EBU’L A’LÂ MEVDUDİ’NİN (RH.A.) BAKIŞ AÇISIYLA MÜDDESSİR SURESİ (GİRİŞ)
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah(Celle Celaluhu)’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
MÜDDESSİR SURESİ
GİRİŞ
Adı: Bu surenin adı birinci ayetinden alınmıştır. Fakat bu ad ihtiva edilen şeyin başlığı değildir.
Nüzul Zamanı: Bu surenin ilk yedi ayeti Mekke döneminin henüz başlarında nazil olmuştur. Buhari, Tirmizi, Müsned-i Ahmed’te Hz. Cabir bin Abdullah’tan bu ayetlerin Allah Rasulü’ne nazil olan ilk ayetler olduğu bile rivayet edilmektedir. Öte taraftan Allah Rasulü’ne ilk nazil olan ayetlerin “İkra”dan “ma’lem ya’lem” e kadar olan bölüm olduğu hususunda ittifak vardır. Fakat sahih olan rivayetlerden sabittir ki bu vahiyden az bir müddet sonra nazil olmuştur. İşte bu aradan sonra yeniden vahiy gelmeye başladığında ilk gelen ayet bu olmuştur. İmam Zühri bu konuda şöyle söylemektedir: “Bir müddet Allah Rasulü’ne vahiy kesilmişti. Bunun üzerine çok fazla üzülmüş ve kedere boğulmuştu. Bazen dağın tepesine gidip oradan kendisini aşağıya atmayı bile düşünür olmuştu. O zaman Cebrail (a.s) O’na gözükür ve “Sen Allah’ın Rasulü’sün” diyerek O’na hatırlatmada bulununca Peygamber de huzura kavuşur, sonra bu üzüntü ve ıztırabı giderdi.” (İbn Cerir)
Daha sonra İmam Zühri, Abdullah bin Cabir’den şu rivayeti nakletmektedir: “Allah Rasulü, vahyin gelmediği o dönemden bahsederken şöyle söylerdi: “Bir gün yolda gidiyordum. Aniden gökten bir ses geldi. Başımı kaldırdığımda daha önce Hira mağarasında gördüğüm o meleğin bana geldiğini gördüm.
Yer ve gök arasında bir kürsüde oturmuştu. Bunu görünce müthiş dehşete kapıldım. Hemen eve gelerek “Beni örtün!” diye bağırdım. Evdekiler hemen üzerime bir yorgan örttüler. İşte sonra Allah tarafından bu “ey örtünen!” vahyi nazil oldu. Ve bundan sonra da devamlı olarak vahiy gelmeye devam etti.” (Buhari, Müslim, Müsned-i Ahmed, İbn Cerir.)
Surenin geri kalan kısmı, yani 8. ayetten sonuncu ayete kadar olan bölüm İslâm’ın açıktan açığa tebliğ edilmeye başlanıldıktan sonraki ilk hac mevsiminde Mekke’de nazil olmuştur. Bunun ayrıntılı açıklaması İbn Hişam’ın Siret’inde verilmekte olup az ileride bunu nakledeceğiz.
Konusu: Yukarıda açıklandığına göre Rasulüllah’a inen ilk vahiy Alak Suresi’nin ilk beş ayeti idi. O surede “Oku, yaratan Rabbinin adı ile. O insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku! Kalemle öğreten, insana bilmediğini bildiren Rabbin sonsuz kerem sahibidir” denilmektedir. Bu, vahiy nüzulunun ilk tecrübesidir. Bu vahiyde Allah Rasulü’ne ne kadar büyük bir iş için tayin edildiği ve ileride yapacağı şeyler için bunun sadece bir başlangıç olduğu söylenilmektedir. Bundan sonra O, bir müddet yalnız bırakıldı. Bu sayede bu şoku atlatması ve yeniden sakinleşerek zihinsel olarak gelecek olan vahiyleri almaya ve peygamberliğin gereklerini yüklenmeye hazır olması istenmiştir. İşte bu fetret döneminden sonra yeniden vahiy gelmeye başladığında ilk gelen ayetler bu Müddessir Suresi’nin ilk yedi ayetiydi. Burada ilk defa Allah Rasulü’ne, “Kalk ve halka gitmekte oldukları yolun sonucundan onları korkut ve dünyada Allah’tan başka yücelttiklerinin yerine sen yalnızca O’nun yüceliğini haykır!” emri verilmiştir. Bunun yanında, vazifesi gereği yaşayışının her bakımdan temiz olması ve bütün dünyevî faydaları bir kenara bırakarak tam bir ihlâs ile insanların ıslahı için görevini yerine getirmesi emrolunmuştur. Son cümlede ise “Bu görevi yerine getirirken sana gelecek olan zorluk ve musibetlere karşı da Rabbinin hatırı için sabret” telkininde bulunulmaktadır.
Bu ilahi fermana göre Allah Rasulü tebliğ vazifesine ve Kur’an’ın peş peşe nazil olan surelerini anlatmaya başladığı zaman öyle bir telaş başladı ki muhalifler bu panikte şiddetle karşı koymaya başladılar. Bir kaç ay böyle geçtikten sonra hacc mevsimi gelmişti. Mekke’dekiler bu sefer: “Hacc için bütün Arabistan’dan kafileler gelecek ve eğer Muhammed (s.a) bunları ziyaret ederek bu hacılara Kur’an okursa, bu emsalsiz ve etkili kelamı duyan hacılar tarafından Arabistan’ın en ücra köşelerine kadar İslâm’ın çağrısı yayılır ve sonra da kimbilir neler olur” diyerek telaşa düştüler. Bunun üzerine Kureyşin ileri gelenleri bir toplantı yaparak gelen hacılara Hz. Muhammed’e (s.a) karşı propaganda yapılması kararını aldılar.
Görüş birliğinden sonra toplantıda bulunanlara Velid bin Muğire şöyle dedi: “Muhammed hakkında bir fikir etrafında toplanalım, ihtilafa düşmeyelim. Yoksa birbirimizi yalancı çıkarmış ve sözlerimizin bir kısmı öbür kısmını yalanlamış olur. O zaman itibarımız kaybolur. Bir şey üzerinde birleşelim ki herkes Muhammed için hacılara aynı şeyi söylesin.” Bunun üzerine bazıları: “Onun bir kahin olduğunu söyleyelim” dediler. Velid, “Hayır, Tanrıya andolsun ki o bir kahin değildir. Kahinleri gördük. Muhammed’in okuduğu şeyler öyle kahin mırıldanışı ve tekerlemeleri cinsinden değil” dedi. Bazıları, “Öyleyse deli olduğunu söyleriz” dediler. Velid, “Hayır, o bir deli değil ki. Deliliği gördük, biliyoruz. Halbuki Muhammed’in durumu deliliğin insanda meydana getirdiği baygınlık, titreyiş ve vesveseye benzemiyor” dedi. Kureyşliler “Peki öyleyse şair olduğunu söyleyelim” dediler. Velid, “Hayır, o bir şair de olamaz. Biz şiirin her çeşidini biliriz. Bu sözler ise şiir değildir” dedi. Kureyşliler “Öyleyse büyücü olduğunu söyleyelim” dediler. Velid, “Hayır, o büyücü değil. Biz büyücüleri ve yaptıkları büyüleri gördük. Muhammed’in sözleri büyücülerin okuyup üfürmelerine ve düğüm düğümlemelerine benzemiyor” dedi. O zaman Kureyşliler Velid’e, “Ey Abduşşems! Peki ama ne söyleyelim?” deyince Ebu Cehil, Velid’e, “Sen kendi görüşünü söylemezsen bu insanlar senden razı olmayacaklar” dedi. Velid onlara, “Tanrıya and olsun ki onun sözlerinde bambaşka bir tatlılık var. Sözlerinin başlangıcı sağlam bir hurma ağacına, sonları da o ağacın meyvelerine benzer. Muhammed hakkında bu dediklerinizin herhangi birini söylerseniz bunun doğru olmadığı anlaşılır” dedi. Kureyşliler Velid’in bu söylediklerini kabul ederek dağıldılar. Sonra bu karar gereğince hacca gelen halkı bekleyip önlerine çıkarak rast geldikleri herkese Muhammed’den sakınmasını söylemeye ve onun bir sihirbaz olduğunu ve sihrinin bütün aileleri parçaladığını anlatmaya başladılar. Ama bütün bunların sonucu sadece onların yapabildikleri şey onun ismini baştanbaşa bütün Arap yarımadasına duyurmak oldu. (Sireti İbn Hişam, C.L. ss. 288-289, Ebu Cehil’in Velid’e kendi görüşünü söylemesinde ısrar etmesi olayını İkrime’nin rivayetinden İbn Cerir kendi tefsirinde nakletmiştir.)
Bu surenin ikinci kısmında yorumu yapılan bu aynı hadisenin konuları şöyle sıralanır:
8. ayetten 10. ayete kadar Hakk’ı tahkir edenlere “bugün yaptığınızın kötü sonucunu kıyamet günü göreceksiniz” denilmektedir.
11. ayetten 26. ayete kadar olan bölümde Muğire oğlu Velid’in ismi anılmadan Allah’ın nimetlerle donattığı ama bunlara karşılık onun Hakk’a karşı gelerek düşman olduğu kişinin zihni yapısı yansıtılmaktadır.
Çünkü o bir yandan Hz. Muhammed’in (s.a) ve Kur’an’ın doğru olduğuna inanıyorken, öte taraftan kendi kavminin arasındaki makam ve mevkiini tehlikeye sokmak istemiyordu. Bu yüzden iman etmemişti. Ve bir süre kendi içinde bocalamadan sonra sadece iman etmemekle yetinmeyerek kavmini de iman etmekten caydırmak için bunun bir büyü olduğunu ilan etmişti. İşte burada onun bu aşikar çirkin yüzü ortaya serilerek bu şahsın bütün bunlara rağmen hala daha nimetler beklediği anlatılmaktadır. Oysaki nimetlere değil cehenneme müstehaktır artık.
Bundan sonra 27. ayetten 48. ayete kadar cehennemin korkunçluğu beyan edilerek hangi karaktere sahip olanların ona müstehak olacakları açıklanmaktadır.
Sonra 49. ayetler ile 53. ayetler arası kafirlerin gerçek hastalıklarının asıl sebebinin onların ahiret hakkında korkularının olmaması ve herşeyin bu dünyadan ibaret olduğunu zannetmeleri olduğu bildirilmektedir. Onun için onlar, Kur’an’dan tıpkı aslanı görmüş yaban eşeği gibi kaçmaktalar. İman etmek için de acaip acaip gayri mantıki şartlar ileri sürülüyor. Aslında onların bu şartları yerine getirilse de onlar ahireti inkar edecekler ve iman etmeyecekler.
En sonunda da açık açık, “Allah bir kimsenin imanına muhtaç değil ki onların şartlarını kabul etsin. Kur’an herkese takdim edilen genel bir öğüttür. Kim isterse kabul etsin. Allah insanların O’na itaat etmemekten korkmalarını ister. Ve takvayı ve Allah korkusunu seçmiş bir kimseyi de daha önce ne kadar günah işlemişse işlesin, affetmek de O’nun şanındandır.