KELİMELER VE KAVRAMLAR (45) HİCRET
HİCRET
Hicret sözlükte kişi veya kişilerin bulundukları yerden göç yoluyla ayrılmaları anlamına gelir.
Bu ayrılma beden ile olabilceği gibi dil ile veya kalp ile olabilir.(Müzzemmil/10,Nisa/34)
Bir ayette ise kalbi Allah’ın dışındaki şeylerden ayırıp yine O’na yönelmek anlamında kullanılmaktadır ki bu, Allah’a hicret (yönelme) ibadetidir. (Ankebut/26)
‘Hicret’ terim olarak Peygamberimizin ve Mekkeli Müslümanların miladi 622 yılında, peygamberliğin 13.yılında Mekke’den Medine’ye göç etmeleridir.
İslam Tarihinde ve Peygamberimiz(sav)’in hayatında kuşkusuz en önemli olay Hicret’tir. Çünkü bu olay İslami tebliğde bir dönüm noktasıdır, İslam toplumunun var olmasına açılan kapıdır, baskıdan kurtulan Müslümanların dirilişi ve güçlü bir yapı olarak ortaya çıkışıdır.
Hicret, imanın Allah’a ve Rasulu’ne bağlılığın, Allah yolunda fedakarlık yapmanın, dünyalıklardan vazgeçmenin, yalnızca Allah rızasını seçmenin bir göstergesi; küfre ve onların azgın temsilcilerinin hükmüne, boyun eğmemenin, iman uğruna her zorluğu göze almanın destansı ifadesidir.
Peygamberemizle birlikte bu destanı yazan güzel insanlara Kur’an ‘muhacir’ diyor ve onları kelimlerin en tatlısı ile övüyor.[1]
“Öne geçen Muhacirler ve Ensar ile onlara güzellikle uyanlar; Allah onlardan hoşnut olmuştur, onlar da O’ndan hoşnut olmuşlardır ve (Allah) onlara, içinde ebedi kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte büyük ‘kurtuluş ve mutluluk’ budur.” (Tevbe/100)
“Şüphesiz iman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler; işte onlar, Allah’ın rahmetini umabilirler. Allah bağışlayandır, merhamet edendir.”(Bakara/218)
Neden Hicret?
Bu sorunun cevabı için hiç kuşkusuz Allah Rasulu’nun hicretinin analizine ihtiyaç vardır. Tebliğ vazifesine başladığı Mekke toplumu gerek siyasal gerekse de toplumsal açıdan atalarından miras kalan adet ve geleneklere göre idare ediliyorlardı. Ahlak yönünden dibe vurmuş, hayâsızlık adına zirveye ulaşmış bir durumdaydılar. Kadınlar bir hayvan kadar değer görmez sadece şehvet unsuru ya da neslin devamı için birer araç olarak kullanılırlardı. Toplumdaki statü soya göre değerlendirilip insanlar arasında ayrımcılık hâkimdi. Allah Rasulu (sav) tebliğe başladığında tepki görmesi; müşriklerin, yukarıda sayılan özelliklere sıkıca bağlı olmalarından kaynaklanıyordu. Sıkı sıkıya bağlı oldukları bu sistemin batıl olduğu ve kesinlikle yıkılması gerektiği kendilerine anlatıldığında Allah Rasulune ve beraberindeki mü’minlere ağır işkenceler yapmaya başladılar. Onlara dinlerini yaşama özgürlükleri bir yana yaşama hakkı dahi tanımıyorlardı. Civardaki Arap beldelerinin kendilerini kınamasından duydukları endişe onları öldürmeyi tercih etmeyip şuurlarını yitirir dercesine getirerek işkence etmeye sevk ediyordu. Asılda yaşama haklarının olmadığını düşünüyorlardı. Müslümanlar tüm bunlara rağmen kulluk görevlerini yerine getirmeye çaışıyorlardı ve inen ayetlerde iman ile ilgili meseleler olup onları ayakta tutacak şuur ve eğitim veriliyordu. Allah’a hâkimiyet hakkı tanımayan müşrikler, bu basklılarını o kadar ileriye taşıdalar ki peygamberliğin 7. Senesinde amborgo uygulayarak bu dine karşı olan tutumlarını bir kez daha deklare ettiler. Peygamberimiz Müslümanlara Habeşistan’a hicret için izin verdi ve bir grup Müslüman Habeşistan’a hicret etti.
Peygamberimiz Mekkeli müşriklerin cahilce hareketleri karşısında yılmamıştır. Özellikle hacc mevsiminde Mekke dışından gelen insanlarla görüşüyor onlara İslâm’ı anlatıyordu. Peygamberimiz bir gün Akâbe mevkiinde Medineli altı kişi ile karşılaştı. Onlara Kur’ân okudu ve İslâm’a davet etti. Medineliler Peygamberimizle konuştuktan sonra durumu kendi aralarında değerlendirdiler.
“Yahûdilerin geleceğini bildikleri ve kendisiyle bizi korkuttukları peygamber bu olmasın” dediler. Yahûdilerden önce müslüman olmanın gereğine inanıp müslüman oldular.
Medine’de bulunan Yahudiler bir Peygamber’in geleceğini biliyorlardı. Medinelilerle araları açılan Yahudiler onlara “Bir Peygamber gönderilmek üzeredir. O Peygamber gelince biz ona tabi olacağız, İrem ve Âd kavimleri gibi sizin kökünüzü. Kazıyacağız” diyorlardı.
Akabe’de Müslüman olan Medineliler memleketlerine gittiklerinde bu durumu yakınlarına aktardıktan bir yıl sonra, daha önceki Müslümanlarla birlikte on iki kişilik bir topluluk Hacc için Mekke’ye geldi. Bunlar Peygamberimizle görüştü ve “hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocukları öldürmemek, iftira etmemek, Allah ve Rasûlüne muhalefette bulunmamak hususunda” peygamberimize söz verip bey’at ettiler. Peygamberliğin onüçüncü yılında Medineli müslümanlardan yetmiş iki kişilik bir grup hacc için Mekke’ye geldiler. Peygamberimizle Akabe mevkiinde görüşmek üzere toplandılar ve Müslüman oldular.[2] Siyer kitaplarında daha detaylı anlatılan bu merhale büyük hicret için atılan adımların ilkidir. Müslümanlar kulluklarını meferrih bir şekilde yerine getirecekleri kendi inandıkları dinin kanunlarına göre yaşayacakları ve kendilerini Allah’a daha çok yakınlaştıracakları şehir olan Medine’ye hicret ettiler. Bu yolculuk (hicret), sıradan bir göç değildi. Bu yolculuk fedaklarlığın, dünyaya tamah etmenin, Allah için bir çırpıda her şeyden vazgeçişin timsalidir. Bu hicret, İslam’ın nuruna, İslami tebliği en uzak yerelere kadar götürebilme imkânına Allah’a hakkıyla kulluk yapma fırsatına uzanan bir yolculuktu.
Hicretin Neticeleri
Hicret yalnızca baskı, işkence ve zorluktan kurtulmak üzere göç etme ya da zulümden bir kaçış değildir. Peygamberimizin hicretini bu şekilde yorumlamak onu anlamamak ve sonuçlarını görmemek olur. Hicret, sonuçları bakımından üzerinde önemle durulması gereken bir olaydır.
Hicretle müminler barınacak bir yurt buldular. Orada kendi dininin hakimiyetini ve hukuki varlıklarını kurdular. Mekkeliler karşısında bir taraf oldular. Toplumsal bir güç haline geldikten sonra düşmanlarıyla, daha doğrusu kendilerine saldıranlarla savaşma iznine kavuştular. Hicret öncesi varlıkları fiili bir varlık iken Hicret sonrası hukuki bir varlık oldular.
Hicretin altıncı yılında Mekkeliler, daha önceden yok etmeye çalıştıkları Müslümanlarla Hudeybiye anlaşması yaptılar, onları hukuki bir taraf-varlık olarak tanıdılar. Bu diplomatik zafere Kur’an ‘en büyük fetih’ demektedir. Bu zaferin yolu hicretle açılmıştı.
Müslümanlar Hicret’le Mekke’yi terk etmeselerdi ne böyle hukuki bir güce ve statüye kavuşabilirlerdi, ne de Mekkeli Müşrikler onlara baskı yapmakan vazgeçerlerdi.
Medine’de kendi toplum düzenini ve devletini kuran Peygamberimiz (sav), bir taraftan gelen vahy ile müminleri yetiştirir ve ıslah ederken, bir taraftan da İslami hükümleri uyguluyor, Medine’nin dışındaki insanlara İslam’ı ulaştırmak üzere tebliğe devam ediyordu. Hatta Hudeybiye’de sağlanılan barış ortamından yaralanılarak etraftaki devlet başkanları bile İslam’a davet edilebilmişti. Hicret’le toplumsal bir güce ve siyasal yapıya kavuşan Müslümanlar, dinlerini rahatça yaşama imkanına kavuştular. İslam, Medine’de güçlendi, dirildi, genişledi ve zaman içerisinde bütün dünyaya ulaşma fırsatını buldu.
Bu bakımdan Hicret, yalnızca zulüm ve baskıdan kurtulmak değil, bir mevzi değiştirme, bir siyasi manevra, bir strateji ve var olma yolculuğudur.
Mekke’den Medine’ye Hicret Mekke’nin fethiyle bitmiştir. Ama hicretin espirisi, onun taşıdığı mana, onun gerekliliği ve faydaları kıyamete kadar devam edecektir. Müslümanlar İslamı yaşama konusunda baskıya, işkenceye, dayatmaya uğradıkları zaman, Allah’ın geniş yeryüzünde İslamı yaşayabilecekleri bir yere göç edeceklerdir. Kendi içlerinde, gönüllerde sürekli bir şekilde kötüden iyiye doğru, eksiklikten tekamüle doğru manevi hicreti sürekli yaşayacaklardır.[3]
[1] H.Ece – İslam’ın Temel Kavramları
[2] Şamil İA
[3] H.Ece – İslam’ın Temel Kavramları/Hicret/Hicretin Sonucu