Hamd, sena ve övgülerin en güzeli, ezelde ve ebedde var olan, lütfuyla kainatı ve bizleri yaratıp var eden, sayısız nimetlerle yaşatan ve rahmetiyle doğru yolu gösteren ALLAH (Celle Celaluhu)’a mahsustur.
Salat ve selam da, alemlerin Rabbi tarafından sevilen, insanların ise tanıyıp, idrak edebilme nisbetînce sevebildikleri, efendimiz, önderimiz, rehberimiz Hz. Muhammed Mustafa(sav)ya, a’line, ashabına ve O’nun yolunu izlemeye çalışan ümmetinin üzerine olsun.
“Rab olarak Allah’tan, din olarak İslâm’dan, Peygamber olarak da Muhammed (Aleyhissalatü Vesselam)’dan râzı olmak.”
“Rab olarak Allah’tan razı olmak” cümlesi üzerinde biraz duralım.
Rab olarak yani; yönetici olarak (Yusuf 50), helal ve haramları (yasak ve serbestleri) belirleyen olarak (tevbe 31), terbiye eden mürebbi olarak, rızık verici olarak, yaratıcı olarak Allah’tan razı olmak.
RIZÂ; “bir şeyle yetinip başka bir şey aramamak” demektir. Sevilen ve benimsenen şey, seven ve benimseyene kolay gelir. Kolay gelen şey ise, rahatlıkla yapılır. Zevkle yerine getirilir. O hâlde Allah ve Resûlü’nü her şeyden fazla seven mü’mine, bütün dini görevler kolay ve zevkli gelir. Tembellik ve tereddüt göstermeden her emri gücü ölçüsünde yerine getirir. Bu da mü’mini “inanç adamı” seviyesine ulaştırır. Çünkü RIZÂ, gönlünü ve özünü sevgiliye adamaktır. Başka bir ifâde ile rızâ, mü’minin, gönlünü mü’min olmayana kaptırmaması demektir.
“İnandım” deyip inandıklarına karşı güvensizlik anlamına gelecek davranışlarda bulunmak zevksizliğin asıl sebebidir. Ağzının tadı bozulmuş olan insana, en usta aşçılar bile yemek beğendiremezler. Zira bozukluk içtedir. İnanç esaslarına karşı rızâ seviyesinde bir güven duygusuna sahip olmayan kişi de imanından ve ibadetlerinden zevk alamaz. Bu zevksizliğinin sebebini dışta arar ve hayalî bir takım suçlular icâd eder. Oysa asıl sebep içindeki rızâsızlık, güvensizlik, bir başka deyimle kalitesizliktir. Efendimiz’in şu beyânları bu konuda ne kadar dikkat çekicidir:
“Hiçbiriniz, duyguları benim getirdiklerime tâbi olmadıkca, imanın zevkine varan kâmil mü’min olamaz.” (Beğavi, Şerhu’s-sünne, I/160). (Nevevî, Kırk Hadis (hds. No:41),
Sevdiğini Allah için sevmek : Sevgi, yaratılıştan sahip olduğumuz bir duygudur. Herkes bir şeyleri sever. Bir anlamda insanın gerçek kölelik zinciri sevgisidir. Zira insana kafa, kalb ve karnından nüfûz edilebilir. Kalbi kazanılmış ya da kalbini kaptırmış insan, sevdiğinin mecnûnudur.
“Allah için sevmek” bir anlamda sevgiye, sevgiden başka karşılık tanımamaktır. İşte bu anlamdaki sevgi, imana derinlik ve zevk katmaktadır. İnsan da imanın tadını böylece tatmaktadır.
Sevgide ölçüyü kaçırmak, insan için aklını yitirmek kadar kötü neticeler doğurabilir. Gönlünü ağyâra (ağyar: dost olmayanlar, yabancı kimseler, eller) kaptırmış bir kişi, düşman istilâsına uğramış ülke gibidir. Hiçbir yerinde, hiç bir köşesinde huzur yoktur. İman izzetine ters düşen bir sevgi, mümini kendi kendisini inkara götürür. Bu da imanı ortadan kaldırır. İman olmayınca onun tadından bahsetmek zaten mümkün değildir.
Peygamber Efendimiz, nefsin hevâ ve hevesine karşı dâimâ îkaz buyurur:
“Ümmetim adına en çok korktuğum şey; nefislerinin hevâlarına uymalarıdır.” (Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, I, 12)
“Akıllı kişi, nefsine hâkim olup onu hesaba çekerek ölüm ötesi için çalışandır. Ahmak da nefsini hevâsına tâbî kıldığı hâlde Allah’tan (hayır) umandır.” (Tirmizî, Kıyâmet, 25; İbn-i Mâce, Zühd, 31)
ALLAH (Celle Celaluhu)’tan gelen hayat tarzına, indirdiği kitabın içerisinde ki hükümlerine, gönderdiği peygamberinin getirdiklerine yönelmemek razı olduğumuzu değil daha çok razı olmadığımızı gösteriri. Allah’tan gelen her ne olursa olsun razı olmamak ve sonra da ALLAH (Celle Celaluhu)’tan cenneti ummak akıllıca bir iş değildir.
Rabbim bizleri doğru düşünüp, doğru karar veren kullarından eylesin. (AMİN)