EBU’L A’LÂ MEVDUDİ’NİN (RH.A.) BAKIŞ AÇISIYLA ŞURA SURESİ 11. ve 13. AYETLER
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
11- O, göklerin ve yerin yaratıcısıdır. Size kendi nefislerinizden eşler, davarlardan da çiftler var etti. Sizleri bu tarzda türetip-yayıyor. O’nun benzeri gibi olan hiç bir şey yoktur.(17) O, işitendir, görendir(18)
12- Göklerin ve yerin anahtarları O’nundur. O, dilediğine rızkı genişletip-yayar ve kısar da. Çünkü O, her şeyi bilendir.(19)
13- O: “Dini dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin”(20) diye dinden Nuh’a vasiyet ettiğini ve sana vahyettiğmizi, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya da vasiyet ettiğimizi sizin için de teşri’ etti (bir şeriat kıldı) . Senin kendilerini çağırmakta olduğu şey, müşrikler üzerine ağır geldi. Allah, dilediğini buna seçer ve içten kendisine yöneleni(21) hidayete eriştirir.
AÇIKLAMA
17. Burada “leyse kemislihi şey’un” (onun benzeri gibisi yoktur) ifadesi geçmektedir. Bu husus hakkında müfessirler ile dil bilimciler arasında ihtilaf vardır. Bazılarına göre (ke) (gibi) lafzı teşbih için kullanılmış, bazılarına göre teyid için, bazılarına göre ise ism-i mübalağa için kullanılmıştır. Yani, Allah’ın değil aynısı, benzeri dahi yoktur.
18. Yani, kainatta cereyan eden herşeyi anında duyar ve görür.
19. Veli sadece Allah’tır. Ancak O’na yönelmeli ve tevekkül etmelidir. (Bu hususta diğer deliller için Bkz. Neml an: 73-83, Rum an: 25-31)
20. Burada, ilk ayetteki husus tekrarlanmış ve şöyle buyurulmuştur: “Daha önce gelen peygamberler nasıl yeni bir dini tebliğ etmemişlerse, Hz. Muhammed de (s.a) yeni bir din icad etmemiştir. Hz. Muhammed (s.a) önceki peygamberlerin tebliğ ettikleri aynı dini, şimdi sizlere tebliğ etmektedir. Peygamberler halkasından ilk olarak Hz. Nuh’un (a.s) ismi zikredilmektedir. Çünkü tüm insan nesli, Nuh tufanından bu yana devam edegelmiştir. Dolayısıyla tufan sonrası insanların ilk peygamberi Hz. Nuh’dur (a.s) . Hz. Nuh’un (a.s) hemen ardından Hz. Muhammed’in (s.a) adı gelmektedir. Çünkü o, insanlığın en son peygamberidir. (Hatemun Nebiyyin) Daha sonra Hz. İbrahim’in (a.s) ismi zikredilmektedir. Çünkü Araplar, Hz. İbrahim’i (a.s) ataları olarak kabul ederlerdi. Peşinden Hz. Musa (a.s) ve Hz. İsa’nın (a.s) isimlerinin zikredilme nedeni ise, yahudi ve hıristiyanlar onların getirdikleri dini takip ettiklerini söylüyorlardı. Tüm bunlar, dinin beş peygamberle sınırlı olduğu anlamına gelmez. Böyle bir açıklama tarzının ortaya konulma nedeni, her peygamberin aynı dini getirmiş ve dünyada yaygın olan dinlerin sözkonusu peygamberlerin adlarıyla anılmış olmasıdır.
Bu ayeti kerime, “din” ve “din”in maksadı hakkında bizleri oldukça aydınlatmaktadır. Dolayısıyla bu husus üzerinde biraz durmakta yarar görüyoruz.
Ayette, “şereçlekûm” (Sizin için tayin ettik o size… Şeriat yaptı.) ifadesi geçmektedir. Şerea, sözlükte “yol yapmak” anlamındadır. İstilah olarak ise, yol, kanun, kural ve kaideler için kullanılır. Arapça’da “teşri”, anayasa demektir. Şerea, Şeriat ve Şari’ kelimeleri ise, Anayasa, Kanun ve Kanun Koyucu şeklinde karşılıklarını bulur. Surenin 4-9. ve 10. ayetlerinde, kâinatın ve herşeyin sahibinin, insanların gerçek velisinin, insanların aralarındaki ihtilafı çözüme kavuşturanın Allah olduğu beyan edilmektedir. Dolayısıyla Şari’de O olmalıdır. Binaenaleyh kurallar koymak ve bir nizam tesis etmek, Rab, Veli ve Hakim olan Allah’ın hakkıdır. O da bu hak dolayısıyla din ve şeriat vermiştir.
Daha sonra “min’ed-din” (dinden) ifadesi gelmektedir ki, bu ifadeyi Şah Veliyullah Dihlevi, “Anayasadan” şeklinde tercüme etmiştir. Yani, Allah’ın koyduğu bir anayasa.
Biz, Zümer an: 3’de “din” kavramını açıklarken bu hususu; “Bir kimseyi otorite kabul etmek suretiyle, onun yol göstericiliğine uymak ve böylece onun emirlerine tabi olmak” şeklinde açıklamıştık. Şayet “din” kavramını “yol” anlamında ele alırsak o takdirde yolu çizen ve kuralları belirleyen zat, “Vacib-ul-İtaat” olur. Yani, O’nun çizdiği yola ve belirlediği kurallara uymak bir zorunluluk arzeder. Bu noktadan Allah’ın gösterdiği Kitab’ın salt tebliğ ve tavsiye niteliği taşımadığı ayrıca, O’nun çizdiği yola ve belirlediği kurallara uymanın da gerekli olduğu anlaşılmaktadır. Bir şahıs sözkonusu kuralları inkar ederek uygulamamakta ısrar ederse, Allah’a isyan etmiş olur.
Devamlı, Rasulullah’ın (s.a) tebliğ ettiği din ve yasanın aynısının Hz. Nuh (a.s) , Hz. İbrahim (a.s) ve Hz. Musa’ya (a.s) gönderildiği beyan olunuyor. Yani, onlara verilen “Hidayet” şimdi Hz. Muhammed’e de verilmiştir. Bundan birçok husus ortaya çıkmaktadır.
a) Allah herkese tek tek hidayet göndermemiştir ama her dönemde peygamberler vasıtasıyla yasalar göndermiştir.
b) Bu din, başlangıçtan bu yana aynıdır ve hiçbir zaman farklı ve ayrı bir “din” gönderilmemiştir.
c) Allah’ın hidayet ve otoritesi, peygamberlerin aracılığıyla insanlara tebliğ edildiğinden dolayı, peygamberlere itaat etmek dinin bir şartıdır. Çünkü, vahiy onların aracılığıyla gönderilmiştir ve bu esas, dinin cüzü ve imanın şartlarındandır. Peygamberlere inanmayan ve onları senet olarak kabul etmeyen bir kimse, getirilen dine de itaat edemez.
“Ekîmû’d-dîn” ifadesini Şah Veliyullah Dihlevi, “Dini ayakta tutun” şeklinde ifade etmiştir. Şah Refiuddin ve Şah Abdülkadir Dihlevî ise bu ifadeyi, “Dini ayakta tutmaya devam edin” şeklinde tercüme etmişlerdir. Özetle peygamberlerin şu iki görev için gönderilmiş olduklarını söyleyebiliriz. Birincisi, dinin hakim olmadığı yerde dini ikame etmek, ikincisi, eğer din ikame olunmuşsa onu ayakta tutmaya çalışmak.
Bu noktada iki soruyla karşılaşıyoruz. a) Dini ikame etmek ile ne kastolunmaktadır. b) İkame ve ikame etmekle devam edilmesi istenilen “din” nedir? Bu iki hususun iyice kavranılması gerekmektedir.
“İkame etmek”, bir şeyi ayağa kaldırmak veya arazi üzerinde bir bina kurmak demektir. Bu anlamlar, kelimenin lügavi karşılıklarıdır. Fakat ıstılahi anlamda “ikame etmek”, bir kanun tebliğ etmek değil, onu fiilen yerine getirmek ve yaymak demektir. Söz gelimi, “Filan şahıs bir hükümet ikame etmiş (kurmuş) ” diyoruz. Yani bir ülkedeki halk, o şahsa tabi olmuştur.
Tüm sistem yine o şahsın koyduğu kurallar çerçevesinde işlemektedir. Mahkemeler kurulmuştur. İdari kurumlar onun emrine bağlı olarak görev yapmaktadırlar vs. Bu ifade hiçbir surette, o şahsın sadece kafasındaki hükümet projesinin vasıflarını tebliğ ettiği ve halkın da onun bu düşüncelerini beğendiği anlamına gelmez. Nitekim Kur’an, “Namazı ikame edin” diye buyuruyor. Doğal olarak bundan, sadece namaza çağrıda bulunmak ve tebliğ etmek anlamı çıkmaz. Bu emirle namazın tüm şartlarıyla birlikte kılınması ve mü’minler arasında uygulanması kastolunmaktadır. Yani, size verilen emirleri yerine getirin, Cuma ve cemaat namazlarını eda edin, vaktinde ezanı okuyun, imam ve hatipler tayin etmek suretiyle halkı, namazı vaktinde ve camide kılmaya alıştırın! Bu bağlamda peygamberlere, dini ikame edin emrinin verilmesi, “Sizler dine göre yaşayın ve başkalarına da sadece dini hak kabul etmelerini söylemekle yetinin” şeklinde anlamanın yanlış olacağı aşikardır. Asıl kastolunan husus şudur: “Hak dini hak kabul ettikten sonra daha da ileri giderek, dinin tam anlamıyla uygulanmasını ve her işin dine göre düzenlenmesini sağlayın.” Gerçi davet ve tebliğ bu yolun ilk safhasıdır. Çünkü bu safha (davet ve tebliğ) aşılmadan ikinci safhaya geçilmesi mümkün değildir. Ancak her basiret sahibinin de rahatlıkla anlayabileceği gibi, dinin asıl hedefi davet ve tebliğ değildir. Asıl hedef dinin ikame olunması ve ikame edilmişse, idamesinin sağlanmasıdır. Davet ve tebliğ sadece hedefe varabilmek için gerekli olan araçlardır. Dolayısıyla peygamberin görevini tebliğle sınırlamak yanlıştır.
Şimdi de ikinci soruyu ele alalım. Bazılarına göre, Allah’ın, ikame edilmesi için peygamberlerine gönderdiği din hepsinde aynıdır. Ancak şeriatları farklıdır. Nitekim Allah, “Biz herkes için bir din ve yol kıldık” diye buyurmaktadır. “İşte” diyor bu kimseler, bu ayetin de işaret ettiği gibi, bundan sadece “din” kastolunmaktadır, şeriat değil.” Onlar, “din” ile şeriattaki hükümlerin aynı şeyler olmadığı anlamından yola çıkarak “Tevhide, ahirete, kitablara ve peygamberlere inanmak, Allah’a ibadet etmek ve bir de olsa olsa ahlâkın temel prensiplerini kabul etmek tüm dinlerin genel karakterini ortaya koyar” şeklinde bir sonuca varıyorlar. “Dinde birlik, şeriatlarda farklılık” gibi çok tehlikeli bir sonuca götüren bu düşünce, temelde sathi gözükmektedir. Ancak bu düşünce izale edilmezse, St. Paul’un şeriatsız bir din ortaya koymak suretiyle Hz. İsa’nın (a.s) ümmetini harab ettiği gibi, din ile şeriat birbirinden ayrılır. Çünkü şeriatı dinden ayırır, ikame etmeyi şeriata değil de dine matuf kılarsak, o takdirde müslümanlar tıpkı hıristiyanlar gibi şeriatı önemsemeyecek, ikame edilmesini gaye kabul etmeyip bundan kaçınacak ve sadece bir takım ahlâkî kuralları dinin tamamı olarak addedeceklerdir.
Bu tür, aklı esas alan izahları bir yana bırakalım ve Kur’an’ın dini ikame etmeyi açıklayan ifadelerine başvuralım: Yani, dini ikame etmek, sadece inançtan ve birkaç ahlâkî kuraldan mı ibarettir, yoksa şeriatın hayata geçirilmesi midir?
Kur’an bize “din” olarak şunları göstermektedir.
“Oysa kendilerine, dini yalnız Allah’a halis kılarak ve muvahhidler olarak O’na kulluk etmeleri, namazı kılmaları, zekatı vermeleri emredilmiştir. İşte doğru din budur.” (Beyyine: 5)
Bu ayeti kerimeden de anlaşılacağı üzere, namaz ve zekat dinin birer cüz’üdür. Oysa bu iki husus hakkında muhtelif şeriatlarda farklı hükümler vardır. Nitekim hiç kimse önceki şeriatlarda namazın şartlarının, (rekat, kıble, vakit vs.) aynı olduğunu öne süremez. Ayrıca zekatın nisap miktarı da aynı değildir. Fakat bu şekli farklılıklara rağmen, Allah bunları dinin birer cüz’ü olarak nitelemiştir.
“Leş, kan, domuz eti, Allah’dan başkası adına boğazlanan, boğulmuş, (taşla veya tahtayla) vurularak öldürülmüş, yukarıdan düşmüş, boynuzlanmış ve canavar parçalayarak ölmüş olan hayvanlar henüz canları çıkmadan kesmiş olmanız hariç, dikili taşlar üzerine boğazlanan hayvanlar ve fal oklarıyla kısmet aramanız, size haram kılındı. Bunlar fısktır. Bugün artık inkar edenler, dininizi yok etmekten umudu kesmişlerdir. Onlardan korkmayın, benden korkun. Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım, nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm’ı seçtim. Kim açlıktan daralır, günaha istekle yönelmeden bunlardan yemek zorunda kalırsa ona günah yoktur. Çünkü Allah bağışlayan, merhamet edendir.” (Maide: 3)
Bu ayetten burada zikredilen tüm şer’î hükümlerin dinin bir cüz’ü olduğu anlaşılmaktadır.
“Kendilerine kitab verilenlerden, Allah’a ve ahiret gününe inanmayan, Allah’ın ve Rasulü’nün haram kıldığını haram saymayan ve hak dinini din edinmeyen kimselerle, boyun eğerek elleriyle cizye verecekleri zamana kadar savaşın.” (Tevbe: 29)
Yukarıdaki ayetten, Allah’a ve ahiret günene iman ettikten sonra, helâl ve haramı belirleyen hükümleri kabul etmenin ve uygulamanın, Allah’ın Rasulü’nün bizlere öğrettiği dinin ta kendisi olduğunu anlıyoruz.
“Zina eden kadın ve zina eden erkeğin her birine yüz değnek vurun, Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsanız, Allah’ın dininde sizleri, onlara karşı bir acıma duygusu tutmasın. Müminlerden bir grup da onlara yapılan azaba şahit olsun.” (Nur: 2)
“Kralın dinine göre kardeşini alıkoyması, ona (Yusuf’a) yakışmazdı.” (Yusuf: 76)
Bu ayetlerden, ceza kanununun da dinin içinde olduğu anlaşılmaktadır. Yani Allah’ın ceza kanununu uygulayan bir kimse Allah’ın dinine, başka birinin ceza kanununu uygulayan kimse de o şahsın dinine tabi olmuş olur.
Yukarıda zikrettiğimiz örnekler, şeriat emirlerinin de dine dahil olduğunu göstermektedir. Bunun yanısıra, Allah, bazı suçları işleyen kimselere (Örneğin, zina, riba, bir mümini öldürmek, yetimlerin mallarını yemek, haksızca başkalarının mallarına el koymak, eşcinsellik, alış verişte tartıyı eksik tutmak vb.) azap va’d etmektedir. Bu cürümleri önlemek elbette dinin fonksiyonları arasındadır. Çünkü “din”, eğer insanları cehennem azabından korumak için gelmemişse niçin gelmiştir? Şeriatın kuralları bizzat dinin kendisidir ve bu kuralları çiğneyenlere cehennemin sonsuz ateşi va’d edilmiştir. Sözgelimi, Kur’an’da miras hükümleri beyan olunduktan hemen sonra şöyle buyurulmuştur: “Kim de Allah’a ve O’nun elçisine karşı gelir, O’nun sınırlarını aşarsa, Allah onu ebedi kalacağı ateşe sokar. Onun için alçaltıcı bir azab vardır.” (Nisa: 14) İşte bu şekilde şiddetle haram kılınmış suçların (Örneğin, anne, kızkardeşle evlenmek, içki, hırsızlık, kumar, yalan yere şahitlik yapmak) irtikab edilmesini engellemek, dini ikame etmenin bir cüz’üdür. Şayet bunlar “din”e şamil kılınmaz ise, (neuzubillah) Allah, kendilerine, yapılması zorunlu olmayan gereksiz emirler vermiş olur. Ayrıca, Allah birtakım ibadetleri (oruç, hac vs.) farz kılmıştır. Şimdi biz sözkonusu bahaneleri öne sürerek oruç ibadetini “din”in dışına çıkaramayız. Veya “hacc” sadece Hz. İbrahim (a.s) ve oğlu için farz kılınmıştır diyerek, haccı ifa etmekten kaçınamayız. “Biz herkese bir din ve yol kıldık” ayetini yanlış yorumlayan kimseler: “Şeriatlar her ümmet için ayrıdır ve farklı şeriatlar dolayısıyla, peygamberler sadece dini ikame etmekle görevlidirler, şeriatları değil.” demektedirler. Oysa ayeti kerime bu düşüncenin tam aksini doğrulamaktadır. Nitekim Maide Suresi’nin 41. ayetinden 50. ayete kadar ki bölümünü siyak ve sibak bütünlüğü içinde dikkatle mütalâa edersek, her peygambere din ve şeriat verilmiş olduğunu, dolayısıyla onların kendi dönemlerinde din ve şeriatı ikame etmekle mükellef olduklarını görürüz. Şimdi Hz. Peygamber’in (s.a) Nübüvvet dönemi olduğundan dolayı, Şeriatı Muhammediye dinin bir cüz’ü olarak ikame edilmek durumundadır. Bu şeriat ile diğer şeriat arasında ihtilaflar varmış gibi görünüyorsa da, aslında böyle bir ihtilaf ve çelişki yoktur. Nitekim “ihtilaflar” mahiyet itibarıyla cüzîdir ve “zaman” unsuru dolayısıyla sadece farklı emirler sözkonusudur. Sözgelimi namaz ve oruç her dinde farz kılınmıştır ama kıble tüm şeriatlarda aynı değildir.
Ayrıca namazın ve orucun erkânı da farklıdır. Örneğin diğer şeriatlarda oruç 30 gün olarak farz değildi. Fakat şimdi bir kimse çıkıp da, “Daha önceleri namaz ve oruç farz değildi, dolayısıyla Rasulullah’ın (s.a) gösterdiği biçimiyle özel günlerde oruç tutmanın dini ikame etmekle bir ilgisi yoktur” şeklinde bir sonuca varırsa, böyle bir iddiayı kabul etmek mümkün olmaz. Ancak doğru olan husus şudur; “Her peygambere döneminde vaki olan şeriatın kaide ve usullerine göre namaz, oruç vs. gibi ibadetlerin uygulanması, dinin ikamesi yolundaki cehdin bir kısmı olmak münasebetiyle emredilmiştir. Binaenaleyh Şeriat-ı Muhammediye içerisindeki bu ibadet ve emirleri yerine getirmek dini ikame etmekten başka bir şey değildir. Zikredilen iki örnek (namaz ve oruç) şeriatın diğer erkanı için de geçerlidir.
Kur’an’ı dikkatle okuyan herhangi bir kimse, ona inananların, kafirlerin sömürüsü altında ezilmiş olarak yaşayan zavallılar olmadığını açıkça anlar. Çünkü bu kitab, kendisine inananlardan bağımsız ve müstakil bir yönetim ister. Onlara dinin ikamesi için, düşünce, ahlâk, kültür, siyaset ve ekonomi ile çevrili sahada hükümranlığı sağlayabilme uğrunda kendi canlarını feda bile etmesini emreder. Yine bu kitab, inananlarına, çoğu emirlerinin müslümanların iktidar sahibi olduğu yerlerde uygulandığı mükemmel bir hayat nizamı öngörür. Nitekim Kur’an, kendi nazil oluş nedenini şöyle anlatmaktadır.
“Biz sana Kitab’ı indirdik ki, insanlar arasında Allah’ın sana gösterdiği biçimde hüküm veresin, hainlerin savunucusu olma!” (Nisa: 105)
Bu kitabta zekatın toplanması ve dağıtılması hususunda emir verildiğinden, bunun ardında bir gücün olması gerektiği anlaşılmaktadır.
Bu kitabta zekatın toplanması ve dağıtılması ile ilgili emir verilmiştir. Kanunlara göre zekatın toplanarak hak sahiplerine dağıtılmasının bir gücü gerekli kıldığı açıkça bellidir. (Bkz. Tevbe: 60 ve 103)
Ayrıca bu kitab, faize dayalı ticaret yapılmasına karşı savaş açar. “Bkz. Bakara: 275 ve 279.) Fakat böyle bir savaş, siyasal ve ekonomik iktidar müslümanların elinde olduğu takdirde mümkün olur. Yine Kur’an, katillere kısas yapılmasını (Bkz. Bakara: 178) , hırsızın elinin kesilmesini (Bkz. Maide: 38) , zina ve iftira yapanlara ceza verilmesini (Bkz. Nur: 2-4) emreder.
Dolayısıyla Kur’an, kendisine inananların, kafirlerin polis ve askerlerinin baskısı altında yaşayacaklarını ve onların yargı organlarına baş vuracaklarını tasavvur dahi etmez. Kur’an, kafirlere karşı savaşılmasını emretmiş (Bkz. Bakara: 190 ve 216) ; müslümanların, kafirlerin askerleri olmalarını ve onların hükümlerini uygulamalarını emretmemiştir. Yine Kur’an, Ehl-i Kitab’tan cizye alınmasını emrederken, müslümanların Ehl-i Kitab’dan cizye toplayarak onların emniyet içinde yaşamalarını sağlamalarını ve böylelikle yöneten olmalarını ister, yönetilen değil. Bu tür emirler sadece Medine’de nazil olan surelerde değil, Mekke’de nazil olan surelerde de verilmiştir. Dolayısıyla Kur’an da, başlangıcından beri müslümanları bir zımmî ve yönetilen olarak değil (reaya) , aksine iktidar sahibi kimseler olarak hazırlamıştır. Bkz. İsra an: 89-99-101, Kasas an: 104-105, Rum an: 1-3, Saffat: 171-179 ve an: 93-94, Sad: 11, Giriş bölümü ve an: 12.
Buradaki kavramı yanlış anlamanın ortaya çıkardığı en büyük çelişki, Hz. Peygamber’in (s.a) 23 yıllık hayatıyla ters düşülmüş olmasıdır. Rasulullah (s.a) hem tebliğ etti, hem kılıçla savaşarak Arabistan’ı fethetti ve hem de mükemmel bir yönetim kurarak, dini ve şeriatı hayatın her sahasına hakim kıldı. Sonuçta bireysel veya toplumsal ahlâk, kültür, siyaset, ekonomi, savaş, barış vs. hayatın her bölümünde İslâm’ı uygulamıştır. Bu yorum ile birlikte “Peygamberler şeriatla değil, sadece dini ikame etmekle görevlendirilmişlerdir,” şeklindeki diğer yorumu da kabul edersek şayet, ortaya iki farklı sonuç çıkar. Birincisi, Hz. Peygamber (s.a) -haşa- asıl görevini ihlal ederek, bir hükümet kurmuş, ayrıntılı bir şeriat kanunu ikame etmiş ve diğer peygamberlerin şeriatından farklı bir şeriat ortaya koyarak iman ve ahlâkın ana prensiplerini tebliğ etmekle iktifa etmiştir. İkincisi, Allah Teâlâ -haşa- diğer peygamberlere emrettiğinden vazgeçmiş ve son Peygamber’e (s.a) dini ikame etmenin yanısıra şeriat ile birlikte tam bir nizam kurdurmuştur. Allah bizi böyle düşüncelerden muhafaza etsin. Dini ikame etmenin bu şekildeki anlamına değinen, bu iki ihtimalden başka, Allah ve Rasulü’nü (s.a) itham etmeyen üçüncü bir görüş daha varsa onu da öğrenmek isterim.. doğrusu!
Dinin ikame edilmesi emrolunduktan sonra Allah, son olarak “Dinde ayrılığa düşmeyin, (veya) dini parçalamayın” diye buyurmuştur.
Bu ifade ile şu hususlar kastedilmiştir: Bir kimse “din” içinde yeni bir takım görüşler (teviller) ortaya atar. Fakat ikna edici delillere sahip olmamasına rağmen, iddiası üzerinde o derece ısrar eder ki, kendisine inanmayanları tekfir ederek, sadece kendi görüşlerini kabul eden kimseleri mü’min olarak addeder. Böylece kendi görüşlerini kabul edenleri yanında toplayarak, diğer müslümanlardan ayırır. Genellikle bu tür iddiaları ortaya atan kimseler, ya daha önce dinde olmayan yeni birşeyleri dine yakıştırır, ya dinin kısımlarından birini çıkarır, ya da dinin açık bir nassını tahrif ve tevil ederek acaib bir akide ve farklı ameller icad eder. Ayrıca dini o kadar bulandırır ve değiştirir ki, din anlaşılmaz bir hale gelir. Sözgelimi, dinde önemli bir emri önemsemez ama, mübah derecesindeki önemsiz bazı şeyleri de farz ve vacip telakki eder, hatta daha da ileri giderek, onları İslâm’ın esaslarından sayar. İşte sırf bu tür yaklaşımlardan ötürü, önceki ümmetler arasında ayrılıklar çıkmış, parçalanma meydana gelerek fırkalar türemiş ve bu fırkalar zamanla müstakil birer din halini almıştır. Bu dinlere inanan kimseler, aslında tek bir dinden çıkmış olduklarını tasavvur bile edemiyorlar. Ancak bu bağlamda sözkonusu “tefrika” ile makul bir ictihat farklılığını karıştırmamak gerekir. Çünkü, dinin nasları üzerine düşünmek suretiyle hüküm çıkarmada, alimler arasında birtakım farklılıklar olması doğaldır. Allah’ın kitabındaki bazı ifadeleri, gerek anlam ve kullanış itibariyla, gerekse lisan itibarıyla farklı şekillerde anlamak mümkündür. Daha fazla izah için bkz. En’am an: 141, Nahl an: 117-121, Bakara an: 220, Al-i İmran an: 16-16, Nisa an: 211-216, Maide an: 101, Enbiya an: 89-91, Hacc an: 114-117, Mümin an: 45-48, Kasas an: 72-74, Rum an: 50-51.
21. 8. ve 9. ayetlerde ele alınan hususa, burada yeniden değinilmektedir. Bu hususun izahı an: 11’de yapılmıştı. Burada şu yüzden tekrar edilmektedir: “Sen dinin gerçek yüzünü ortaya serdiğin için, bu akılsızlar sana kızmaktadırlar. Ancak aynı toplum içinde Allah’a yönelen kimseler de bulunmakta ve Allah onları kendi tarafına çekmektedir. İman ederek saadete ermek de iman edenlere kızarak haset içinde kalmak da herkesin kendi kısmeti ve nasibidir. Allah’ın, nimetlerini taksiminde bir adaletsizlik yoktur. Allah, kendisine yönelen kimselere imanı nasip eder. Hidayetten kaçan insanları zorla iman ettirmek ise Allah’ın sünneti değildir.