SEYYİD KUTUB’UN (RH.A.) BAKIŞ AÇISIYLA MÜ’MİNUN SURESİ 68. VE 74. AYETLER
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
68- Acaba onlar Kur’anı incelemediler mi? Yoksa onlara, eski atalarına gelmemiş olan bir mesaj mı geldi?
69- Yoksa peygamberlerini tanıyamadılar da bu yüzden mi ona karşı çıkıyorlar?
70- Yoksa onun deli olduğunu mu söylüyorlar. Hayır, O onlara gerçeği getirdi ve onların çoğu gerçekten hoşlanmıyorlar.
71- Eğer gerçek onların keyfi arzularına uysaydı, göklerin, yerin ve gökler ile yerde bulunan canlı-cansız tüm varlıkların düzeni ve dengesi bozulurdu. Aslında onlara nam ve şan bağışladık. Fakat onlar kendi nam ve şanlarına sırt dönüyorlar.
72- Yoksa sen onlardan ücret mi istiyorsun ki? Oysa Rabb’inin sana vereceği ücret daha üstündür. O rızık verenlerin en iyisidir.
73- Aslında sen onları doğru yola çağırıyorsun.
74- Ama ahirete inanmıyorlar doğru yolun uzağına düşüyorlar.
Kuşkusuz Hz. Muhammed’in -salât ve selâm üzerine olsun- getirdiği hak içerikli mesajını düşünenler, iyice inceleyenler ondan vazgeçmezler, ona sırt çeviremezler. Çünkü onun getirdiklerinde bir güzellik, bir bütünlük, bir ahenk ve bir çekicilik vardır. Fıtratla uygunluk vardır. Vicdanı uyandıran, harekete geçiren unsurlar vardır. Kalbin gıdası, düşüncenin azığı, yönelişin görkemlisi ondadır. Sistemin tutarlı ve dengelisi, yaşamının adil ve sağlamı onun içinde yeralır. Hz. Muhammed’in -salât ve selâm üzerine olsun- getirdiği din’de fıtratın tüm unsurlarını harekete geçiren, onları besleyen, ihtiyaçlarına cevap veren, özellikler mevcuttur. Şu halde “Kur’anı incelemediler.” Ondan yüz çevirmelerinin sırrı budur demek ki. Çünkü onlar bu dinin üzerinde düşünmüyorlar.
“Yoksa onlara, eski atalarına gelmemiş olan bir mesaj mı geldi?” Bir peygamberin gelmesi ya da bu peygamberin onlara tevhid gerçeğini anlatması, hem onların hem de atalarının alışık olmadıkları garip bir olay mı. İşte peygamberliğin tarihi, birçok peygamberin ardarda geldiğini ve bu peygamberlerin kavimlerine tek ve değişmez gerçeği sunduklarını kanıtlamaktadır.
“Yoksa peygamberlerini tanıyamadılar da bu yüzden mi ona karşı çıkıyorlar?” Bu mudur yüz çevirmelerinin ve Allah’ın gönderdiği peygamberi yalanlamalarının sebebi? Ama onlar peygamberlerini gerçekten tanıyorlar? Kişiliğini, soyunu çok iyi biliyorlar. Herkesten çok onun niteliklerini biliyorlar; doğruluğunu güvenilirliğini biliyorlar. Bu yüzden henüz peygamberlikle görevlendirilmemişken O’na güvenilir kişi anlamında “el-emin” lâkabını takmışlardı..
“Yoksa onun deli olduğunu mu söylüyorlar.”
Gerçi aralarında kimi aptallar böyle diyorlardı. Ama onlar hayatı boyunca en ufak bir yanılgısına tanık olmadıkları bu kişinin kusursuz bir akla sahip olduğundan şüphe etmiyorlardı.
Bu kuşkularından herhangi birinin dayanağının olması imkansızdı. Bu tutumlarının tek nedeni büyük bir çoğunluğun hak’tan hoşlanmamasıydı. Çünkü bu, hayatlarının dayanağı olan batıl değerleri ortadan kaldırıyor, övünüp durdukları ve vazgeçemedikleri arzuları ile çatışıyordu.
“Hayır, O onlara gerçeği getirdi ve onların çoğu gerçekten hoşlanmıyorlar.”
Hak, ihtiraslarla, arzularla birlikte hareket etmez, onlara uymaz. Göklerle yerin dayanağı haktır. Evrensel yasalar sistemi hak ilkesine göre düzenlenmiştir. Evrene, evrenin içindeki canlı cansız tüm varlıklara egemen olan kanunlar hak ilkesi doğrultusunda işlerler:
“Eğer gerçek onların keyfi arzularına uysaydı, göklerin, yerin ve gökler ile yerde bulunan canlı-cansız tüm varlıkların düzeni ve dengesi bozulurdu.”
Hak birdir ve kalıcıdır. İhtiraslar ve arzular ise, hem çok hem de değişkendir. Bütün evren bu bir ve kalıcı hakka göre yönlendirilir. Bu yüzden evrene egemen olan yasalar sistemi geçici heveslere uymaz. Gelip geçici arzulara göre değişmez evrensel kanunlar. Şayet evren geçici heveslere, değişken arzulara uyacak olsaydı, evrenin düzeni bozulurdu. Onunla birlikte insanlar da bozulurdu. Değer yargıları ve hayat biçimleri bozulurdu. Ölçü ve kriterler dengesiz ve tutarsız olurdu. Kızgınlık, hoşnutluk, nefret,.kin, arzu, korku, zindelik ve yılgınlık gibi arzular, heyecanlar, tepkiler ve üzüntüler arasında gidip gelirdi. Maddi evrenin yapısı ve hedefine yönelişi, sağlam bir temele, değişmesi yalpalaması ve sapması sözkonusu olmayan belirlenmiş bir metoda dayalı bir kalıcılığı, dengeliliği ve sürekliliği gerektirir.
Evrenin yapısının ve yönlendirilişinin dayanağı olan bu büyük ilkeden hareketle İslâm, insanlığın hayatını yönlendiren kanunları belirleme işini evren düzeninin bir parçası olarak öngörmüştür. Evreni yönlendiren ve tüm parçaları arasında bir ahenk oluşturan el, insanlık hayatı için gerekli olan kanunları da koyar. İnsanlar evrenin bir parçasıdırlar ve onun büyük yasasına boyun eğerler. Bu yüzden tüm evrene egemen olan kanunları koyan ve evreni böylesine olağanüstü bir ahenkle yönlendiren kimse, evrenin bir parçası olan insanların hayatı için gerekli olan kanunları da koymalıdır. Böylece insanların hayat düzeni değişken arzulara uymaktan; dolayısıyla bozulup sapmaktan kurtulmuş olur. “Eğer gerçek onların keyfi arzularına uysaydı, göklerin, yerin ve gökler ile yerde bulunan canlı-cansız tüm varlıkların düzeni ve dengesi bozulurdu.” Evren ve içindekiler bölünmez bir bütün olan gerçeğe uyarlar, yönlendirme yetkisini elinde bulunduran yüce Allah’a boyun eğerler.
Kendisine İslâm dini gönderilen bu ümmet de, toplumlar içinde İslâmın varlığında somutlaşan hakka uymalıdır.’ İslâm gerçeğin kendisi olmakla beraber, onlar için bir şeref, bir anılma unsurudur. Eğer İslâm olmasaydı insanlık aleminde onların adı sanı anılmazdı. “Aslında onlara nam ve şan bağışladık. Fakat onlar kendi nam ve şanlarına sırt dönüyorlar.”
Kendilerine İslâm gönderilene kadar insanlık tarihinde Araplar’ın adı sanı anılmazdı. İslâm’a bağlı kaldıkları sürece de kuşakların kulaklarında onların namı, şanı yankılanıyordu. Ama İslâm’dan kopunca da küçülüverdiler, önemsizleştiler. Ne kervanda ne de kafilede yeraldılar.(Arapça’da bu deyim suya sabuna dokunmayan, önemli bir etkinliği bulunmayan silik ve önemsiz kişiler için kullanılır.) Tekrar İslâma; kendilerine nam ve şan kazandıran dine dönmedikleri sürece de kayda değer bir ünleri olmayacaktır!..
Gerçeğe çağırılmaları, buna karşın yüz çevirip gerçeği sunan peygamberi mesnetsiz şeylerle suçlamaları münasebetiyle yeniden değinilen bu hususun ardından surenin akışı tutumlarını kınamaya ve güvenilir peygamberin kendilerine sunduğu gerçekten kendilerini alıkoyabilecek kuşkularını tartışmaya başlıyor.
“Yoksa sen onlardan ücret mi istiyorsun.”
Doğru yola girmeleri ve öğrettiğin gerçekler karşılığında bir ücret istiyorsun da onun için mi kaçıyorlar? Oysa sen onlardan herhangi bir şey istemiş değilsin. Çünkü Rabb’inin katındaki ödül onların verebileceklerinden daha hayırlıdır. “Oysa Rabb’inin sana vereceği ücret daha üstündür. O rızık verenlerin en iyisidir.” Kuruması, sonunun gelmesi sözkonusu olmayan dolaysız ilahi kaynağa bağlı bulunan bir peygamberin zayıf, yoksul, muhtaç insanlardan ne tür bir beklentisi olabilir? Onlardan ne elde etmek isteyebilir? Dilediğine bol, dilediğine az veren yüce Allah’ın katındaki nimetlere göz koyan, gönüllerini o nimetlere yönelten peygamber izleyicileri şu yeryüzü nimetlerinden hangisini arzulayabilirler, hangisine kapılabilirler? Dikkat edin, kalp Allah’a bağlandığı gün, içindeki canlı cansız varlıklarla birlikte tüm evren küçülür, önemsizleşir.
Sen sadece onların adil ve dengeli hayat sistemine ulaşmalarını istiyorsun. “Aslında sen onları doğru yola çağırıyorsun.” Bu yol, onları fıtratların hükmeden yasalar sistemine ulaştırır. Onları varlık bütününe bağlar. Sapmaz bir çizgide varlığın yaratıcısına doğru yol alan varlık kafilesine katar onları.
Ne yazık ki, onlar -ahirete inanmayan herkes gibi- ilahi metodun dışına çıkıyorlar, yoldan sapıyorlar. “Ama ahirete inanmıyorlar, doğru yolun uzağına düşüyorlar.” Eğer doğru yola girmiş olsalardı, kalpleri ve akılları ile insanı ahirete, insan için mümkün olan kemal noktasının gerçekleşmesine ve belirlenmiş adaletin yerini bulmasına imkân veren aleme inanmaya zorlayan varoluşun evrelerini izlerlerdi. Çünkü ahiret, yüce Allah’ın bu varlık alemini yönlendirilmesi için seçtiği evrensel yasalar sisteminin halkalarından biridir.
Şu ahirete inanmayanlar, şu yoldan sapanlar var ya, ne nimetle sınama ne de yoklukla sınama fayda vermez onlara. Eğer bir nimet geçse ellerine. “Eğer biz onlara acısak da başlarındaki sıkıntıyı gidersek yine azgınlıkları içinde debelenmeye ısrar ederler.” Ama başlarına bir musibet gelse, kalpleri yumuşamaz, vicdanları uyanmaz, Allah’a dönmezler, bu sıkıntıyı gidermesi için O’na yalvarmazlar. Kıyamet günü o korkunç azaba çarptırılana kadar bu tutumlarını sürdürürler. O zaman da şaşırıp kalırlar, hiçbir yerden de ümitleri olmaz.