sohbetlerözlü sözleryazarlarmakalelervideolartefsir derslerikavram derslerimedaricus salikin

KELİMELER VE KAVRAMLAR 133) MURÂBATA YAPMAK (CİHAD İÇİN HAZIR OLMAK)

KELİMELER VE KAVRAMLAR 133) MURÂBATA YAPMAK (CİHAD İÇİN HAZIR OLMAK)
24.11.2021
1.266
A+
A-

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.

MURÂBATA YAPMAK (CİHAD İÇİN HAZIR OLMAK

“Ey iman edenler, sabredin; direnip (düşman karşısında) sebât gösterin; murâbata yapın, cihad için hazır olun (sınırlarda nöbet bekleşin; birbirinize bağlanın, kenetlenin, irtibatlı olun) ve Allah’tan ittika edin/korkun. Umulur ki felâha/kurtuluşa erersiniz.” (3/Âl-i İmran, 200)

Murâbata; Anlam ve Mâhiyeti

Murâbata, rabt kökünden müfâale vezninde masdardır. Rabt, bağlamak, rabtu’l-feres, korumak için atı bir yere bağlamaktır. Nöbetçilerin, muhâfızların kalmasına tahsis edilen yere ribat denilir. Müfâale bâbından masdar olan ribât, bu gerçek anlamı yanında nefsi güzel işlere yöneltmek anlamını da taşır.

Murâbata iki çeşittir: Hudut boylarında, tehlikeli noktalarda murâbata (nöbet beklemek) ve nefsi, kötü şeylerin, zararlı düşüncelerin sızmasına karşı kollayıp gözetlemek. Nasıl açık mıntıkalardan ülkeye düşman sızarsa, nefsin zayıf noktalarından da rûhun düşmanı olan şaytânî düşünceler, kötü arzular, hevâ ve heves sızarak nefsi bozmaya çalışır. Rûhun üstün güçleri de geçitlere dikilen nöbetçiler gibi bedenin muhâfazasına memur edilmiştir. Nasıl nöbetçilere bulundukları mıntıkanın gözetimi ve koruması emânet edilirse insana da nefsi koruma görevi verilmiştir. Bunun için ibâdet ve mücâhede ile nefsi zararlı şeylerden korumaya çalışmak gerekir. Kalbi güçlü (sağlam, cesur yürekli) olan kimseye râbıtu’l-ce’ş denilir. Rabt kelimesi alâ cer harfiyle kullanılırsa güçlendirmek anlamı verir.[1] “Ve rabetnâ alâ kulûbihim / kalplerini sağlamlaştırdık, cesâret verip onları yüreklendirdik.” (18/Kehf, 14)

Ribât, nefsi güzel niyete, güzel iş yapmaya yöneltmektir. Güzel işlerin en iyisi de Allah yolunda at bağlamak, savaşmak ve nefsi ibâdete bağlamaktır. Allah’ın elçisi (s.a.s.), cihad için at beslemenin ve Allah yolunda cihadın fazileti üzerinde çok durmuş, bizzat nefis ile mânevî cihadın (savaşın) da ribat olduğunu belirtmiştir: “Size yapıldığı zaman Allah’ın, hatâları sileceği, dereceleri yükselteceği bir amel (iş) söyleyeyim mi?” dedi. “Buyur, söyle yâ Rasûlallah” dediler. “Zorluklar karşısında (soğukta, hastalıkta ve diğer güç zamanlarda) güzelce abdest almak, mescidlere çok gitmek, bir namazdan öteki namazı gözetmek. İşte bu, ribâttandır” buyurdu[2]

Âl-i İmrân sûresi, 200. âyetindeki “Râbitû” emri, daima düşmana karşı uyanık ve hazırlıklı bulununuz anlamındadır. Yurdu düşman saldırısından koruyabilmek için güçlü olmak, sınırları sağlam tutmak ve bir saldırıyı önleyecek askerî güce sahip olmak gerekir. Kur’ân-ı Kerim, maddî ve mânevî düşmana karşı güçlü olmayı emretmiştir: “Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar (ribâtı’l-hayl) hazırlayın. Bununla Allah’ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah’ın bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz. Allah yolunda ne harcarsanız tam olarak size ödenir, hiç haksızlığa uğratılmazsınız.” (8/Enfâl, 60). Bu âyette müslümanlara, Allah’ın ve müslümanların, bilinen ve bilinmeyen düşmanlarını korkutmak, sindirmek, İslâm’a başkaldırmalarını önlemek için gerekli at ve her türlü kuvvet hazırlamaları, bu uğurda Allah için mal harcamaktan geri durmamaları emrediliyor ve Allah yolunda harcadıklarının, eksiksiz olarak kendilerine verileceği vurgulanıyor.

2/Bakara, 59. âyette: “Allah yolunda infak edip harcayın da, kendinizi tehlikeye atmayın” buyrulmuştur. Düşmana karşı zamanın gereklerine göre kuvvet hazırlamak, Allah’ın emridir. Âyette, bilinen ve bilinmeyen Allah düşmanlarını korkutmak, onların müslümanlara saldırı cesâretlerini kırmak için elden geldiğince kuvvet hazırlanması emredilmektedir. Kuvvet, savaş için gerekli her şeydir. Bir zaman at, ok, yay, kılıç, kalkan savaş aracı idi. Peygamber (s.a.s.) zamanında savaş bunlarla yapıldığından âyette genel anlamda söylenen kuvvet yanında, özellikle savaş için bağlanan atların hazırlanması emredilmişti; Peygamber (s.a.s.)’in hadislerinde de savaş için at beslemenin fazileti üzerinde durulmuştur. Bundaki amaç, sadece at hazırlamak değil; zamanın gereğine göre savaş aracı hazırlamaktır. At burada kuvveti temsil etmektedir. Zâten Peygamber (s.a.s.): “İyi bilin ki, kuvvet atmaktır”[3] sözünü üç defa tekrar ederek atım tarzındaki silâhların önemini belirtmiştir.

Rasûlullah (s.a.s.), ata binmek, ok atmak gibi savaş eğitimleri yapmaya teşvik etmiş; “Atınız, bininiz; atmanız binmenizden daha iyidir”[4] hadisleriyle de atış eğitiminin önemini vurgulamıştır. Başkalarına saldırmak için değil; fakat saldırıyı önlemek için savaşa hazırlıklı olmak gerekir. “Hazır ol cenge, eğer ister isen sulh u salâh.” İşte İslâm’ın amacı özgürlük ve barışı korumaktır. 4/Nisâ, 71. âyette de mü’minlere her zaman ihtiyatlı, uyanık bulunmaları; kendilerini korumak için gerekli tedbiri almaları emredilmiştir. Fakat barış isteyen, kendilerine saldırmayan kimselere saldırmak yasaklanmış, Allah’ın, saldırganları sevmediği vurgulanmıştır (2/Bakara, 190). Müslümanların yurdunu korumak için nöbet tutmanın, sınır boylarında düşman saldırısına karşı uyanık bulunmanın fazileti hakkında birçok hadis-i şerif vardır.[5]

Ribat; Anlam ve Mâhiyeti

 

Ribat; İp, bağ, sağlam yapı, kervansaray, ülke sınırı, sınırda nöbet beklemek demektir. “Sınırda nöbet tutan” anlamında “murâbıt” şeklinde de kullanılmaktadır. Kur’ân-ı Kerim’de bir âyette, “savaş için bağlanıp (ribât) beslenen atlar” (8/Enfâl, 60); başka bir âyette de, “sınırda düşmana karşı nöbet tutmak” (3/Âl-i İmrân, 200) anlamında kullanılmaktadır. Hadis-i şeriflerde Allah yolunda savaşmak için atların hazır tutulması anlamında kullanılmakla beraber[1] daha çok nöbet tutmayı ifade etmektedir.

Fıkıhçılar ribâtı şöyle tanımlamaktadırlar: “Ribât, müslümanları kâfirlere karşı korumak için sınırlarda beklemektir. Sınır ise, halkının düşmandan korkusu olduğu her yerdir. Ribât “ribâtul-hayl” (at bağlamak)’dan gelmektedir. Süvarilerin atlarını bağlayıp nöbet tutmaları olayından adını alan ribât, sınırlarda at bulunsun bulunmasın nöbet tutmak için oluşturulmuş mekânların adı olmuştur[2]

Hadis-i şerifler Allah yolunda nöbet tutmanın faziletinin büyüklüğünü değişik şekillerde ifade etmektedirler: Allah yolunda bir gece nöbet (ribât) beklemek bir ay’ı oruç ve ibâdetle geçirmekten daha hayırlıdır. Ölürse dünyada yaptığı ameli ve rızkı devam eder. Kabir azabından da emin olur.”[3]; “Allah yolunda sınırda bir gün nöbet tutmak, dünya ve üzerinde bulunanlardan daha hayırlıdır.[4]; “Allah yolunda düşmana karşı nöbet tutan kimselerin dışında bütün ölülerin amel defterleri kapanır. Murâbıtların ise, iyi amelleri kıyâmet gününe kadar yazılmaya devam eder ve bu kimseler kabir azabı konusunda emindirler.”[5]; “İki göz vardır ki onlara ateş değmez: “Allah korkusundan ağlayan göz ile Allah yolunda nöbet bekleyen göz.”[6]

Ribât başlangıçta sadece sınırda nöbet tutma işini ifade eden bir kavramken; sonraları, bu işin kurumlaşmasıyla daha yerleşik ve kapsamlı bir muhtevaya sahip olmuştur. İlk önceleri ribât cihada hazır halde bulundurulan atların (hayl) bağlandığı ve ulakların binek değiştirdikleri ve konakladıkları yerlerin adıydı. Cihad farizasını yerine getirmek, İslâm tebliğini diğer insanlara ulaştırmak ve bu tebliğe direnen güçlerin tecavüz ve tehditlerinden İslâm yurdunu korumak için sınırlarda düşmanı gözetlemek ve onun hareketlerini zamanında ve süratli bir şekilde gerideki kuvvetlere bildirmek kaçınılmaz bir ihtiyaçtı. Bunun için, İslâm devletinin tehlikeli sınırlarında müstahkem yapılar inşa edildi. Bu mekânlar aynı zamanda düşman toprakları içerisinde harekâtta bulunacak müfrezelerin de toplanma yerleriydi. Ayrıca bir düşman saldırısı tehlikesi sözkonusu olduğu zaman çevredeki halk için ribâtlar bir sığınma yerleriydi.

Ribât, zamanla kendine has bir mimarî üslûp kazandı. Karşılamış olduğu ihtiyaca göre şekillenen ribâtlar, sağlam bir savunma suru ile çevrelenmiş içinde silâh ve erzak deposu, ahırı, mücâhidler için hücreleri, yüksekçe bir gözetleme ve işaret kulesini kapsayan mustehkem bir mevki olarak inşa edilmekteydi. Ancak, ribâtlar her zaman böyle gelişmiş yapılar şeklinde değildi. Bazı yerlerde tahkim edilmiş ve bir gözetleme kulesi bulunan basit sınır karakollarıydılar. Eski coğrafyacılar tarafından sadece Maveraünnehir’de on binden fazla ribat bulunduğu rivâyet edilmektedir. Düşman saldırısına karşı açık deniz sahillerinde de çok sayıda ribât vardı. Buna göre Filistin ve Mağrib’e kadar bütün Kuzey Afrika sahilleri boyunca birbirini görecek tarzda kuleleri olan ribâtlar bulunmaktaydı. Bu ribatlardaki ateş kuleleri ile Sebte’den (Cebeli Tarık) İskenderiye’ye bir gece gibi kısa bir zamanda haber ulaştırılabildiği rivâyet edilmektedir. Öte taraftan Sicilya ve Malta takım adalarında da ribâtlar vardı. Endülüs’te ise hem sahil şeridi hem de kara hududu boyunca ribâtlar kurulmuştu.

Filistin sâhillerindeki ribâtlar müslüman esirlerin kurtarılmaları amacıyla da kullanılmışlardır. Ribâtlardaki kulelerden yaklaşan hristiyan gemileri gözetlenir ve bunların taşıdığı müslüman esirler halkın katılımıyla toplanan paralarla fidye ödenerek kurtarılırlardı.

Ribâtların çoğu ribâtın fazileti hakkında varid olan hadislere ittiba eden gönüllü müslümanlar tarafından inşa edilmişlerdir. Aynı şekilde buralarda nöbet bekleyen müfrezeler de gönüllülerden oluşmakta ve bunlara murâbitûn denilmekteydi. Ancak, bu iş devleti idare edenlerin görevleri arasında bulunmakta olup, ihtiyaç ölçüsünde ribât inşa etmek için gerekli faâliyetleri yürütüyorlardı. Ribâtta zaman; nöbet, eğitim ve ibâdet ile geçirilmekteydi.

Tunus’ta bulunan ve zamanımıza kadar varlığını koruyan Susa ribâtı, ribât kurumunun eski bütün özelliklerini taşımakta olup, bir örnek teşkil etmektedir. Bu yapı, dört tarafı duvarla çevrilmiş, köşelerde ve yanlarda kuleleri yükselen mustahkem bir binadır. Tek giriş kapısına sahip olan ve içerideki bir merdivenle orta avlusuna inilen bu ribatın avlusu kapalı revaklar ve hücrelerle çevrilidir. Birinci katına iki merdivenle çıkılmakta ve avlusunun üç yönü hücrelerle çevrili bulunmakta, dördüncü tarafta ise mescid yer almaktadır. Birinci katın üzeri düz bir çatı ile örtülmüştür. 20 m. yükseklikteki işaret kulesinin kapısı buraya açılmaktadır.

Ribâtların en parlak dönemi IX. asırdır. XI. ve XII. asırlarda ribâtlar cihada yönelik fonksiyonlarını kaybetmiş ve zamanın sadece zikir ve ibâdetle geçirildiği mekânlar (tekke-zâviye) haline getirilmişlerdir. Ancak, bu asırlarda hristiyan İspanya ile sıcak savaş halinde bulunan Mağrib bölgesinde ribâtlar cihada yönelik görevlerini yerine getirmeye devam etmişlerdir.

Bir kısım ribâtlar, devletin yol güvenliğini ve kervanların konaklama ihtiyaçlarını sağlamaya yönelik kurumlar haline dönüştüler ki, bu yapılar bu fonksiyonlarından dolayı kervansaray adını aldılar. Selçuklular dönemi, kervansaray tipi ribâtların çokça inşa edildiği bir dönem olup, Nizamülmülk’ün siyasetnâme adlı yapıtına göre devletin başlıca görevlerinden biri de bu tür âmmenin hizmetine yönelik yapılar inşa etmektir.

Kuzey Afrika’da XII. asırdan sonra ribatlar yavaş yavaş bir şeyhin etrafında toplanan müridleri barındıran tekkeler şeklini aldılar.

Ribât görevini yerine getiren kimseler için kullanılan murâbıt kelimesinin çoğulu olan “murabitün” Mağrib’de kurulan ve temel öğesi cihâd farizasını yerine getirmek olan devlete ad olmuştur. Abdullah b. Yasin adındaki bir İslâm dâvetçisi, Lamtuna Berberîleri arasında tebliğ faâliyetinde bulunmuş ve gördüğü tepki üzerine Aşağı Senegalda, Nijer nehrinde bulunan bir adaya sığınmış ve burada Ribât adını verdiği bir tekke kurmuştu. Onun ısrarlı çalışmaları sonucu bu ribât özellikle Lamtuna kabilesine mensup bin kadar savaşçı bir derviş grubun merkezi haline geldi. Bu mücâhidlerin, Abdullah b. Yasin’e olan bağlılıkları tamdı. Son derece cesur bu topluluk, murâbıtûn olarak adlandırıldı ve onların kurduğu devlet bu adla anıldı. Abdullah b. Yasin’in Sanhaca kabileleri arasında giriştiği yoğun tebliğ faâliyetleri semeresini verdi ve ihtidâ eden büyük kitlelerin sarsılmaz lideri konumuna gelerek askerî bir gücü eline geçirdi. Arkasından atadığı komutanlar ile fetih hareketlerine girişti. Murâbıtlar verdikleri başarılı savaşlarla, devletin hudutlarını Atlas Okyanusundan Tunus’a ve oradan da Endelüs’e kadar genişletmişler ve hristiyanlarla başarılı savaşlar yapmışlardı.[7]

Ribat ve Râbıta

 

Ribat ve râbıta: Ribat kelimesinin kökü ‘rabeta’ fiilidir. Bu kökten türeyen ‘râbıta’, ‘ribat’, ‘murâbıt’, ‘irtibat’, ‘râbıt’ gibi kelimeler farklı anlamlarda kullanılmaktadır. ‘Râbıta’; bağ, bağlantı, bağlamak, düşmanla karşılaşmaya hazır olmak gibi mânâlara gelir. Râbıtanın türediği fiil sözlükte, bir şeyi bağlamak, birinin kalbine sabır vererek kuvvetlendirmek, kalbi cesur olmak, korku ânında cesaretli olmak demektir.

Nitekim ‘rabeta’ fiili Kur’an’da bu anlamda birkaç yerde geçmektedir: “Mûsâ’nın annesi ise, yüreği boşluk içerisinde sabahladı. Eğer, mü’minlerden olması için kalbi üzerinde (sabrı ve dayanıklılığı) pekiştirmemiş (rabetnâ) olsaydık, neredeyse onu (Mûsâ’nın durumunu) açığa vuracaktı.” (28/Kasas, 10)

‘Ribat’ bir işe sarılıp devam etmek, düşmana karşı savaş atları (veya malzemeleri) hazırlamak ve sınırı düşmana korumak için beklemek demektir. “Onlara karşı gücünüzün yettiği kuvvet ve ribat atları (cihad malzemeleri) hazırlayın…” (8/Enfâl, 60). Buradaki ‘ribat’, hem savaş için hazırlıklı olmayı, hem de savaş için gerekli malzemeyi hazırlamayı ifade etmektedir. Eğer mü’minler, düşmanlarına karşı hazırlıksız olurlarsa, düşmanların saldıracakları gediklerde, sınır boylarında nöbet tutmazlarsa, yani her an saldırı olacakmış gibi hazırlıklı olmazlarsa; düşmanları onları gâfil avlayabilir ve onlara zarar verebilirler.

‘Ribat’ aynı zamanda ibâdete sarılmak, ibâdete devam etmek, gönlü ve duyguları en samimi bir şekilde ibâdet şuuruna bağlamak demektir. Mü’min her an ibâdete hazırdır, ibâdetinde süreklidir. O böyle yapmakla, imanına kast eden düşmanlara karşı kendini korumuş,  imanını koruma altına almış olur. Müslümanların sınır boylarında onların vatanlarını, ırzlarını ve dinlerini korumak için düşmanlara karşı hazırlıklı olan İslâm askeri gibi, o da imanın yeri olan kalbinin kapısında imanı tehlikeye düşüren tehlikelere karşı ‘ribat’ yapar, nöbet tutar, hazır olur, ibâdetine sürekli dikkat eder.

Türkçe’de bağ anlamında kullanılan ‘irtibat’ aslında saldırgan düşmana karşı hazır olmak demektir. Bu kelime elbette bir şeyle bağ ve bağlantı kurmak anlamına da gelmektedir.        

Râbıta’nın Anlamı:

 

Ribat veya râbıta bir âyette şöyle geçmektedir: “Ey iman edenler! Sabredin, sabretmekte direnin (veya yarışın), ribat yapın (cihada hazırlıklı olun; birbirinize bağlanın, kenetlenin, irtibatlı olun) ve Allah’tan hakkıyla sakının. Umulur ki kurtuluşa erersiniz.” (3/Âl-i İmran, 200)

Tasavvuf ehli bu âyette geçen ‘rabitû-ribat yapın’ emrini, ‘râbıta yapın’ şeklinde yorumlarlar. Onlara göre râbıta, müridin (tasavvuf yoluna girenin) şeyhini (hocasını) düşünerek, kalbinden dünyayı çıkarması, şeyhi aracılığıyla kalbini Allah’a ve Peygamber’e bağlamaya çalışması demektir.

Onlara göre mürid sürekli Allah’ı düşünmelidir, O’nunla bağ kurmalıdır. Bunu tek başına başaramazsa şeyhiyle bu bağı (râbıtayı) kurar. Râbıta ânında diz üstü çöker, gözlerini yumar ve şeyhini hayal ederek, Hz. Muhammed’le ve Allah’la mânevî bağ kurmaya çalışır.

Ancak yukarıdaki âyete ve bu âyetin tefsirlerine baktığımız zaman böylesine bir ‘râbıta’nın kasdedilmediği kolaylıkla anlaşılır. Âyette geçen sabretmek ve musâbere yapmak (sabretmekte direnmek), ribat yapmak bir yönüyle cihadla, bir yönüyle de imanı korumakla, ibâdette sabretmek ve Allah’tan hakkıyla çekinmekle ilgilidir.

‘Râbıta, ribat, murâbıt’ daha çok birer cihad terimidir. Bu hem dış düşmanlara karşı hem de imanın iç düşmanlarına karşı bir cihad anlayışını kapsar. Âyette geçen sabır; nefsi kendisinde bulunan zorluklara katlandırmaktır. Musabere ise, nefsi hem kendisindeki hem de kendi dışındaki zorluklara katlandırmaktır. Meselâ hastalık nefsin kendindendir. Hastalığa dayanmak sabırdır. Allah yolunda çalışmak ise nefsin dışındaki bir zorluktur. Nefsin o zorluğa katlanması ise ‘musâbere’dir. Âyette hem sabredin, hem de sabretmekte direnin, yani ‘musâbere’ edin bu anlamdadır (Allahu a’lem).

‘Ribat’, bir anlamda nefsi güzel şeylere yöneltmektir. Güzel işlerin başında Allah yolunda mücâdele için hazırlık yapmak, Allah yolunda cihad etmek ve nöbet beklemek, nefsi namaza ve diğer ibâdetlere bağlamak gelir. Ribat yapmanın faziletini Peygamberimiz bazı hadislerinde bildirmektedir[1]

Âl-i İmran Şûresi 200. âyette; gerektiği zaman düşmana karşı saf bağlamak, müslümanların sınırlarında onları korumak üzere nöbet beklemek, İslâm düşmanlarına karşı devamlı hazırlıklı olmak, bir namazdan sonra diğerini beklemek ve Allah yolunda gerektiği gibi sabırlı olmak tavsiye edilmiş olabilir[2]

Görüldüğü gibi ribat veya râbıta cihadla, sabırla, ibâdetlere bağlanmakla ilgili kavramlardır. Tasavvufçuların anladığı gibi bir anlam taşımamaktadırlar. Ne peygamberimiz, ne sahabeler, ne de sonradan gelen büyük âlimler böylesine bir râbıtaya başvurdular. Bu anlamda râbıta, sonradan uydurulmuş bir şeydir. Bu âyet aynı zamanda mü’minlere, birbirlerine bağlanmalarını, birbirlerine destek olmalarını, toplu bir şekilde İslâm ümmeti bağını güçlendirmelerini de emrediyor.

Nitekim Kur’an’ın birçok âyetinde mü’minlerin birlik olmaları emrediliyor, onların kardeş oldukları vurgulanıyor. Müslümanların cemaat olmalarının, Kur’an’a topyekûn sarılmalarının din ve dünya açısından sayısız faydaları vardır. İslâm, kişiyi Allah’a bağlayan ve kurtuluşa götüren bir dindir. Herkes kendi sorumluluğunu kendisi taşır. Ancak İslâm, en iyi şekilde, bir müslüman cemaat arasında, onlarla beraber yaşanabilir.

Şeytan ve onun yardımcıları müslümanları zayıflatmaktan ve İslâmın varlığını ortadan kaldırmaktan hiç bir zaman geri kalmadılar ve kalmayacaklar. Müslümanlar, cemaat halinde kuvvetli olurlar ve bu şekilde düşmanlarının zararını rahatlıkla savarlar. Rabbimiz, mü’minlerin her konuda, özellikle Allah’ın dinini koruma hususunda birbirlerine kuvvetli bağlarla bağlanmalarını, birbirlerine ‘rabt’ olmalarını istiyor. Bu bağ, sabır, tahammül, birbirlerinin ayıbını ve eksiğini örterek, birbirlerinin farklı görüşlerini hoş görerek, birbirlerinin zayıf taraflarını kapatarak olacaktır.

Tarihî olaylar ve bugün içerisinde yaşadığımız gerçekler, İslâm ümmetinin çektiği acılar karşısında bu ‘rabitû-birbirinize bağlanın, kenetlenin, irtibatlı olun’ emri ne kadar yerindedir. Mü’minler inandıkları Kitabın hükümlerini yerine getirirlerse düzlüğe çıkacaklardır. Âl-i İmran sûresinin 200. âyetinin bu şekilde de anlaşılması mümkündür. En doğrusunu ise yalnızca Rabbimiz bilir. Ribat kavramı Kur’an’da ‘savaş için bağlanıp beslenen atlar ve düşmana karşı nöbet bekleme’ anlamında kullanıldığını tekrar hatırlayalım. Ancak zaman içerisinde ‘ribat’ daha geniş bir mânâ kazanmıştır.

İslâm hukukçuları ribatı; müslümanları saldırgan düşmana karşı korumak için sınırlarda beklemek diye tanımlamışlardır. Bu da, süvârîlerin (atlı askerlerin) atlarını bağlamalarından (ribâtü’l hayl) gelen bir anlamdır.

Ribat başlangıçta yalnızca nöbet beklemeyi ifade ederken, zamanla sınır boylarında nöbet hakkında kullanılmış ve mücâhidlerin barınmaları, düşmanı gözetlemek için yapılan yerlere ad olmuştur. Bu ribatlar ayrıca mücâhidlerin yetişme ve nefis eğitim yerleri, müslümanların tehlike ânında sığınma mekânları da olmuşlardır. Bir kısmı da zamanla kervansaray gibi kullanılmışlardır.

Mü’minler, Kur’an’ın emrine uyarak imanlarını ve İslâmî hayatlarını sabrederek, sabırda yarışarak korumalıdırlar. Bunun için kalplerinin, ailelerinin ve İslâm vatanının kapılarında gereği gibi ve bir nöbetçi dikkatiyle beklemeliler. Gönülleri de imanlarıyla ve Kur’an’la irtibatlı olmalıdır.[3]

Râbıta; Bağlantı, bağlantı vâsıtası, bağlılık, tutarlılık, tertip, düzen, bağ, münâsebet, ilgi; müridin, şeyhini düşünerek, kalbinden dünya ile ilgili şeyleri çıkarması, şeyhi vâsıtasıyla Hz. Peygamber (s.a.s)’e ve Allah’a kalbini bağlaması anlamında bir tasavvufî terimdir. “Râbıta” Arapça bir kelime olup, “r-b-t” kökünden türemiş bir isimdir. Çoğulu “revâtib”dir.

Kur’an’da “râbıta” kelimesi geçmemekle beraber, kökü olan “r.b.t” mâzî fiili iki yerde, muzârîsi olan “yerbitü” bir yerde, emri çoğul olarak “râbitû” şeklinde bir yerde ve aynı kökten gelen “ribât” ismi de bir yerde geçmektedir[4]

Bütün bu âyetlerde geçen bu kelimeler, birbirlerine yakın mânâlar ifâde etmektedirler. Hemen hemen hepsinde “bağ, bağlantı, bağlılık” mânâları için kullanılmışlardır: “(Ashâb-ı Kehf’in) kalplerini (sabır ve metânetle) bağla(yıp kuvvetlendir)miştik” (18/Kehf, 14); “Mûsâ’nın annesinin gönlü bomboş sabahladı. Eğer biz (va’dimize) inananlardan olması için onun kalbini iyice pekiştirmemiş (sabır ve sükûnete bağlamamış -rabetnâ-) olsaydık, neredeyse işi açığa vuracaktı” (28/Kasas, 10); “O zaman sizi, Allah’tan bir güven almak üzere hafif bir uyku bürüyordu; üzerinize sizi temizlemek, şeytanın pisliğini (içinize attığı kötü düşünceleri) sizden gidermek, kalplerinizi birbirine bağlamak (li-yerbita) ve ayaklarınızı pekiştirmek için üzerinize gökten bir su indiriyordu. “ (8/Enfâl, 11)

Bu âyetlerde geçen “r.b.t” kelimesi, insanı sabır, sükûnet ve metânette sâbit kılmak, ona bu duyguyu vererek itmînâna kavuşturmak demektir[5]

 

Bazen de, “ribât” kelimesi, bağlanıp beslenen atlar (savaş araçları) mânâsını ifâde etmektedir: “Onlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihat için bağlanıp beslenen atlar (savaş araçları -ribâtu’l-hayl-) hazırlayın. Bununla Allahın düşmanını, sizin düşmanlarınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah’ın bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz. Allah yolunda ne harcarsanız, tam olarak size ödenir ve hiç haksızlığa uğratılmazsınız.” (8/Enfâl, 60)

“Râbitû” şeklindeki emrin bulunduğu âyetin meâli de şöyledir: “Ey iman edenler, sabredin; direnip (düşman karşısında) sebât gösterin; üstün gelin; cihat için hazır ve râbıtalı olun.” (3/Âl-i İmran, 200). Bu âyette söz konusu olan “râbıta”nın ne demek olduğu hususunda âlimlerin farklı yorumları vardır. Âlimlerin bu husustaki değişik tariflerini şöyle sıralamamız mümkündür:

1- Atlarla saf bağlayıp tam bir irtibat halinde düşmana karşı durmak.

2- Düşman hudutlarındaki karakolları beklemek.

3- Allah düşmanlarının saldırısını önlemek için nöbet beklemek.

4- Bir namazdan sonra diğer namazı beklemek[6]

Bazıları da bu âyette kastedilen râbıtanın tasavvufî mânâda olduğunu söylemişlerdir[7] Mutasavvıflar râbıta’yı, müridin şeyhini düşünerek kalbinden dünya ile ilgili şeyleri çıkarması, şeyhi vâsıtası ile Hz. Peygamber (s.a.s)’e ve Allah’a kalbini bağlaması şeklinde anlamışlardır. Hemen hemen bütün tarikatlarda râbıta vardır. Bilhassa Nakşîbendiyyenin ıstılahlarındandır. Tarikat ehli, râbıtayı âyet ve hadise dayandırmaktadır. Onlara göre, “Sâdıklarla birlikte olun” (9/Tevbe, 119) gibi âyetler ve “Kişi sevdiğiyle beraberdir”[8] gibi hadisler, râbıtanın câiz olduğunu göstermektedir[9]

Tasavvufta, kişi doğrudan doğruya Allah’ı düşünür, bir nevi Allah ile mânevî bir bağ kurar ve hep O’nunla beraber olduğunu tasavvur eder. Bu şekilde mânevî bir bağ kuramazsa, bağlı bulunduğu mürşidini düşünür. Onun bağlı bulunduğu şeyhlerin silsilesi ile Hz. Muhammed (s.a.s)’e ulaşır. O’nun vâsıtası ile de Allah’a ulaşır ve O’nunla mânevî bağ kurar. Tasavvuftaki râbıta, bu şekilde dolaylı yoldan Allah’a gitmek ve aracılar vâsıtasıyla O’nunla mânevî bağ kurmaktır. Doğrudan Allah ile mânevî irtibat kuramayanlara bu şekildeki râbıta tavsiye edilmiştir. Aksi hallerde buna lüzum görülmemiştir[10]

Peygamberimiz (s.a.s)’in de, râbıta ve ribat hakkında söylemiş olduğu hayli hadis vardır. O’nun bu hadislerinden bazıları şöyledir:

“Bir gün Allah yolunda ribatta bulunmak, dünya ve dünyada bulanan her şeyden daha hayırlıdır”[11]

“Allah’ın, onunla hataları affedip bağışlayacağı, dereceleri yükselteceği bir şeyi size söyleyeyim mi? Abdest üstüne abdest almak, camide cemaatle namaz kılmaya devam etmek ve her namazdan sonra diğer namazı beklemek. İşte ribat budur! İşte ribat budur! İşte ribat budur!”[12]

“Kim bir günlük (yirmi dört saatlık) ribatta bulunursa, bir aylık oruç ve ibâdetten daha fazla sevap kazanmış olur.”[13]

Bütün bu âyet ve hadislerden anlaşıldığı gibi, râbıta, çeşitli mânâlar için kullanılmıştır. Ancak daha çok bir cihad terimidir. Âyet ve hadislerin çoğunda râbıta, Allah ve Peygamberin düşmanlarına karşı silâhlanma, cihad için hazırlıklı olma, müslümanlarla kâfirlerin arasındaki hudut karakollarında nöbet bekleme ve bu duygulara sıkı sıkıya bağlı olma demektir. Buna göre âyet ve hadislerde kasdedilen anlamlardan mutasavvıfların uygulamasını destekleyecek en ufak bir işaret yoktur. Âyet ve hadislerde dile getirilen cihad ruhunu meskenete çevirmekten başka bir şey yapmayan mutasavvıflar Kur’an ve hadislerdeki bu ribat kelimesini çok yanlış bir alana çekmişlerdir. Hiçbir sahâbî Rasûlullah’ı aracı kılarak râbıta yapmadığı gibi, tâbiînden hiçbir kimse de sahâbe’yi aracı kılarak râbıta yapmamıştır. Râbıtanın bu şekildeki uygulaması tarikatların Hicrî yedinci yüzyıldan sonraki dönemlerde uydurdukları bir bid’attir.[14]

Murâbıt Kimdir?

 

‘Murâbıt’ bu bağlamda bir şeyle, -İslâmî mânâda söylersek- imanın gerekleriyle irtibat kuran ve iç ve dış düşmanlara karşı hazırlıklı olan kimse demektir. Murâbıt, sürekli uyanıktır. O sınır boylarında, müslümanları zayıflatmak ve mağlup etmek için fırsat kollayan insandan düşmanlara karşı hazırlıklıdır. Müslümanlar ve İslâm için nöbet beklemektedir, cihad için hazırdır. O aynı zamanda imanını her türlü isyan, günah ve harama düşmek, şeytana aldanmak gibi iç düşmanlara karşı koruma konusunda dikkatlidir. İbâdetine devam ederek, rabbi ile olan ‘irtibatını’ (bağını) sürekli diri tutarak imanını ve takvâ hayatını korumaya çalışır. O, imanını diri tutmanın çalışmasını yapar. Nefsine ve onun aşırı isteklerine karşı dikkatlidir. Bir ibâdeti yapınca diğerini yapmak üzere bekler, imanının başında olgun bir nöbetçidir.

Murâbıt iki anlamda değerlendirilir.

Birincisi: Müslümanların sınırlarında nöbet veya benzeri bir iş için beklemek. Bu tıpkı bedendeki nefsi korumak gibidir. Böyle bir kimse zorlukta sürekli ayaktadır, tehlike ânında çobanın sürüyü koruduğu gibi nefsini düşmanlarından korur. Bu murâbıt, Allah yolundaki mücâhid gibidir.

İkincisi: Yüreğin kuvvetlendirilmesi, kalbe cesaret verilmesi anlamında. 28/Kasas, 10; 18/Kehf, 14 ve 8/Enfâl, 60. âyetlerde bu anlamda kullanılmıştır. Birisi hakkında ‘ribatü’l-ce’şü’ denilirse, onun cesur yürekli oluşu anlatılmış olur.[1]

Kur’ân-ı Kerim’de Murâbata Kavramı

 

Murâbata, ribat ve râbıta kelimelerinin türediği “R-b-t” kökü ve türevleri, Kur’ân-ı Kerim’de toplam olarak 5 yerde geçer. Bunlar: 3/Âl-i İmrân, 200; 8/Enfâl, 11, 60; 18/Kehf, 14 ve 28/Kasas, 10. âyetleridir.

“Ey iman edenler! Sabredin, sabretmekte direnin (veya yarışın), ribat yapın (cihada hazırlıklı olun; birbirinize bağlanın, kenetlenin, irtibatlı olun) ve Allah’tan hakkıyla sakının. Umulur ki kurtuluşa erersiniz.” (3/Âl-i İmran, 200)

“O zaman sizi, Allah’tan bir güven almak üzere hafif bir uyku bürüyordu; üzerinize sizi temizlemek, şeytanın pisliğini (içinize attığı kötü düşünceleri) sizden gidermek, kalplerinizi birbirine bağlamak (li-yerbita) ve ayaklarınızı pekiştirmek için üzerinize gökten bir su indiriyordu.” (8/Enfâl, 11)

“Onlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar (ribâtu’l-hayl, savaş araçları) hazırlayın. Bununla Allahın düşmanını, sizin düşmanlarınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah’ın bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz. Allah yolunda ne harcarsanız, tam olarak size ödenir ve hiç haksızlığa uğratılmazsınız.” (8/Enfâl, 60)

“(Ashabı Kehf’in) kalplerini (sabır ve metânetle) bağla(yıp kuvvetlendir)miştik (rabetnâ).” (18/Kehf, 14)

“Mûsâ’nın annesinin gönlü bomboş sabahladı. Eğer biz (va’dimize) inananlardan olması için onun kalbini iyice pekiştirmemiş (rabetnâ; sabır ve sükûnete bağlamamış) olsaydık, neredeyse işi açığa vuracaktı” (28/Kasas, 10)

 

Hadis-i Şeriflerde Murâbata ve Ribat Kavramı

 

“Allah yolunda bir gece nöbet (ribât) beklemek bir ay’ı oruç ve ibâdetle geçirmekten daha hayırlıdır. Ölürse dünyada yaptığı ameli ve rızkı devam eder. Kabir azâbından da emin olur”[1]

“Allah yolunda sınırda bir gün bile nöbet tutmak, dünyadan ve dünyada bulunan her şeyden daha hayırlıdır. Birinizin cennette kamçısının yeri, dünyadan ve dünyada bulunan her şeyden daha hayırlıdır. Kulun, Allah yolunda savaş için her yürüyüşü, dünyadan ve dünyada bulunan her şeyden daha hayırlıdır.”[2]

“Allah yolunda düşmana karşı nöbet tutan kimselerin dışında bütün ölülerin amel defterleri kapanır. Murâbıtların ise, iyi amelleri kıyâmet gününe kadar yazılmaya devam eder ve bu kimseler kabir fitnesi (azâbı) konusunda emindirler.”[3]

“İki göze cehennem ateşi dokunmaz: Allah korkusundan ağlayan göz ve Allah yolunda nöbet bekleyerek geceleyen göz.”[4]

“Size, yaptığınız zaman hatalarınızı giderecek, günahlarınızı örtecek bir şeyi (ameli) haber vereyim mi?” Ashâb dedi ki: ‘Evet.’ Buyurdu ki: “Zorluğuna rağmen abdestinizi imkân ölçüsünde alınız, mescidlere doğru adımlarınızı artırınız, bir namazdan sonra da diğer namazı bekleyiniz. İşte böyle yapmak sizin için ribat’tır. Bunu üç defa söyledi.”[5]

“Bir gündüz ve gece ribat yapmak (Allah yolunda nöbet beklemek) bir aylık nafile oruç ve namazdan daha hayırlıdır. Ölse bile bu işlediği amelin sevabı kesilmez. Bununla rızıklanır, fitnecilerden korunur.”[6]

“Kim Allah yolunda bir murâbıt olarak ölürse, kendisine, işlemekle olduğu salih amelinin sevabı (sanki ölmemiş gibi verilmeye) devam edilir. Rızkı da sürekli olarak verilir. Kabirdeki hesaba çekicilerden emin olur. Allah (cc) onu kıyâmet günü en büyük korkudan (Cehennem’den) güvene kavuşturur.”[7]

“Allah yolunda ribât (düşman karşısında cihad halinde durmak; hudutta bir gün nöbet tutmak) başka yerlerde bin gün nöbet tutmaktan daha hayırlıdır.”[8]

“Allah yolunda (cihad için) yapılan bir sabah ve akşam yürüyüşü, hiç şüphesiz dünyadan ve dünya varlıklarından daha hayırlıdır.”[9]

Sahâbeden bir adam: “Yâ Rasûlallah! Seyahata çıkmam için bana izin ver” dedi. Bunun üzerine Nebî (s.a.s.): “Şüphesiz ki ümmetimin seyahati Azîz ve Celîl olan Allah yolunda cihada çıkmaktır” buyurdu.[10]

Râbıta Kavramının Yozlaştırılması

 

Müslüman gençlerin zihnini kurcalayan ve ibâdet olarak takdim edildiği halde, Kur’ân-ı Kerim’de ve Peygamberimiz’in hayatında hiç rastlanmayan râbıta konusunda daha geniş bilgilenmek amacıyla bu konuda en kapsamlı araştırmasıyla meşhur, bir seyyid ve şeyh çocuğu olan ve kendisi de şeyh olduğu halde, kendi isteği ile şeyhliği bırakan Ferit Aydın’ın Tarikatta Râbıta ve Nakşîbendîlik adlı kitabından geniş bir özet sunalım:

 

Râbıta Nedir?

 

Bu soru, özellikle yakın geçmişten beri pek çok insanın zihnini meş­gul etmektedir. Çünkü ne ilginçtir ki XIX. yüzyılın başlarından bu yana Nakşîbendî Tarîkatı’nın önemli bir kuralı haline getirilmiş bulunan râbıta­nın asıl kaynağı ve içyüzü hakkında (bu tarîkatın çağdaş rûhânîleri de dâhil) hemen hiç kimsenin etraflı bir bilgisi yoktur!

Tarîkatlar zaten kapalı, mistik kurumlardır. Bu nedenle dış dekorların­ın arka planında gizli kalan ve halk tarafından pek bilinmeyen çok ilginç inanış ve tapınma şekilleri, âyin ve törenler, söylem ve kavramlar vardır. Bunların kaynakları ve amaçları ise hem çok çeşitli, hem de son derece çet­refil, kar­maşık ve mitolojiktir. Türk toplumunun, genelde dünya Müslümanların­dan farklı biçimde gelişmiş olan din anlayışı, büyük ölçüde bu ol­gudan etki­lenmiştir.

Onun için bu bakış açısının temelindeki gerçek nedenleri gün yüzüne çıkarmak ve bu sûretle yüzyıllar önce yapılmış olan birtakım yanlışlıkları düzeltme imkânını bulmak amacıyla bu kurumların ve doktrinlerinin çok esaslı şekilde araştırılması ge­rekir. Çünkü özellikle Türkleri, İslâm adına ta­rih boyunca bu kurumlar yön­lendirmiştir. İşte râbıta, bu mitolojik ve mistik yumağın örgüsü içinde çok önemli bir yer tutmaktadır.

Son yıllarda Türkiye’de yaşanan kavram kargaşası, her ne kadar içinden çıkılmaz bir düşünce kaosunu birlikte getirmişse de, denebilir ki bu durum bazı mistik ve felsefî terimlerin az veya çok deşifre olmasını da sağlamıştır. Kavramlar etrafında tartışmaların kızışmasıyla birlikte, tarîkatların dı­şında kalabilmiş olan birçok kimse, son zamanlarda râbıta hakkında kuş­kuya düştüler ve birtakım arayışların içine girdiler. Bu gelişmelerin sonucu olarak ilginç sorular gündeme geldi. Çünkü İslâm’ın, kitap ve sünnetle belir­lediği ibâdetler bütün Müslümanlarca kesin ve açık şekilde bilinmekte ve Hz. Peygamber (s.a.s.)’in bizzat uyguladığı biçimlerde bu ibâdetler bütün dünya Müslümanları tarafından yaklaşık 1500 yıldır uygulanmaktadır. Oysa râbıta, çoğunluğu Türkiye’de yaşayan ve sadece Nakşîbendîler olarak bili­nen bir azınlık tarafından ve büyük ölçüde gizli olarak bir ibâdet havası içinde icrâ edilmektedir.

 

Tarîkat Kaynaklarına Göre Râbıta Hakkında Genel Bilgiler

“Râbıta” Kelimesinin Sözlük Ve Terim Anlamı:

 

Râbıta: Arapça “rabt” kökünden türetilmiş bir kelimedir. Sözlükte birleştirmek, bitiştirmek, iliştirmek ve bağlamak anlamına gelmektedir.

Arap ülkelerinde, (Rabita’tul-Udebâ=Edebiyatçılar birliği) ve (Râbita’tul-Kurrâ’=Kur’ân Hâfızları Cemiyeti) gibi adlar altında çeşitli dernek ve kuruluşlar vardır ki bu isimler, aynı mesleğe mensup kimselerin belli bir amaçla bu kuruluşların çatısı altında bir araya gelmiş olduklarını ifade etmektedir. Yani bu bileşik adlar içindeki “râbıta” kelimesi, söz konusu birliği anlatmak için kullanılmaktadır.

İşte bütün bu ayrıntılar, “râbıta” sözcüğünün lügatteki genel anlamı hak­kında bize yeterli bir bilgi vermektedir. Kelimenin, konumuz açısından ifade ettiği özel anlama gelince, bir tasavvuf terimi olarak (daha doğrusu Nakşîbendî Tarîkatı’nın kuralla­rından biri olarak) râbıta: Mürîdin, kendini mürşidi ile yüz yüze gelmiş var­sayıp ondan feyiz aldığını (ondan metafizik anlamda güç aldığını ya da nurlandığını) zihninde canlandırması demektir.

Râbıtanın ne ifade ettiğini ve ne yüce fazîletlerden, ne büyük erdemler­den olduğunu, çeşitli mânevî ve lâhûtî hallerin râbıta ile nasıl yaşandığını ve bu yüzden ne yüksek mertebelere erişildiğini anlatan yazılar; râbıtayı Kur’ân-ı Kerîm’e ve Rasûlullah (s.a.s.)’ın sünnetine dayandırmaya çalışan açıklamalar; hatta sırf bu konuda yazılmış kitapçıklar bile vardır. Ancak bu yazılar, üslûp ve anlatım bakımından çok rasgele ve dağınıktır.

Tarîkat Kaynaklarına Göre Râbıta Hakkında Genel Bilgiler

“Râbıta” Kelimesinin Sözlük Ve Terim Anlamı:

 

Râbıta: Arapça “rabt” kökünden türetilmiş bir kelimedir. Sözlükte birleştirmek, bitiştirmek, iliştirmek ve bağlamak anlamına gelmektedir.

Arap ülkelerinde, (Rabita’tul-Udebâ=Edebiyatçılar birliği) ve (Râbita’tul-Kurrâ’=Kur’ân Hâfızları Cemiyeti) gibi adlar altında çeşitli dernek ve kuruluşlar vardır ki bu isimler, aynı mesleğe mensup kimselerin belli bir amaçla bu kuruluşların çatısı altında bir araya gelmiş olduklarını ifade etmektedir. Yani bu bileşik adlar içindeki “râbıta” kelimesi, söz konusu birliği anlatmak için kullanılmaktadır.

İşte bütün bu ayrıntılar, “râbıta” sözcüğünün lügatteki genel anlamı hak­kında bize yeterli bir bilgi vermektedir. Kelimenin, konumuz açısından ifade ettiği özel anlama gelince, bir tasavvuf terimi olarak (daha doğrusu Nakşîbendî Tarîkatı’nın kuralla­rından biri olarak) râbıta: Mürîdin, kendini mürşidi ile yüz yüze gelmiş var­sayıp ondan feyiz aldığını (ondan metafizik anlamda güç aldığını ya da nurlandığını) zihninde canlandırması demektir.

Râbıtanın ne ifade ettiğini ve ne yüce fazîletlerden, ne büyük erdemler­den olduğunu, çeşitli mânevî ve lâhûtî hallerin râbıta ile nasıl yaşandığını ve bu yüzden ne yüksek mertebelere erişildiğini anlatan yazılar; râbıtayı Kur’ân-ı Kerîm’e ve Rasûlullah (s.a.s.)’ın sünnetine dayandırmaya çalışan açıklamalar; hatta sırf bu konuda yazılmış kitapçıklar bile vardır. Ancak bu yazılar, üslûp ve anlatım bakımından çok rasgele ve dağınıktır.

Râbıtanın Değişik Tanımları:

 

Râbıta, Nakşîbendî Tarîkatı’nın kurallarından biridir. Ancak zaman içinde kurumlaştırılmış olan râbıtanın, bütün tarîkat öncüleri tara­fından onaylanmış, ya da üzerinde görüş birliğine varılmış çok net bir tanımı yok­tur. Bununla birlikte gerek manzum, gerekse düz ifade olarak yalnızca bir­kaç kişi tarafından yaklaşık bir dille, râbıtanın ne olduğu anlatılmaya çalı­şılmış­tır. Fakat başta Halid Bağdâdî olmak üzere bu şahıslar, meşrûluğunun da ötesinde onun ka­çınılmaz ge­rekliliğini, hatta râbıtanın, kaynağını Kur’ân-ı Kerîm’den ve Rasûlullah (s.a.s.)’ın sünnetinden aldığını kanıt­lamak için ola­ğanüstü çaba sarf etmişlerdir. Buna rağmen yaptıkları açıkla­malar eskilerin tâbiriyle; efrâdı câmi’ ağyârı mâni’ değildir. Yani râbıtayı her bakımdan tanımlayan ve onun başka bir şeyle karıştırılmamasını kesin biçimde sağla­yan birer tanım olmaktan uzaktırlar. Nitekim aşağıdaki çeşitli tarifler ya da açıklamalar bunu kanıtla­maktadır.

Râbıtaya bazı izahlarla belli bir boyut kazandıranlar, yakın tarihte yaşa­mış olan Nakşîbendî şeyhleridir. Bunlardan, Halid Bağdâdî’ye mal edilen açıkla­mada şöyle denilmektedir: “Tarîkatta râbıta: Mürîdin, Allah’da fânî  olmuş bulunan şeyhinin şek­lini hayâlinde sürekli canlandırmasıyla onun rûhâniyetinden yardım is­te­mesi demektir. Bu da mürîdin edeplenmesi (saygılı olmaya alışması) ve tıpkı şeyhinin yanında bulunuyormuş gibi gıyabında da ondan feyiz ala­bil­mesi için lüzumludur. Çünkü mürîd, şeyhinin şeklini hayâlinde canlan­dırmakla ancak huzur bulur, nurlanır ve bu sâyede çirkin davranışlarda bu­lunmaktan sakı­nır.”[1]

İleri sürüldüğü üzere bu sözler, Halid Bağdâdî’nin, İstanbullu Muhammed Es’ad Efendi’ye gönderdiği bir mektupta yer almaktadır. Yukarıdaki alıntıda geçen “Rûhâniyetten istimdâd” ya da günümüzün Türkçe’siyle “Evliyâların ruhun­dan yardım dilemek”, Tarîkatların hemen tamamında ve özellikle Nakşîbendî Tarîkatında çok önemli bir inanış şekli olan kaynağını Animizm’den alır.[2]

Iraklı Muhammed Emîn el-Kürdî el-Erbilî de Tenvîru’l-Kulûb adlı ese­ri­nin “Tasavvuf” bölümünde ve “Nakşîbendî Sâdâtına Göre Zikrin Keyfiyeti” başlığı altında saydığı on bir şarttan dokuzuncusu olan râbıtayı şöyle an­latıyor: “Zikrin dokuzuncu keyfiyeti, mürşidi râbıta etmektir. Bu da mürîdin, kal­bini şeyhin kalbine karşı bulundurması; gıyabında bile olsa onun şeklini haya­linde canlandırması; kalbine, şeyhin nur okyanusundan feyizlerin ak­tığını içinden ta­savvur etmesi ve ondan bereket dilemesiyle olur. Çünkü mürîdin Allah’a ulaşabilmesi için vâsıtası odur (yani şeyhdir).”[3]

Ömer Zıyâüdîn Dağıstânî’nin de kendine göre râbıtayı tanımlaması şöy­le­dir: “(…) bu da mürîdin, kalbini Allah’ın peygamberlerinden birine, veya O’nun velî kullarından bir velîye, veya hepsinden birine, ya da silsilesi Hz. Peygamber (s.a.s.)’e ulaşan kâmil bir mürşide veya şeyhine, ya da hakkında güzel duygular beslediği ve üstünlüğünü takdir ettiği birine bütün sevgi ve samimiyetiyle bağlanmasından ibarettir.”[4]

Râbıtanın, bir süredir önem kazanmasında büyük rol oynamış bulunan yakın tarihin etkili Nakşîbendî şeyhlerinden Abdulhakîm Arvâsî’ye ge­lince, 1923 yılında kaleme aldığı “Râbıta-i Şerîfe” adlı risâlesinde bu tarîkat kura­lını şöyle tarif etmektedir: “Râbıta, İlâhî-Zâtî sıfatlarla tahakkuk etmiş ve müşahede maka­mına varmış bir kâmil ve mükemmele kalp bağlayıp, huzur ve gıyâbında o zâtın sûretini hayâl hazinesinde muhâfaza etmekten ibârettir.”[5]

Tarîkatçılara göre yalnızca sağ olan mürşidden değil, aynı zamanda ölü­den de yardım beklenir. Yani şeyhin rûhâniyetinden yardım dilemek için onun, sağ ya da ölü olması fark etmez. Bu inanış hemen bütün tarîkatlarda vardır ve “himmet dilemek”, “bereket talep etmek”, “feyiz almak” “istifâzada bulunmak” ya da “rûhânîyetten istimdâd etmek”  gibi çeşitli de­yimlerle ifade edilir.

Mehmed Zâhid Kotku bu konuda aynen şunları kaydetmektedir: “Bu tarikde şeyh, kemâl-i marifet ile mütehakkık olursa, ifâzada (yardım etme konusunda) ölü ile diri müsâvi olurlar.”[6]

Aslında müsâvi olmaktan da öte, (yine tarîkat rûhânîlerine göre) velî, öl­dükten sonra bir “tîğ-i üryân”  gibi, yani kınından çıkmış olan bir kılıç gibi çok daha keskin olur ve onu çağıran insa­nın imdadına çok daha çabuk yeti­şir.

Sağlara yapıldığı gibi ölmüş kimselere de râbıta yapılabilir. Ölüye râbıta yapma konusuna, özellikle son dönem Nakşî şeyhleri tara­fın­dan çok önem verilmiştir. Bu cümleden olarak Abdulhakîm Arvâsî’nin, “Mezarlara Râbıta Keyfiyeti” başlığı altında aşağıya alınan sözleri ilginçtir. Arvâsî şu öğütleri vermektedir: “Mezar ziyaretçisi mürîd, nefsini her türlü dış alâkadan boşaltır. İçini dünya kayıtlarından uzaklaştırır. Kalbini ilimler ve nakışlardan ve hâdiselere bağlı duygulardan çekip çıkarır. Ziyaret ettiği mevtânın rûhâniyetini hissî key­fiyetlerden mücerret bir nur farz eder. O kabir sahibinin Feyizlerin­den bir Feyiz ve hallerinden bir hal zuhur edinceye kadar o nuru kalbinde tu­tar. (…)”

Râbıtanın Şartları ve Uygulanış Biçimi:

 

Bilindiği üzere her tarîkatın kendine özgü birtakım kuralları vardır. Bunlar âdetâ birer kanun gibi, daha doğrusu “Allah’ın ya da Peygamber’in birer emri olarak” tarîkat bağlıları tarafından titiz bir şekilde uygulanırlar. İşte -konumuzun özünü oluşturan- “râbıta” da bu kurallardan biridir.

Zikrin değişik bir biçimi olarak da tanımlanan râbıta, Nakşîbendî Tarîkatı’nda şeyh-mürîd ilişkisinin çok önemli bir halkasını oluşturur. Mürîdin şeyhe mutlak, kesin ve sürekli bağlılığını sağlamak üzere konmuş olan bu kuralın belli zamanlarda, belli uygulanış şekilleri vardır. Aynı tarîkatın bir cemaatinden diğerine küçük farklarla icrâ edildiği ise bir gerçektir. Genelde “Hatm-i Hâcegân” adı altında uygulanan zikir merasimi sıra­sında halka şeklinde oturan mürîdler, şeyhin ya da onun adına “hatm”i yö­neten vekilinin bir işareti üzerine râbıta yaparlar. Bu işaret, halkada bulu­nanların rahatça duyabileceği orta bir sesle “Râbıta-i Şerîfe!”, “mürşide râ­bıta”, ya da benzer bir komuttan ibarettir.

Râbıta, mürîd tarafından “Hatm-i Hâcegân” âyini dışında ve yalnız başına da yapılabilmektedir. Bu münfe­rid râbıtanın en çok yapıldığı zaman “Vird”e başlamadan önceki dakika­lar­dır.

“Vird”: Şeyh tarafından mürîde telkin edilmiş ve günün belli saatle­rinde tekrarlanması istenmiş olan rûhânî ödev demektir. Bu ödev, belli sözlerin yüzlerce hatta binlerce kez tekrar edilmesiyle yerine getirilir. Râbıta ise ondan önce yapılan zihinsel bir hazırlanmadır.

Gerek sistematik bir âyin biçimi olan “Hatm-i Hâcegân” merasimi ve tüm ayrıntıları (ki bunlardan biri de râbıtadır), gerek bu ayrıntılardan her biri, ge­rekse şeyhin rûhânî bir ödev olarak mürîde verdiği herhangi bir ders, vird, telkin, emir ve tâlimat, tarîkat protokolünde zikrin kapsamına girer. Yani bunların hepsi, ya da herhangi biri, tarîkatın avam dilinde genel bir tabirle, “zikir”  olarak adlandırılır. Dolayısıyla râbıta da Nakşîbendî Tarîkatı’nda bir zikir şeklidir.

Râbıtanın uygulanışı sırasında mürîdin oturuş biçimi, fiziksel ve zihin­sel durumu ile yer, zaman ve ortam çok önemlidir. Bu durumları şu şe­kilde özet­lemek mümkündür:

  1. a) Abdestli olmak: Râbıta yapan kimsenin, özellikle “Hatm-i Hâcegân” halkasında bu­lunu­yorsa -her şeyden önce- abdestli olması gerekir. Nitekim bu âyin genel­likle sa­bah, ikindi ve yatsı namazlarından sonra düzenlendiği için halkaya katılan mürîdlerin hepsi zaten abdestli olurlar[1]
  2. b) İnâbeli olmak: Yani mürîdin, mürşid olarak kabul ettiği şeyhe, ya da vekiline önceden bey­’at etmiş olması gerekir. Buna, tarîkat dilinde “El almak” da denir. Zaten Nakşîbendîlere göre bir şeyhe bağlanmayan (Yani daha açıkçası tarîkata gir­meyen) insanın öncüsü şeytanın ta kendisidir[2]

Şeyhlerden kimisi, aynı tarîkata bağlı olsalar bile kendisinden el alma­mış bulunanları (yani başka bir şeyhin mürîdlerini), yönettiği “Hatm-i Hâcegân” halkasına kabul etmez. Bazıları ise bu konuda herhangi bir ayı­rım yapmazlar. Dolayısıyla tarîkatın bütün kurallarında olduğu gibi bu nok­tada da hemen her şeyhin yorumu ve protokolü farklıdır. Ancak halkaya oturan mürîd, her ha­lükârda râbıtasını kendi şeyhine yapar. Bu vesile ile şunu da belirtmek gerekir ki kendi ifadelerine göre “Tarif edilen şekilde fenâ ve bekâ mertebelerine ulaştıkları şehâdetle sâbit olmayan kimse­ler her ne kadar zikir tâlimine me­zun ve memur olsalar da kendilerine râ­bıta ettiremezler”[3] Bu konuda bazı şeyhlerle halîfeleri arasında polemikler ve tartışmalar bile cereyan etmiş, hatta önemli bir olay diye yakın tarihin Nakşîbendîlerine âit kitapçıklarda yer almıştır.

  1. c) Kapıyı kitlemek: Aslında kapının içerden kitlenmesi sırf râbıtaya bağlı bir kural değil­dir. Nakşîbendîlere göre bu, “Hatm-i Hâcegân” âyininin bir ayrıntısıdır. Bununla beraber râbıta yalnız başına bile yapılsa yine de sakin bir yer tercih edilir. Şu var ki -yukarıda da değinildiği üzere- râbıta, “Hatm-i Hâcegân” âyininin kural­larından biri olduğu için bu merasimin bir öğesi olarak icrâ edilirken zaten kapı kitli bulunmuş olur. Yakın tarihin Nakşîbendî şeyhle­rinden İsmet Garîbullah; “İnâbe böyle ta’lîm etti ol mâh, / Kapanmak kapı sünnettir ol âgâh”[4] mısralarıyla tarîkatın bu kuralını anlatmaya çalışmaktadır.
  2. d) Ortamı Karartmak: Vakit gece ise ışıkları söndürmek, gündüz ise pencerelere perde germek sûretiyle ortam karartılır, ya da en azından loş hale getirilir. Ancak bunlar özellikle “Hatm-i Hâcegân” âyininin yapıldığı mekân için söz konusudur. Tek başına râbıta yapan kişi, oturduğu yerde başından aşağıya bir çarşaf, ya da puşu gibi bir şey örtmek sûretiyle de bu ortamı sağlayabilir.
  3. e) “Ters Teverrük” Oturuşu İle Oturmak: Bunun şekli şöyledir: Şâfiî Mezhebinde, namazdaki son ka’denin tam tersi olarak diz üstü oturulur; sol ayak dik tu­tulur; (yani topuk yukarıda, parmak uçları ise yer­de­dir.) sağ ayağın par­mak uç­ları da -köprü gibi duran- sol bacağın altından bi­raz dışarı çıkarılır. Bu du­rumda sağ baldır tamamen yere yapışıktır, vücut zorunlu olarak sol tarafa doğru eğimlidir ve eller namazda olduğu gibi yine dizler üzerinde bu­lunduru­lur. Bu oturuş şeklinin, yakın tarihte yaşamış olan bazı Nakşîbendî teorisyen­leri tarafından öngörüldüğü anlaşılmakta­dır.[5]
  4. f) Gözleri Yummak: Gerek “Hatm-i Hâcegân” sırasında, gerekse mürîdin tek başına yap­tığı râbı­tada gözler yumulur. Hem hatim âyinini yöneten şeyh veya temsil­cisi, hem de mürîdler aynı şeyleri yapmak durumundadırlar. Mürîd, hatim dı­şında ve yal­nız başına râbıta yaparken de yine gözlerini yumar.[6]
  5. g) Nefesi Kontrol Altına Almak: Râbıta yaparken ağız kapalıdır, soluk burundan alınır. Nakşîbendî Tarîkatı’nda başlıca iki çeşit zikir vardır. Bunlardan biri sözlü zikir olan “vird”dir, di­ğeri ise zihinsel zikir olan “râbıta”dır ki her ikisinde de nefes kontrol altında bulundurulur[7]
  6. h) Sâbit ve Hareketsiz Durmak: Yakın tarihte Nakşîbendî Tarîkatı’na yeniden şekil verenler, Hatm-i Hâcegân, zikir, râbıta ve benzeri âyinlerin uygulanışı sırasında mürîdin hareketsiz durmasını, ah, vah gibi ızdırap ve hüzün ifade eden sesler çıkar­mamasını ve inlememesini şart koşmuşlardır. Onlara göre bu tür davranış­lar şeytanın giriş kapısı ve nefsânî duyguların doyuma ulaştırılması olarak nitelenmiştir.[8]
  7. i) Mürşidin Sûretini Zihinde Canlandırmak: Bu kural râbıtanın özünü oluşturur. Diğerleri ise buna bağlı olarak ikinci derecede ayrıntı sayılırlar. Nakşîbendîlikte “Tarîkat Âdâbı” diye sıra­lanan kurallar içinde en önemli unsur olarak râbıtadan söz edilirken bu nokta üzerinde daha ısrarlı bir şekilde durulmuştur.[9]

Yapılan açıklamalara ve tarif şekillerine göre mürîd, bu ödevi yapmak için gerekli şartları yerine getirdikten ve gözlerini yumduktan sonra bütün dikka­tini şeyhinin cismânî varlığı üzerinde toplamaya ve onun siluetini hayâlinde canlandırmaya çalışır. Nakşîbendî Tarîkatı’nın, özellikle yakın ta­rihte oluş­muş Süleymancılık  ve Menzilcilik gibi bazı kollarında şeyhin fo­toğrafına bakmak sûretiyle de râbıta yapılmaktadır. Mürîd bunu yaparken, şeyhinin nur deryası olduğuna inandığı kalbinden kendi kalbine bu nurla­rın bir çağlayan gibi aktığını da aynı şekilde canlandırmaya gayret eder.

Râbıta yapanın konsantre olabilmesi, vecd halini yaşayabilmesi, (yani transa geçebilmesi) için onun, yukarıda anlatılanlara ek olarak -aynen ger­çekmiş gibi- düşüneceği daha birçok şey vardır. Bunlardan bazılarını, Nakşî­bendî yazarlardan biri aynen şu ifadelerle açıklamaktadır: “Kendinizi vâkıa halinde ölü ve teneşir tahtası üzerinde, kefene sarıl­mış tasavvur edeceksiniz (…)”; “Mezarda olduğunuz halde, mürşidi, pîri, Allah ile aranızda vesîle ve vâsıta mevkiindeki zatı düşünerek, onu yanınızda ve karşınızda farzederek ve onun yüce alnına, yani iki kaşı arasına gözlerinizi dikeceksiniz!”; “(…) o zatın ulu simasına hayâl hazinenizde yer verecek, onu kalbi­nizde hayâl yoluyla durduracaksınız!”[10]

  1. j) Mürşidin Rûhâniyetinden İstimdâd Etmek: Râbıtanın çok önemli kurallarından biri de budur. Nakşîbendî rûhânî­lerine âit mektup ve kitapçıklarda bunun önemi sıkça vurgulanmıştır. “Rûhâniyetten istimdâd”ın ne demek olduğuna gelince bu, mürîdin şeyhinden himmet, bereket ve yardım dilemesidir. Bunun için şeyhin genç, yaşlı, sağ, ya da ölmüş olması arasında hiç bir fark yoktur. Hatta ölmüş olan şeyhin, kınından çekilmiş kılıç gibi olduğu, yani bütün maddesel kayıtlar­dan sıyrıldığı ve işlevini daha süratle yapabilecek durumda olduğu, yine bu tarîkatın rûhânileri tarafından ifade edilmiştir. Dolayısıyla mürîdin râbıta ya­parken içinden, şeyhinin sûretini canlandırmasıyla birlikte ondan him­met ve medet dilemesi râbıtanın kaçınılmaz bir kuralıdır.

Bu şartlar bir şeyhten diğerine çoğalıp azalabilir, yani değişebilir. Nitekim bazı şeyhlerin, yolculuk sırasında veya çalışırken bile virdlerini çe­kebilecekle­rine ve râbıtalarını yapabileceklerine ilişkin mürîdlerini ser­best bıraktıkları, daha doğrusu onları bu durumlarda da boş bırakmak isteme­dikleri bilinmektedir.

Mürîd sık sık şeyhinin veya ona vekâlet eden yetkilinin sohbetlerinde sürekli telkinler alarak râbıta için hazır hale getirilir. Bu sohbetler bir çeşit şart­landırma seanslarıdır; Son derece de etkilidir. Bu sırada oluşan mistik atmosfer içindeki mürîdin psikolojik durumu, ders ya da konferans izleyen bir dinleyicinin, hatta vaaz dinleyen bir mü’minin durumundan çok fark­lı­dır. Mürîdin iç dünyasının derinliklerinde bu telkinlerle o kadar şiddetli et­kiler uyandırılır ki râbıta sırasında o, kendinden geçmiş ve başka alemlere dalmış gibi olur. Arvâsî’nin tabiriyle: “(…) mürîd, şeyhinin muhabbet alâkasıyla saatten saate onun renk ve kı­vamı içinde olgunlaşır. Aksetme sûretiyle de onun nurundan nur emer. Bu türlü faydalanma ve feyizlenmede, işin nasıl ve ne olduğunu bilmek şart de­ğildir. Kavunun güneş hararetiyle pişmesi gibi sâlik, mürşidin terbi­yesinde ya­vaş yavaş gelişir. Zamanla bu gelişme kemâle erer. Rahmânî ne­fesin üflenme­sine istidad kazanır.”[11]

Mürşid râbıtası için, genellikle iki zaman vardır. Bunlardan biri “Hatm-i Hâcegân” âyini sırasında, diğeri ise her mürîdin yalnız başına yapmak duru­munda olduğu vird  denilen sözlü zikre başlamadan öncedir. Bununla bera­ber yine her şeyhe göre, râbıtaya ilişkin zamanlama değişebilir. Esasen tarîkatta zi­kirle râbıta birbiriyle çok yakından alâkalıdırlar. Geniş an­lamda râbıta da zi­kirden sayılmakla beraber “Zikir” terimi özellikle sözlü vird için kullanılır. Zikir de râbıta da tarîkatın temel kurallarındandır. Fakat daha önce de işaret edildiği gibi onlara göre râbıta zi­kirden çok daha önem­lidir.

İşte râbıtanın uygulanış biçimi ve şartları hakkında elde edilebilecek en geniş bilgiler bunlardır denebilir.

Tarîkat Rûhânîlerine Göre, Râbıta Yapmanın Kaçınılmaz Lüzumu:

 

Nakşîbendîler, râbıtaya dini ve rûhânî bir nitelik atfetmekte ve onu İslâm’ın bir parçası, hatta Allah’ın kesin bir emri olarak uygulamaya ve yay­maya çalışmaktadırlar. Nitekim Nakşî şeyhlerinden Mustafa Fevzi, sırf râbıta konusunda kaleme aldığı İsbât’ul-Mesâlik Fi Râbıta’tis-Sâlik adlı man­zum risâlesinde râbıtanın farz olduğunu ileri sürerek aynen şöyle demekte­dir:

 

“Elli dört farzdan biridir râbıta,

Ehl-i aşkın rehberidir râbıta ;

Hubb-i fillâh’tır bu yolda râbıta,

Bir muhabbettir gönülde râbıta”[1]

 

Nakşîbendîlere göre râbıta farz olduğu için herkesin mutlak sûrette bir şeyhe bağlanması ve mürşidine râbıta yapması kaçınılmaz bir görevdir. Nitekim Muhammed Emîn el-Kürdî, bu konuda şunları kaydetmektedir: “Allah’a ulaşmış bulunan şeyh, mürîdin Allah’a ulaşması için bir ara­cıdır ve onun, Allah huzuruna girebileceği bir kapıdır. Dolayısıyla kendisini irşâd edecek bir şeyhi bulunmayanın rehberi ancak şeytandır.”[2]

Tarîkatta şeyhe, nasıl ki mürîdi Allah’a ulaştıran bir aracı, bir rehber olarak bakılmakta ise, râbıtaya da Allah’a ulaştıran bir çare, bir yol, hatta ye­gâne bir yol olarak inanılmaktadır.

Bütün bu ve benzeri tanımlardan, açıklamalardan, övgü ve özendirmelerden şu özeti çıkarmak mümkündür:

  1. Tarîkata girmek ve bir şeyhe mutlak sûrette bağlanmak zorunludur. Mürşidi olmayanın rehberi şeytandır.
  2. Tarîkata girerek mürîd olan kişi, bağlandığı şeyhine râbıta yapacaktır. Onu, hemen her an hatta tuvâlette bile (Tarîkatçılar bunu, şöyle ilginç bir gerekçe ile açıklamaya çalışırlar: Sözde, Hz. Ebûbekr, Rasulullah’ı tuvâlette bile hatırından bir türlü çıkaramıyordu. Bu nedenle duyduğu sıkıntıyı Hz. Peygamber’e anlattı. O da bunun önemli olmadığını söyledi. Bk. Rûh’ul-Furkân, 2/76) hayâlinde canlandıracak; şeklini gözünün önüne getirecek; kalbini şeyhinin kalbiyle karşı karşıya bulundu­racak; yakınında bulunmuyor olsa bile onu kendine çok yakın hissedecektir.
  3. Bununla birlikte şeyhini bir feyiz, bereket ve nur deryası olarak tasav­vur ederken bu okyanustan akan nurların, onun oluk vazifesini gören kal­binden kendi kalbine aktarıldığını da düşünecektir.
  4. Gerek sağ olsun, gerek ölmüş olsun, gerek kendisinden çok genç ol­sun, daima şeyhinden “himmet” ve “bereket” (yani yardım ve nimetlerde bolluk) dileyecektir. Çünkü mürîdi Allah’a ka­vuşturabilecek olan tek vâsıta ancak ve ancak şeyhtir, mürşittir. (!?) Kişinin kendi kendine Allah’a ka­vuşması, yani “fenâ fillâh” denen ma­kama yükse­lip “Allah’ta erimesi” (!) mümkün değildir.

Bu sebeple tarîkatçılar Kur’ân-ı Kerîm’den bazı âyetleri ve ayrıca bazı hadisleri yorumlayarak bu yoldaki kanâatlerini delillendirmeye de çalış­maktadırlar.

Nakşîbendîlerin Râbıtaya İlişkin Delilleri:

 

Hâlid Bağdâdî, “Risâle’tun Fi Tahkıyk’ır-Râbıta” adı altında sırf râbıta ko­nusunda yazdığı bir kitapçıkta şöyle demektedir:

“Ulularımızdan kimisi, tasavvuf terbiyesini gerek kendine, gerekse baş­kasına uygularken sadece râbıta ile yetinirdi. Çünkü bu, Allah’da fânî olma­nın (Allah’ta eriyip yok olmanın) hazırlık aşaması olan şeyhde eri­mek için en yakın yoldur. Onlardan, râbıtayı Allah’ın şu sözlerine da­yandıran da vardır: “Ey iman edenler! Allah'(a itaatsızlık)tan sakının ve doğru­larla beraber olun.” (9/Tevbe, 119)[1]

Tarîkat silsilesiyle Halid Bağdâdî’ye bağlı olan Muhammed Emîn el-Kürdî de râbıtayı kanıtlamaya çalışırken önce şu ifadeyi kullanmaktadır: “Bu konuda gerek âyet, gerekse hadis olarak mevcut bulunan deliller ise bilinemeyecek gizlilikte değildirler. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmakta­dır:” “Ey iman edenler! Allah'(a itaatsızlık)tan sakınınız ve O’na, (sizden hoş­nut­ olacak) vesîleler arayınız.” (5/Mâide, 35)[2]

Bu âyet-i kerîmeyi, daha önce anlatılan merasim çerçevesi içindeki uy­gu­lanışıyla râbıtaya delil gösteren, yalnızca bu şahıs değildir. Bilindiği kada­rıyla bütün Nakşîbendîler -her nasıl iknâ olabiliyorlarsa!- bu görüşü paylaş­makta­dırlar. Muhammed Emîn el-Kürdî’nin, kanıt olarak ileri sürdüğü bir de şu meâldeki hadis-i şerif vardır: “Kişi sevdiği ile beraberdir.”

Nakşîbendîler, râbıtanın  Kur’ân’a ve sünnete dayandığını büyük bir ıs­rarla ileri sürmektedirler. Bunlardan Mustafa Fevzi  şunları söylüyor: “Var bu yolda çok ehâdîs-i Nebî, / Râbıta makbûl-i Hak’dır gün gibi”[3]

Şâir, yukarıdaki beyitte, râbıtayı kanıtlayan -sözde- Hz. Peygamber (s.a.s.)’in bir­çok hadisleri bulunduğunu hiç çekinmeden ileri sürüyor ve buna delil ola­rak da şu meâldeki hadisi gösteriyor: “Beni, çocuğundan, babasından, (bir diğer hadisde de kendi canından)  ve tüm insanlardan daha çok sevmedikçe hiç biriniz gerçek anlamda iman et­miş olamazsınız.” Mustafa Fevzi’ye göre bu ve daha birçok hadis, mürîdin, şeyhine râbıta yapmasını kesin olarak emrediyor (!?)

Zaman zaman önemini kaybeder gibi olan bu râbıta olayı, son birkaç yıl­dır yeniden gündeme getirilmiş bulunmaktadır. Özellikle tefsir çalışması olarak Ruhu’l-Furkan adı altında kaleme alınan bir kitapta râbıtaya çok geniş bir yer verilmiştir. Merkezleri İstanbul-Çarşamba’da bulunan gele­nekçi bir Nakşî cemaatinin lideri ve bir grup yandaşı tarafından yazılan bu kitapta râbıtanın bir Allah ve Peygamber emri olduğunu kanıtlamak için dokuzu âyet, on dördü ise hadis olmak üzere toplam yirmi üç delil ileri sür­müşler­dir. Noktalamaya varıncaya kadar, üslûp, anlatım ve yorumlarıyla tama­men onlara âit olan bu deliller sırayla şöyledir:

  1. “O, sizin aranıza sevgi ve acıma koydu.” (30/Rûm, 21)”[4]

 

  1. “Enes (r.a.) den rivâyet edilmiştir ki: Halk yağmursuz kalıp kıtlığa uğ­radıkları zaman Ömer İbnul Hattab, (Peygamber’in amcası) Abbas İbni Abdilmuttalib’i vesîle edinerek yağmur duâsı yapar  ve duâda “Ya Allah! Bizler, peygamberimizi vesîle edinerek sana niyaz ettiğimizde bize yağmur ihsan ederdin. (şimdi de) Peygamberimizin amcasını vesîle edinerek senden niyaz ediyoruz. (yine) yağmur ihsan eyle”[5]
  2. 3. “İmanın en üst derecesi, Allah için (Allah dostlarını) sevmen, Allah için (Allah düşmanlarına) buğz etmen ve dilini Allah’ın zikrinde çalıştır­mandır.”[6]
  3. 4. “Yusuf (a.s.) kasıtsız olarak, elinden gelmeyerek, ona, (Züleyha’ya) meyletti. Rabbisinin burhanını (delilini) görmeseydi, (o meyline göre hare­ket edebilirdi.)” (12/Yusuf, 24)”[7]
  4. “Ebû Malik El-Eşcai’nin babasından rivâyet ettiği: “Rüyada beni gören hakikatta beni görmüştür.”[8]
  5. “Sâdıklarla beraber olunuz.” (9/Tevbe, 24)”[9]
  6. 7. “İbn Abbas (r.a.)’dan rivâyet edildiğine göre, bir kere Rasûlullah (s.a.s.) Efendimize:

“Meclis arkadaşlarımızın en hayırlısı hangisidir?” diye sorulduğunda, Efendimiz (s.a.s.): “Kimi görmek size Allah’ı hatırlatıyor, kimin konuşması sizin ilmi­nizi artırıyor, kimin de ameli size ahireti hatırlatıyorsa işte onlar en hayırlı ar­kadaşlarınızdır.” buyurdu.[10]

  1. “Allah-u Teâlâ’nın: “Onlar meclis arkadaşlarımdır.”[11] hadisi kutsisi ge­reğince de onlarla oturmak, zikredilen Mevlâ Teâlâ ile beraberliği kazandı­rır.” buyurdu.”[12]
  2. “Ebû Hureyre’den rivâyet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.s.): “Nerede olursanız bana salat (-u selam) edin. Çünkü sizin salatınız, bana ulaşır” buyurmuştur.”[13]
  3. “Meşayihi kiram, “O (Cebrail (a.s.) Onun (Meryem validemiz) için, bütün azası yerinde tam bir insana benzerdi. (19/Meryem, 17) âyetinde bu meseleyi zihinlere yaklaştırdılar.”[14]
  4. “Yine onlardan Alim-i Allame es-Sefiri el-Halebi eş-Şafii, Buhariye yaptığı şerhte: “Sonra, Efendimiz (s.a.s.)’e tenha (da ibâdet) sevdirildi.”[15]
  5. “Yine onlardan Allame Fasi, Delaili Hayrat şerhinin birkaç yerinde meseleyi açıklamıştır.” “Birisi de: Abdullah İbni Mesut (r.a.)’dan rivâyete göre, Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Kıyâmet gününde insanların bana en yakını (şefaatıma en layık olanı) bana en çok salat (-u selam) getirendir.”[16]
  6. “Nitekim Allah-u Teâlâ “Her kim Allah ve Rasûlüne itaat ederse, işte onlar, Allah (-u Teâlân) ın, kendilerine inam (iyilik) ettiği nebiler, Sıddıklar, şehitler ve salihlerle be­ra­berdir. Ve bunlar en güzel refik (arkadaş) tırla” buyuruyor. (4/Nisa,  69)”[17]
  7. “…Aişe (r.a.) Validemizden rivâyete göre: Rasûlullah (s.a.s.): “Ruhlar toplu ordulardır. Onlardan (ezelde Allah yolunda) birbiriyle tanışanlar i’tilaf eder (anlaşır, Allah uğrunda) tanışmayanlar ise ihtilaf eder. (dünyada zıtlaşırlar)” buyurdu”[18]
  8. “Bütün bu imamlar ve bütün mahlukatı yaratan Allah-u Teâla bu­yurdu ki: “O’na (sizi kavuşturacak) vesîle arayın.” (5/Mâide, 35)”[19]
  9. “İsmail, Elyasa ve zülkifl (a.s.v.) i hatırla, hepsi en hayırlı kullardan­dır.” (38/Sâd,  48)”[20]
  10. 17. “(O akıl sahipleri) öyle kimselerdir ki, ayakta, oturdukları halde ve yanları üzere (yaslanmış) oldukları halde Allah (-u Teâlây) ı zikrederler ve göklerin, yerlerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler.” (3/Âli İmrân, 191)”[21]
  11. 18. “Bir âyeti-i celilesinde ise: “(Habibim!) Deki, göklerde ve yerde neler olduğuna bakın.” (12/Yusuf, 101)”[22]
  12. “Rasûlullah Efendimiz (s.a.s.): “Allah-u Teâlâ’nın nimetlerini düşünün, zatını düşünmeyin, bu­yurdu.[23]
  13. “İbni Abbas (r.a.) dan rivâyete göre Efendimiz (s.a.s.): “Mahlukatı (yaratılmış olanları) düşünün. Halik (Teâlâ) yı (yaratıcıyı) düşünmeyin, çünkü siz onun kadrini takdir edemezsiniz.” buyurdu.[24]
  14. “Ubadetübnüs Samit (r.a.) den rivâyete göre, Rasûlullah (s.a.s.): “Yeryüzü onlarla durur, onlar sebebiyle yağdırılıyorsunuz ve onlar hürmetine yardım olunuyorsunuz” buyurdu.[25]
  15. “Enes İbnu Malik (r.a.) dan rivâyet edilen bir hadisi şerifte, Rasûlullah (s.a.s.): “Küçüğüne acımayan, büyüğüne tazim etmeyen bizden değildir” bu­yurdu. (Tirmizî, Birr 15, 4/321 H. No: 1919)”  (A.g.e., s. 2/75)
  16. “Ebû Hureyre (r.a.) den rivâyete göre, Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: “Beş şey ibâdettendir; az yemek, camilerde oturmak, kabe’ye bakmak, okumadan da olsa mushafa bakmak, âlimin yüzüne bakmak” (Deylemi, müs­ned-i Firdevs 2/190 H. No: 2969)”  (A.g.e., s. 2/76)

İşte tam yedi Nakşîbendî baş başa vererek “Ruhu’l-Furkan” adı al­tında kaleme aldıkları bir kitapta Bakara Sûresi’nin 152’inci âyetini, kendi inanç ve kanâatlerine göre açıklamaya çalışırlarken bu ilgiyle râbıta konu­suna girmiş ve onu kanıtlama ihtiyacını duymuşlardır. Yukarıdaki âyet ve hadis­leri de yine bu münasebetle râbıtaya delil olarak göstermişlerdir!

 

Ancak delil diye öne sürülen bu âyet ve hadislerin gerçekten râbıtayı çağrıştıracak bir anlam taşıyıp taşımadıkları ve harcanan bütün bu çabaların, râbıtayı kanıtlamaya yetip yetmediği ortadadır. Fakat bu gerçeğin daha ber­rak bir şekilde meydana çıkabilmesi için bundan sonraki bölümde râbıta, özel­likle iki ana yönden ele alınacak, analitik ve eleştirel bir yöntemle oldukça derinlemesine irdelenecektir. Râbıtanın değerlendirilmesinde ortaya çıkması amaçlanan bu iki ana nokta şunlardır:

 

  1. Nakşîbendîler tarafından ileri sürülen yukarıdaki birçok kanıtlama örneklerinde râbıtayı, bilimsel ölçülerle İslâm’a mal edebilecek bir ilgi var mı; yani bu âyet ve hadisler, râbıtanın gerçekten İslâm’la ilişkili bir şey olduğunu kanıtlayacak birer anlam vermekte midirler? Ayrıca bu örneklemeler sistem ve üslûp bakımından ilmî birer değere sahip midir?

 

  1. Bütün tartışmalar bir yana, râbıta ile İslâm arasında esasen herhangi bir ilgi, herhangi bir bağ var mıdır, ya da İslâm’da râbıta diye bir şey söz konusu mudur; yoksa râbıtanın kökeni ve kaynağı nedir, İslâm’a niçin ve na­sıl mal edilmeye çalışılmıştır ?

 

Tasavvuf örgüsü içinde yer alan ancak İslâm’a âit olup olmadıkları hâlâ tartışılan birçok kavram, sembol, âyin, inanış  ve anlayış gibi râbıtanın da kaynak bakımından nereye dayandığı, ancak bu iki soruya ciddi biçimde ce­vap aramakla ortaya çıkabilir. İşte bu amaçla bundan sonraki bölümde çeşitli veriler değerlendirilerek, gerçek belgeler ortaya konarak, soruna bilimsel bir yöntemle ışık tutulacaktır.

Râbıtaya İlişkin Çok Yönlü Değerlendirmeler

Nakşîbendîlikte Anlayış ve Yargı:

 

Nakşîbendî Tarîkatıyla ilişkisi bulunmayanların, bu tarîkatın ör­tülü yan­ları hakkında elbette ki bilgileri sınırlıdır, ya da bu konuda kayda de­ğer hemen hiç bir şey bilmezler.

Özellikle işaret etmek gerekir ki aynı zamanda bütün tarîkatların sı­ra­dan mürîdleri için de bu durum söz konusudur. Bu in­san­lar, bağlısı olduk­ları tarîkatların çeşitli âyin, sembol ve kural­larının esasen nerelerden alın­dığı hakkında hiç düşünmez, düşünme ihtiyacını bile duy­mazlar. Onun için râbıta ve benzeri meselelerde eğitim görmemiş mürîdlere yöneltilen sorular, onların çok ilkel tepkilerine neden olabilir. Aralarında bulunan sâ­kin tiplerin de, “Bunu ancak Efendi Hazretleri bilir” gibi daha tehlikesiz bir karşılıkla yetineceği olasıdır.

Bu konuda rûhânîlerle avâm arasında (yani şeyhlerle mürîdler ara­sında) küçük bir fark vardır. Şeyhler ve onlara yakın olan üst tabaka, râ­bıta gibi tarîkat kuralları­nın, kayna­ğını Kur’ân-ı Kerîm’den ve Hz. Peygamber (s.a.s.)’in sünnetinden aldığına ilişkin birçok yazılı ve sözlü rivâyetler ileri sürerler. Onların eski büyüklerine âit olduğu için bu söylentilere çok büyük önem verirler. Yukarıdaki alıntılarda görüldüğü gibi hiç ilgisi olmayan âyet ve hadislere tutunarak bu söylentileri ısrarla ve inatla savunmaya çalışır­lar. Tabiatıyla bu konuda sarsılmaz bir inanca sa­hip­tirler. Ancak bu inanç esaslı bilgilere ve ka­nıtlara dayan­mamaktadır. Nitekim yu­karıda “Ruhu’l-Furkan” adlı kitabın yazarları tarafından, âyet ve hadis­lere ne kadar âfâkî anlamlar verildiğini, akla ve dine sığma­yan ne tuhaf yo­rumlarla râbıtanın İslâm’a mal edilmeye çalışıldığını ibretle gördük. Çünkü esasen şeyhlerin de mürîdlerinin de inanç ve  bağlılıkları tama­men kör taklide dayan­maktadır.

Nakşîbendî şeyhlerinden birkaçı hâriç, râbıtanın geçmişi hakkında di­ğerlerinin hemen hiç bir bilgisi yoktur. Bu ise onlara râbıtanın içyü­zünü an­latmayı son derece zorlaştırmaktadır. Çünkü zihinlerine yer­leş­miş olan yaygın inanca göre râbıtanın geçmişi ta Hz. Peygamber (s.a.s.)’e kadar dayanır!

Oysa hiç bir belgeye başvurulmadan bile râbıtanın çok eski bir me­sele olmadığı, tanımının ve tertibinin son dönemlerde yapıldığı şu gerçekler­den de gâyet açık bir şekilde anlaşılmaktadır: Nakşîbendî Tarîkatı özellikle 1800’lerin ortalarından itibaren Kuzey Irak’dan Anadolu’ya doğru yayılmış ve geniş çevreler içinde bağımsız bir din niteli­ğini ka­zanmış bulunmaktadır. Öyle ise râbıtanın, Kur’ân’a ve sünnete daya­nıp da­yanmadığını bir kenara koyup önce bu tarîkatın, neden yüz milyonlarca Müslüman’ın dışında ve yalnızca Kürtler ve Türkler tarafın­dan tutunmuş ol­duğunu düşünmek daha doğru olmaz mı? Tabiatıyla buna bağlı olarak artık meşrû­luğu tartışılan mistik bir örgütün daha dün koy­duğu dinsel kurallar nasıl olur da kaynağını İslâm’dan ve Kur’ân’dan almış olabilir ?!

Ön­ceki Nakşîbendîler, en çok mîlâdî 1550’lerde râbıta söz­cüğünü yalın anlamda kul­lanmışlar­dır. Yoksa eğer Nakşîbendîler râbıtanın en ufak bir tanımına bile herhangi bir kaynakta rastlamış olsalardı bu fırsatı asla kaçırmaya­cak ve kanıt olarak kullanmak için onu her mü­nasebette ortaya koya­caklardı!

Halbuki râbıtanın tanımı diye onların ileri sürdüğü ifadelerin tümü (günümüzden) en çok 150 yıllık bir geçmişe sahiptir. Bunlar da, II. Mahmud döneminin bir Osmanlı vatandaşı olan Süleymaniyeli Halid Bağdâdî’ye ve O’ndan esinlenen İsmet Garibullah, Hüseyn ed-Devserî, Muhammed Emîn el-Kürdî ve Abdulhakîm Arvâsî gibi şa­hıslara âittir.

Bu konuda araştırma yapmış olan bir İlâhîyatçı da râbıta­nın yeni bir me­sele olduğunu aynen şu sözlerle anlatmaktadır: “Râbıta hakkında bilgi veren kaynaklar, oldukça muahhar devrin mah­sulleridir. Râbıtayı savunmak üzere eser yazan müellifler, bunun tatbikatını Hz. Peygamber zamanına kadar indiriyorlarsa da, buna dair yazılı kaynağa rastlamak ancak H. X /M. XVI. asır müellefâtı arasında mümkün olmakta­dır.”[1]

Ayrıca şunu da hatırlatmak gerekir ki Nakşîbendîlikten başka hiçbir tarîkat, kendi kuralları arasında râbıta diye bir şeye yer vermemiş­tir. Eğer râ­bıta -Nakşîlerin ileri sür­düğü gibi- İslâmî bir kaynaktan gel­miş olsaydı; Kitab ve Sünnete dayanmış olsaydı, en azından Sünnî’ler arasında yaygın olan di­ğer tarîkatlar da mutlaka kural­ları arasında ona yer vere­ceklerdi.

Râbıtaya İlişkin Çok Yönlü Değerlendirmeler

Nakşîbendîlikte Anlayış ve Yargı:

 

Nakşîbendî Tarîkatıyla ilişkisi bulunmayanların, bu tarîkatın ör­tülü yan­ları hakkında elbette ki bilgileri sınırlıdır, ya da bu konuda kayda de­ğer hemen hiç bir şey bilmezler.

Özellikle işaret etmek gerekir ki aynı zamanda bütün tarîkatların sı­ra­dan mürîdleri için de bu durum söz konusudur. Bu in­san­lar, bağlısı olduk­ları tarîkatların çeşitli âyin, sembol ve kural­larının esasen nerelerden alın­dığı hakkında hiç düşünmez, düşünme ihtiyacını bile duy­mazlar. Onun için râbıta ve benzeri meselelerde eğitim görmemiş mürîdlere yöneltilen sorular, onların çok ilkel tepkilerine neden olabilir. Aralarında bulunan sâ­kin tiplerin de, “Bunu ancak Efendi Hazretleri bilir” gibi daha tehlikesiz bir karşılıkla yetineceği olasıdır.

Bu konuda rûhânîlerle avâm arasında (yani şeyhlerle mürîdler ara­sında) küçük bir fark vardır. Şeyhler ve onlara yakın olan üst tabaka, râ­bıta gibi tarîkat kuralları­nın, kayna­ğını Kur’ân-ı Kerîm’den ve Hz. Peygamber (s.a.s.)’in sünnetinden aldığına ilişkin birçok yazılı ve sözlü rivâyetler ileri sürerler. Onların eski büyüklerine âit olduğu için bu söylentilere çok büyük önem verirler. Yukarıdaki alıntılarda görüldüğü gibi hiç ilgisi olmayan âyet ve hadislere tutunarak bu söylentileri ısrarla ve inatla savunmaya çalışır­lar. Tabiatıyla bu konuda sarsılmaz bir inanca sa­hip­tirler. Ancak bu inanç esaslı bilgilere ve ka­nıtlara dayan­mamaktadır. Nitekim yu­karıda “Ruhu’l-Furkan” adlı kitabın yazarları tarafından, âyet ve hadis­lere ne kadar âfâkî anlamlar verildiğini, akla ve dine sığma­yan ne tuhaf yo­rumlarla râbıtanın İslâm’a mal edilmeye çalışıldığını ibretle gördük. Çünkü esasen şeyhlerin de mürîdlerinin de inanç ve  bağlılıkları tama­men kör taklide dayan­maktadır.

Nakşîbendî şeyhlerinden birkaçı hâriç, râbıtanın geçmişi hakkında di­ğerlerinin hemen hiç bir bilgisi yoktur. Bu ise onlara râbıtanın içyü­zünü an­latmayı son derece zorlaştırmaktadır. Çünkü zihinlerine yer­leş­miş olan yaygın inanca göre râbıtanın geçmişi ta Hz. Peygamber (s.a.s.)’e kadar dayanır!

Oysa hiç bir belgeye başvurulmadan bile râbıtanın çok eski bir me­sele olmadığı, tanımının ve tertibinin son dönemlerde yapıldığı şu gerçekler­den de gâyet açık bir şekilde anlaşılmaktadır: Nakşîbendî Tarîkatı özellikle 1800’lerin ortalarından itibaren Kuzey Irak’dan Anadolu’ya doğru yayılmış ve geniş çevreler içinde bağımsız bir din niteli­ğini ka­zanmış bulunmaktadır. Öyle ise râbıtanın, Kur’ân’a ve sünnete daya­nıp da­yanmadığını bir kenara koyup önce bu tarîkatın, neden yüz milyonlarca Müslüman’ın dışında ve yalnızca Kürtler ve Türkler tarafın­dan tutunmuş ol­duğunu düşünmek daha doğru olmaz mı? Tabiatıyla buna bağlı olarak artık meşrû­luğu tartışılan mistik bir örgütün daha dün koy­duğu dinsel kurallar nasıl olur da kaynağını İslâm’dan ve Kur’ân’dan almış olabilir ?!

Ön­ceki Nakşîbendîler, en çok mîlâdî 1550’lerde râbıta söz­cüğünü yalın anlamda kul­lanmışlar­dır. Yoksa eğer Nakşîbendîler râbıtanın en ufak bir tanımına bile herhangi bir kaynakta rastlamış olsalardı bu fırsatı asla kaçırmaya­cak ve kanıt olarak kullanmak için onu her mü­nasebette ortaya koya­caklardı!

Halbuki râbıtanın tanımı diye onların ileri sürdüğü ifadelerin tümü (günümüzden) en çok 150 yıllık bir geçmişe sahiptir. Bunlar da, II. Mahmud döneminin bir Osmanlı vatandaşı olan Süleymaniyeli Halid Bağdâdî’ye ve O’ndan esinlenen İsmet Garibullah, Hüseyn ed-Devserî, Muhammed Emîn el-Kürdî ve Abdulhakîm Arvâsî gibi şa­hıslara âittir.

Bu konuda araştırma yapmış olan bir İlâhîyatçı da râbıta­nın yeni bir me­sele olduğunu aynen şu sözlerle anlatmaktadır: “Râbıta hakkında bilgi veren kaynaklar, oldukça muahhar devrin mah­sulleridir. Râbıtayı savunmak üzere eser yazan müellifler, bunun tatbikatını Hz. Peygamber zamanına kadar indiriyorlarsa da, buna dair yazılı kaynağa rastlamak ancak H. X /M. XVI. asır müellefâtı arasında mümkün olmakta­dır.”[1]

Ayrıca şunu da hatırlatmak gerekir ki Nakşîbendîlikten başka hiçbir tarîkat, kendi kuralları arasında râbıta diye bir şeye yer vermemiş­tir. Eğer râ­bıta -Nakşîlerin ileri sür­düğü gibi- İslâmî bir kaynaktan gel­miş olsaydı; Kitab ve Sünnete dayanmış olsaydı, en azından Sünnî’ler arasında yaygın olan di­ğer tarîkatlar da mutlaka kural­ları arasında ona yer vere­ceklerdi.

 

Râbıtaya İlişkin Çok Yönlü Değerlendirmeler

Nakşîbendîlikte Anlayış ve Yargı:

 

Nakşîbendî Tarîkatıyla ilişkisi bulunmayanların, bu tarîkatın ör­tülü yan­ları hakkında elbette ki bilgileri sınırlıdır, ya da bu konuda kayda de­ğer hemen hiç bir şey bilmezler.

Özellikle işaret etmek gerekir ki aynı zamanda bütün tarîkatların sı­ra­dan mürîdleri için de bu durum söz konusudur. Bu in­san­lar, bağlısı olduk­ları tarîkatların çeşitli âyin, sembol ve kural­larının esasen nerelerden alın­dığı hakkında hiç düşünmez, düşünme ihtiyacını bile duy­mazlar. Onun için râbıta ve benzeri meselelerde eğitim görmemiş mürîdlere yöneltilen sorular, onların çok ilkel tepkilerine neden olabilir. Aralarında bulunan sâ­kin tiplerin de, “Bunu ancak Efendi Hazretleri bilir” gibi daha tehlikesiz bir karşılıkla yetineceği olasıdır.

Bu konuda rûhânîlerle avâm arasında (yani şeyhlerle mürîdler ara­sında) küçük bir fark vardır. Şeyhler ve onlara yakın olan üst tabaka, râ­bıta gibi tarîkat kuralları­nın, kayna­ğını Kur’ân-ı Kerîm’den ve Hz. Peygamber (s.a.s.)’in sünnetinden aldığına ilişkin birçok yazılı ve sözlü rivâyetler ileri sürerler. Onların eski büyüklerine âit olduğu için bu söylentilere çok büyük önem verirler. Yukarıdaki alıntılarda görüldüğü gibi hiç ilgisi olmayan âyet ve hadislere tutunarak bu söylentileri ısrarla ve inatla savunmaya çalışır­lar. Tabiatıyla bu konuda sarsılmaz bir inanca sa­hip­tirler. Ancak bu inanç esaslı bilgilere ve ka­nıtlara dayan­mamaktadır. Nitekim yu­karıda “Ruhu’l-Furkan” adlı kitabın yazarları tarafından, âyet ve hadis­lere ne kadar âfâkî anlamlar verildiğini, akla ve dine sığma­yan ne tuhaf yo­rumlarla râbıtanın İslâm’a mal edilmeye çalışıldığını ibretle gördük. Çünkü esasen şeyhlerin de mürîdlerinin de inanç ve  bağlılıkları tama­men kör taklide dayan­maktadır.

Nakşîbendî şeyhlerinden birkaçı hâriç, râbıtanın geçmişi hakkında di­ğerlerinin hemen hiç bir bilgisi yoktur. Bu ise onlara râbıtanın içyü­zünü an­latmayı son derece zorlaştırmaktadır. Çünkü zihinlerine yer­leş­miş olan yaygın inanca göre râbıtanın geçmişi ta Hz. Peygamber (s.a.s.)’e kadar dayanır!

Oysa hiç bir belgeye başvurulmadan bile râbıtanın çok eski bir me­sele olmadığı, tanımının ve tertibinin son dönemlerde yapıldığı şu gerçekler­den de gâyet açık bir şekilde anlaşılmaktadır: Nakşîbendî Tarîkatı özellikle 1800’lerin ortalarından itibaren Kuzey Irak’dan Anadolu’ya doğru yayılmış ve geniş çevreler içinde bağımsız bir din niteli­ğini ka­zanmış bulunmaktadır. Öyle ise râbıtanın, Kur’ân’a ve sünnete daya­nıp da­yanmadığını bir kenara koyup önce bu tarîkatın, neden yüz milyonlarca Müslüman’ın dışında ve yalnızca Kürtler ve Türkler tarafın­dan tutunmuş ol­duğunu düşünmek daha doğru olmaz mı? Tabiatıyla buna bağlı olarak artık meşrû­luğu tartışılan mistik bir örgütün daha dün koy­duğu dinsel kurallar nasıl olur da kaynağını İslâm’dan ve Kur’ân’dan almış olabilir ?!

Ön­ceki Nakşîbendîler, en çok mîlâdî 1550’lerde râbıta söz­cüğünü yalın anlamda kul­lanmışlar­dır. Yoksa eğer Nakşîbendîler râbıtanın en ufak bir tanımına bile herhangi bir kaynakta rastlamış olsalardı bu fırsatı asla kaçırmaya­cak ve kanıt olarak kullanmak için onu her mü­nasebette ortaya koya­caklardı!

Halbuki râbıtanın tanımı diye onların ileri sürdüğü ifadelerin tümü (günümüzden) en çok 150 yıllık bir geçmişe sahiptir. Bunlar da, II. Mahmud döneminin bir Osmanlı vatandaşı olan Süleymaniyeli Halid Bağdâdî’ye ve O’ndan esinlenen İsmet Garibullah, Hüseyn ed-Devserî, Muhammed Emîn el-Kürdî ve Abdulhakîm Arvâsî gibi şa­hıslara âittir.

Bu konuda araştırma yapmış olan bir İlâhîyatçı da râbıta­nın yeni bir me­sele olduğunu aynen şu sözlerle anlatmaktadır: “Râbıta hakkında bilgi veren kaynaklar, oldukça muahhar devrin mah­sulleridir. Râbıtayı savunmak üzere eser yazan müellifler, bunun tatbikatını Hz. Peygamber zamanına kadar indiriyorlarsa da, buna dair yazılı kaynağa rastlamak ancak H. X /M. XVI. asır müellefâtı arasında mümkün olmakta­dır.”[1]

Ayrıca şunu da hatırlatmak gerekir ki Nakşîbendîlikten başka hiçbir tarîkat, kendi kuralları arasında râbıta diye bir şeye yer vermemiş­tir. Eğer râ­bıta -Nakşîlerin ileri sür­düğü gibi- İslâmî bir kaynaktan gel­miş olsaydı; Kitab ve Sünnete dayanmış olsaydı, en azından Sünnî’ler arasında yaygın olan di­ğer tarîkatlar da mutlaka kural­ları arasında ona yer vere­ceklerdi.

Râbıtaya İlişkin Çok Yönlü Değerlendirmeler

Nakşîbendîlikte Anlayış ve Yargı:

 

Nakşîbendî Tarîkatıyla ilişkisi bulunmayanların, bu tarîkatın ör­tülü yan­ları hakkında elbette ki bilgileri sınırlıdır, ya da bu konuda kayda de­ğer hemen hiç bir şey bilmezler.

Özellikle işaret etmek gerekir ki aynı zamanda bütün tarîkatların sı­ra­dan mürîdleri için de bu durum söz konusudur. Bu in­san­lar, bağlısı olduk­ları tarîkatların çeşitli âyin, sembol ve kural­larının esasen nerelerden alın­dığı hakkında hiç düşünmez, düşünme ihtiyacını bile duy­mazlar. Onun için râbıta ve benzeri meselelerde eğitim görmemiş mürîdlere yöneltilen sorular, onların çok ilkel tepkilerine neden olabilir. Aralarında bulunan sâ­kin tiplerin de, “Bunu ancak Efendi Hazretleri bilir” gibi daha tehlikesiz bir karşılıkla yetineceği olasıdır.

Bu konuda rûhânîlerle avâm arasında (yani şeyhlerle mürîdler ara­sında) küçük bir fark vardır. Şeyhler ve onlara yakın olan üst tabaka, râ­bıta gibi tarîkat kuralları­nın, kayna­ğını Kur’ân-ı Kerîm’den ve Hz. Peygamber (s.a.s.)’in sünnetinden aldığına ilişkin birçok yazılı ve sözlü rivâyetler ileri sürerler. Onların eski büyüklerine âit olduğu için bu söylentilere çok büyük önem verirler. Yukarıdaki alıntılarda görüldüğü gibi hiç ilgisi olmayan âyet ve hadislere tutunarak bu söylentileri ısrarla ve inatla savunmaya çalışır­lar. Tabiatıyla bu konuda sarsılmaz bir inanca sa­hip­tirler. Ancak bu inanç esaslı bilgilere ve ka­nıtlara dayan­mamaktadır. Nitekim yu­karıda “Ruhu’l-Furkan” adlı kitabın yazarları tarafından, âyet ve hadis­lere ne kadar âfâkî anlamlar verildiğini, akla ve dine sığma­yan ne tuhaf yo­rumlarla râbıtanın İslâm’a mal edilmeye çalışıldığını ibretle gördük. Çünkü esasen şeyhlerin de mürîdlerinin de inanç ve  bağlılıkları tama­men kör taklide dayan­maktadır.

Nakşîbendî şeyhlerinden birkaçı hâriç, râbıtanın geçmişi hakkında di­ğerlerinin hemen hiç bir bilgisi yoktur. Bu ise onlara râbıtanın içyü­zünü an­latmayı son derece zorlaştırmaktadır. Çünkü zihinlerine yer­leş­miş olan yaygın inanca göre râbıtanın geçmişi ta Hz. Peygamber (s.a.s.)’e kadar dayanır!

Oysa hiç bir belgeye başvurulmadan bile râbıtanın çok eski bir me­sele olmadığı, tanımının ve tertibinin son dönemlerde yapıldığı şu gerçekler­den de gâyet açık bir şekilde anlaşılmaktadır: Nakşîbendî Tarîkatı özellikle 1800’lerin ortalarından itibaren Kuzey Irak’dan Anadolu’ya doğru yayılmış ve geniş çevreler içinde bağımsız bir din niteli­ğini ka­zanmış bulunmaktadır. Öyle ise râbıtanın, Kur’ân’a ve sünnete daya­nıp da­yanmadığını bir kenara koyup önce bu tarîkatın, neden yüz milyonlarca Müslüman’ın dışında ve yalnızca Kürtler ve Türkler tarafın­dan tutunmuş ol­duğunu düşünmek daha doğru olmaz mı? Tabiatıyla buna bağlı olarak artık meşrû­luğu tartışılan mistik bir örgütün daha dün koy­duğu dinsel kurallar nasıl olur da kaynağını İslâm’dan ve Kur’ân’dan almış olabilir ?!

Ön­ceki Nakşîbendîler, en çok mîlâdî 1550’lerde râbıta söz­cüğünü yalın anlamda kul­lanmışlar­dır. Yoksa eğer Nakşîbendîler râbıtanın en ufak bir tanımına bile herhangi bir kaynakta rastlamış olsalardı bu fırsatı asla kaçırmaya­cak ve kanıt olarak kullanmak için onu her mü­nasebette ortaya koya­caklardı!

Halbuki râbıtanın tanımı diye onların ileri sürdüğü ifadelerin tümü (günümüzden) en çok 150 yıllık bir geçmişe sahiptir. Bunlar da, II. Mahmud döneminin bir Osmanlı vatandaşı olan Süleymaniyeli Halid Bağdâdî’ye ve O’ndan esinlenen İsmet Garibullah, Hüseyn ed-Devserî, Muhammed Emîn el-Kürdî ve Abdulhakîm Arvâsî gibi şa­hıslara âittir.

Bu konuda araştırma yapmış olan bir İlâhîyatçı da râbıta­nın yeni bir me­sele olduğunu aynen şu sözlerle anlatmaktadır: “Râbıta hakkında bilgi veren kaynaklar, oldukça muahhar devrin mah­sulleridir. Râbıtayı savunmak üzere eser yazan müellifler, bunun tatbikatını Hz. Peygamber zamanına kadar indiriyorlarsa da, buna dair yazılı kaynağa rastlamak ancak H. X /M. XVI. asır müellefâtı arasında mümkün olmakta­dır.”[1]

Ayrıca şunu da hatırlatmak gerekir ki Nakşîbendîlikten başka hiçbir tarîkat, kendi kuralları arasında râbıta diye bir şeye yer vermemiş­tir. Eğer râ­bıta -Nakşîlerin ileri sür­düğü gibi- İslâmî bir kaynaktan gel­miş olsaydı; Kitab ve Sünnete dayanmış olsaydı, en azından Sünnî’ler arasında yaygın olan di­ğer tarîkatlar da mutlaka kural­ları arasında ona yer vere­ceklerdi.

 

Râbıtaya İlişkin Çok Yönlü Değerlendirmeler

Nakşîbendîlikte Anlayış ve Yargı:

 

Nakşîbendî Tarîkatıyla ilişkisi bulunmayanların, bu tarîkatın ör­tülü yan­ları hakkında elbette ki bilgileri sınırlıdır, ya da bu konuda kayda de­ğer hemen hiç bir şey bilmezler.

Özellikle işaret etmek gerekir ki aynı zamanda bütün tarîkatların sı­ra­dan mürîdleri için de bu durum söz konusudur. Bu in­san­lar, bağlısı olduk­ları tarîkatların çeşitli âyin, sembol ve kural­larının esasen nerelerden alın­dığı hakkında hiç düşünmez, düşünme ihtiyacını bile duy­mazlar. Onun için râbıta ve benzeri meselelerde eğitim görmemiş mürîdlere yöneltilen sorular, onların çok ilkel tepkilerine neden olabilir. Aralarında bulunan sâ­kin tiplerin de, “Bunu ancak Efendi Hazretleri bilir” gibi daha tehlikesiz bir karşılıkla yetineceği olasıdır.

Bu konuda rûhânîlerle avâm arasında (yani şeyhlerle mürîdler ara­sında) küçük bir fark vardır. Şeyhler ve onlara yakın olan üst tabaka, râ­bıta gibi tarîkat kuralları­nın, kayna­ğını Kur’ân-ı Kerîm’den ve Hz. Peygamber (s.a.s.)’in sünnetinden aldığına ilişkin birçok yazılı ve sözlü rivâyetler ileri sürerler. Onların eski büyüklerine âit olduğu için bu söylentilere çok büyük önem verirler. Yukarıdaki alıntılarda görüldüğü gibi hiç ilgisi olmayan âyet ve hadislere tutunarak bu söylentileri ısrarla ve inatla savunmaya çalışır­lar. Tabiatıyla bu konuda sarsılmaz bir inanca sa­hip­tirler. Ancak bu inanç esaslı bilgilere ve ka­nıtlara dayan­mamaktadır. Nitekim yu­karıda “Ruhu’l-Furkan” adlı kitabın yazarları tarafından, âyet ve hadis­lere ne kadar âfâkî anlamlar verildiğini, akla ve dine sığma­yan ne tuhaf yo­rumlarla râbıtanın İslâm’a mal edilmeye çalışıldığını ibretle gördük. Çünkü esasen şeyhlerin de mürîdlerinin de inanç ve  bağlılıkları tama­men kör taklide dayan­maktadır.

Nakşîbendî şeyhlerinden birkaçı hâriç, râbıtanın geçmişi hakkında di­ğerlerinin hemen hiç bir bilgisi yoktur. Bu ise onlara râbıtanın içyü­zünü an­latmayı son derece zorlaştırmaktadır. Çünkü zihinlerine yer­leş­miş olan yaygın inanca göre râbıtanın geçmişi ta Hz. Peygamber (s.a.s.)’e kadar dayanır!

Oysa hiç bir belgeye başvurulmadan bile râbıtanın çok eski bir me­sele olmadığı, tanımının ve tertibinin son dönemlerde yapıldığı şu gerçekler­den de gâyet açık bir şekilde anlaşılmaktadır: Nakşîbendî Tarîkatı özellikle 1800’lerin ortalarından itibaren Kuzey Irak’dan Anadolu’ya doğru yayılmış ve geniş çevreler içinde bağımsız bir din niteli­ğini ka­zanmış bulunmaktadır. Öyle ise râbıtanın, Kur’ân’a ve sünnete daya­nıp da­yanmadığını bir kenara koyup önce bu tarîkatın, neden yüz milyonlarca Müslüman’ın dışında ve yalnızca Kürtler ve Türkler tarafın­dan tutunmuş ol­duğunu düşünmek daha doğru olmaz mı? Tabiatıyla buna bağlı olarak artık meşrû­luğu tartışılan mistik bir örgütün daha dün koy­duğu dinsel kurallar nasıl olur da kaynağını İslâm’dan ve Kur’ân’dan almış olabilir ?!

Ön­ceki Nakşîbendîler, en çok mîlâdî 1550’lerde râbıta söz­cüğünü yalın anlamda kul­lanmışlar­dır. Yoksa eğer Nakşîbendîler râbıtanın en ufak bir tanımına bile herhangi bir kaynakta rastlamış olsalardı bu fırsatı asla kaçırmaya­cak ve kanıt olarak kullanmak için onu her mü­nasebette ortaya koya­caklardı!

Halbuki râbıtanın tanımı diye onların ileri sürdüğü ifadelerin tümü (günümüzden) en çok 150 yıllık bir geçmişe sahiptir. Bunlar da, II. Mahmud döneminin bir Osmanlı vatandaşı olan Süleymaniyeli Halid Bağdâdî’ye ve O’ndan esinlenen İsmet Garibullah, Hüseyn ed-Devserî, Muhammed Emîn el-Kürdî ve Abdulhakîm Arvâsî gibi şa­hıslara âittir.

Bu konuda araştırma yapmış olan bir İlâhîyatçı da râbıta­nın yeni bir me­sele olduğunu aynen şu sözlerle anlatmaktadır: “Râbıta hakkında bilgi veren kaynaklar, oldukça muahhar devrin mah­sulleridir. Râbıtayı savunmak üzere eser yazan müellifler, bunun tatbikatını Hz. Peygamber zamanına kadar indiriyorlarsa da, buna dair yazılı kaynağa rastlamak ancak H. X /M. XVI. asır müellefâtı arasında mümkün olmakta­dır.”[1]

Ayrıca şunu da hatırlatmak gerekir ki Nakşîbendîlikten başka hiçbir tarîkat, kendi kuralları arasında râbıta diye bir şeye yer vermemiş­tir. Eğer râ­bıta -Nakşîlerin ileri sür­düğü gibi- İslâmî bir kaynaktan gel­miş olsaydı; Kitab ve Sünnete dayanmış olsaydı, en azından Sünnî’ler arasında yaygın olan di­ğer tarîkatlar da mutlaka kural­ları arasında ona yer vere­ceklerdi.

Râbıta Bir İbâdet midir?

 

Ne ilginçtir ki, Nakşîbendîler bu konuda büyük bir tereddüt içindedirler. Nakşî rûhânîlerinden hemen hiç biri, râbıtanın bir ibâdet biçimi oldu­ğuna ilişkin tek kelime bile söylememiştir. Oysa râbıta, tamamen rûhânî an­lamda ve bir ibâdet havası içinde icrâ edilmektedir. Bir tek istisnâ olarak Mustafa Fevzi adında bir kişi, râbıtayı: “Elli dört farzdan biridir” diye nitelemiş, (yani onu açıkça ibâdet saymış) ise de, herhalde diğer Nakşîbendîler bundan pek haberdar olamamışlardır; ya da bilinçli olarak böyle davranmak istemiş, bilmezlikten gelmişlerdir. Çünkü Mustafa Fevzi, 1924 yılında ölen sıradan bir Nakşîbendî’dir. Olabilir ki bu tarîkatın kurucusundan yüzyıllar sonra icad edilen râbıtanın İslâm’a âit olup olmadığı bile tartışılırken bu şahsın çıkıp üstelik râbıtanın ibâdet oldu­ğunu ileri sürmesinden dolayı çağdaş Nakşîbendî ekâbirleri bu kişiye fazla itibar etmemiş, ya da onun bu sözlerini, ortalığı daha da karıştırabilir diye gündeme getirmek istememişlerdir.

Râbıtaya bir ibâdet şekli denip denemeyeceği konusunda Nakşîbendîle­rin belirsiz tutumunu aslında önemsemek gerekir. Çünkü onlar da  “ibâdet” kelimesinin ifade ettiği anlam konusunda İslâm’ın ne kadar sağ­lam ölçüler koyduğunu biliyorlar. Nitekim Sultan Yıldırım Bayezit zama­nında yazılan, ancak ondan 150 yıl sonra Üçüncü Murad döneminde ca­miye sokulan mevlidin de bir ibâdet şekli olup olmadığı konusunda bir şey söylemeye şimdiye kadar cesaret edememişlerdir!

Evet, İbâdet Ne Demektir:

 

İbâdet sözcüğü: Arapça’da “abede-ya’budu” fiilinin masdarıdır. Türevleri, Kur’ân-ı Kerîm’de serpili olarak çok sayıda geçmektedir ve Türk­çe’de tap­mak, tapınmak ya da kulluk etmek anlamına gelmektedir. Önemle be­lirt­mek gerekir ki, tapmak veya kulluk etmek, tamamen rûhânî bir olay­dır; Temelde hiç bir seküler ve dünyevî anlamı yoktur (Dünyevî faydaları olsa bile…).

Dolayısıyla ibâdet: Sırf bir kul-Allah ilişkisidir veya daha genel bir ta­nımla, tapanın, tapılanı hoşnut etmek için düşünerek, tasarlayarak, ürpe­rerek, yalvararak ve boyun eğerek özel ve içsel niyetlerle belli hareket ve davranışlarda bulunmasıdır. İslâm’da, namaz kılmak, itikâf’a girmek, oruç tutmak, kurban kesmek ya da şirk dinlerinde heykele, türbeye, mezara, ölüye saygı duruşunda bulunmak gibi…

Öyle ise şimdi bu tanıma dayanarak râbıtanın bir ibâdet biçimi olup ol­madığına bakalım. Tabiatıyla bu konuda kesin bir kanâate varabilmek için öncelikle şu sorunun cevabını bulmak şarttır: Râbıta: “Mürîdin, şeyhini zihninde canlandırması ve onun rûhâniye­tinden istimdâd etmesi” demek olduğuna göre Nakşîbendîler, hayallerinde şeyhlerinin şeklini canlandırmakla ve onun rûhâniyetinden yardım dile­mekle acaba gerçek anlamda neyi amaçlamaktadırlar?

  1. Allah’a ibâdet etmeyi mi,
  2. Sırf Şeyhe ibâdet etmeyi mi,
  3. Allah’ın vekîlidir diye onun adına Şeyhe ibâdet etmeyi mi,
  4. İbâdet niyeti dışında Allah’a ya da şeyhe sade bir saygı gösterisinde bu­lunmak mı, yoksa başka bir şey mi istiyorlar? Bunun anlaşılır bir şekilde açıklanması gereklidir.

Evet bu soruların çok açık cevabını bulmadıkça râbıtanın bir ibâdet bi­çimi olup olmadığını bir hükme bağlamak elbette ki mümkün değildir.

İşte Nakşîbendîler de zaten bu karmaşanın, bu belirsizliğin farkında ol­dukları için, (yani râbıtanın, “ibâdet mi, değil mi” noktasında son derece ka­rarsız oldukları için) sıkıntılı ve tedirgindirler. Bu duyarlı noktaya dokun­mayı hiç göze alamamaktadırlar.

Aynı zamanda râbıtaya şer’î bir hüküm bulabilmek; yani ne olursa ol­sun, onu İslâm’ın bir yerine uyduruvermek için gayretler sarf eden ve âdetâ sancılar içerisinde kıvranan Nakşîbendîler, “Acaba râbıtayı ‘ef’âl-i mükelle­fîn’den hangisine yakıştırmalı?” diye mutlaka çok bocalamış olmalıdırlar ki 1994 yılında dört adet Nakşîbendî, Urfalı bir müftü emeklisine başvur­muş, ama yine de umduklarını bulamamışlardır. Çünkü bu zat onlara ay­nen şu cevabı vermiştir: “Zâten bu bir ibâdet değildir.”

Peki râbıta ibâdet değilse nedir? Yoksa bir zihin sporu mudur? Anlaşılan Müftü Efendi, fetvâ almaya gelen adamları tamamen eli boş gön­dermeyi de uygun bulmamışa benzemekte, dolayısıyla şu lafları sarf etmekten kendini alamamış gibi görünmektedir: “Bununla beraber râbıta ictihadî bir meseledir. Bazı büyük zatların icti­hadı neticesinde ortaya çıkmıştır. Onu kabul edip uygulayan kimseyi şirk ile itham etmek büyük bir vebâl olduğu gibi, herhangi bir kimse de onu kabul etmediğinde o kimsenin küfürle itham edilmesi doğru değildir.”

Görüldüğü üzere müftü, râbıtayı ne kadar evirip çevirmişse de ona “ibâdettir” demeye bir türlü dili varmamıştır! Buna rağmen Nakşîbendî müsteftîler, belki bir işe yarar diye bu sözleri yine de alıp notları arasına sı­kıştırmayı ihmal etmemişlerdir(!) Diyanet İşleri Başkanlığı da bu konuda şimdiye kadar suskunluğunu korumuş, meseleden haberdar olduğu halde Müslümanlarla Nakşîbendîler arasında sıkışmamak için bu sorunla ilgili olarak hiçbir açıklama yapmamıştır.

Anlaşılan Nakşîbendîlerin bu konudaki sıkıntıları çok büyüktür. Çünkü bir grup Nakşîbendî, büyük ihtimalle bu yüzden kendilerine yöneltilmiş kü­für ve şirk suçlamalarına karşı cevap olmak üzere bakınız ne diyorlar: “Zikreden kişiye, Allah’ın zâtı hakkında bir düşünce geldiğinde bu dü­şünceyi Allah’ın vekili ve halîfesi olan kişilere çevirmekle kendini teh­likeden kurtarmış olur ki bu da râbıtanın faydalarındandır.” (Ruhu’l-Furkan, s. 74)

Nakşîbendîler de çok iyi biliyorlar ki teamülde: “El-Vekîl, k’el-Asîl” dir. Yani vekil, tasarrufta aynen müvekkili gibidir; onun yetkilerini kullanır. Dolayısıyla -Nakşîbendîlere göre- Şeyh, Allah’ın vekili olduğu için, O’nun bütün niteliklerine ve aynen O’nun gibi tasarrufta bulunma yetkisine sahiptir (?!)

Özürleri kabahatlerinden büyük! Şirkle suçlanma belâsını başlarından böyle defetmeye çalışırlarken şeyhi (hâşâ!) “Allah’ın vekîli” diye niteleme cür’etini gösterince daha neler duyacakla­rını herhalde tahmin ettikleri için bakınız aynı kişiler bu kez de neler söy­lüyor: “Amma Allah’ı bırakıp da onlara tapınmak niyetiyle yapılan bir tefekkür ve tahayyül (düşünme ve hayale getirme) öyle bir iştir ki bunu ehli kitabın kâfirleri bile yapmaz.”[1]

İnsan Allah’ın zatını düşünmek is­tediği zaman mutlaka zihninde boyutsal bazı şekiller canlanır. Sözde bun­dan kaçındıklarını kanıtlamak için şeyhin şeklini hayâlde canlandırmayı mürîde önermektedirler. Ancak yukarıdaki sözlerinden anlaşıldığı üzere şeyhi “Allah’ın vekili” olarak nitelemelerine acaba ne demek gerekir?!

Görüldüğü üzere, râbıtaya bir türlü ibâdet diyememenin sıkıntısı içinde işte böyle bocalıyor ve ne diyeceklerini şaşırmış bulunuyorlar. Çünkü eğer râbıtaya ibâdet diyecek olurlarsa bunun şeyhe, doğru­dan doğruya tapmak anlamına geldiğini artık gizleyememiş olacaklardır.  Râbıtayı bir ibâdet biçimi saymak ya da saymamak Nakşîbendîlerin soru­nudur. Fakat madem ki onu Tevbe Sûresi’nin 119’uncu ve Mâide Sûresi’nin 35’inci âyet-i kerîmelerine dayandırmakta ısrar ediyorlar, şu halde onun, farz mı, vâcip mi, sünnet mi, müstehab mı, yoksa mubah mı olduğunu Müslümanlar karşısında kanıtlamak zorundadırlar; Ancak unutmamalıdırlar ki Türkiye’nin dışında da milyonlarca Müslüman ya­şamaktadır. Öncelikle de bunun için gidip dünya beşerî coğrafyasını okuya­rak bu gerçeği öğrenmelidirler. Aksi halde ümmetin cumhuru karşısında Kadyanîler’in ve Bahâîler’in durumuna düşebilirler!!!

 

Râbıta Şirktir:

 

Yılmaz: “… Kitapta, bir önceki soruda ‘râbı­tanın, Allah ile murâkabeye varmak için yapıldı­ğını ve murâkabe noktasına gelen bir sâlikten râbıtanın düştüğünü, böyle bir kişinin râbıtasının şirk sayılacağını’ söylemişiz…”

Bayındır: İşte Sayın Yılmaz’a göre râbıta şirktir. Murâkabe noktasına gelenin râbıtası şirk ise, başkalarının râbıtası da şirk olur. Çünkü iman ve şirk konuları kişiye göre değişmez. Gerek burada alıntısını yaptığımız yazılara ve gerekse tasavvuf kitaplarına göre müridin tek görevi, kayıtsız şartsız şeyhe teslim olmak yani ona kul olmaktır. Mürit şeyhe, şeyh Allah’a kul olur. Râbıtayı, murâkabe noktasına ulaşmış bü­yükler için şirk sayıp mürit için bir görev bilme, bu anlayışın sonucudur. Aşağıdaki ifade de bu anla­yıştan kaynaklanmıştır:

“Mürit, aracısız olarak, Allah Teâlâ’dan feyiz alabiliyorsa râbıtayı terk etmesi vaciptir. Bu du­rumda râbıta ile uğraşmak, perdeli basamağı, yüzyüze olma basamağına tercih etmek olur. Bu ise Allah Teâlâ’dan yüz çevirmek sayılır. Ancak râbıtayı bırakmasına rağmen şeyhinin sevgisini kalbinden çıkarmaz, ona bağlılığını terk etmez. Çünkü bu, yüz yüze olma halini artırır.”

Bazı şeyhlerin resimleri müritlere dağıtılır ve râbıta yaparken ona bakmaları söylenir. Eğer mürit heykeli ya­sak bilmese, evine şeyhinin hey­kelini koyar, râbıta yaparken onun karşısına ge­çer, kendini alçaltır, son derece tevazu ile yalvarır ve rûhâniyetinden yardım isterdi. Ona karşı  kendini yok sayıp, bütün hücrelerini şeyhiyle dol­dururdu. Heykel yerine şeyhin hayalini koymak neyi değiştirir? Puta tapanlar da zaten taştan veya ağaçtan değil, onun temsil ettiği varlığın rûhâniyetinden yardım beklerler.

Çünkü râbıta yapan mürit, şeyhinin dışında her şeyden ilgisini kesmek ve kalbinde yalnız ona yer vermek zorundadır[1] O, şeyhin sûretini alnı­nın ortasında hayal eder, sonra onu kalbinin or­tasına indirir, kendini yok, şeyhini var bilir[2]

Sonra onun rûhâniyetine yönelir, kendisinde cezbe ve gaybet ortaya çıkıncaya kadar râbıtaya devam eder. Cezbe kendinden geçmesi[3] gaybet ise kendini ve sahip olduğu özellikleri bı­rakıp şeyhin sûretinde kaybolmasıdır. Bu noktaya gelince şeyhin rûhâniyetini, olgunluklarıyla birebir sûretinde gözlemler, şeyhin sıfatlarıyla, kendine has halleri ile hallenir[4] Biri doğuda, biri batıda da olsa, şeyhin rûhâniyeti müridi râbıta ile terbiye eder ve onu, Allah’a ulaştırır[5]

Şu âyet buraya ne kadar da uygun düşmekte­dir: “İyi bil ki, o saf din Allah için olan dinidir. Onun yakınından veliler edinenler; ‘Biz onlara başka  değil sa­dece bizi Allah’a tam yaklaştırsınlar diye kulluk ederiz’ derler. işte Allah, onla­rın arala­rında tar­tışıp dur­dukları şeyde hükmünü vere­cektir. Allah, yalancı ve gerçekleri örtüp du­ran kimseleri doğru yola sokmaz.” (39/Zümer, 3)

Tarikata göre şeyh bir çeşme gibidir. Engin denizinden, râbıtasını yapan müridin kalbine fe­yiz aktarır[6] Râbıta yapan müritte, şeyhin rûhâniyeti tasarrufa başlar. Üzerine ilahi kemâlâtı ve rabbani tecellîler feyzini yağdırır. Böylece onu yüksek makamlara ulaştırır. Feyiz veren şeyh, ister ölü, ister diri olsun, ister yaptığını anlasın, ister anlamasın[7] fark etmez. Hakiki şeyh, müritle Rabbı arasında vâsıtadır. Ondan yüz çevirmek Allah’tan yüz çevirmektir[8]

Râbıta edilen mürşid-i kâmil, fenafillah maka­mına ulaştıktan sonra, bekâbillah makamı da kendisi için hasıl olmalıdır[9] Fenâ fillâh, onun beşerî vasıflardan ve aşağı arzulardan sıyrılıp ilahi vasıflarla donanmasıdır. Beka billâh da kendi sıfatlarının yerine Allah’ın sıfatlarının geç­mesidir[10] Yani Allah ile bütünleşmesidir. Durum böyle olunca, mürit inanır ki, şeyhini nerede düşünse, rûhâniyeti orada hazır olur. Yine inanır ki, şeyhin ruhani tasarrufları Hak Teâlâ’nın tasarruflarıdır[11]

Mâdem şeyhten yüz çevirmek Allah’tan yüz çevirmektir[12] öyleyse mürit şeyhin sevgisini da­ima içinde beslemeli, her durumda ona bağlılığını korumalıdır. Bütün vakitlerde râbıtaya devam etmeli, hiçbir şekilde ondan ayrılmamalıdır[13]

Eğer bu şirk değilse, şirk diye bir şey olma­ması gerekir. Burada şeyh, tam bir ilâh konumundadır. Çünkü ilah, kendine kulluk edilen her şeye veri­len isimdir. İlah kelimesinin, hayran kalma anlamı da vardır. Çünkü kul, kulluk ettiği şeyin özellikle­rini düşününce hayranlık duyar[14] Allah’ın dışında, kendine kulluk edinilen her şey onu öyle kabul edene göre ilahtır. Putlara ilah derlerdi, çünkü onların kulluğu hak ettiklerine inanırlardı. Onlara verilen isimler bunların inanç­ları sebebiyledir, yoksa onlarda bir şey olduğun­dan dolayı değildir[15]

 

Allah’ın Tecellî Etmesi

 

Tecellî, gözükmek, ortaya çıkmak an­lamınadır. Allah’ın tecellî etmesi de Allah’ın gözük­mesi veya gücünün ortaya çıkması anla­mında kullanılır.

Şeyh Efendi: (Kendi alnını göstererek) Şeyhlerin alnı bir aynadır. Orada Cenâb-ı Hak tecellî eder.

Bayındır: Allah Teâlâ bir insanda nasıl tecellî eder, nasıl gözükür? Bunun de­lili nedir?

Şeyh Efendi: Delili şudur: Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “Musa, tayin ettiğimiz vakitte (Tûr-i Sînâ’ya) gelip de Rabbi onunla konu­şunca «Rabbim, bana kendini göster, seni göre­yim.» dedi. (Rabbi) «Sen beni asla göre­mezsin. Fakat şu dağa bak, eğer yerinde durabilirse sen de beni göre­ceksin.» buyurdu. Rabbi o dağa tecellî edince dağı param­parça etti. Musa da baygın düştü. Ayılınca dedi ki; Seni noksan sıfat­lardan tenzih ede­rim, sana tevbe et­tim ve ben inananların ilki­yim.” (Araf 7/143). Allah bir dağda tecellî ettiğine göre bir in­sanda tecellî ede­mez mi?

Bayındır: Allah dağa tecellî ettiği zaman dağ parçalandı, Hz. Mûsâ da baygın düştü.

Şeyh Efendi: İşte şeyh dağ yerinde, mürid de Mûsâ (a.s.) makamındadır. (Müridin şeyhi önünde cezbeye gelip baygın düşmesi, böyle bir şartlanmadan dolayı olsa gerektir.)

Bayındır: Bu ne biçim delil getirme, ne biçim bir kıyastır? Allah Teâlâ dağda tecellî etmedi ki, dağa tecellî etti. Yani dağda gözükmedi, dağa gözüktü. Allah’ın insana tecellî etmeyeceği, yani bu dün­yada bir insana gözükmeye­ceği yukarı­daki âyette açıkça belir­tilmiştir. Âyete aykırı olmasına rağmen farzedelim ki, sizin dediği­niz doğrudur ve Allah dağa tecellî etmemiştir de dağda tecellî et­miştir. Siz kendinizi dağa nasıl kıyas­larsınız? İnsan dağa benzer mi? Böyle kıyaslara kı­yas maâl fâ­rık, yani ilgisiz şeyleri birbi­rine benzetmek de­nir. İn­sanla dağ ara­sında nasıl bir benzerlik buluyorsu­nuz ki, bir âye­tin dağ ile ilgili hük­münü insana taşıyorsu­nuz. Bir an için benzetmenin doğru olduğunu ka­bul etsek bile varılacak hüküm, böyle bir tecellîden sonra Şeyhin parçalanıp yok olması ol­maz mı? Çünkü Allah’ın tecellîsinden sonra dağ paramparça olmuştur. Ama böyle olmuyor, Şeyhin alnı bu tecellî ile Allah’ın aynası durumuna geli­yor ve herkes Şeyhin alnında Allah’ı görmeye başlıyor.

Şeyh Efendi: Allah şeyhleri korur. Allah’ın gücü buna yetmez mi?

Bayındır: Allah’ın gücünün yetmediği ne var ki; ama biz Al­lah’ın gücünden ve kudretinden bah­setmi­yoruz. Âyetin hükmün­den bahsedi­yo­ruz. Ayrıca Allah’ın dağa tecellî etmesi özel bir olaydır, bunun kıyaslanacağı bir şey yoktur. Çünkü olağandışı bir olaya benzetme yapıla­rak bir hükme varı­lamaz. Şeyhin dağa, Hz. Mûsâ’nın da müride ben­ze­tilmesine ge­lince; doğ­rusu bunu hangi man­tıkla yaptığınızı anlamak mümkün de­ğil­dir. Şeyhi Hz. Musa’ya benzetmek isteseniz bu­nun bir yolu olur. Çünkü insan olma bakımın­dan ortak yönleri vardır. Dağ ile şeyhin neyi birbirine benzi­yor?

Mürit: Tecellî meselesini niye yanlış de­ğer­lendiri­yor­su­n? Bu, Şeyh Efendi’nin bütün davra­nışla­rıyla müritlerine örnek hale gelmesinden başka bir şey değildir.

Bayındır: Yani Allah’ın Şeyhin bede­nine girdiğini mi söy­le­mek istiyorsunuz?

Mürit: Hayır, asla öyle demiyo­rum. Şeyhin müridlerine örnek olmasından bah­sediyorum.

Bayındır: Örnek olması için Allah’ın Şeyhin alnında gözükmesi mi gerekiyor?

Şeyh Efendi: Şeyhin iki gözünün arası feyiz kaynağıdır. Râbıta yaparken iki gözün arasında olan hayal hazinesi ile mürşidin rûhâniyetinin yü­züne hatta iki gözünün arasına bakılır[1]

Bayındır: Tamam, işin sırrı şimdi çözüldü. Şeyhin alnında Allah Teâlâ’nın tecellî etmesine neden ihtiyaç duyduğunuzu şimdi anladım. Bir yanlış sizi bir başka yanlışa zor­luyor. Râbıta diye bir şey uydurdunuz ya, onun ka­bul edilebilmesi için bu defa da Allah’ın şeyhin alnında tecellî ettiğini uydurma­nız gerekli oldu. Çünkü mürit râbıta yaparken şeyhinin rûhâniyetini hayal ediyor, onun iki gözünün arasına, yani alnının ortasına baktığını düşünüyor. Çünkü size göre orası feyiz kaynağıdır. Sonra şeyhine karşı kendini son derece al­çaltarak ona yalvarıyor, onu Allah ile kendi arasında vesile kılıyor[2]

İşte burada şeyhin alnının bir ayna sayılma­sına  ve orada Allah’ın gözükmesine ihtiyaç du­yuyorsunuz. Yoksa müritleri nasıl inandırır­sınız. Bazı tasavvuf kitaplarında daha ileri gidile­rek Allah­‘ın isimlerinin ve sıfatlarının  Şeyhte gö­zük­tüğü ifade edilmektedir.[3] Bu nasıl kabul edilebilir? Bu durum sizde de var, siz de aynı iddiaları tekrarlayıp duruyorsunuz. Ama, bu çir­kinliği daha fazla uzatmak istemiyorum.[4]

Son olarak şunun bilinmesini isterim ki, be­nim karşı çıktı­ğım sadece Kur’an’a açıkça aykırı olan sözler ve davra­nış­lardır. Bu davranışlar hangi ad al­tında yapılırsa yapılsın, bunlara karşı çıkmak her müslü­mana farzdır. Hz. Muhammed’in yolunda gitmenin gereği budur. Bir hocanın etrafında toplanıp bir grup oluştur­mak, Kur­‘an ve sün­nete uygun olarak İslâm’ı ya­şamak sa­dece takdir edi­lecek bir davranış­tır. Tutar da o hocaya bir takım mânevî ma­kamlar tanır, onu Allah ile kendi aranızda vesile ve vasıta kılar, insanları ona bağlanmaya ça­ğırırsanız işte bunu kabul etmek mümkün ol­maz. Her türlü aşırılıktan uzak olarak, Allah’ın emir ve yasaklarına uygun, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in gösterdiği gibi yaşa­malı, dün­yamızı ve âhiretimizi tehlikeye sok­mamalıyız

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.