EBU’L A’LÂ MEVDUDİ’NİN (RH.A.) BAKIŞ AÇISIYLA RUM SURESİ 31. ve 32. AYETLER
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
31- ‘Gönülden katıksız bağlılar’ olarak, O’na yönelin(48) ve O’ndan korkup-sakının,(49) dosdoğru namazı kılın(50) ve müşriklerden olmayın.
32- (O müşrikler ki,) Kendi dinlerini fırkalara ayıran ve kendileri de parça parça olmuşlardır; ki her grup kendi elindekiyle övünüp-sevinç duymaktadır.(51)
AÇIKLAMA
48. Yani, “Kim bağımsız ve hür bir tavır takınıp gerçek Rabbinden yüz çevirmişse ve kim Allah’tan başkasına hizmet yolunu seçip gerçek Rabbine isyanda bulunmuşsa, bundan yüz çevirmeli ve doğuştan kulu olduğu bir tek Allah’a ibadete dönmelidir.”
49. Yani, “Eğer fıtraten Allah’ın kulu olduğunuz halde O’ndan tamamen bağımsız bir hayat tarzını seçmiş ve O’nun yanısıra başkalarına kulluk etmişseniz bu nankörlük ve isyanınız nedeniyle şiddetli bir azaba uğratılacağınızdan korkmalısınız. Bu nedenle sizi Allah’ın gazabıyla karşılaştıran bu tür hayat tarzından kaçınmalısınız.”
50. Hem Allah’a yönelmek, hem de O’nun gazabından korkmak kalbi ibadetlerdendir. Kendini ilan etmesi ve devamlı olması için böyle bir ruh hali kaçınılmaz olarak fiziksel bir davranışa ihtiyaç duyar. Böyle bir davranış falanca kişinin bir tek Allah’a ibadete döndüğünü, başkalarına duyurmaya yarar ve aynı zamanda pratik deney ve uygulamalarla kişinin samimiyet ve takvasının gelişip beslenmesine de yardımcı olur. İşte bu nedenle Allah kalpteki değişikliği emrettikten sonra fiziksel bir davranışı da, yani namazın ikame edilmesini emrediyor. Bu fikir insanın kafasında sadece fikir olarak kaldığı sürece asla dengeli ve sürekli bir fikir olamaz. Ya yok olur, ya da değişir. Fakat insan onu uygulamaya başladığında, fikir onda kökleşir ve daha çok uygulama ile gittikçe sebat ve denge kazanır, öyle ki, bu fikir bir inanç haline geldiğinde kolayca yok olmaz.
Bu noktadan bakıldığında, hiçbir davranış ile hareket, kişinin kendi nefsinde Allah korkusunu ve takvayı güçlendirmek için, günde beş vakit kıldığı namaz kadar etkili olmaz. Başka bir davranış her ne olursa olsun, aralıkla yapılır veya farklı durumlarda farklı şekillerde yapılır, fakat namaz öyle bir harekettir ki, her bir kaç saatte ve sürekli o belirlenen aynı formda eda edilir. Ve insan her defasında Kur’an’ın öğrettiği İslâm’ı bir kez daha tekrarlar, böylece onu hiç unutmaz. Bundan başka, hem müminler, hem de kâfirler insanlar arasında kimin isyandan vazgeçip gerçek Rabbe itaat yolunu seçtiğini bilmek zorundadır. Müminler bunu bilmedirler ki, bir topluluk ve toplum oluşturabilsinler ve Allah yolunda birbirleriyle yardımlaşabilsinler, hatta içlerinden ne zaman biri din bakımından gevşeklik gösterse, hemen hepsi bunu anlayabilsin. Kâfirler de bunu bilmelidirler ki, kendi akraba ve çocuklarından biri çok kimsenin tekrar tekrar samimiyet ve tevazu ile gerçek tanrıya yöneldiklerini gördüklerinde uyuyan fıtratları uyansın, fıtratları uyanıncaya dek de Allah’ın itaatkâr kullarındaki bu şevki görerek korkuya kapılsınlar. Bu her iki amaç için de namazın ikame edilmesi en etkili araçtır.
Burada namaz ile ilgili emrin, Mekke’de iken Kureyşli müşriklerin bir avuç Müslümana işkence yaptıkları dönemde indirildiğine dikkat edilmelidir. Bu işkenceler bu emirden sonra dokuz yıl kadar daha devam etmiştir. O sıralarda henüz İslâmî bir devlet sözkonusu değildi. Eğer bazı cahil kimselerin düşündüğü gibi İslâm devleti olmaksızın namaz kılmanın bir anlamı yoksa veya Hadis’i inkâr edenlerin iddia ettikleri gibi “İkam’üs-salat”, namaz kılmak değil Nizam-ı Rububiyet’i (Allah’ın hakim olduğu düzeni) kurmak anlamına geliyorsa o zaman, o dönemde indirilen Kur’anî emir anlamsız olurdu. Soru şudur: Hz. Peygamber (s.a) ve Müslümanlar bu emir geldikten sonra dokuz yıl boyunca, bu emri acaba nasıl yerine getirmişlerdir?
51. Bu, insan için gerçek hayat tarzının yukarıda da açıklandığı gibi fıtrat yolu olduğunu gösteren bir misaldir. Bu hayat tarzı (Din) , sadece zanna dayanarak bir din felsefesi icad edenlerin düşündüğü gibi putperestlikten tevhid’e doğru evrimle gelişmemiştir; fakat, tam aksine, bugün dünyada bulunan bütün dinler asıl hayat tarzının (din) bozulması sonucu meydana gelmiştir. Bu bozulma, insanlar kendi icad ettikleri inançları fıtrî gerçeklere kattıkları, farklı fırkalar oluşturdukları ve her biri kendi fırkasının savunduğu şeye bağlandığı ve asıl hayat tarzından (din) uzaklaştığı için ortaya çıkmıştır. Şimdi, hidayete ulaşmanın tek yolu hak dinin temeli olan asıl gerçeğe dönmek ve daha sonra icad edilen fırkalardan, onların taraftarlarından ve yaptıkları tahriflerden sakınmaktır. Eğer kişi bunlarla ilişkisine hâlâ devam ederse, ancak Hak Dini bozar.