EBU’L A’LÂ MEVDUDİ’NİN (RH.A.) BAKIŞ AÇISIYLA HAŞR SURESİ 3. VE 6. AYETLER
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun
3- Eğer Allah, onlara sürgünü yazmamış olsaydı, muhakkak onları (yine) dünyada azablandırırdı.(8) Ahirette ise onlar için ateş azabı vardır.
4- Bu, onların Allah’a ve O’nun Resulüne karşı ‘başkaldırıp ayrılık çıkarmaları’ dolayısıyladır. Kim Allah’a karşı başkaldırıp-ayrılık çıkarırsa, muhakkak Allah cezası (ikâbı) pek şiddetli olandır.
5- Hurma ağaçlarından her neyi kesmişseniz veya kökleri üzerinde dimdik neyi bırakmışsanız, (bu) Allah’ın izniyledir(9) ve fasık olanları alçaltması içindir.(10)
6- Onlardan Allah’ın peygamberine verdiği “fey’e”(11) gelince, ki siz buna karşı (bunu elde etmek için) ne at, ne deve sürdünüz. Ancak Allah, kendi elçilerini dilediklerinin üstüne musallat kılar. Allah, her şeye güç yetirendir.(12)
AÇIKLAMA
8. “Elbette onlara dünyada azabederdi.” Yani onların izlerini bile yok ederdi. Çünkü onlar barış yapmak suretiyle canlarını kurtarmamış olsalardı, erkekleri öldürülecek, kadın ve çocukları köle ve cariye olarak alınacak, sonuçta onları fidye vererek kurtaran bile kalmayacaktı.
9. Bu, kuşatma başlangıcında Benu Nadir’in yerleşim bölgesi etrafındaki askeri bir harekâtı engelliyen bazı hurma ağaçlarının kesilmesine ve yakılmasına işaret etmektedir. Askerî harekâta mani olmayan ağaçlara ise ilişilmemiştir. Medine’deki münafıkları, Benu Kurayza ve Benu Nadir’in “Muhammed arzı ifsat etmeyi yasaklıyor ama, kendisi bu ağaçları kesmekle asıl, arzda fesad çıkarıyor” demeleri üzerine, bu ayet nazil olmuştur: “Hurma ağaçlarından herhangi bir şeyi kesmeniz yahut kökleri üzerinde bırakmanız, hep Allah’ın izniyledir.” Bu Ayet-i Kerimeden, savaş sırasında bazı zarurî tahribatın arzı ifsat etmek olmayacağı şeklinde şer’î bir hüküm elde edilmektedir. Arzı ifsat etmek ise bir ordunun düşmanın ülkesine girdiğinde tarlaları, bağları ve evleri yakıp yıkmasıdır. Bu konuda Hz. Ebu Bekir’in (r.a) Şam’a gönderdiği orduya verdiği emirler, umumi kaide mahiyetindedirler. “Meyveli ağaçları kesmeyin, tarlaları harap etmeyin ve yerleşim bölgelerini virana çevirmeyin”. Bu, Kur’an’ın talimatına tamamıyla uygundur. Kur’an bu konudaki aşırı kimseleri şöyle tarif eder: “Onlar iktidarı ellerine geçirdiklerinde yeryüzünde bozgunculuk yapmaya, ekin ve nesli yok etmeye başlarlar.”
Savaş nedeniyle çıkan bir diğer özel hükme göre, şayet savaşın kazanılması için tahribatın yapılması zorunluysa yapmak caizdir. İbn Mesud, yukarıdaki ayeti şöyle izah etmiştir: “Müslümanlar, Benu Nadir’in sadece savaş bölgesinde bulunan ağaçlarını kesmişlerdir.” (Tefsir-i Nisaburî) . Bazı fakihler bu şartları göz önüne almadan, “Benu Nadir’in ağaçlarını kesmek sadece o dönem için geçerlidir. Umumiyet ifade etmez” demişlerdir. Nitekim, İmam Evzai, İmam Leys ve Ebu Sevr bu görüştedirler. Ancak Fukaha’nın çoğunluğu (Cumhur) , savaş nedeniyle bu şekilde davranmanın caiz olduğu, ama gereksiz yere tahrip etmenin ise caiz olmadığı görüşündedirler.
Bu noktada, Kur’an’ın bu ayetinin belki Müslümanları tatmin edebileceği, ama Kur’an’a AIlah’ın kelamı olarak iman etmeyenlerin, bu iki davranışın her ikisinin de caiz olduğunu bildiren bir cevaptan tatmin olmayacakları düşünülebilir. Bu mesele şu şekilde izah edilebilir: Kur’an’ın bu ayeti zaten kafirleri değil Müslümanları tatmin etmek için nazil olmuştur. Çünkü Yahudilerin ve münafıkların itirazları nedeniyle Müslümanlar, böyle davranmakla gerçekten arzı ifsat mı etmiş oldukları konusunda kuşkuya kapılmışlardır. Bu yüzden Allah, savaş nedeniyle bazı ağaçları kesmenin veya mani teşkil etmeyen ağaçları ise kesmemenin, yani her iki davranışın da ilahi yasaya uygun olduğunu bildirerek, müminlerin kalplerinin mutmain olmasını sağlamıştır.
Bu ağaçları kesmeyi Hz. Peygamber’in (s.a.) mi emrettiği, yoksa sahabenin mi ağaçları kestikten sonra Hz. Peygamber’e (s.a.) sorduğu konusunda muhaddislerin naklettiği rivayetler çelişkilidir. İbn Ömer’den rivayet olunduğuna göre, bu (ağaç kesme işi) Hz. Peygamber’in (s.a.) emriyle vuku bulmuştur. (Buhari, Müslim Müsned-i Ahmed, İbn Cerir) Ayrıca Yezid bin Ruman’da aynı rivayeti nakleder (İbn Cerir) . Bu görüşün aksine Mücahid ve Katade’den nakledilen rivayete göre Müslümanlar bu işi kendi başlarına yapmışlar ve daha sonra bu işin yapılıp yapılmaması gerektiği hususunda görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Bazıları kesilmesi, bazıları da kesilmemesi gerektiği görüşündeydiler. Sonuçta Allah Teâlâ bu ayeti nazil ederek her ikisinin de doğru olduğunu teyid etmiştir. (İbn Cerir) . Bunu, İbn Abbas’tan nakledilen bir rivayet de desteklemektedir. Müslümanların kalplerinde “Bazı ağaçları kestik, bazılarını ise bıraktık. Hz. Peygamber’e (s.a.) hangisinin mükafatı, hangisinin cezayı gerektirdiğini sormalıyız” şeklinde bazı kuşkular doğmuştu. (Neseî) Fukaha’dan ilk rivayetle istidlal edenler, bu işin Hz. Peygamber’in (s.a.) ictihadıyla vuku bulduğunu ve sonradan Allah’ın onu Vahy-i Celî ile teyid ettiğini öne sürüyorlar. Bundan anlaşıldığına göre, bir hususta Allah’ın açık bir emri yoksa, Hz. Peygamber’in kendisi ictihad ediyordu. İkinci rivayetle istidlal eden fakihler ise, Müslümanlardan iki grubun ictihat edip, ayrı yollar izlediği ve sonradan Allah’ın her iki grubu da teyid ettiği görüşündedirler. Bundan da anlaşıldığına göre, iyi niyetle ictihad eden alimler, ayrı yollar izleseler ve farklı sonuçlara ulaşsalar dahi, her iki grupta Allah’ın kanununa göre hak üzeredir.
10. Allah bu ifadeyle, kendi elleriyle uzun bir sürede yetiştirdikleri ve sahibi oldukları ağaçları keserek veya kesmeyerek onları zelil ettiğini kastetmektedir. O ağaçlar gözleri önünde kesilirken, onların buna engel olabilme gücü yoktu. Oysa sıradan bir çiftçi veya bağ-bahçe sahibi bile bir başkasının kendi tarlasına el uzatmasına tahammül edemeyip, o kimseyi engellemek için canını dahi feda eder. Engelleyemezse bile, bunu aşırı derecede zillet ve zaaf olarak niteler. Ancak burada söz konusu olan, asırlardır o toprakların sahibi olan güçlü bir kabiledir. Ve onlar, komşuları bağlarına hücum edip, ağaçlarını keserlerken, çaresizlik içinde bakıyorlar ve ellerinden hiçbir şey gelmiyordu. Bu olaydan sonra onlar Medine’den çıkmasaydılar dahi, hiçbir şeref ve haysiyetleri olmayacaktı. Gelelim, ağaçların kesilmemesi ile onların zillete düşmeleri arasında ne gibi bir ilişkinin bulunduğuna!… Onlar Medine’yi terkederken, Müslümanların ellerine geçen bağlarına ve ağaçlarına hasret ile bakıyorlardı.
Öyle bir halde idiler ki, eğer güç bulsalar Müslümanların eline geçmemesi için sağlam bir ağaç bile bırakmazlardı. Fakat çaresizlik içinde ve hasretle bağlarına bakarak, onları geride bıraktılar.
11. Burada, Benu Nadir’den alınıp, İslâm Devleti’nin eline geçen mal ve mülk hakkındaki hükümler vazedilmiştir. 7. ayetten 10. ayete kadar elegeçen mülkün nasıl idare edileceği anlatılmıştır; zira ilk kez bir bölge İslâm Devleti’nin eline geçmişti ve gelecekte de daha pek çok bölge İslâm Devleti’nin yönetimine dahil olacaktı. Bu bakımdan önce fethedilen arazi hakkındaki yasa açıklanmıştır. Burada “Allah’ın o ülke halkından Rasûlü’ne devrettiği (…) ” şeklindeki ifadeye dikkat etmek gerekir. Bu ifadeden söz konusu toprak ve mülkün, Allah’a isyan edenlerin hakkı olmadığı anlamı çıkmaktadır. Şayet onların tasarrufu altındaysa, onlar sahibinin elinden malını alan hain memurlar gibidirler. Tüm bu mal ve mülkün gerçek sahibi, alemlerin Rabbi Allah’a itaat eden ve O’nun rızasına uygun kullanan kimseler, yani mümin ve salihlerdir. Dolayısıyla savaş sonrasında mal ve mülkün kafirlerin elinden çıkıp, Müslümanların eline geçmesinin anlamı, bu mal ve mülkün gerçek sahibi olan Allah’ın, hain memurların elinden bunları alıp, dürüst memurlarına devretmesi demektir. Bu bakımdan bu tür mal ve mülke, İslâm Hukuku Literatüründe, “Fey” (Devredilen mallar) denilmiştir.
12. Yani, bu mal ve mülk, askerlerin savaşarak ellerine geçirdikleri türden olmadığı için askerler arasında taksim edilemez. Bu, Allah’ın lütfuyla Peygamberlerine devrettiği mallardandır. Dolayısıyla İslâm nizamının temsilcisi olan Peygamberini kafirler üzerinde galip kılarak, ona bu malları devretmiştir. Diğer bir ifadeyle bu mal ve mülk, Müslüman askerlerin çabasıyla alınmamıştır. Allah bu mal ve mülkü, Hz. Peygamber’e (s.a.) , ümmetine, ve O’nun ikame ettiği nizama bizzat verdiğinden dolayı, bunun keyfiyeti ganimetten farklıdır. Askerlerin aralarında paylaşabilecekleri türden de değildir.
Bu bakımdan İslâm kanunlarında Fey ve Ganimet’e ait hükümler değişiktir. Ganimet ile ilgili hüküm Enfal: 41’de açıklanmıştır. Yani ganimetin beşte biri, ayette beyan edildiği gibi sarfedilmek üzere Beyt-ul Mal’a verilir. Beşte dördü ise askerler arasında paylaştırılır. Fey ile ilgili hüküm, onun askerler arasında paylaştırılamayacağı şeklindedir. Fey daha ileride beyan edilecek olan yerlere sarfedilir. Bu iki hüküm arasındaki fark, “Onun üzerine ne at, ne de deve sürmediniz” ifadesinde açıkça ortaya çıkıyor. Ayetteki at ve deve sürmemekten kastolunan, fiili bir savaşın yapılmamış olmasıdır. Dolayısıyla fiili savaş sonunda ele geçen mal ganimet, fiili savaş yapılmaksızın ele geçen mallarsa fey hükmüne girer.
Fey ve ganimet arasındaki fark, söz konusu ayetlerde beyan edilmişse de, İslâm hukukçuları bu meselenin ayrıntılarına da girmişlerdir. Onlara göre ganimet, sadece savaş sırasında karşı ordudaki askerlerden ele geçen menkul mallardır. Bunun dışındaki mallar, yani ele geçen ülkenin toprağı, evleri, menkul ve gayrimenkul malları, ganimet kapsamı dışındadır. Bu görüş Hz. Ali’nin Sa’d bin Ebu Vakkas’a Irak’ın fethinden sonra yazmış olduğu bir mektuptan alınmıştır. Hz. Ali bu mektubunda şöyle demektedir: “Askerlerinizin topladığı herhangi bir malı onlar arasında dağıtın. Iraklıların işletmekte oldukları arazi ve kanalları ise, kendilerine bırakın. Bunlardan alınan gelir ise askerlerin alacağı maaşın kaynağı olsun” (Kitab’ul-Haraç Ebu Yusuf, sh: 24, Kitab’ul-Emval, Ebu Ubeyd, sh. 59, Kitab’ul-Haraç, Yahya bin Adem sh. 27-28, 48) . Bu esastan yola çıkarak Hasan Basri, “Düşmandan ele geçen her hangi bir mal askerin, araziler ise tüm Müslümanların hakkıdır.” (Kitab’ul-Haraç, Yahya bin Adem, sh. 27) . İmam Yusuf’a göre, düşmandan ele geçirilen herhangi bir mal (silah, hayvanlar, vs.) ganimettir. Beşte biri çıkarılarak, beşte dördü askerler arasında dağıtılır” (Kitab’ul-Haraç sh. 18) Aynı görüşe Yahya bin Adem de katılmaktadır. (Kitab’ul-Haraç, sh. 27) Fey ile ganimet arasındaki farkı vurgulayan olaylardan bir diğeri de şudur: Nihavend Savaşı sonrasında -ki o zaman İran, İslâm Devleti’nin bir parçası olmuştu- ganimet mallarının dağıtımı yapılır. Daha sonra Sahib bin Akra isimli bir şahıs iki torba dolusu mücevher bulur. Kalbinde, bunun askerler arasında dağıtılması gereken ganimet mi, yoksa Beyt’ul-Mal’a kalacak olan fey mi olduğu konusunda bir şüphe doğduğundan, Medine’ye gelerek, bu meseleyi Hz. Ömer’e arzeder. Hz. Ömer de bu mücevherlerin satılarak, parasının Beyt’ul-Mal’a devredilmesine karar verir. Bu hadiseden açıkça anlaşıldığına göre ganimet, sadece savaş sırasında askerlerin eline geçen mallardır. Savaş bitiminde ele geçen mallar, tıpkı gayri menkuller gibi fey hükmündedir. İmam Ebu Ubeyde’ye göre, savaş esnasında düşmandan zorla alınan herhangi bir mal ganimettir. Savaş bitiminde Dar’ul-İslâm’a dahil olan o ülkede ele geçen her malda feydir ve o Dar’ul-İslâm’ın tüm üyelerinin vakfı olduğundan ona humus yoktur. (Kitab’ul-Emval sh. 254) .
Ganimet bu şekilde sınırlandırıldıktan sonra Müslümanlara intikal etmiş olan gerideki tüm mal, mülk ve arazi iki kısma ayrılabilir:
a) Savaşmak suretiyle fetholunan ülkelerden ele geçenler.
b) Barış yoluyla (Bu barış Müslümanların askeri, ruhi vs. güçleri dolayısıyla olabilir) teslim olan ülkelerden ele geçenler.
İslâm hukukçuları arasındaki ihtilaf, birinci kısım mallar hakkındadır. İkinci kısma gelince, bu tür malların fey olduğu hususunda görüş birliği vardır, zira bunun hükmü açıkça beyan edilmiştir. İlerideki sayfalarda birinci kısım ile ilgili şer’î hükümleri ayrıntılı bir şekilde ele alacağız.