YALNIZ GÖZLER KÖR OLMAZ SİNELERDEKİ KALPLER DE KÖRELİR
Sonsuz Hamd Alemlerin Rabbi olan Allah cc’a mahsustur. Salat ve selam Alemlere Rahmet olarak gönderilen yegane örnek ve önderimiz Hz Muhammed sav’e aline ashabına ve onları takip edenlerin üzerine olsun inşallah.
‘Basiret’, görme, görüş, gören göz gibi anlamlara gelen ‘basar’ kökünden türemiştir.
Rabbimizin güzel isimlerinden biri de aynı kökten gelen ‘Basir’ dir. Her şeyi gören, en iyi gören ,mutlak olarak gören demektir. O’nun görmesinin önünde hiçbir engel yoktur. Onun görmesi için, ışık, cisim (yani cismin boyutları) ve mesafeye ihtiyaç yoktur.
Bu sıfat birkaç ayette Semi (her şeyi işiten) sıfatıyla birlikte geçmektedir. O, her şeyden haberdardır, her şeyi görmektedir. Hiçbir şey Onun bilgisinin ve görmesinin dışında kalamaz. “Kim dünyada mükafatını elde etmek isterse bilsin ki, dünyanın da ahiretin de mükafatı Allah’ın katındadır. Hiç kuşkusuz Allah herşeyi işiten ve görendir.”(Nisa 134)
Basir kelimesi ayrıca; sezen, gözüyle gören, bir belge sayesinde idrak eden, ibret gözüyle bakan gibi anlamlara da gelmektedir.
Buradan hareketle diyebiliriz ki ‘basiret’ sözlük anlamı yönünden, görebilme, doğru ve ölçülü görme, kavrama ve anlama, idrak etmedir. kavram olarak; duyular üstü bir görmedir. Bu bir anlamda kalbin görmesi yada kalbin bir şeyi idrak edip anlamasıdır. Baştaki göz, fizik şartları hazır olduğu zaman (ışık, görme duygusu, boyut ve mesafe ) cisimleri ve eşyaları görür. Kalp ise fizik şartlarına bağlı görmenin ötesinde, Allah’tan kaynaklanan bir kabiliyetle eşyanın ötesini anlayabilme, sonsuza uzanabilme yeteneğine sahiptir.
İdrak, zeka, ilim, tecrübe, kalp ile görme, doğru ve ölçülü bakış, uzağı görme, kavrayış, feraset. Başımızdaki göze basar, kalp gözüne de basîret denir. (Rağıb el-ısfahânî, el-Müfredat, 49). Buna göre basîret; kalp gözüyle görüş, işin iç yüzüne nüfuz etmek bir şeyin içini -dışını, önünü- sonunu, aslını ve hakikatini bilmektir. Bu nedenle basîret-i kalp, kalp uyanıklığı; basîretsiz, gafil, basîreti bağlanmak gaflette bulunmak anlamına gelir.
‘Basiret’in sözlükte, idrak etme, görme, doğru ve ölçülü bakış, uzağı görebilme, kavrayış, bir şeyin iç yüzünü anlayabilme, feraset, kalb ile görme gibi manaları vardır.
Kur’an bu kelimeyi normal ‘görme’ anlamında kullandığı gibi, gerçeği keşfetme, doğru yolu tanıma, gerçeği yalandan, Hakk’ı batıldan ayırma yeteneği anlamında da kullanmaktadır. Görme yani basar hem insanlarda hem hayvanlarda olduğu halde basiret duygusu sadece insana verilmiştir.
Basiret’, kalp gözüyle görebilme, işin iç yüzünü anlayabilme, bir şeyin aslını ve gerçeğini idrak edebilmedir. Manevi körlük ve sapıklıkta olmak bunun karşıtıdır. Manevi körler, sadece. Kafa gözüyle görürler, ötesini göremezler, gördükleri maddi cismin ötesindeki anlam üzerinde düşünmezler.
Şu ayetin verdiği örnek oldukça ilginçtir: “Eğer onları doğru yola çağırırsanız işitmezler. Onları sana bakar (gibi) görürsün, oysa onlar görmezler bile. (Araf 198)
Kendilerine davette bulunan peygamberi cisim olarak görüyorlar, Ona bakıyorlar ama Onu, Onun davetini, Onun görevini anlamıyorlar.
Her turlu manevi faaliyetin merkezi kalptir. Kalbin de dışarıya açılan iki penceresi vardır. Bu pencerenin biri, duymak (semi’) diğeri ise, görmektir (basar/basirettir). Duymak kulağın, görmek ise gözün gücüdür. Ancak her iki fiil de kalbin bir faaliyeti olarak kullanılır.
Kalbin duyması, kulağın duyduğu şeyi anlaması, kavraması ve niteliğini tespit etmesidir. Herhangi bir sesi duyan kimseye sağır denmez. Fakat Kur’an, Hakk’ı duydukları halde anlamayanlara, idrak etmeyenlere ve Islama teslim olmayanlara ‘sağır’ demektedir.
Âlemlerin Rabbi Allah’ı hesaba katmaksızın hevasının her dediğini yapan, azan, sapıtan, inkarcı ve müşrik olanlar ile küfürdeki (inkardaki) inadı yüzünden kalbi mühürlenmiş, kalbi Hakk’a kapatılmış kimseler:
Hakk’ın sesini duyamazlar. Peygamberin yaptığı daveti anlamazlar. Kur’an ayetleri onlar için bir anlam taşımaz. Çünkü kalplerinin anlama kabiliyeti yoktur. lşte böyleleri sağırdırlar.
“De ki: Ben sizi yalnızca vahy ile uyarıp-korkutmaktayım. Ancak sağır olanlar, uyarıldıkları çağrıyı işitmezler.” (21/Enbiya, 145)
Çok günah işlemekten ve isyan etmekten dolayı kalpleri kararmamış olanlar, dolayısıyla kulakları işitir olanlar, Peygamber, indirilen ayetleri duydukları zaman anlarlar, imanları artar ve gözleri yaşla dolar. (5/Maide 83) “Peygambere indirilen Kur’an-ı işitince gerçeği tanımalarının sonucu olarak gözlerinden yaşlar akarken onların şöyle dediğini görürsün: “Ey Rabbimiz, inandık, bizi de gerçeğe şahit olanlar arasında yaz. “
İdrak, bir şeyi anlamadır. Basiret’ idrakin bu yüceliğe ulaşmasıdır. Allah c.c gerek kainatta geren insanın kendi nefsinde bir çok alametler varetmiştir. “Biz onlara hem ufuklarda ve hem kendi nefislerinde delillerimizi göstereceğiz ki, Kur’ân’ın hak olduğu kendilerine açıkça belli olsun. Senin Rabbinin her şeye şahit olması kafi değil mi? (fussilet 53)
İnsan, evrendeki duyular ötesi özellikleri, insanın derinliklerindeki sırları, eşyadaki ilahi yönleri bu basiret duygusuyla idrak eder, anlar. Rabbimiz Yusuf suresinde ““Göklerde ve yerde nice ayetler, nice ibret içerikli belgeler vardır, yanlarından geçtikleri halde onları umursamazlar. “
106- “Onların çoğu, Allah’a ortak koşmaksızın O’na inanmazlar. “(105/106) Buyurmaktadır.
Seyyid kutub (ra ) Allah’ı, O’nun birliğini ve gücünü gösteren nice ayetler, evrenin her köşesine serpiştirilmiş; göklerde ve yerde insanların gözleri ve algılama güçleri önüne açıkça serilmiş durumdadır. İnsanlar gece gündüz demeden, sabah akşam her an Allah’ın ayetleriyle karşılaşmaktadırlar. O ayetler ki neredeyse dile gelmiş ve insanları açıkça çağırmaktadırlar. (Güneş kime itaat edileceğini açıkça haykırmakta, ay kime itaat edileceğini açıkça göstermekte, ağaç kimin emriyle meyve verileceğini, bitkiler kimin emriyle yeşerileceğini, kısaca tüm kainat kime itaat edilmesi gerektiğini insana haykırmakta “Güneşin ve ayın konumları ve hareketleri belirli bir hesaba dayanır.
Bitkiler ve ağaçlar O’nun buyruğuna boyun eğerler.” (Rahman 5-6) Bu ayetler İnsanların gözleri ve duyuları karşısında apaçık durmaktadırlar. İnsanların yüreklerine ve akıllarına durmadan esinler fısıldamaktadırlar. Ne var ki, insanlar tüm bu ayetleri görememekte, ayetlerin çağrısını işitememekte ve onlardaki derin çağrışımları sezinleyememektedirler.
Bir an için güneşin doğuşunu ve batışını düşünün! Bir an için yavaşça uzayan ya da kısalan gölgeyi düşünün! Bir an için engin denizleri, gürül gürül akan pınarları, insanların susuzluğunu gideren kaynakları düşünün! Bir an için büyüyen bitkiyi, güzelim tomurcuğu, açılan çiçeği ve nazlı nazlı sallanan ekinleri düşünün! Bir an için yüzüyormuşçasına havada uçan kuşu, suda yüzen balığı, sürünerek yürüyen kurtçuğu, harıl harıl çalışan karıncayı, diğer hayvan, haşarat ve böcekleri düşünün! Bir an için, sabahın ve akşamın nasıl olduğunu, gecenin sessizliğini, gündüzün kalabalıklığını ibret gözüyle bir düşünün!.. İnsanın yüreği bir an için bile, şaşılası varlıklar dünyasındaki ritimleri yakalayabilir.
O korkunç anlama ve etkilenim sürecinin ürpertisiyle insanın yüreğinin titremesi için bir anlık bir zaman dilimi bile yeterlidir. Ama insanlar, Allah’ın tüm bu ayetlerinin “yanlarından geçtikleri halde, onları umursamazlar.” Bu sebeple de onların çoğu iman etmezler!
İman edenlerden bile pek çoğunun yüreğine, -şu ya da bu biçimde- şirk sızabilmektedir. Dolayısıyla saf ve katışıksız imanın, her şeyden önce tüm şeytani sızmaları ve yeryüzü kökenli anlayışları kalpten uzak tutabilmek için sürekli uyanık durmaya ihtiyacı vardır. Her hareketin, her davranışın Allah için olması, sadece ve sadece O’na özgü kılınması gerekir. Saf ve katışıksız imanın, kalp, davranış ve hareketler üzerindeki otoritenin kime tanınacağı noktasında kesinkes ve bütüncül bir tavra ihtiyacı vardır. Kalp, sadece ve sadece Allah’a boyun eğmelidir. Yaşamda, dilediğini dilediği biçimde isteyen ve bir olan Allah dışında, hiç kimseye kulluğa yer verilmemelidir. Ama insanların ne kadarı bunu başarabilir?
“Onların çoğu Allah’a ortak koşmaksızın O’na inanmazlar.”
Olayları, olguları ya da kişileri değerlendirirken, yeryüzü kökenli değer ölçütlerini benimseyerek Allah’a ortak koşarlar! Yarar da zarar da Allah’ın elinde olmasına karşın, bunları sadece nedenlere bağlayarak bir tür determinizmle O’na, Allah’a ortak koşarlar! Tek bir olan Allah’ın şeriatını temel almamış bir yönetici ya da yönlendiriciye itaat ederek; Allah’ın gücü dışında bir güce boyun eğmek suretiyle O’na ortak koşarlar! Allah’ın dışında, O’nun kullarından birine umut bağlamakla Allah’a ortak koşarlar! Aslında diğer insanların bir tür beğenisini kazanabilmek amacıyla kendilerini feda ederek Allah’a ortak koşarlar! Bir yarar sağlamak ya da bir zararı bertaraf etmek için cihada katıldıklarında, Allah’tan başkasının rızasını gözeterek Allah’a ortak koşarlar! İbadet sırasında Allah’ın yanısıra, başkalarının da hoşnutluğunu kazanmaya çalışarak Allah’a ortak koşarlar! .. Bu nedenledir ki Peygamberimiz: “İçinizdeki şirk, karıncanın ayak seslerinden bile sessizdir!”
Hadislerde bu gizli şirke ilişkin, başka örnekler de yer almaktadır: Tirmîzî’nin, İbn Ömer’den aktardığına göre, Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:
“Allah’dan başkasının adına üstüne yemin eden, Allah’a ortak koşmuştur!”
İmam Ahmed, Ebu Davud ve diğer hadis imamlarının, İbn Mesud’dan aktardıklarına göre Peygamberimiz: “Büyücülük ve muskacılık, şirktir!” buyurmuştur.
İmam Ahmed’in Müsned adlı eserinde, Ukbe bin Amir’den aktardığına göre, Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:
“Muska ya da nazarlık taşıyan, Allah’a ortak koşmuştur!”.
Ebu Hureyre’den de şu şekilde bir hadis aktarılır: “Resulullah -salât ve selâm üzerine olsun- şöyle dedi: “Allah buyuruyor ki: “Ben ortaklara en muhtar olmayan en uluyum. Kim işlediği herhangi bir amelde başkasını bana ortak koşarsa, onun bana koştuğu ortakla başbaşa bırakırım.”
İmam Ahmed, Ebu Said bin Ebı Fedale’den şu hadisi aktarır: “Resulullah’ın -salât ve selâm üzerine olsun- şöyle dediğini duydum:
“Hakkında en ufak bir kuşkuya yer bulunmayan kıyamet gününde Allah, ilk insandan son insana varana dek herkesi bir araya topladığında bir münâdî; `Allah için yaptığı bir işte O’na ortak koşmuş kimse varsa, yaptığının karşılığını gitsin o ortak koştuğundan istesin! Çünkü Allah, ortaklara en muhtaç olmayan en uludur…” diye seslenecektir.
Yine İmam Ahmed, Mahmud bin Lebid’den şöyle bir hadis aktarmaktadır:
“Resulullah -salât ve selâm üzerine olsun- “Sizin adınıza en çok korktuğum, küçük şirktir” buyurdular. Çevresindekiler bunun üzerine: “Ey Allah’ın elçisi! Küçük şirk nedir?” diye sordular. O da buna cevap olarak dedi ki: “Riyâdır! Kıyamet gününde insanlar yaptıklarıyla birlikte huzura geldikleride Allah onlara: `Hadi şimdi dünyadayken kendilerine riya yapıp gösterişte bulunduğunuz kimselerin yanına gidin! Bakalım onlar size yaptıklarınızın mükafatını verebilecekler mi!’ buyuracaktır.”
İnananların kendilerini kollayıp imanlarını koruyabilmeleri için sürekli dikkatli olmaları gereken gizli şirk işte budur.
Bir de gözle görülür apaçık şirk vardır. Bu da yaşama ilişkin herhangi bir meselede Allah dışında herhangi bir kimseye boyun eğilmesidir! Allah’ın şeriatı dışında bir şeriatla yargılanmayı kabul etmektir! -Bunun şirk olduğu tartışma götürmeyecek denli kesindir!- Allah’ın belirlemediği bütünüyle insanların çıkardığı bayramları ya da törenleri benimsemek vb. biçimde herhangi bir geleneği kabullenmektir! Allah’ın bırakacak, Allah’ın buyruğuyla çelişecek bir kıyafet modelini benimsemektir!..
Bu tür konularda, kulların Rabbinin apaçık buyruğunu bir yana bırakarak, kulların çıkardıkları yaygın sosyal bir geleneği benimseme ve kabullenme söz konusu olduğundan, yanlış hareket etme suretiyle işlenen günah sınırlarının da ötesine geçmektedir… Zira böyle bir durumda söz konusu eylem, günah değil, düpedüz şirktir! Neden diye sorulacak olursa, bu tür bir eylem, Allah’ın buyruğunun tam tersine, Allah dışında bir otoriteye boyun eğmenin göstergesidir! Bu açıdan söz konusu türden bir eylem, oldukça korkunç ve tehlikeli bir iştir…
Nitekim bu noktada Allah’ın sözü de açıktır:
“Onların çoğu Allah’a ortak koşmaksızın O’na inanmazlar.”
Bu ayet, Arap Yarımadası’nda Peygamberimizle bizzat karşılaşmış bulunan kimseler için geçerli olduğu gibi, daha sonraki zamanlarda yaşayan ve dünyanın neresinde olursa olsunlar, tüm insanları kapsamı içine alan bir tespittir.
Varlıklar dünyasının dört bir yanında karşılaştıkları Allah’ın ayetlerini umursamayan; hiçbir ücret istenilmeksizin kendilerine sunulmuş bulunan Kur’an ayetlerinden yüz çeviren bu insanlar, daha neyi beklemektedirler acaba?
Bakın ne buyuruyor Hac suresi 42-46. Ayetler de rabbimiz:
“42 — Seni yalanlıyorlarsa; bil ki, onlardan önce Nûh kavmi, Âd ve Semûd da yalanlamıştır.
43 — ibrahim’in kavmi, Lût’un kavmi de.
44 — Medyen halkı da. Mûsâ da yalanlanmıştır. Ama Ben, kâfirlere mühlet verdim, sonra da onları yakaladım. Benim inkârım nasılmış?
45 – Nice kasabaları zulüm ederken helak ettik. Şimdi onların altları üstlerine gelmiş ıpıssız durmaktadır, kuyuları körelmiş, sarayları yıkılmıştır.
46 — Yeryüzünde dolaşmıyorlar mı ki, orada olanları akledecek kalbleri, işitecek kulakları olsun. Ne var ki yalnız gözler kör olmaz, göğüslerde olan kalbler de körelir.”
İbni kesir ra:
Allah Tealâ, kavminden kendine muhalefetle yalanlayanların yalanlaması konusunda peygamberi Muhammed (s.a.) i teselli ederek buyurur ki: «Seni yalanlıyorlarsa; bil ki, onlardan önce Nûh kavmi, Âd ve Semûd da yalanlamıştır… Mûsâ da (getirmiş olduğu açık âyetler, apaçık delâletlerle birlikte) yalanlanmıştı. Ama Ben, kâfirlere mühlet verdim, (onları geciktirdim.) Sonra da onları yakaladım. Benim inkârım nasılmış?
(Benim onları inkârım ve onları cezalandırmam nasılmış görsünler).» Seleften birisi, Firavun’un kavmine : «Ben sizin en yüce rabbınızım.» demesi ile, Allah’ın onu helak buyurması arasında kırk sene olduğunu söyler. Buhârî ve Müslim’in Sahîh’lerinde Ebu Musa’dan, onun da Allah Rasûlü (s.a.) nden rivayetine göre o: Muhakkak Allah zâlime mühlet verir. Nihayet onu yakaladığı zaman asla kurtulamaz, buyurmuş, sonra da : «İşte böyledir Rabbının yakalayışı, kasabaların zâlim halkını yakaladığı zaman. Çünkü O’nun yakalaması hem şiddetli, hem de acıklıdır.» (Hûd, 102) âyetini okumuştur. Daha sonra Allah Teâlâ şöyle buyurur : «Nice kasabaları zulüm ederken (Rasûlünü yalanlayıcı oldukları halde) helak ettik. Şimdi onların altları üstlerine gelmiş ıpıssız durmaktadır, (evleri harâib olmuş, medeniyetleri çökmüş) kuyuları körelmiş, (kuyularından su alınmıyor, su almaya gelenlerin çokluğu ve etraflarındaki izdihamdan sonra artık kimse onlara -su almaya gelmiyor.) sarayları yıkılmıştır.» îkrime, buradaki sarayların; kireçle sıvanarak beyazlatılmış olduğunu söyler. Bu açıklamamın benzeri Ali İbn Ebu Tâlib, Mücâhid, Atâ, Saîd İbn Cübeyr, Ebu Melîh ve Dahhâk’dan da rivayet edilmiştir. Diğerleri: O, yüksek, muhteşem olandır, derken; diğer bazıları da : Kuvvetli, güçlü, muhkem olandır, derler. Bütün bu açıklamalar birbirine yakın olup aralarında bir zıtlık yoktur. Kuvvetli bir şekilde inşâ edilmiş olması, yüksekliği, sağlam ve muhkem oluşu ehlini, Allah’ın baskınının onlar üzerine inmesinden koruyamamıştır. Nitekim Allah Teâlâ, başka bir âyette şöyle buyurur : «Nerede olursanız olun, sağlam kaleler içinde dahi olsanız ölüm sizi bulacaktır.» (Nisa, 78).
«Yeryüzünde (bedenleri ve düşünceleri ile) dolaşmıyorlar mı ki?»
Aslında onların bedenleri ile değil de sadece düşünceleri ile dolaşmaları bile yeterlidir. İbn Ebu Dünyâ, «et-Tefekkür ve’1-İ’tibâr» isimli kitabında der ki: Bize Hârûn İbn Abdullah… Mâlik İbn Dinar’dan rivayet ediyor ki o, şöyle demiştir: Allah Teâlâ Mûsâ (a.s.) ya vahyetti ki: Ey Mûsâ, demirden iki nalın ve bir asâ edin. Sonra yeryüzünde seyahat et, eserleri ve ibretleri ara. Tâ ki nalinler delinip asâ kırılıncaya kadar. İbn Ebu Dünyâ’nın anlattığına göre, hakimlerden birisi şöyle demiştir: Kalbini öğütlerle yaşat, düşünmekle aydınlat, zühd ile öldür, yakın ile güçlendir, ölümle onu alçalt, ölümü ve yok olmayı anmakla ona sükûnet ver, ona dünyanın fecâatlarını göster, zamanın hücumu ve günlerin değişmesinin kötülüğünden onu sakındır, geçmişlerin haberlerini ona arzet, ondan öncekilerin başına gelenleri ona hatırlat, an. Onların ülkelerinde ve kalıntılarında yürü. Neler yapmışlar, başlarına neler gelmiş, nelere yerleşmişler ve akıbetleri ne olmuş bak. Yani peygamberleri yalanlayan ümmetlerin başına gelen musibet ve azaba bak. «Yeryüzünde dolaşmıyorlar mı ki, orada olanları akledecek kalbleri, işitecek kulakları olsun (da onlardan ibret alsınlar). Ne var ki yalnız gözler kör olmaz, göğüslerde olan kalbler de körelir.» Körlük, göz körlüğü değildir. Asıl körlük; basiret yoksulluğudur. Her ne kadar görme duyusu sağlam olsa dahi o, ibretlere nüfuz edemez, haberleri bilip anlayamaz. (…)Eğer bu kalplerin basireti açık olsaydı, bu olayları anar anmaz harekete geçecekti. Anında ibret dersini alacaktı. Geçmiş milletlerin harap olmuş yurtlarının şahsında somutlaşan akıbetten ürkerek imana doğru kanat çırpacaktı.
Basiret bir anlamada Hakkı görebilme, onu anlayabilme ve onu doğru olarak tanıma kabiliyetidir. Basireti bağlanmış kimse kalbi kör kimsedir. O haktan gafildir(habersizdir) haktan gelen daveti görecek yeteneğini yitirmiştir. Kalbinin bu özelliği ve gücü kaybolmuştur. Rabbim idrak edebilmeyi nasip etsin. AMİN.
Velhamdulillahirabbilaelmin.