farklı yapıda toprak parçaları; üzüm bağları, ekinler ve çatallı-çatalsız hurma ağaçları vardır; hepsi aynı su ile sulanır, fakat ürünleri arasında fark gözetiriz. Hiç kuşkusuz bunlarda aklı erenler için birçok ibret dersleri vardır.” (Ra’d Suresi 1-4)
Surenin akışı tüm evreni yüce Allah’ın yaratma, meydana getirme, takdir etme ve planlamadaki gücünün, gözlemlenen ve konuşan tanığı haline getirmek amacı ile biraraya getiriyor bu evrensel sahneleri. Ardından tanıklık eden bunca sahneyi gözleriyle gördükleri, diriliş ve yeniden yaratma olayını sık sık yaşadıkları halde bu yakın gerçeği vurguluyor diye vahyi yalanlayanların bu tutumu şaşkınlıkla karşılanıyor… Evet bu gerçek şu olağanüstü sahnelerin ışığında daha bir yakın görünmektedir.
“Eğer şaşacaksan, kâfirlerin `Biz ölüp toprak olunca mı yeniden diriltileceğiz?’ demelerine şaşmak gerekir. Onlar Rabblerini inkâr edenlerdir, onların boyunlarına demir halkalar geçirilecektir; onlar, orada ebedi olarak kalmak üzere, cehennemliktirler.” (Ra’d Suresi 5)
“Şimşeği size hem korku ve hem de umut kaynağı olarak gösteren, yağmur yüklü bulutları oluşturan O’dur.”
“O’nu gök gürültüsü övgü ile ve melekler korku içinde tesbih ederler, noksanlıklardan uzak tutarlar. O yıldırımlar salarak bunlarla dilediklerini çarpar.” (Ra’d Suresi 12-13)
Evrensel varlık aleminden bu sayfalar, Allah hakkında tartışmaya giren ve O’na ortak koşan toplumun tavrının tuhaflığının vurgulanması için sunuluyor. Halbuki onlar yüce Allah’ın Rabblığının, gücünün ve otoritesinin, tüm evrenin O’nun hükümranlığı altında oluşunun, evrende yaşayan kulların işlerini düzenleyip tasarrufta bulunmasının, onun dışındaki herkesin yaratma, planlama ve takdir gücünden yoksun oluşunun etkilerini her an için gözleriyle görüyorlar.
“Allah’ın sillesi son derece sert olduğu halde onlar, O’nun hakkında tartışıyorlar.”
“Gerçek dua, yalnız Allah’a yöneltilen çağrıdır. Müşriklerin Allah dışında çağrı yönelttikleri putlar, onların hiçbir dileklerine cevap veremezler. Böyleleri ağzına su gelsin diye avuçlarını ona doğru açan kimseye benzerler ki, asla bu yolla ağzına su gelmez. İşte kâfirlerin çağrısı böylesine boşunadır.”
“Göklerdeki ve yerdeki tüm varlıklar ile bu varlıkların gölgeleri gönüllü ya da zorunlu olarak sabah-akşam Allah’a secde ederler.”
“De ki; “Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?” De ki; “Allah’dır.” De ki; “O’nun dışında kendilerine bile ne fayda ve ne de zarar veremeyen birtakım ilahlar, korucular mı edindiniz?” De ki; “Hiç kör ile gören bir olur mu? Ya da karanlıklar ile aydınlık bir midir? Yoksa Allah’a koştukları ortaklar tıpkı Allah gibi birtakım yaratıklar yarattılar da müşrikler bu iki yaratma eylemini birbirinden ayırd edemediler mi?” De ki; “Her şeyin yaratıcısı Allah’dır; O tektir ve iradesi önünde her şeye boyun eğdirendir.” (Ra’d Suresi 13-16)
Böylece evren, yüce Allah’ın gücünün kanıtları ile imanın işaretlerinden oluşan göz kamaştırıcı bir sergiye dönüşüyor. Bu sergi fıtrata kapsamlı ve derin bir mantıkla hitap ediyor. Şaşırtıcı bir uyum içinde, kendisinde mevcut olan gizli-açık tüm kavrayış güçleri ile birlikte bir bütün olarak insan bünyesine hitap ediyor. Ardından gözlemlenen evren kitabının sayfalarına insanlık tarihinin sayfalarını ekliyor. İnsan hayatında yüce Allah’ın gücünün, otoritesinin, egemenliğinin, her şeyi kontrolünde tutmasının, takdir ve planlamasının izlerini sunuyor:
“Müşrikler senden iyilikten önce kötülük isterler, çarptırılacakları cezanın bir an önce başlarına gelmesini dilerler. Oysa onlardan önce nice ağır ceza örnekleri yaşanmıştır.” (Ra’d Suresi 6)
“Allah, her dişinin rahminde taşıdığını, bu rahimlerin erken doğurdukları ile fazla tuttuklarını bilir. Her şey O’nun katında belirli bir ölçüye bağlıdır.” “O, görülür-görülmez her şeyi bilen, yüceler yücesidir.”
“İçinizden sözünü gizli tutanla açıkça söyleyen, geceye bürünüp saklanan ile gündüzleyin ortalıkta gezen arasında O’nun için hiçbir fark yoktur.”
“İnsanı önünden ve arkasından izleyen (melekler) vardır, onu Allah’ın emri ile gözetlerler. Herhangi bir toplum tutumunu değiştirmedikçe, Allah onun konumunu değiştirmez. Allah, bir toplumun herhangi bir kötülüğe uğramasını dileyince, onu hiç kimse önleyemez. İnsanların Allah’dan başka hiçbir koruyucusu, kayırıcısı yoktur. (Ra’d Suresi 8-11)
“Allah dilediğine bol rızık verir ve dilediğinin rızkını kısıtlar. Onlar dünya hayatı ile böbürlendiler. Oysa dünya hayatı, ahiretin yanında basit bir meta’dan başka bir şey değildir.” (Ra’d Suresi 26)
“İşledikleri kötülükler yüzünden kâfirlerin başlarına sürekli olarak belalar gelir, ya da bu belalar yurtlarının yakınına iner. Sonunda Allah’ın verdiği söz gerçekleşir. Kuşku yok ki, Allah sözünden caymaz.”
“Senden önceki birçok peygamber ile de alay etmişlerdi. Ben o kâfirlere bir süre meydan verdim, fakat sonra yakalarına yapıştım. O zaman azabım nice oldu?” ( Ra’d Suresi 31-32)
Kur’an’ın ifade tarzı, insanlık tarihinden aktardığı bu tanıkları ve işaretleri böylece uyarıcı birer etkene ve ilahi gücün birer göstergesine dönüştürerek bunlarla bir bütün olarak uyumlu ve düzenli bir şekilde ahenkli ve sırası ile insana hitap ediyor.
Biraraya getirilen sahneler ve tanıklıkları aracılığı ile bilinçli olarak Allah’a davet etmenin işaretlerinden birini algılıyoruz. Bu dava, bir bütün olarak insan varlığına hitap etmektedir. O, kavrama yeteneklerinin sadece bir yönüne, yani düşünsel ve zihinsel yönüne, ya da ilham ve sezgi yönüne veya duygu ve şuur yönüne hitap etmez.
Bu davanın kitabı Kur’an olmalıdır. Diğer bütün kaynaklara yönelmeden önce Allah’a davet edenler bu kitaba dayanmalıdırlar. Bundan sonra insanları nasıl davet edeceklerini, uyumuş kalpleri ne şekilde uyandıracaklarını, ölmüş ruhları nasıl dirilteceklerini, O’ndan öğrenmelidirler.
Bu Kur’an’ı, insanı yaratan, oluşumunun tabiatını bilen, ruhunun derinliklerinden ve bilinmezliklerinden haberdar olan yüce Allah vahyetmiştir. Allah’ın dinine davet edenler, öncelikle Allah’ın ilahlığının, rabblığının, hakimiyetinin ve otoritesinin açıklanması konusunda Allah’ın metoduna uymak zorunda oldukları gibi insanlara gerçek Rabblerini tanıtırken de Kur’an’ın yolunu takip ederek kalplere yönelmek zorundadırlar. Ancak bu şekilde bu gönüllerin tek başına Allah’ın egemenliğine girmelerini, O’nun ortaksız Rabblığını ve otoritesini tanımalarını sağlayabilirler.
PEYGAMBERLİK VE İLAHLIK SORUNU
İnsanlara gerçek Rabblerini tanıtmak ve her türlü şirk kuşkusunu ortadan kaldırmak için Kur’an’ın ifade metodu peygamberliğin ve peygamberin tabiatını açıklamaya özen gösteriyor. Çünkü ehli kitapta başgösteren itikadi düşünce sapması, ilahlığın tabiatı ile peygamberliğin tabiatını karıştırmaya yeltenmelerinden sonra başlamıştı. Bu sapma özellikle Hz. İsa’ya İlahlık ve Rabblık özelliklerini yakıştırmaları suretiyle Hristiyanlarda yaygındır. İşte bu gerçek dışı karıştırmà nedeniyle itikadi, ve mezhebi farklılıklardan hareketle değişik kiliselerin mensupları birbirlerinin boğazına sarılmışlardı.
Sadece Hristiyanlar düşmediler bu inanç buhranına. Değişik putperest inanç sistemleri de bu bataklığa daldılar. Peygamberler için belirsiz özellikler tasavvur ettiler. Kimileri peygamberlikle sihiri birbirine benzetirken, kimileri de peygamberlikle gaipten haber veren kahinliği birbirine benzetti. Bazısı da peygamberlikle cinler ve gizli ruhlar arasında bir ilgi kuruyordu.
Bu düşüncelerin çoğu Arap putçuluğuna da karışmıştı. İşte bu yüzden bazıları Hz. Peygamberden gaipten haber vermesini istiyordu. Bazıları da gözle görülür maddi bir mucize gerçekleştirmesini öneriyordu. Nitekim O’na, -salât ve selâm üzerine olsun- sihirbaz ve “mecnun” yani “cinlerle ilişki halindedir” de diyorlardı. Kimileri de beraberinde bir melek bulundurmasını istiyordu. Peygamber ve peygamberliğin tabiatına ilişkin olarak putperest düşüncelerde yereden daha nice öneriler, meydan okumalar ve ithamlar!..
Kuşkusuz bu Kur’an, peygamber ve peygamberliğin, resul ve risaletin yüce Allah’a özgü tek ve ortaksız ilahlığın, ayrıca yaratılmış olan herkes ve her şeyi kapsayan kulluğun tabiatına ilişkin gerçeği eksiksiz olarak ortaya koymak, iyice belirginleştirmek, bu konuda karanlık bir nokta bırakmamak ïçin gelmiştir. Kulluğun kapsamına giren kimseler arasında Allah’ın görevlendirdiği nebi ve resuller de vardır: Onlar salih birer kuldurlar. İnsanlardan farklı yaratıklar değildirler. İlahlığa özgü hiçbir özellik taşımazlar. Cinler alemi ile ya da sihirli gizlilikler dünyası ile bir ilişkileri sözkonusu değildir. Yalnızca Allah’dan vahiy alıyorlar ve bunun ötesinde -Allah, dilediği zaman için vermedikçe- bir mucize gösterme gücüne sahip değildirler. Onlar da birer insandırlar. Peygamber olarak seçilmişler ama, Allah’ın yarattığı diğer varlıklar gibi Allah’a kul oluşları kalıcıdır.
Bu sırada nübüvvet ve risaletin tabiatını, nebi ve resulün hareket alanlarını belirginleştiren, akıl ve fikirleri putçuluğun tüm birikintilerinden arındıran, daha önce ehli kitabın inançlarını bozan ve onları hurafeleriyle, efsaneleriyle putçuluğa geri götüren örnekler de mevcuttur.
Saydığımız bu gerçekleri belirginleştiren örnekler, müşriklerden kaynaklanan pratik meydan okumaları karşılama amacına yönelikti. Hiçbir zaman zihinsel bir tartışma içïn inmemişti ayetler. Metafizik Fizik ötesi felsefi bir araştırma sözkonusu değildi. Bu gerçekleri belirginleştirme, iyice vurgulama eylemi realiteyi karşılayan bir hareketti. Bu, realiteyle girişilmiş fiili bir cihattı.
“Kâfirler “Muhammed’e, Rabbinden bir mucize indirilseydi ya” derler. Oysa sen sadece bir uyarıcısın ve her toplumun bir doğru yol göstericisi vardır. “(Ra’d Suresi 7)
-“Kâfirler “Muhammed’e, Rabbi tarafından somut bir mucize indirilseydi ya” derler. Onlara de ki; Allah dilediğini saptırır ve kendisine yöneleni doğru yola iletir.” (Ra’d Suresi 27)
-“Ey Muhammed, sana vahyettiğimiz mesajı kendilerine okuyasın diye seni öyle bir ümmete gönderdik ki, onlardan önce bir çok ümmetler gelip geçmiştir. Onlar rahmeti bol olan Allah’ı tanımıyorlar. Onlara de ki; “Benim Rabbim O dur. O’ndan başka ilah yoktur, ben yalnız O’na dayandım, dönüş O’nadır.” (Ra’d Suresi 30)
-“Biz senden önce de nice peygamberler gönderdik, onlara da eşler ve çocuklar verdik. Allah’ın izni olmadıkça hiçbir peygamber mucize göstermeye yetkili değildir. Her belirli sürenin, her dönemin ayrı bir kitabı vardır.” (Ra’d Suresi 38)
“-Kâfirlere yönelttiğimiz bazı tehditleri sana göstersek de ya da daha önce canını alsak da senin görevin, mesajımızı duyurmaktır, insanları hesaba çekmek bize düşer.” (Ra’d Suresi 40)
Böylece risaletin tabiatı ve resulün yetki alanı belirginleşmiş oluyor. Peygamber sadece bir uyarıcıdır. Açıklamaktan, kendisine vahyedilen gerçekleri insanlara okumaktan başka bir görevi yoktur. Allah izin vermedikçe bir mucize gerçekleştirmesi mümkün değildir. O bir kuldur. Allah da O’nun Rabbidir. O’na dönecektir, O’na sığınacaktır. O, her insan gibi evlenir, çoluk çocuk sahibi olur. İnsanlık neyi gerektiriyorsa, hepsini yapabilen bir insandır. Yüce Allah`a yönelik kulluğunu bütün gerekleri ile birlikte sürdürür her zaman.
İslâm inancındaki bu yalınlık, sadelik sayesinde, peygamber ve peygamberliğin tabiatı etrafında tasavvur edilen düşünsel boşluk ve karanlık ortamdan beslenen bu hurafe ve efsaneler sona erdi. Tevhid inancı bu tür şaşkın düşüncelerden kurtarıldı. O zamanlar kiliselerin benimsediği inanç sistemi ve çeşitli putperest inanç sistemleri, bu tür karışık düşüncelerle dolup taşmıştı. Bu karışık düşünceler, Hz. İsa (a.s.)’nın getirdiği semavi inanç sistemi olan Hristiyanlığı, otaya çıkışının birinci yüzyılından itibaren tabiatı ve gerçek mahiyeti bakımından putperest bir inanç sistemine dönüştürdüler. Gerçek Hristiyanlığa göre Hz. İsa, Allah’ın bir kuluydu ve Allah izin vermedikçe bir mucize gösteremezdi!
Yüce Allah’ın şu sözünde yeralan apaçık gerçeği de ele almadan bu konuyu bitirmek istemiyoruz:
“Kâfirlere yönelttiğimiz bazı tehditleri sana göstersek de ya da daha önce canını alsak da senin görevin mesajımızı duyurmaktır, insanları hesaba çekmek bize düşer.” (Ra’d Suresi 40)
Bu söz kendisine Rabbi tarafından vahiy gelen ve insanlara bu inanç sistemini duyurmakla sorumlu tutulan Hz. Peygambere -salât ve selâm üzerine olsun söyleniyor. Özetle şu denmek isteniyor: Bu dinin durumu O’nu ilgilendirmez. Bu davanın sonunu tayin etmek O’nun yetkisinde değildir. Onun görevi açıklamaktır, insanları doğru yola iletmek değil. İnsanlara hidayet etme yetkisi tek başına Allah’a aittir. İster yüce Allah, onun milletinin akıbetine ilişkin olarak yönelttiği tehditlerin bir kısmını gerçekleştirsin, ister bunları gerçekleştirmeden önce O’nun canını alsın farketmez… Hangisi olursa olsun, hiçbiri O’nun görevinin mahiyetini değiştiremez. Evet O’nun görevi duyurmaktır. Bundan sonra onları hesaba çekmek de Allah’a aittir. Bunun dışında davetçinin tabiatına ilişkin bir soyutlama ve görevine ilişkin bir sınırlandırma sözkonusu değildir. O’nun görevi belirlenmiştir. Bu davaya ilişkin her meselede ve diğer tüm konularda karar yetkisi yüce Allah’a aittir.
Bununla Allah’ın dinine davet edenler, Allah’ın yetkisinde olan bir şeye karşı saygılı olmayı öğreniyorlar. Elde edilecek sonuçlar ve gelecekte varılacak noktalar konusunda acele etmemelidirler. İnsanların doğru yola gelmesi için acele etmek onlara düşmez. Yüce Allah’ın doğru yolu bulanlara ve onu yalanlayanlara ilişkin vaadinin çabucak gerçekleşmesini istememelidirler. Şöyle dememelidirler: “Çok davet ettik, ama az kişi bizim davetimizi kabul etti.” Ya da “uzun süre sabrettik, ama yüce Allah biz hayatta iken zalimleri zulümlerinden dolayı cezalandırmadı”… Onların görevleri sadece açıklamaktır… İnsanların dünya ya da ahiretteki hesabı ise kulların yetkisinde değildir. İnsanların hesabını görmek yüce Allah’ın yetkisindedir. O halde -yüce Allah’ın yetki alanına saygılı olmanın gereği ve O’na kul olduklarını itiraf etmenin ifadesi olarak- bu sahayı yüce Allah’a bırakmalıdırlar: O dilediğini ve seçtiğini yapar…
Ayrıca bu sure Mekke’de inmiştir… Bu yüzden Hz. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- Mekke’deki görevini “duyurma” ile sınırlandırmaktadır. Çünkü “cihad” henüz farz kılınmamıştı. Bundan sonra da duyurunun ardından cihad etmesi emredildi. Bunu da bu dinin hareket metodunun tabiatı ile birlikte değerlendirmek gerekir. Bu surede yeralan hükümler hareketliliği öngören ve davet hareketi ile realitesi içiçe olan hükümlerdir. Ayrıca davetin ihtiyacını ve pratik durumu karşılayan hükümlerdir. İşte bu nokta günümüzde, bu din hakkında “araştırma” yapanların çoğunun habersiz olduğu bir noktadır. Onlar sürekli “araştırma” yapıp hiç “hareket” etmediklerinden dolayı Kur’an hükümlerinin konumlarını ve bu dinin pratik realitesiyle olan ilgisini kavrayamıyorlar.
Birçoğu “senin görevin mesajımızı duyurmaktır, insanları hesaba çekmek bize düşer” gibi ayetleri okuyup davetçilerin görevlerinin duyurma ile sınırlı olduğu sonucunu çıkarıyorlar. Mesajı duyurdular mı üzerlerine düşeni yapmışlar demektir. Cihada gelince, vallahi bu adamların düşüncelerinde yeri var mı yok mu? bilmiyorum!
Nitekim bu ayeti ve benzeri ayetleri okuyanların bir kısmı da cihadı tamamen geçersiz saymıyorlar ama, sınırlandırma getiriyorlar ve bu ayetin Mekke’de cihadın farz kılınmasından önce indiğini anlamıyorlar. Kur’an ayetlerinin İslâma davet hareketi ile olan ilişkilerini kavrayamıyorlar. Bunun nedeni onların bu dinle birlikte hareket etmemeleri, sadece onu yerlerinde oturup sayfalar arasında okuyup incelemeleridir. Oysa bu dini yerlerinde oturanlar kavrayamaz. Oturanların dini değildir İslâm.
Bununla beraber, `açıklama’ Hz. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- uygulamasının temelidir. Ondan sonra bu dine davet edenlerin her zaman uyguladıkları bir ilkedir. Ayrıca tebliğ, cihadın ilk aşamasıdır ve bu ilke sağlıklı bir şekilde uygulandığı, yani ayrıntı sayılan gerçeklerden önce bu dinin temel gerçeklerinin açıklanması hedeflendiği zaman… Diğer bir ifade ile daha ilk adımdan itibaren yüce Allah’ın tek ve ortaksız ilahlığının, Rabblığının ve egemenliğinin ilanı hedeflendiği zaman… İnsanların sadece yüce Allah’a kulluk yapması, ona boyun eğip ondan başkasına boyun eğmemelerini sağlamayı amaçladığı zaman… Evet bunları hedeflediği zaman “duyurma” hareketi sağlıklıdır demektir. Hiç kuşkusuz cahiliye, Allah’ın dinine davet edenleri, duyurma görevini yerine getirenleri karşı çıkma, meydan okuma, sonra eziyet etme ve savaş açma gibi reaksiyonlarla karşılayacaktır. İşte o zaman cihad aşaması gündeme gelir. Bu durum sağlıklı bir tebliğin doğal ve kaçınılmaz sonucudur:
“Böylece her peygamberin karşısına ayı günahkârlardan bir düşman çıkardık.” (Furkan Suresi 31)
İşte yol budur… Bunun dışında izlenecek başka bir yol yoktur.
SEBEP SONUÇ İLİŞKİSİ
Sonra surenin içerdiği bir diğer işaret üzerinde duruyoruz. Sure insanın niyeti ile hareketi, eğilimi ile akıbetinin sınırlandırılması arasındaki ilgi konusunda kesin sözü söylüyor. İnsanın davranışları sonucu yüce Allah’ın iradesinin yerine geldiğini vurguluyor. Bunun yanında olup biten her şeyin Allah’ın belirlediği özel bir kaderle meydana geldiğini, gerçekleştiğini belirtiyor. Bu konuya ilişkin olarak surede yeralan ayetlerin bütünü, bu önemli sorun hakkındaki İslâmın bakış açısını olanca niteliği ile ortaya koymaktadır. Aşağıya alacağımız örnekler bunu yeterince göstermektedir.
“Herhangi bir toplum tutumunu değiştirmedikçe Allah onun konumunu değiştirmez. Allah, bu toplumun herhangi bir kötülüğe uğramasını dileyince onu hiç kimse önleyemez. İnsanların Allah’dan başka hiçbir koruyucu, kayırıcısı yoktur.” (Ra’d Suresi 11)
“Rabblerinin çağrısına olumlu cevap verenlere karşılıkların en güzeli verir. O’nun çağrısına olumlu karşılık vermeyenlere gelince, eğer dünyada bulunan her şey, bir kat fazlası ile ellerinde olsa, bütün bunları kurtuluş fidyesi olarak verirlerdi. Böylelerini kötü bir hesaplaşma işlemi bekliyor, varacakları yer cehennemdir; orası ne fena bir barınaktır.” (Ra’d Suresi 18)
“…Onlara de ki; “Allah, dilediğini saptırır ve kendisine yöneleni doğru yola iletir.”
“Onlar iman etmişlerdir ve kalpleri Allah’ı anmakla huzura kavuşur. Haberiniz olsun ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzura erebilir.” (Ra’d Suresi 27) “…Dilese, Allah’ın bütün insanları doğru yola ileteceğini, mü’minler hala kesinlikle anlamadılar mı? (Ra’d Suresi 31)
“… Aslında kâfirlere entrikaları, düzenbazlıkları çekici göründü de doğru yoldan saptırıldılar. Allah’ın saptırdığını hiç kimse doğru yola iletemez. (Ra’d Suresi 33)
Bu ayetlerin ilkinden açıkça anlaşılıyor ki, bir toplum durumunu değiştirmeye ilişkin yüce Allah’ın iradesi, yine bu toplumun kendi hareketleri niyet ve eylemlerinde yaptıkları pratik ve bilinçli değişiklikler doğrultusunda devreye giriyor, fonksiyonunu yerine getiriyor. Bu toplumun niyet ve eylem olarak sahip olduğu şeyi değiştirdiği zaman yüce Allah, onların kendi kendilerine yaptıkları değişiklik doğrultusunda durumlarını değiştirir. Eğer durumları yüce Allah’ın onlara kötülük dilemesini öngörüyorsa, bu dileme gerçekleşir ve hiç kimse bunu engelleyemez. Hiçbir şey onları Allah’a karşı koruyamaz. O’nun dışında bir dost; bir yardımcı da bulamazlar.
Fakat, eğer onlar Rabblerinin çağrısına olumlu karşılık verirlerse ve bu olumlu yaklaşım doğrultusunda kendi kendilerini değiştirirlerse, yüce Allah, onlara iyilik dileyecek ve bu iyiliği onların lehinde dünya hayatında ya da ahirette veya her ikisinde gerçekleştirecekti. Rabblerinin çağrısına olumlu karşılık vermediklerinde ise, onlar hakkında kötülük dileyecek, dolayısıyla kötü bir cezayı hakedeceklerdir. Onun çağrısına olumlu karşılık vermeyen kişiler olarak hesap verme günü, O’nun huzuruna geldiklerinde hiçbir şey onları bu kötü akıbetten kurtaramayacaktır.
İkinci ayetten de açıkça anlaşılıyor ki, insanların yüce Allah’ın çağrısına olumlu ya da olumsuz karşılık vermeleri onların niyet ve eylemleriyle doğrudan bağlantılıdır. Yüce Allah’ın onlara ilişkin iradesi onların bu niyetleri ve eylemleri doğrultusunda gerçekleşir.
Üçüncü ayete gelince; ayetin baş tarafı, yüce Allah’ın dilediği kimseyi saptırmada özgür iradeye sahip olduğunu vurgulamaktadır. Ayetin devamında ise; “Allah kendisine yöneleni doğru yola eriştirir” deniliyor. Böylece yüce Allah’ın kendisine yönelen kimse için hidayete erdirmeyi takdir ettiği gerçeği ortaya çıkıyor. Bu da gösteriyor ki, yüce Allah kendisine yönelmeyeni, çağrısına olumlu karşılık vermeyeni saptırır. Dolayısıyla kendisine yönelip olumlu karşılık vereni saptırmaz. Bu gerçek yüce Allah’ın şu ayette yeralan vaadine uygun düşmektedir: “Bizim uğrumuzda çaba sarfedenleri yollarımıza iletiriz.” (Ankebut Suresi 69) Bu münasebetle şu hidayetle şu sapıklık yüce Allah’ın kullara ilişkin iradesinin sonucudur. Bu irade de kulların kendi kendilerine yaptıkları değişiklik ile Allah’ın çağrısına olumlu karşılık verme ya da karşı çıkma niyetleri doğrultusunda devreye girer.
Dördüncü ayet, şayet yüce Allah dileseydi bütün insanları doğru yola iletebilirdi gerçeğini vurgulamaktadır. Bu ayetlerin tümünün ışığında şu anlama geldiği ortaya çıkmaktadır: Şayet yüce Allah dileseydi bütün insanları sadece doğru yolu bulma yeteneğine sahip kimseler olarak yaratırdı. Ya da onları doğru yola girmeye zorlardı. Ne var ki, yüce Allah onları şimdi olduğu gibi hem doğru, hem de eğri yola yönelebilme yeteneğine sahip kimseler olarak yaratmış, bundan sonra da onları doğru yola girmeye ya da eğri yola girmeye zorlamamıştır. (Yüce Allah böyle yapmaktan uzaktır, yücedir) Sadece onlara ilişkin iradesini, onların doğru yolun kanıtlarına, imanın işaretlerine karşı olumlu ya da olumsuz yaklaşımları doğrultusunda yürürlüğe koymuştur.
Beşinci ayet, kâfirlerin İslâm ve müslümanlara karşı kurdukları tuzakların kendilerine hoş göründüğünü ve bu yüzden doğru yola girmekten alı konduklarını ifade etmektedir. Bu ve benzeri ayetleri tek başına ele almak insanları, İslâm düşünce tarihinde cebir (zorlama) ve ihtiyar (özgür seçim) sorunu etrafında bilenen tartışmalara sürüklemiştir. Oysa bu ve benzeri ayetleri, Kur’an’ın bütünü içerisinde ele almak, insana kapsamlı bir düşünce kazandırmaktadır. Buna göre, bu hoş görünme ve doğru yoldan alıkonma kâfir olmaktan ve Allah’ın çağrısına olumlu karşılık vermemekten kaynaklanmaktadır. Yani kâfirlerin yüce Allah’ın kendileri aleyhinde yaptıklarını, süslü göstermeyi ve doğru yoldan. alıkoymayı irade etmesini gerektirecek şekilde, kendi kendilerine yaptıkları değişiklikten kaynaklanmaktadır.
Konunun iyice anlaşılması için vurgulanması gereken son bir şey daha kalıyor… Bu konu etrafında bütün mezheplerde, düşünce akımlarında birçok tartışmalar olmuştur… Bu mesele şudur: İnsanların kendilerine ilişkin besledikleri niyetler bizzat sonuçları doğurmaz. Çünkü sonuçlar ancak yüce Allah’ın takdiriyle meydana gelen olaylardır. Evrende olup biten her şey ancak yüce Allah’ın belirlediği özel bir kader uyarınca meydana gelmekte, olup bitmektedir.
O’nun isteği ile gerçekleşmekte, O’nun iradesiyle tamamlanmaktadır. “Kuşkusuz biz her şeyi bir plan uyarınca yaratmışız.” (Kamer Suresi 49) Evren düzeninde mekaniklik yoktur. Bizzat sonuçları vareden sebeplerin kaçınılmazlığı sözkonusu değildir. Çünkü sebep de sonuç gibi belli bir kader uyarınca yaratılmış şeylerdir. İnsan niyetinin kendi kendine bütün yapabildiği, ilahi iradenin bu niyet uyarınca gerçekleşmesini sağlamasıdır. Fakat bu iradenin yürürlüğe girmesi ve meydana getirdiği pratik sonuçları, olup biten her şeyi kapsayan Allah’ın kaderi doğrultusunda gerçekleşmektedir. “Her şey O’nun katında belirli bir ölçüye bağlıdır.” (Ra’d Suresi 8)
Bu düşünce -surenin akışı içinde ayeti ele alırken de değindiğimiz gibi- insan denen varlığın tüm evren düzeni içindeki üstünlüğünü, şerefini arttırdığı gibi, omuzlarına yüklenen sorumluluğun büyüklüğünü de arttırmaktadır. Çünkü bütün yaratıklar içerisinde, yüce Allah’ın iradesinin kendi niyeti ve eylemi doğrultusunda gerçekleşmesini hakeden sadece insandır. Ne büyük sorumluluk!.. Ve tabii ne büyük onur!..
BOZULMAMIŞ FITRAT
Ayrıca bu sure, küfrün ve bu dinin getirdiği gerçeği kabul etmemenin; insan bünyesinin bozulmuşluğunu, insanın bünyesinde yeralan fıtri alıcı cihazların işlevsiz hale gelişini ve insan tabiatının çürüyüp dengesiz bir hale geldiğini açıkça ifade etmektedir. Çünkü dengeli olduğu, silik bir karakter arzetmediği, devre dışı bırakılmadığı ve dejenere olmadığı taktirde kendisine bu gerçek sunulduğunda, Kur’an’ın yönteminde olduğu gibi açıklandığında, iman edip müslüman olmak suretiyle bu gerçeğe olumlu karşılık vermeyecek bir insan fıtratı sözkonusu değildir. İnsan fıtratı bu gerçeğe yatkın bir tabiata sahiptir. Şayet insan fıtratı bu gerçeği kabullenmekten alıkonuyorsa bu, kişinin yakalandığı bir hastalıktan dolayıdır. Bu yüzden kişi, kendisi için hidayetten başkasını seçmektedir. Bu hastalık insanın sapıklığı haketmesine, sonuçta da azaba uğramasına neden olmaktadır. Nitekim yüce Allah bir başka surede şöyle buyurmaktadır:
“Dünyadaki haksız yere büyüklük taslayanları ayetlerimden uzak düşüreceğim. Onlar görecekleri hiçbir ayete inanmazlar, eğer doğru yolu görseler de o yola girmezler. Fakat sapık yolu görünce hemen ona koyulurlar. Bunun sebebi onların ayetlerimizi yalanlamaları, umursamamalarıdır.” (A’raf Suresi 146)
Bu surede, küfrün özelliğini gözler önüne seren, inkâr etmenin körlük ve basiretin kapanması olduğunu vurgulayan benzeri ayetler çokça yeralmaktadır. Surede yeralan bu ayetler, doğru yolda olmanın, hidayete ermenin insan bünyesinin bu körlük hastalığından uzak olduğunu, içindeki algılama yeteneklerinin sağlıklı olduğunu gösterdiğini de vurgulamaktadır. Yine bu ayetler bu evrenin safhalarında düşünenler, aklını kullananlar için gerçeği gözler önüne seren sayısız kanıt bulunduğunu ifade etmektedir.
“Rabbim tarafından sana indirilen mesajın gerçek olduğunu bilen kimse hiç kör ile bir olur mu? Ancak sağduyu sahipleri öğüt alırlar.”
“Onlar Allah’a verdikleri sözü tutarlar, anlaşmalarını bozmazlar.” “Yine onlar, Allah’ın sürdürülmesini emrettiği ilişkileri sürdürürler, Rabblerinden korkarlar ve kötü hesaplaşmadan ürkerler.”
“Yine onlar, Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak amacı ile sabrederler, namazı kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan gizlice ve açıkça hayır yolunda harcarlar, kötülüğü iyilikle savarlar. İşte geçici dünyanın ardından gelecek olan mutlu akıbet onları bekliyor.” (Ra’d Suresi 19-22)
“Kâfirler “Muhammed’e, Rabbi tarafından somut bir mucize indirilseydi ya” derler. Onlara de ki; “Allah, dilediğini saptırır ve kendisine yöneleni doğru yola iletir.”
“Onlar iman etmişlerdir ve kalpleri Allah’ı anmakla huzura kavuşur. Haberiniz olsun ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzura erebilirler.”
“İman edip iyi ameller işleyenlere ne mutlu, onları güzel bir gelecek beklemektedir.” (Ra’d Suresi 27-29)
“O yerin alanını geniş yaptı; orada köklü dağlar ve nehirler varetti; bütün ürünleri, bütün bitkileri çift olarak yarattı; O geceyi gündüzün üzerine örter. Hiç kuşkusuz bunlarda düşünen kimseler için ibret dersleri vardır.”
“Yeryüzünde birbirine bitişik, farklı yapıda toprak parçaları; üzüm bağları, ekinler ve çatallı-çatalsız hurma ağaçları vardır; hepsi aynı su ile sulanır, fakat ürünleri arasında fark gözetiriz. Hiç kuşkusuz bunlarda aklı erenler için birçok ibret dersleri vardır.” (Ra’d Suresi 3-4)
Yüce Allah’ın şahitliği ile gerçeğe olumlu karşılık vermeyenlerin körler oldukları vurgulanmış oluyor. Buna göre onlar düşünmüyorlar, akıllarını kullanmıyorlar. Yüce Allah tarafından gönderilen gerçek içerikli mesaja olumlu karşılık verenler ise, yine Allah’ın şahitliği ile akıl sahipleridirler. Onların kalpleri Allah’ı anmakla huzura kavuşur. Kalpleri bu gerçeği hemen tanır. Daha önce fıtratın derinliklerinden kabul etmeye yatkın olduğu bu gerçekle hemen ilgi kurar, durulur, böylece huzura kavuşur.
İnsan yüce Allah’ın bu sözünün kanıtlarını Allah’ın dininin içerdiği ve Allah’ın peygamberi Hz. Muhammed’in -salât ve selâm üzerine olsun- eksiksiz şekliyle getirdiği gerçekten yüz çevirenlerle karşılaştıkça görüyor. Bunlar hastalıklı, sağlıksız, dejenere olmuş nesillerdir. Olsa olsa bünyeleri en önemli faktörünü yitirmiş, bu yüzden çevresindeki varlık bütününün yüklendiği mesajı algılamayan kimselerdir bunlar. Çevrelerinde yeralan varlık bütünü, Rabbini hamdederek tesbih ettiğinin; O’nun birliğini, gücünü, plan ve takdirini ifade ettiğinin farkında değildirler.
Bu gerçeğe inanmayanların yüce Allah’ın şahitliği ile kör oldukları kesinleştikten sonra, Allah’ın peygamberine inandığını ve bu Kur’an’ın Allah katından vahyedildiğine iman ettiğini iddia eden bir müslümanın hayatla ilgili herhangi bir meselede bu körlere başvurması olacak iş değildir. Özellikle bu başvuru, insan hayatına hükmeden sosyal düzenle ya da insan hayatına dayanan değer yargıları ve ölçülerle veya toplumu şekillendiren gelenekler, örfler, töreler, görenekler, davranış biçimleri ve hayat kurallarıyla ilgili olunca…
İslam dışı bütün düşüncelere karşı topyekün tavrımız bundan ibarettir. Elbette pozitif bilimler ve bunların pratik uygulamaları bu genellemenin dışındadır. Nitekim Allah’ın elçisi -salât ve selâm üzerine olsun- bu gerçeği şu şekilde işaret etmektedir: “Dünyanızın işlerini siz benden daha iyi bilirsiniz.” O halde yüce Allah’ın yol göstericiliğini bilen, Allah’ın peygamberinin getirdiği bu gerçeği anlayan bir müslümanın yol göstericiliğini onaylamayan ve bunun gerçek olduğunu bilmeyen birine bir öğrenci gibi bir şeyler öğrenmek üzere başvurması kesinlikle mümkün değildir. Çünkü, bu Allah’ın şahitliği ile kördür ve bir müslüman Allah’ın şahitliğini reddedemez. Böyle yaparsa müslüman olduğunu iddia edemez.
Hiç kuşkusuz bu dini ciddiye almalıyız. Direktiflerine kesin gözüyle bakmalıyız. Bu tür meselelerde beliren en ufak bir ciddiyetsizlik, cıvıklık, inancın ciddiyetsizliğini, cıvıklığını gösterir. Eğer yüce Allah’ın şahitliği reddedilmiyorsa, mesele bu şekilde algılanmalıdır. Bu şekildeki durum apaçık küfürdür çünkü.
En garip olanı da, günümüzde birtakım insanların müslüman olduklarını iddia etmeleri, sonra da hayat sistemlerini, yüce Allah’ın haklarında “bunlar kördür” dediği bu veya şu kimselerden edinmeleri, buna rağmen de kendilerinin müslüman olduklarını iddia etmeye devam etmeleridir.
Bu din ciddi bir dindir. Cıvıklığa, kaypaklığa tahammül edemez. Tüm hükümleri kesindir ve ciddiyetsizlik kabul etmez. Her hükmü ve her kelimesi gerçeğin ta kendisidir.
Kendisinde bu ciddiyeti, bu kararlılığı ve bu sağlamlığı bulamayan biriyle bu dinin hiçbir ilgisi yoktur. Ve yüce Allah’ın alemlere ihtiyacı yoktur.
Cahiliyeye göre şekillenen insan hayatının realitesi müslümanın duygularına baskı yapıp, onu, hayat sistemi için cahiliyeye başvurmaya zorlamamalıdır. Hz. Muhammed’in -salât ve selâm üzerine olsun- getirdiği dinin gerçek olduğunu ve bunun gerçek olduğunu bilmeyen birinin “kör” olduğunu bildiği halde bu köre uymamalıdır. Yüce Allah’ın şahitliğine rağmen herhangi bir konuda ona başvurmamalıdır.
HAYATI YÖNLENDİREN GERÇEK
Sözü bağlarken bu surenin zihinlere yerleştirdiği ve bu dinin yapısında önemli bir yol tutan son bir işaret önünde duruyoruz.
Kuşkusuz şu yeryüzünde insanlık hayatında başgösteren fesatla, yüce Allah’ın insanları iyiye, güzele, doğruya iletmek için gönderdiği gerçeği görmeme arasında sıkı bir ilişki vardır. Çünkü yüce Allah’ın fıtratla yaptığı sözleşmeye olumlu karşılık vermeyenler ve gerçek olduğunu bildikleri halde onun katından gelen hak dini kabul etmeyenler, evet yeryüzünde bozgun çıkaranlar bunlardır. Ama Allah katından gelenin gerçek olduğunu bilenler ve O’na olumlu karşılık verenler yeryüzünü ıslah edip hayatlarını tertemiz kılan kimselerdir.
“Rabbin tarafından sana indirilen mesajın gerçek olduğunu bilen kimse hiç kör ile bir olur mu? Ancak sağduyu sahipleri öğüt alırlar.”
“Onlar Allah’a verdikleri sözü tutarlar, anlaşmalarını bozmazlar.”
“Yine onlar, Allah’ın sürdürülmesini emrettiğini sürdürürler, Rabblerin den korkarlar ve kötü hesaplaşmadan ürkerler.”
“Yine onlar, Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak amacı ile sabrederler, namazı kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan gizlice ve açıkça hayır yolunda harcarlar, kötülüğü iyilikle savarlar.. İşte geçici dünyanın ardından gelecek olan mutlu akıbet onları bekliyor.” (Ra’d Suresi 19-22)
“Allah’a vermiş oldukları sözü kesin bir taahhüt haline getirdikten sonra bozanlara, Allah’ın sürdürülmesini emréttiği ilişkileri kesenlere ve yeryüzünde bozgunculuk çıkaranlara gelince onlara lânet vardır ve dünyayı izleyecek olan kötü akıbet kendilerini beklemektedir.” (Ra’d Suresi 25)
İnsanlığın, yönetimin önderliğini Hz. Muhammed’e -salât ve selâm üzerine olsun- indirilen kitabın gerçek olduğunu bilen, dolayısı ile yüce Allah’ın insan fıtratından, Adem ve zürriyetinden, sadece kendisine kulluk yapacaklarına, onun egemenliğine gireceklerine, hiçbir konuda ondan başkasına başvurmayacaklarına sadece onun emir ve yasaklarına uyacaklarına ilişkin olarak aldığı söze bağlı kalan, bu yüzden yüce Allah’ın sürdürülmesini emrettiği ilişkileri sürdüren, Rabblerinden korkan ve O’nun yasakladığı ve öfkelendiği bir şeyi işlemekten çekinen, hesap gününde kötü bir akıbetten korkan, her davranışlarında her yaptıklarında ahireti hesaba katan, dosdoğru olmanın gerektirdiği tüm yükümlülükleri ile birlikte Allah’la yapılan bu sözleşmeye eksiksiz uymada sabır gösteren, namazı kılan, yüce Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği şeylerin bir kısmını gizli-açık Allah yolunda ihtiyaç sahiplerine veren, yeryüzünde iyiliği ve doğruluğu egemen kılmakla kötülüğü, fesadı bertaraf eden basiretli akıl sahipleri ele almadıkça, insanlık hayatı ıslah olmaz.
İnsanlığın dünya üzerindeki hayatı, sadece Allah’ın yol göstericiliğine göre hareket eden hayatı O’nun sistemi ve yol göstericiliği doğrultusunda şekillendiren bunun gibi basiretli bir önderliğin yönteminde ancak ıslah olur. Bu hayat, kör sapıkların yönetiminde ıslah olmaz. Sadece Hz. Muhammed’e -salât ve selâm üzerine olsun- indirilenin gerçek olduğunu bilmeyen, bu yüzden yüce Allah’ın salih kulları için hoşnut olduğu sistemin dışındaki sistemlere uyan bu adamların yönetiminde insana yakışır, sağlıklı bir hayat sürdürmek mümkün değildir. İnsan hayatı feodalizmle, kapitalizmle ıslah olmadığı gibi, komünizmle, bilimsel sosyalizmle de ıslah olmaz. Bunların tümü de Hz. Muhammed’e salât ve selâm üzerine olsun- indirilenin gerçek olduğunu bilmeyen körlerin ortaya koyduğu sistemlerdir. Evet sadece Hz. Muhammed’e -salât ve selâm üzerine olsun- indirilen sistem gerçektir ve bu sistemden vazgeçmek ya da bu sistemi değiştirmek doğru değildir. İnsanlık hayatı diktatörlük ya da demokrasi yönetimleri ile normal ve düzenli şekilde sürmeyeceği gibi, teokrasi idaresi ile de normal ve düzenli şekilde yoluna devam etmez. Bunlar, körlerin, ortaya koyduğu sistemler olmaları bakımından aynıdırlar. Allah’ı bir yana bırakıp kendi Rabblıklarını ilan eden sapık körlerin koyduğu sistemlerdir bunlar. Bu sistemlerdeki yönetim ve hayat metodunu belirleyen bu körlerdir. Bunlar yüce Allah’ın izni olmaksızın insanlar için kanunlar koyarlar. İnsanlar da konulan bu kanunlara kulluk ederler. Böylece Allah’dan başkasının dinine girmişlerdir.
Kur’an ayetine dayanarak yaptığımız bu açıklamanın kanıtı, yirminci yüzyılın cahiliyesinde tüm yeryüzünü kaplayan azgın fesattır. Yeryüzünün doğusunda, batısında zavallı insanlığı kıskacına alan uğursuz bedbahtlıktır. Bu açıdan feodalist ve kapitalist rejimlerle komünist ve bilimsel sosyalist rejimler arasında fark yoktur. Yönetim biçiminin diktatörlük ya da demokrasi olması farketmiyor. Bu rejimlerin ve yönetim biçimlerinin tümü de insanlığa fesat, çöküntü, mutsuzluk ve bunalım getirmekle eşittirler. Çünkü tümü de sadece yüce Allah tarafından Hz. Muhammed’e -salât ve selâm üzerine olsun- indirilen dinin gerçek olduğunu bilmeyen, yüce Allah’la yapılan fıtri sözleşmeye ve O’nun şeriatına bağlı kalmayan, hayatlarında Allah’ın sistemine ve yol göstericiliğine uymayan kör sapıkların ürünü olmak bakımından birbirlerinden farksızdırlar.
Müslüman -Allah’a olan inancından ve Hz. Muhammed’e indirilen kitabın gerçek olduğunu bildiğinden- Allah’ın sisteminin dışındaki tüm sistemleri, bütün toplumsal ya da ekonomik ideolojileri, yüce Allah’ın koyduğu ve kullarından salih olanların uyması için hoşnut olduğu biricik sistemin, mezhebin ve şeriatın dışındaki tüm siyasal rejimleri elinin tersi ile iter, onları reddeder.
Allah’ın koyduğu sistemin dışında herhangi bir rejimin ya da hükmün veya sistemin yasallığını sadece tanımak bile insanı Allah’a teslim olmanın sınırlarının dışına çıkarır. Allah’a teslim olmak başkasının değil, sadece O’nun dininin yönetimine girmektir, hükümranlığı tek başına Allah’a özgü kılmaktır…
Bu tanıma eylemi İslâmın temel anlamının zorunluluğuna karşıt olmasının ötesinde de bizzat yeryüzündeki halifelik görevini kör sapıklara teslim etmek anlamına gelmektedir. Ona söz verdikten sonra Allah’ın ahdini ihlal eden Allah’ın sürdürmesini emrettiği ilişkileri kesip koparan ve yeryüzünde fesat çıkaran kör sapıkların yeryüzündeki egemenliklerini tanımak demektir. Çünkü yeryüzündeki fesat tamamıyle körlerin önderliği ile bağlantılıdır.
İnsanlık, tüm tarihi boyunca hep mutsuz yaşamıştır. Kör sapıkların önderliğindeki değişik sistemlerin, rejimlerin ve kanunların arasında bocalayıp durmuştur. Asırlar boyu filozof, düşünür, kanun koyucu ve politikacı kılığına bürünmüş, bu kör sapıkların elinde oyuncak haline gelmiştir. Hiçbir zaman mutluluğu yakalayamamıştır. İnsanlık bakımından hiçbir ilerleme kaydetmemiştir.
Ve asla yüce Allah’ın yeryüzündeki halifesi olacak dereceye gelmemiştir. Ama insanların ilahi sistemin gölgesinde yaşadıkları, her bakımdan dengeli hayat metodunun egemen olduğu dönemler bu genellemenin dışındadır.
Bunlar surede ön plana çıkan bazı işaretlerdir. Elimizden geldiğince açıklamaya çalıştık bu işaretleri. Ama onları tümüyle ele aldığımızı söyleyemeyiz, sadece kısaca değindik.
Bize bu gerçekleri gösteren Allah’a hamdolsun. Eğer O bize bu gerçekleri göstermemiş olsaydı, hiç kuşkusuz biz bu gerçekleri göremeyecektik.
RA’D SURESİNİN SONU