SEYYİD KUTUB’UN (RH.A.) BAKIŞ AÇISIYLA TA-HA SURESİ 11. ve 16. AYETLER
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
11- Ateşin yanına gelince kendisine şöyle seslenildi; “Ey Musa!”
12- “Hiç kuşkusuz ben senin Rabbi’nim. Pabuçlarını çıkar. Çünkü sen kutsal Tuva vadisindesin.”
13- “Seni ben peygamber seçtim. Şimdi vahyedilecek mesajı dinle.”
14- “Hiç kuşkusuz ben Allah’ım. Benden başka ilah yoktur. Öyleyse bana kulluk et. Beni anmak için namaz kıl.”
15- Herkes yaptıklarının karşılığını görsün diye kıyamet anı kesinlikle gelecektir. Ben o anı neredeyse gizli tuttum.
16- “Bu anın geleceğine inanmayanlar, ihtiraslarının tutsağı olan!ar seni onun bilincinden uzaklaştırmasın. Yoksa mahvolursun, aşağı düşersin. “
Burada öylesine görkemli bir sahne karşısındayız ki, insan onu sırf hayal edince bile kanı donar, vücudu zelzeleye uğramış gibi sarsılır. Düşünelim ki, Hz. Musa o çölün ortasında yapayalnızdır, gece dondurucu bir ayazdır, karanlıktan göz gözü görmemektedir. Çevreye ürkütücü bir sessizlik egemendir. Baş kahramanımız bu ortamda uzaktan Tur dağının eteğinde yanarken gördüğü ateşin yanma varmaya çalışmaktadır. O sırada çevresindeki tüm varlıklar, şu yüce seslenişle yankılanır. Okuyoruz:
“Ey Musa! Hiç kuşkusuz ben senin Rabbi’nim. Pabuçlarını çıkar. Çünkü sen kutsal Tuva vadisindesin.
“Seni ben peygamber seçtim.”
O küçücük, güçsüz ve sınırlı zerre, gözlerin göremediği ululukla, gölgesi altında göklerin ve yerin küçülerek mikroskobik varlıklara dönüştükleri o yücelikle karşı karşıyadır ve O’ndan gelen mesajı algılayabilmektedir. Beşeri varlığının sınırlı duyarlığı ile o yüce seslenişi algılayabilmektedir. Nasıl? Eğer yüce Allah’ın lütfu olmasa böyle bir şey nasıl olabilir?
O an, bütün insanlığın, Hz. Musa’nın kişiliğinde yüceldiği, doruklara tırmandığı bir andır. Bir insan için, bir an için bile olsa, o görkemli kaynaktan mesaj almaya dayanmak ne ulaşılmaz bir mazhariyettir! Biçimi nasıl olursa olsun, böyle bir iletişim kurmaya elverişli halde olmak, tüm insanlık için ne paha biçilmez bir onurdur! Peki bu iletişim nasıl gerçekleşti? Nasıl olduğunu biz bilemeyiz. Çünkü insan aklının bu olay kavraması, bu konuda yargıya varması sözkonusu değildir. Onun elinden gelen tek şey, hayretten donup kalarak bu olayın gerçekliğine tanıklık etmesi, bu olaya inanmasıdır. Tekrarlıyoruz:
“Ateşin yanına gelince kendisine şöyle seslenildi; Ey Musa! Hiç kuşkusuz ben senin Rabbi’nim.”
Kullanılan fiil “edilgen” çatılıdır. Buna göre sesin hangi kaynaktan çıktığı, hangi taraftan geldiği belli değil. Seslenme olayının nasıl ve ne şekilde meydana geldiği belirsiz. Tıpkı bunlar gibi, Hz. Musa’nın bu çağrıyı nasıl işitebildiğini, bu mesajı nasıl alabildiğini de bilmiyoruz. Kısacası Hz. Musa’ya bilmediğimiz bir şekilde seslenilmiş ve o da yine bilmediğimiz biçimde bu mesajı algılamıştır. Bu bir ilahi mucizedir. Gerçekleştiğine inanıyoruz, ama nasıl gerçekleştiğini sormuyoruz. Çünkü onun oluş biçimi, insan aklını, insana özgü kavrama kapasitesini aşar. Okumaya devam edelim:
“Ey Musa! Hiç kuşkusuz ben senin Rabbinim. Pabuçlarını çıkar. Çünkü sen kutsal Tuva vadisindesin.” (Buradaki “Tuva” bir görüşe göre sözkonusu vadinin adı, başka bir görüşe göre adı bilinmeyen bir vadi .sıfatıdır.)
“Seni ben peygamber seçtim.”
Aman Allah’ım, bu ne büyük şeref! Doğrudan doğruya yüce Allah, aracısız olarak bir kulu seçiyor. Sayılara sığmaz insan yığınları arasından bir ferdi seçiyor. Bu fert, uzaydaki milyonlarca gezegenden birinde yaşıyor. Yani üzerinde yaşadığı gezegen, uzaydaki benzerlerinin sayılmazlığı karşısında sadece bir zerredir. Üstelik üzerinde yaşadığı gezegenin benzerlerinin tümü biraraya gelse, yüce Allah’ın tek bir “ol” buyruğu üzerine “oluveren” koca evrene göre bu dolaysız seçilme şerefi, rahmeti bol olan Allah’ın şu insana yönelik bir lütfundan başka ne olabilir ki?
Yüce Allah, Hz. Musa’yı onurlandırdığını, kendisini peygamber olarak seçtiğini, pabuçlarını çıkararak kendisi ile söyleşmeye hazırlanmasını bildirdikten sonra verilecek mesajı almasına ilişkin direktifi duyuruyor. Okuyoruz:
“Simdi sana vahyedilecek mesajı dinle.”
Hz. Musa’ya vahyedilen mesaj, birbirine bağlı şu üç ilkede özetleniyor: Allah’ın birliğine inanmak, O’na kulluk etmek ve kıyamet gününe inanmak. Bunlar bütün peygamberlerin kişiliklerinde ortak olan “peygamberlik misyonu”nun temel ilkeleridir. Okuyoruz:
“Hiç kuşkusuz ben Allah’ım, benden başka bir ilah yoktur. Öyleyse bana kulluk et, beni anmak için namaz kıl.”
Herkes yaptıklarının karşılığını görsün diye kıyamet anı kesinlikle gelecektir. Ben o anı hemen hemen gizli tuttum.
Bu anın geleceğine inanmayanlar, ihtiraslarının tutsağı olanlar seni onun bilincinden sakın uzaklaştırmasın. Yoksa mahvolursun, aşağı düşersin.”
Yüce Allah’ın birliği ilkesi bu inanç sisteminin temel direğidir. Onun için yüce Allah Hz. Musa’ya yönelik “sesleniş”inde bu ilkeyi, bütün pekiştirme yöntemlerini kullanarak vurguluyor. Bir defa “Hiç kuşkusuz ben Allah’ım” şeklindeki ilk “olumlu” cümleye Arap dilinin bilinen bütün pekiştirme edatlarını yüklüyor. “Benden başka bir ilah yoktur” şeklindeki ikinci cümlede de “olumsuzluk” ve “istisna” edatlarını birarada kullanarak kesin bir “soyutlama” anlamı kazandırıyor. Birinci cümle ilahlığın sırf Allah’a özgü olduğunu perçinlerken ïkinci cümle bu sıfatı, O’nun dışındaki her şeyden soyutluyor.
“İlah” varlığı, bu ilaha kulluk edilmesini gerektirir. Kulluk, hayattaki her türlü faaliyette yüce Allah’a yönelme anlamına gelen geniş kapsamlı bir kavramdır. Fakat burada özellikle namaz ibadetinden söz ediliyor:
“Beni anmak için namaz kıl.”
Çünkü namaz en “bütünleşmiş” ibadet biçimi ve yüce Allah’ı anmanın en mükemmel yoludur. Çünkü namaz sırf Allah’ı anma amacına yönelik olduğu belli olan, başka her türlü yan etkiden ve amaçtan arınmış olduğu tartışmasız olan bir ibadet biçimidir. Namaz, insanların vicdanlarını sırf bu amaca yönelmeye hazırlar, yüce Allah ile ilişki kurma özlemi üzerinde konsantre eder, hissi yoğunlaşma sağlar.
Kıyamet günü beklenen bir randevudur. Bu buluşmada dünyadaki davranışların adil ve eksiksiz karşılıkları verilecektir. Bu buluşma vicdanlara sürekli bir dikkat kazandırır. Herkes o günü hesaba alır. Herkes tuttuğu yolda ilerlerken titiz ve ölçülü adımlar atar; sürçmekten, ayağının kaymasından çekinir. Yüce Allah, bu buluşma gününün geleceğinin kesin olduğunu pekiştirmeli bir ifade ile vurguluyor. Okuyalım:
“Kıyamet anı kesinlikle gelecektir.”
Fakat bu günün ne zaman geleceğini hemen hemen gizli tuttuğunu belirtmeyi de gerekli görüyor. Gerçekten insanların bu konudaki bilgisi son derece azdır, yüce Allah’ın açıklamaları ile sınırlıdır. Bu açıklamaların miktarı, yüce Allah’ın gerek kullarına bilgi verirken ve gerekse bazı şeyleri bilgilerinden saklarken gözettiği hikmetin dengesine bağlıdır.
“Bilmezlik” insan hayatının, insanın psikolojik yapısının temel unsuru, sürükleyici lokomotifidir. İnsanların hayatında meraklarını kamçılayan bilinmezler, “meçhuller” mutlaka bulunmalıdır. Eğer insanlar, şimdiki doğal yapıları ile, her şeyi bilsélerdi, bütün faaliyetleri durur ve hayatları kupkuru olurdu. Buna karşılık şimdi onlar “bilinmezler”in ardından koşuyorlar, ondan korkuyorlar, ona umutlar bağlıyorlar. Bu meraklarının itici enerjisi ile deneyler yapıyorlar, bilgilerini geliştiriyorlar, gerek kendi organizmalarındaki ve gerekse çevrelerini kuşatan evrendeki saklı güçleri keşfediyorlar, yüce Allah’ın gerek iç alemlerindeki ve gerekse dış dünyadaki varlık ve ululuk kanıtlarını görüyorlar, yüce Allah’ın izni ve dileği oranında yeryüzünde yenilikler ortaya koyuyorlar.
İnsanların kalplerini ve duygularını ne zaman geleceği belli olmayan bir kıyamet gününün bilinmezliğine bağlamanın asıl önemli yararı şudur: Bu yolla onların başıboşluğa sürüklenmeleri, sorumluluk duygusundan arınmaları önlenir. Çünkü onlar kıyamet gününün ne zaman geleceğini bilmedikleri için bu konuda sürekli bir endişe ve kesintisiz bir hazırlık çabası içinde olurlar. Tabii ki, bu söylediğimiz, fıtratı sağlıklı ve dengeli olanlar için geçerlidir. Fıtratı bozulanlara ve ihtiraslarının tutsağı olanlara gelince onlar bu konuda umursamaz, vurdumduymaz ve aldırışsız olurlar. Bu yüzden de geriye giderler, sürekli olarak insanlık düzeyinin aşağısına doğru kayarlar. Okuyoruz:
“Bu anın geleceğine inanmayanlar, ihtiraslarının tutsağı olanlar, sakın seni o anın bilincinden uzaklaştırmasın. Yoksa mahvolursun, aşağı düşersin.”
Çünkü ihtirasların tutsağı olmak, kıyamet gününü inkâr etmeye yolaçan başlıca faktördür. Oysa sağlıklı insan fıtratı, samimi olarak inanır ki, dünya hayatında ne insana yaraşır olgunluğa erilebilir ve ne de eksiksiz adalet idealine ulaşılabilir. Bu yüzden mutlaka başka bir hayat biçimi olmalıdır ki, o hayatta insan için belirlenen olgunluğun doruğuna tırmanılabilsin ve bütün davranışlara dengeli karşılıklar biçen mutlak adalet ideali gerçekleşebilsin.
ALLAH’IN HZ. MUSA iLE SOYLEŞİSİ
Hz. Musa’nın kulaklarına gelen bu esrarengiz ses, çevredeki tüm varlıklarda yankılanan yüce “sesleniş”in ilk aşamasıdır. Yüce Allah, peygamberliğe seçtiği kuluna yönelik çağrısının bu ilk bölümünde tek Allah ilkesine dayalı inanç sisteminin temel kurallarını duyurmuştur.
Bu görkemli sürpriz karşısında Hz. Musa, hem kendini ve hem de o ateşin yanına niçin geldiğini unutmuş olmalıdır. Herhalde diğer her şeyden soyutlanarak tüm vücudunu ürperten bu yüce sese kulak kesilmiş, tüm varlığını içine dolan bu kutsal mesajı algılamaya vermiştir. O bu çarpıcı sürprizin sarsıntıları içinde kendinden geçmişken, vücudun tek bir zerresi bile bu sürprizden başka hiçbir şeye ilgi duymazken, ansızın kendisine cevaplandırmasını gerektirmeyen bir soru yöneltiliyor. Okuyalım: