EBU’L A’LÂ MEVDUDİ’NİN (RH.A.) BAKIŞ AÇISIYLA ŞUARA SURESİ 193. ve 200. AYETLER
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
193- Onu Rulu’l-Emin(120) indirdi.
194- Uyarıcı-korkutuculardan olman için, senin kalbinin üzerine (indirmiştir) .
195- Apaçık Arapça bir dille.(121)
196- Ve hiç şüphesiz, o (Kur’an) , geçmişlerin kitaplarında da vardır.(122)
197- İsrailoğulları bilginlerinin onu bilmesi onlar için ispatlayıcı bir delil (ayet) değil mi?(123)
198- Onu Arapça bilmeyen birine de indirmiş olsaydık,
199- Böylece onlara karşı onu okusaydı, yine ona iman edecek değillerdi.(124)
200- Biz onu, suçlu-günahkârların kalbine işte böyle geçirip-yürüttük.(125)
AÇIKLAMA
120. Yani, Bakara Suresi’nin 97. ayetinde anıldığı üzere Cebrail: “Deki: “Kim Cibril’e düşman olursa, ki o, kendinden öncekini doğrulayıcı ve müminler için hidayet ve müjde olarak onu senin kalbine tenzil etmiştir.” Burada Cebrail (a.s) için “Ruhu’l-Emin” ünvanının kullanılması, Kur’an’ın Allah tarafından değişim ve sallantıya maruz maddi bir vasıta aracılığı ile değil de, hiç bir maddiliği olmayan, bütünüyle güvenilir saf bir Ruh aracılığı ile vahyedildiğini ima etmek içindir. Bu Ruh, Allah’ın mesajlarını, kendisine emanet edilen şekil ve muhteva içinde aynen getirir; onun mesajlarla oynaması veya onlara şu veya bu şekilde eklemelerde bulunması mümkün değildir.
121. Bu cümle, “Ruhu’l-Emin indi” ile ilgili olabileceği gibi, “uyarıcı-korkutucular”lar da ilgili olabilir. Birinci durumda anlam, “Emin Ruh, onu açık Arapça ile getirdi” şeklinde olurken, ikinci durumda, “Hz. Peygamber (s.a) Hud, Salih, İsmail ve Şuayb (selam üzerlerine olsun) gibi kavimlerini Arapça’yı kullanarak korkutan peygamberlerdendir” şeklinde olur. Her iki durumda da amaç aynıdır: İlâhî mesaj ölü ve esrarengiz bir dille veya muamma ve bilmecelerle dolu bir dille değil, her Arap ve Arapça’yı bilen her Arap olmayanın kolayca anlayabileceği apaçık bir Arapça ile indirilmiştir. O halde, ondan yüz çevirenler, Kur’an’ın mesajını anlayamadıkları özrünü ileri süremezler. Onların küfür ve yüz çevirmelerinin tek nedeni, Firavun’un, Hz. İbrahim’in (a.s) kavminin, Hz. Nuh’un (a.s) ve Hz. Lut’un (a.s) kavminin, Ad, Semud ve Eykeliler’in tutulduğu aynı hastalığa tutulmuş olmalarıdır.
122. Yani, bu uyarı, ilahi mesaj ve öğretiler önceki kitaplarda da vardır. Bir Allah’a teslimiyet mesajı, ahirete inanç ve peygamberleri izlemeye çağrı, aynıyla tüm kitaplarda vardır. Allah’ın indirdiği bütün kitaplar şirki ve materyalist hayat anlayışını reddederek halkı, insanın Allah önündeki sorumluluğu anlayışına dayanan ve insandan rasûllerin getirip tebliğ ettiği İlâhî Hükümler karşısında bağımsızlığını terketmesini isteyen, gerçek ve sağlam hayat felsefesine çağırır. Bunların hiç biri, önce Kur’an’ın sunduğu yeni ve bilinmez şeyler değildir ve kimse de Hz. Peygamber’i (s.a.) , daha önce hiç bir peygamberden duyulmamış şeyler söylemekle suçlayamaz.
İmam Ebu Hanife’nin, Kur’an’ı Arapça aslıyla okuyabilsin veya okuyamasın, bir kişi namazda Kur’an’ın tercümesini okursa namazı geçerli olur şeklindeki ilk görüşünü destekleme konusunda öne sürülen delillerden biri de bu ayettir. Allame Ebu Bekir el-Cessas’a göre, bu iddianın temeli şudur: “Allah, Kur’an’ın önceki kitaplarda da olduğunu söylüyor; önceki kitapların hepsi Arapça değildi. O halde, eğer tercüme edilir ve başka bir dille sunulursa, bu da yine Kur’an olacaktır.” (Ahkamu’l-Kur’an, 3/429) .
Fakat bu iddianın zayıflığı ortadadır. Kur’an veya başka bir ilâhî kitap, Allah’ın peygambere anlamıyla ilham edip peygamberin onu halka kendi ifadesiyle sunması biçiminde vahyedilmemiştir. Her kitap, hangi dilde olursa olsun, ilâhî lafız ve anlamıyla birlikte vahyolunmuştur. O halde, Kur’an’ın öğretileri, önceki kitaplarda da beşerî değil, ilâhî lafızla vardır ve bunların tercümelerinden hiç biri ilâhî kitap veya onun temcilcisi olarak kabul edilemez. Ayrıca, bizzat Kur’an’da, Kur’an’ın Arapça olarak vahyedildiği tekrar tekrar ifade edilmiştir: “Biz onu Arapça bir Kur’an olarak indirdik” (Yusuf: 2) . “Ve işte böyle, biz onu Arapça bir hüküm olarak indirdik.” (Rad: 37) . “Eğrisiz, pürüzsüz Arapça bir Kur’an.” (Zümer: 28) .
Sonra, bu ayetten hemen önceki ayette Ruhu’l-Emin’in onu Arapça olarak getirdiği belirtilmektedir. Gerçek bu iken, nasıl olur da şu veya bu dildeki Kur’an tercümesinin de Kur’an olacağı ve sözlerinin Allah’ın sözlerini temsil edebileceği söylenebilir? Güvenilir rivayetlere göre, İmam’ın bizzat kendisi bu iddiadaki çürüklüğü hissetmiş ve sonradan, Arapça telaffuzda bulunamayan bir kişinin, telaffuzda bulunabileceği zamana kadar namazında Kur’an’ın tercümesini okuyabileceği şeklindeki İmam Ebu Yusuf ile İmam Muhammed’in görüşünü benimsemiştir. Yine bu görüşe göre, Kur’an’ı Arapça aslıyla okuyabilen bir kişi, eğer tercümesini okursa, namazı geçerli olmayacaktır. Şu kadarı var ki, bu iki imam, İslâm’a girer girmez namazında Arapça okuyamayacak, Arap olmayan yeni mühtediler için böyle bir feragatta bulunmuşlardır. Bunun temelinde yatan ise, Kur’an’ın tercümesinin bizzat Kur’an’ın kendisi olduğu değil, rüku ve secdeye gidemeyen bir kimsenin işaretle namazını kılabilmesi örneği, Arapça telaffuzda bulunamayan bir kişinin tercümeyi okuyabileceği ruhsatıdır. Sonra, namazını işaretle kılan kişinin namazı, buna neden olan etken ortadan kalkar kalkmaz nasıl geçersiz olacaksa, aynı şekilde tercüme ile kılınan namaz da, Arapça telaffuz öğrenilir öğrenilmez geçersiz olacaktır. (Ayrıntılı bir tartışma için bkz. Serahsi, el-Mebsut, 1/37; Fethu’l-Kadir ve Şerh-i İnaye alâ’l-Hidaye, 1/190-201.)
123. Yani, “İsrailoğulları’nın alimleri, Kur’an’ın öğretilerinin önceki kitaplarınkiyle aynı olduğunu bilirler. Her ne kadar Mekkeliler, Kitab’ın bilgisiyle tanışmamışlarsa da, Kur’an’ın Abdullah’ın oğlu Muhammed (s.a) tarafından ilk kez sunulan yeni bir “mesaj” getirmediğini, tersine, onun getirdiği mesajın, binlerce yıldır birbiri ardısıra Allah’ın rasûllerinin getirip tebliğ ettiği mesajın aynısı olduğunu bilen çevre yörelerde yerleşmiş İsmâilîler arasında pek çok alim vardır. Kur’an’ın, önceki kitapları indiren aynı Alemlerin Rabbi tarafından indirildiğine inandırıcı bir delil değil midir bu?”
Siyer-i İbn-i Hişam’a göre, bu ayetler inmeden az bir zaman önce, Hz. Cafer’in (r.a) tebliğinden etkilenen 20 kişilik bir heyet Habeşistan’dan Mekke’ye gelir. Mescidü’l-Haram’da Hz. Peygamber (s.a) ile karşılaşırlar ve Kureyş kafirlerinin huzurunda öğretilerinin ne olduğunu sorarlar. Hz. Peygamber (s.a) cevap olarak kendilerine Kur’an’dan birkaç ayet okur ve bunun üzerine gözlerinden yaşlar dökülmeye başlayan heyet üyeleri Hz. Peygamber’in (s.a) Allah’ın gerçek bir rasûlü olduğuna inanırlar. Sonra, Hz. Peygamber’den (s.a) ayrılıp giderlerken Ebu Cehil birkaç Kureyşli ile birlikte karşılarına çıkar ve kendilerini azarlayarak, “Şimdiye kadar buraya hiç böylesine aptal bir heyet gelmemişti.
Ey budalalar; siz ise daha onunla karşılaşır karşılaşmaz, hemen inancınızdan vazgeçiverdiniz!” Bu kibar insanlar Ebu Cehil ile tartışmak istemeyerek şöyle deyip ayrıldılar: “Seninle tartışmaya girmek gibi bir niyetimiz yok. Sen kendi inancından sorumlusun, biz de kendi inancımızdan sorumluyuz. Bizim için kabulünde hayır gördüğümüz birşeyi kabul ettik.” (3/32) .
Aynı olay Kasas Suresi’nde de geçmektedir: “Ondan önce kendilerine Kitap verdiklerimiz ona inanırlar. Kendilerine okunduğu zaman, “Ona inandık, şüphesiz o Rabbimiz’den haktır, biz ondan önce de müslümanlardık” derler. Onlar, kendilerine sabretmelerinden dolayı mükafatları iki defa verilir; kötülüğü iyilikle savarlar ve kendilerini rızıklandırdığımızdan infak ederler. Boş söz işittikleri zaman ondan yüzçevirirler ve “bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz size, size selam olsun, biz cahilleri istemeyiz” derler.” (ayet: 52-55) .
124. Yani, “Kendi içlerinden biri onlara bu İlâhî Vahyi apaçık Arapça ile okuyunca, “bunu o yazdı ve dolayısıyle Allah’tan olamaz” derler. Fakat, aynı vahiy Allah tarafından bir mucize olarak apaçık Arapça ile Arap olmayan birisine indirilmiş ve bu adam da önlerinde onu mükemmel bir Arap aksanıyla okumuş olsaydı, inanmamak için bu defa başka bir bahane bulurlardı. Bu kişinin, Arap olmayan birisinin ağzından Arapça konuşan bir cinin etkisinde olduğunu söylerlerdi.”
Gerçekte, Hakk’ın aşığı kendisine sunulan şeyi inceler ve yeterince düşündükten sonra onun hakkında belli bir sonuca varır. Fakat inanmak istemiyen inatçı birisi, kendisine ne denirse densin dikkat etmez; kabul etmemek için bahane üstüne bahane arar, her halü-kârda bir mazeret uydurur. Kureyş kafirlerinin de bu inadı Kur’an’da tekrar tekrar açığa vurulmuş ve kendilerine, bir mucize görmüş bile olsalar, inanmak niyetinde olmadıklarından inkar için mutlaka bir mazeret bulacakları açıkça söylenmiştir: “Eğer sana kağıt üzerinde yazılı bir kitap indirmiş olsaydık ve ona elleriyle dokunmuş olsalardı, şüphesiz ki küfredenler, “Bu ancak apaçık bir büyüdür” derlerdi.” (En’am: 7) , “Eğer üzerlerine gökten bir kapı açsak da, oradan çıkacak olsalardı, mutlaka gözlerimiz kamaştırıldı; hayır sihir yapılmış bir topluluğuz biz” derlerdi.” (Hicr: 14-15) .
125. Yani, kalb ve zihin huzuru kazandırdığı hakikat aşıklarının aksine, Kur’an, kafirlerin kalblerine kızgın bir demir çubuk gibi girerek, onları huzursuz ve rahatsız eder ve onun konuları üzerinde düşünmek yerine onu reddetmek için bahaneler ararlar.