ŞEHİD SEYYİD KUTUB’UN BAKIŞ AÇISIYLA ARAF SURESİ 172-173-174. AYET
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
TEVHİD FITRATI
172- “Hani Rabbin, Ademoğulları’ndan onların bellerinden soylarını dışarı aldı ve “Ben sizin Rabbiniz değil miyim? Diyerek kendilerini birbirine şahit tutmuştu da onlar da “Evet şahidiz ” demişlerdi. Allah kıyamet günü şöyle diyemeyesiniz diye bunu böyle yaptı; “bizim bundan haberimiz yoktu. “
173- `Ya da şöyle diyemeyesiniz diye; “Vaktiyle atalarımız müşrik olmuşlardı, biz onlardan sonra gelen kuşaklardık, bizi eğri yola sapanların yaptıklarından dolayı mı mahvedeceksin?”
174- “İşte ayetlerimizi böyle ayrıntılı biçimde anlatıyoruz ki, ola ki, doğru yola dönerler. “
Bu fıtrat ve akide meselesidir. Kur’an’ın ifade tarzı, Kur’an’ın genel olarak izlediği metoda bağlı olarak bu meseleyi canlı bir sahne biçiminde sunmaktadır. Bu gerçekten eşsiz bir manzaradır. Gayb âleminin derinliklerinde gizli bulunan şu gözle görülen dünyaya gelmeden önce Ademoğulları’nın bellerine yerleştirilen canlı zerreciklerin (zürriyetin) oluşturduğu manzara, yaratıcı olan yüce eğitici onları yarattıktan hemen sonra: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye soruyor. O da yüce Allah’ın ilâh olduğunu kabul ediyor. Her çeşit noksan sıfattan münezzeh olan Allah’a kulluk yapacağını belirtiyor. Yüce Allah’ın birliğine şahidlik ediyor. Evet, canlı zerre organizma atom gibi dağılmış olarak yüce yaratıcının elinde biraraya gelirken bunları kabul ediyor.
Bu gerçekten son derece parlak ve üstün bir yaradılış sahnesidir. Dil yönünden alışılagelen düşüncelerde bunun bir başka örneği yoktur! İnsan bütün hayal gücü ve enerjisiyle ona yöneldiğinde, biraraya toplanan, bir nokta etrafında kümelenen sayılamayacak derecedeki hücreleri düşündüğünde eşsiz yaratıcı ve yoktan var edici olan Allah’ın kendi bünyelerine yerleştirdiği özelliklerden dolayı onlara akıllı varlıklarmış gibi cevap verdiklerini, daha atalarının sulbünde iken, Allah’ın ilâhlığını, O’na tapacaklarını ve O’nun birliğine tanıklık ettiklerini ve bu ilkelere bağlılık üzere kendisinden söz alındığını gözönünde bulundurduğunda, bu sahnenin eşsizliğini ve şaşılacak bir üstünlüğe sahip olduğunu daha iyi kavrayacaktır!
İnsanın bünyesi bu son derece üstün, parlak ve eşsiz manzarayı kavramaya çalışırken derinden sarsılıyor. Bu sahnede her şeyden bağımsız olan zerrecikler canlandırılıyor. Herbir hücrede bir hayat var. Herbir hücrede gizli bir yetenek var. Herbir hücrede tüm sıfatlarına sahip bir insan bünyesi var. Hücrede var olan bu insan bünyesi, karanlık varlığın kalbinde gizli bulunan şeklini alması için gelişme ve ortaya çıkma izni beklemektedir. Bilinen varlık sahnesine çıkmadan önce kesin söz veriyor, antlaşma yapıyor!
Kur’an-ı Kerim varlık aleminin derinliklerinde ve insan fıtratının derinliklerinde yerleştirilen korkunç ve engin hakikati bu bütün, parlak, eşsiz ve insanın aklını durduran sahnede güzelce sunuyor. Hem de bunu yaklaşık ondört asır önce bu sahnede gözler önüne seriyor. Halbuki bu dönemlerde insanın yaradılışı, tabiatı ve buna ilişkin gerçekler hakkında birtakım kuruntulardan başka bir şey kimse tarafında bilinmiyordu! Kur’an’ın bu gerçeği dile getirişi üzerinden bunca asır geçtikten sonra, şimdi insanlar bu gerçeklerin ve bu tabiatın bir ucunu ancak açıklığa kavuşturabiliyorlar! İşte şimdi “bilim”, daha insanın sulbünde birer hücre iken, bireylerin tüm özelliklerini içinde gizleyen ve “insan”ın hayatını kuşatan bir şifre niteliğindeki kahtım hücrelerinin yani genlerin, evet işte bu genlerin üç milyar insanın ayrı sicilleri olduklarını ve bütün insanların özelliklerini içinde gizlediklerini belirtmektedir. Halbuki bu genler hacimleri itibariyle bir santimetre küpü aşmaz. Bir dikiş iğnesinin açtığı deliği ancak doldurabilir. Bu öyle bir hükümdür ki, eğer Kur’an’ın çizdiği sırada verilmiş olsaydı o gün bunu söyleyenler aklını kaçırmakla ve delilikle itham edilirlerdi! Yüce Allah ne kadar doğru söylüyor: “Biz onlara dış dünyada ve iç alemlerinde ayetlerimizi göstereceğiz ki, onun (Kur’an’ın) gerçek olduğu onlara iyice belli olsun.” (Fussilet Suresi, 53)
İbn-i Abbas diyor ki, “Yüce Allah Adem’in belini sıvazladı. Bunun sonunda kıyamete kadar yaratacağı ruhlar ortaya çıktı. Onlardan söz aldı. Ve onları kendilerine şahit tuttu: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? diye sordu. Onlar da “Evet” dediler. (Bu rivayeti İbn-i Cerir ve başkaları Ravi zinciri ile beraber olarak verirler. Bu hadis Peygamber sözü olarak da İbn-i Abbas’ın sözü olarak da rivayet edilmiştir. İbn-i Kesir der ki: İbn-i Abbas’ın sözü olduğunu söyleyen rivayetler daha çok ve daha sağlamdır.)
Bu sahne nasıl gerçekleşti? Yüce Allah Ademoğulları’nın bellerinden zürriyetlerini nasıl aldı ve onları nasıl kendilerine şahit tuttu? Onlar nasıl: “Evet, biz buna şahidiz” dediler gibi sorulara gelince, verilecek cevap şudur: Yüce Allah’ın işlerinin şekli kendi zatı gibi gayb konularına girer, bilinmez. İnsanın kavrayış gücü, yüce Allah’ın zatını idrak edemediği müddetçe Allah’ın işlerinin de nasıl meydana geldiğine akil erdiremez. Zira bir şeyin nasıl olduğunu düşünmek ne olduğunu düşünmenin ayrıntılı bir uzantısıdır. Yüce Allah’a izafe edilen bütün işlerin nasıl olduğunu düşünmeye çalışmadan onların birer realite olduğunu kabul etmekten başka çıkar yol yoktur. Yüce Allah’ın işlerine ve fiillerine değinen aşağıdaki metinleri ancak bu yöntemle anlayabiliriz. “Sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi…” (Fussilet, II) “Sonra Arş’a …….” (A’raf, 54, Yunus 3, Ra’d, 2, Furkan, 59, Secde, 4, Hadid, 4); “Allah dilediğini siler, dilediğini bırakır” (Ra’d, 39), “Göklerde sağ elinde dürülmüştür.” (Zümer 60), “Melekler sıra sıra dizildiği halde Rabbin gelince..” (Fecr, 22) `Üç kişinin fısıldaştığı yerde mutlaka dördüncüleri O’dur.” (Mücadele, 7) Çünkü daha önce belirttiğimiz gibi bir şeyin nasıl olduğunu düşünmek, ne olduğunu düşünmenin bir ayrıntısıdır. Halbuki Allah’ın eşi ve benzeri yoktur. Bu nedenle Allah’ın zatını idrak etmenin yolu olmadığı gibi, işlerinin nasıl meydana geldiğini kavramanın yolu da yoktur. Yüce Allah hiçbir şeye benzemediği müddetçe O’nun işitti de herhangi bir kimsenin işine benzetmenin yolu olmayacaktır. Yüce Allah’ın işlerinin nasıl meydana geldiğini öğrenmek için, yarattıklarının işlerini buna baz olarak alıp düşünmek tamamen yanıltıcı girişimlerdir. Çünkü, yüce Allah’ın mahiyeti diğer varlıkların mahiyetinden tamamen farklıdır. Buna bağlı olarak Allah’ın işlerinin nasıl meydana geldiği, diğer varlıkların işlerinin nasıl meydana geldiğinden farklı olacaktır. Aynı şekilde yüce Allah’ın işlerinin nasıl meydana geldiklerini açıklamaya çalışan bütün filozoflar ve kelâmcılar cahillik yapmış, sapıklığa düşmüş ve büyük yanlışlıklara yolaçmışlardır!
Bununla beraber bu ayetlerin şöyle bir yorumu da vardır: Buna göre yüce Allah’ın Ademoğulları’nın zürriyetinden almış olduğu bu söz, fıtrat sözüdür. Yani yüce Allah, insanları Allah’ın ilâhlığını ve birliğini kabul etmeye müsait ve eğilimli yaratmıştır. Onların fıtratlarına bu duyguyu yerleştirmiş ve insanın bu fıtrata bağlı olarak gelişmesine yolaçmıştır. İnsan fıtratının temizliğini bozan ve onu fıtratının doğrultusundan saptıran bozucu etkenle karşılaşmadığı surece, bu istikametten sapmaz.
İbn-i Kesir tefsirinde diyor ki, gerek eski kuşağın bilginleri (Selef) gerekse daha sonraki nesillerin bilginlerinden (Halef) bazıları derler ki, buradaki “şahit tutma”dan amaç, onların Tevhid üzere yaratılmış olmalarından ibarettir. Nitekim Ebu Hureyre ve Eyad b. Surey’den aldığı rivayette böyle deniyordu. Hasan-ı Basri de ayeti bu şekilde yorumlamıştır. Yukarıda sözü edilen bilginler diyorlar ki; işte bu nedenle ayette yüce Allah: “Rabbin Ademoğulları’ndan…. aldı” diyor. “Adem’den…. aldı” demiyor.
“Onların bellerinden” diyor. “O’nun belinden” demiyor. “Zürriyetlerini” kavramı, “onların soylarını nesilden nesile, asırdan asıra sürüp giden bir zincirleme şeklinde devam ettirdik” demektir. Nitekim başka ayetlerde deniyor ki, “Sizi yeryüzünde halifeler (yönetici-egemen) yapan O’dur. (Fatır Suresi, 39) “Sizi yeryüzünün halifeleri yapıyor” (Neml Suresi, 62) “Tıpkı sizi başka bir kavmin soyundan türettiği gibi” (En’am Suresi, 133) Sonra buyuruyor ki: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” dedi. Ve buna kendilerini şahit tuttu. Yani yüce Allah onları yarattığında, onlar buna şahitlik ettiler ve bunu hal dili ile ifade ettiler… Bu bilginler diyorlar ki; şahitlik bazan söz ile olur. Nitekim şu ayetteki şahitlik bu anlamdadır: “Kendi aleyhinize şahitlik ederiz derler. Dünya hayatı onları aldattı da kâfir olduklarına kendi aleyhlerine şahitlik ettiler.” (En’am Suresi, 130) Bazan da hal dili ile olur: “Müşrikler, kendilerinin kâfir olduklarına şahitlik ettikleri halde, Allah’ın camilerini onaramazlar (Tevbe Suresi, 17) ayetindeki şahitlik bu türden bir şahitliktir. Yani onlar dilleriyle kâfir olduklarını söylemiyorlar, fakat halleri onların kâfir olduklarına şahitlik etmektedir. “Ve kendisi de buna şahittir” (Adiyat Suresi, 7) ayeti de bunun gibidir. Aynı şekilde istemek de bazan söz ile bazan da hal dili ile dile getirilir. Hal ile istemeye, “ve size istediğiniz her şeyi verdi” (İbrahim Suresi, 37) ayeti delil olmaktadır. Bu alimler diyorlar ki; bu ayetten amacın hal ile şahitlik etmek olduğuna delil, bu şahitliklerinin onların şirk koşmalarına karşı bir hüccet olarak ileri sürülmesidir. Eğer bu bazılarının dediği gibi bir realite olarak gerçekleşmiş olsaydı, herkes bunu hatırlar ve bu onun aleyhine kesin bir delil olurdu. Eğer Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- bunu haber vermiş olması varlığı için yeterli bir delildir denilecek olursa buna verilecek cevap şudur: “Müşriklerin yalanlayıcıları peygamberlerin kendilerine ilettiği bu ve benzeri haberlerin hepsini yalan sayarlar. Bu tutumları da onların aleyhine kesin delil olur. Bu da gösteriyor ki; sözkonusu edilen sözleşme insanların üzerinde yaratıldığı fıtrattır. Yani onlar, Tevhid’i rahat kabul edebilecek bir yeteneğe sahip olarak yaratılmıştırlar. Bu nedenle yüce Allah, “dememeniz için” yani; “Kıyamet gününde biz bundan” yani “Tevhit’ten habersizdik” veya “Bizim atalarımız şirk koştuklarından biz de onlara uyduk” dememeniz için buyuruyor…
İbn-i Kesir’in bu bölümün başında aktardığı hadisler ise şunlardır:
Ebu Hureyre (Allah ondan razı olsun) Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- öyle buyurduğunu anlatıyor:
“Her doğan çocuk, fıtrat üzere doğar.” Başka rivayete göre ise, “Bu din üzere doğar. Sonra annesi ve babası onu ya yahudileştirir ya da hristiyanlaştırır ya da mecusileştirir. Tıpkı her yönü ile mükemmel doğan hayvan yavrusu gibi… Siz onda bir sakatlık görür müsünüz” (Buhari, Müslim)
İyad b. Hımar Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- şöyle buyurduğunu aktarıyor: “Allah buyuruyor ki: Ben kullarımı tek ilâh inancına yatkın yarattım. Sonra şeytanlar kendilerine geldiler ve onları dinlerinden saptırdılar. Kendilerine helâl kıldıklarımı haram kıldılar.” (Müslim)
Beni Sa’d kabilesinden Esved b. Surey diyor ki: Ben Peygamberimizle -salât ve selâm üzerine olsun- birlikte dört savaşa katıldım. Bir ara müslümanlar düşman askerlerinin hepsini öldürdükten sonra, çocuklara da uzandılar. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- bu olayın haberini alınca çok üzüldü ve hemen şöyle buyurdu: “bazılarına ne oluyor ki çocuklara da uzanıyorlar?” Bir adam: “Ey Allah’ın Peygamberi! Onlar müşriklerin çocukları değiller mi? diye sorunca, Peygamberimiz: “Hiç kuşkusuz sizin en seçkinleriniz de müşriklerin çocuklarıdır. Şunu iyi biliniz ki; can taşıyan her çocuk, fıtrat üzere doğar. Dili açılıncaya kadar bu fıtrat üzere kalır. Sonra annesi ve babası onu ya Yahudileştirir ya da hristiyanlaştırır.” Hasan diyor ki; yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de bu bağlamda “Hani Rabbin, Ademoğulları’ndan, onların bellerinden soylarını dışarı aldı” buyuruyor.” (İmam Ebu Ca’fer İbn-i Cerir (Allah ona rahmet eylesin), Yunus b. Abdil-A’la İbn-i Vehb-Seriy b. Yahya-Hasan b. Ebi Hasan isnadı ile rivayet eder.)
Biz yüce Allah’ın: “Hani Rabbin Ademoğulları’ndan, onların bellerinden soylarını dışarı aldı ve kendilerini birbirinin üzerine şahit tutmuştu” ayetindeki sözünün hal dili ile gerçekleşen bir şey olarak değil de, olduğu gibi gerçekleşmiş olmasını uzak bir ihtimal olarak görmüyoruz. Bizim düşüncemize göre bu olay, Allah’ın haber verdiği biçimde gerçekleşebilir. Allah diledikten sonra bunun meydana gelişini engelleyecek hiçbir şey de olamaz… Fakat biz aynı şekilde İbn-i Kesir’in tercih ettiği ve Hasan-ı Basri’nin aktarıp ayeti kendisine delil gösterdiği bu yaklaşımın da uzak bir ihtimal olduğunu söylemiyoruz. Bunlardan hangisinin daha doğru olduğunu en iyi bilen Allah’tır.
Her iki durumda da öz olarak bize anlatılmak istenen, yüce Allah fıtrattan kendisini birlemesi için kesin bir söz almıştır. Tevhid gerçeği bu fıtratın önüne yerleştirilmiştir. Varlık dünyasına gelen her çocuk onunla birlikte ortaya çıkar. Dışardan herhangi bir etken onun fıtratını bozmadığı müddetçe insanın ondan sapması sözkonusu olmaz! İnsanın hem doğru yola, hem de sapıklığa yönelme yeteneğini kötüye kullanan bir etken. Burada sözkonusu olan zeminin ve şartların durumlarına göre su yüzüne çıkan potansiyel bir yetenektir.
Tevhid gerçeği yalnız “insan”ın fıtratına yerleştirilmiş değildir. İnsanın etrafını kuşatan varlığın fıtratına da yerleştirilen bir gerçekliktir. Beşerin fıtratı bütün varlığın fıtratının bir parçasından başka bir şey değildir. Ona bağlıdır. Ondan kopuk bir halde değildir. Varlığın tümüne hükmeden yasalar sistemine beşerin fıtratı da bağlıdır. Bununla beraber insanın fıtratı, yankılarını ve dokunuşlarını büyük evrenin sözü edilen gerçeğinden etkilenerek, onun gerçekliğini kabul ederek algılamaya çalışır.
Bu varlık dünyasına hükmeden Tevhid yasasının içi evrenin şeklinde, ahenginde, bölümlerinin birbirine uygunluğunda, hareketinin düzeninde, kanunlarının sürekliliğinde, bu kanunlara bağlı olarak gerçekleşen sürekli uygulamasında rahatlıkla gözlenebilmektedir. Sonra insanların şu anda ulaşabildiği bütünü ile az bir yekûn tutan bilime göre, bütün maddelerin atomlarının kendisinden meydana geldiği özün (cevherin) birliği de bu Tevhid ilkesinin geçerliliğini göstermektedir. Maddelerin atomları parçalanıp, protonlarının ve nötronlarının dağılmasıyla evrende bulunan bütün maddelerin sonuçta radyasyon haline dönüştüğü, tesbit edilen bilimsel keşifler arasında yer almaktadır.
Gün geçtikçe insanlar bu evrenin tabiatına yerleştirilen birlik ilkesine ve tabiat olaylarına hükmeden yasaların yapısına ışık tutan birtakım keşifler yapıyorlar. Evrenin bu yasaları kesin ve otomatik bir şekilde işlemez. Sürekli olarak Allah’ın özgür iradesine göre yenilenen Allah’ın kaderine uygun biçimde işlerler. Yalnız biz bu ilkeyi belirlerken, beşeri vasıtalarla elde edildiğinden dolayı hiçbir zaman kesin bir hüküm ifade etmesi mümkün olmayan zanna dayalı beşer bilgisine dayanmıyoruz. Biz beşer bilgisinin bu keşiflerini sırf sevindirici bir gelişme olarak gördüğümüz için onlara da burada işaret ediyoruz. Evrenin herhangi kesin bir gerçeğini tesbit ederken başlıca dayanağımız, yarattığı her şeyi en iyi bilen yüce yaratıcı olan Allah’ın bize verdiği mesajdır. Kur’an-ı Kerim bu evrene hükmeden yasal sistemin tek bir irade ve tek bir yüce yaratıcı tarafından belirlenen birlik anayasası olduğu konusunda hiçbir şüpheye yer vermeyecek kesin bilgiler veriyor. Yine Kur’ana Kerim bu evrenin yüce Allah’a boyun eğdiğini, birliğini kabul ettiğini, Allah’ın kendisine bildirdiği şekilde O’na ibadet ettiği konusunda da herhangi bir kuşkuya yer bırakmamaktadır. Biz evrenin Allah’a boyun eğmesi, O’na kulluk etmesi konusunda Allah’ın bize haber verdiklerinden başka bir şey bilemiyoruz. Biz evrenin düzeninde, hareketinde ve süresinde bu kulluğun ancak etkilerini görebiliyoruz.
Allah’ın özgür iradesine uygun biçimde sürekli olarak yenilenen Allah’ın kaderi ile evrenin tümüne hükmeden bu yasal sistem, bu evrenin içinde yer alan varlıklardan biri olan insanın yapısında da geçerlidir. Onun fıtratına yerleştirilmiş bulunmaktadır. Onu algılayabilmek için ayrıca rasyonal bir kavrayışa ve duygusal algılamaya ihtiyaç yoktur. Normal bir fıtrat ile algılanabilir ve fıtratın temeline yerleştirilmiştir. İnsanın fıtratı onu dolaysız olarak algılayabilir, ona uygun biçimde hareket eder. İnsanın fıtratı herhangi bir bozukluk ve sapıklığa düşmemişse, bu yasaya rahatlıkla uyum sağlayacaktır. Böyle bir sapıklık ve bozukluğa düştüğünde ise, kendi öz algılamasından sapar, öze yönelik sağlam yasasına göre hareket edeceğine, kendisini gelip-geçici arzu ve isteklerin akışına bırakır.
Bizzat bu yasalar sisteminin kendisi de, fıtrat ile yaratıcısı olan Allah arasında gerçekleşen bir anlaşmadır. Bu anlaşma insanın yapısına yerleştirilmiştir. Yaradılışından itibaren insanın her canlı hücresine yerleştirilmiştir. Bu anlaşma peygamberlerden ve peygamberlerin misyonlarından çok eskilere dayanmaktadır. Bu anlaşmada, insanın her hücresi tek bir iradeye sahip olan, kendisine hükmeden ve onu tasarrufu altında bulunduran tek yasal sistemi belirleyen Allah’ın ilâhlığına şahitlik etmiştir. Fıtratın bu anlaşması ve şahitliğinden sonra delil getirmeye gerek yoktur. -O ister bu anlaşma ve şahitlik hal dili ile gerçekleşmiş olsun, isterse bazı rivayetlerde belirtildiği gibi sözlü olarak gerçekleşmiş olsun farketmez- Hiç kimse kalkıp Allah’ın insanı Tevhid’e ileten kitabından habersiz olduğunu, bu Tevhid’e çağıran Allah’ın peygamberlik misyonlarından haber alamadığını söyleyemez. Yahutta, ben varlık alemine geldiğimde atalarımın Allah’a ortak koştuklarını gördüm. Tevhid’i tanıyabilmem için önümde hiçbir yol yoktu. Ben atalarımın sapıklığa düşmeleri nedeniyle sapıklığa düştüm. Bu işten yalnız onlar sorumludur. Ben sorumlu değilim demesi asla tutarlı olmaz. İşte bu nedenle sözü edilen şahitlikten sonra şu açıklama geliyor:
“Allah, kıyamet gününde şöyle diyemeyesiniz diye bunu böyle yaptı. Bundan haberimiz yoktu, ya da şöyle diyemeyesiniz diye, vaktiyle atalarımız müşrik olmuşlardı, biz onlardan sonra gelen kuşaklardık, bizi eğri yola sapanların yaptıklarından dolayı mı mahvedeceksiniz?”
Fakat yüce Allah kullarına merhametinden dolayı… Kullarının saptırıldıkları zaman sapıtabileceklerini ve onların bu sağlam fıtratlarının saptırıcı faktörlere maruz kalabileceklerini çok iyi bildiğinden… Nitekim Peygamberimiz de -salât ve selâm üzerine olsun- cinlerden ve insanlardan olan şeytanların insanın bünyesinde yer alan zaaf noktalarına dayanarak onu saptırmak istediğini belirtmiştir!
Evet yüce Allah kullarına merhametinden dolayı onları bu fıtrat anlaşmasına göre hesaba çekmemeyi takdir etmiştir. Aynı şekilde onları kendilerine vermiş olduğu iyilik ve kötülüğü birbirinden ayırıcı akıllarına göre de hesaba çekmek istememiştir. İnsanların fıtratlarını dıştan gelen sis tabakasının etkisinden, yozlaşmışlıktan ve sapıklıktan kurtarmak, aklını arzu ve isteklerin, zaafların ve şehevi ihtirasların baskısından kurtarmak amacıyla onlara peygamberler göndermeden, ayetlerini kendilerine açıklamadan onları sorumlu tutmayı dilememiştir. (Nisa Suresi, 165. ayetin tefsirine bakınız) Eğer yüce Allah insanların fıtratlarının ve akıllarının peygamberler ve peygamberlikler olmadan, ayetlerin hatırlatmaları ve ayrıntılı bilgilerine ihtiyaç duymayacak biçimde yalnız başına doğru yolu bulmaları için yeterli olacağını bilseydi onları bu iki yetenekle hesaba çekerdi. Fakat yüce Allah ilmiyle onlara merhamet etmiş, kendilerine karşı delil olarak peygamberlik misyonunu esas almıştır:
“İşte ayetlerimizi böyle ayrıntılı biçimde anlatıyoruz ki, ola ki, doğru yola dönerler.”
Belki böylece fıtratlarına, bu fıtratın Allah ile yaptığı anlaşmaya yüce Allah’ın kendi bünyelerine yerleştirdiği basiret ve idrak güçlerini kullanmaya yönelip dönüş yaparlar. İnsanın bünyesine yerleştirilen bu gizli yeteneklere dönüş yapmak, kalplerde Tevhid gerçeğini harekete geçirmeye ve onu Tevhid akidesi üzerinde yaratan, sonra ona merhamet ederek hatırlatmak ve uyarmak için mucizelerle desteklenen peygamberler gönderen biricik yaradıcısına dönmelerinin teminatıdır.
FITRATTAN UZAKLAŞMA
Fıtratın doğru yolundan sapmanın ve Allah tarafından fıtrattan alınan söze aykırı düşmenin, Allah’ın ayetlerini gördükten ve öğrendikten sonra onlardan yüz çevirmenin tasviri budur. Burada Allah’ın, ayetlerini kendisine verdiği gözleriyle ve düşüncesiyle onları algılayabilecek hale getirdiği halde bu ayetlerden sıyrılan, onlardan soyutlanan, yeryüzüne bağlanan arzu ve isteklerinin peşine düşen, ilk taahhüde-anlaşmaya ve doğru yolu gösteren ayetlere sarılmayan, dolayısıyla şeytanın emrine giren, Allah’ın himayesinden dışarı atılan, bundan böyle rahat yüzü görmeyen, huzur nedir bilmeyen ve belli bir çizgi tutturamayan bir insan tipinin durumuna dikkat çekiliyor.
Yalnız Kur’an-ı Kerim’in icazlı ifade metodu olayı basit bir şekilde sunmuyor. Onu canlı, hareketli bir manzara halinde tasvir ediyor. Bu manzarada kıskıvrak bir hareket, belirgin işaretleri, apaçık izleri, gözler önüne serilen tepkileri rahatlıkla gözlemleyebiliyoruz. Bu manzara yaşanan gerçek hayatın bütün duygularını kapsadığı gibi, ilham dolu ifadeleri yansıtan duygulara da yer vermektedir.
ELHAMDULİLLAHİRABBİLALEMİN