SEYYİD KUTUB’UN (RH.A.) BAKIŞ AÇISIYLA KAF SURESİ 16 VE 18. AYETLER
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah(Celle Celaluhu)’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
16- Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne fısıldadığını biliriz, çünkü biz ona şah damarından daha yakınız.
Ayetin başındaki “Andolsun ki insanı biz yarattık” ifadesi, bu ifadenin dolaylı anlamının gereğine işaret etmektedir. Şöyle ki: Bir aleti yapan elbette ki onun yapısını ve sırlarını başkalarından daha iyi bilir. Halbuki o, sözkonusu aletin yaratıcısı değildir. Çünkü o aletin ana maddesini o yaratmamıştır. O halde şekil vermekten ve onu monte etmekten başka bir şey yapmamıştır. Bir aleti yapan, onun sırrını ve yapısını bildiğine göre, insanı yoktan var eden, ona varlık niteliği kazandıran ve yaratan yaratıcı neleri bilmez? Elbette insanoğlu aslında yüce Allah’ın kudret elinden çıkmıştır. O halde insanoğlu, bütün benliği, niteliği, ve sırları ile, kendi ana kaynağını, çıkış noktasını, halini ve varacağı yeri bilen yaratıcısının önünde apaçık ortadadır.
“Ve nefsinin ona ne fısıldadığını biliriz.”
İşte böylece insan, kendi nefsini apaçık ortada bulur. Kendisinin inkar ettiği ve reddettiği hesap gününe hazırlık olmak üzere nefsini hiçbir perdenin örtemediğini ve içinden geçen her duygu ve fısıltının yüce Allah tarafından bilindiğini görür.
“Biz ona şah damarından daha yakınız…”
İçinde kanının dolaştığı şah damarından daha yakınız ona. Bu herşeye malik olan kutsal kudret elinin avucunu ve dolaysız kontrolü canlandıran bir ifadedir. İnsanın bu gerçeği düşündüğü zaman titrememesi ve kendisini hesaba çekmemesi mümkün değildir. Eğer insan sadece şu ifadenin anlamını kafasında canlandırabilseydi, Allah’ın hoşnud olmayacağı bir tek sözü bile söylemeye ve hatta kabul buyrulmayacak bir tek düşünceyi bile aklından geçirmeye cesaret edemezdi. İnsanın sürekli bir kaçınma, devamlı bir korku ve hesaba çekilmeyi asla dikkatten kaçırmayacak şekilde uyanıklık içinde yaşaması için şu bir tek ayet bile yeterlidir. Ancak ne var ki Kur’an-ı Kerim, kutsal kontrol kavramını pekiştirmek için konudan konuya geçiyor. Bir de bakıyor ki insanoğlu, yaşarken, hareket ederken, uyurken, yerken, içerken, konuşurken, susarken ve bütün yolculuklarını yaparken sağından ve solundan kendisi için görevlendirilmiş iki melek arasındadır ve her hareket ve sözünü daha anında almakta ve yazmaktadırlar.
17- Çünkü onun sağında ve solunda oturan, her davranışı yakalayıp tesbit eden iki melek vardır.
18- İnsan hiçbir söz söylemez ki yanında gözetliyen, dediklerini zapteden bir melek hazır bulunmasın.
Ayette geçen Rakip ve Atid hemen ilk anda akla geldiği gibi bu iki meleğin ismi değildir. İnsanın her hareket ve sözünü kaydeden her an hazır ve gözcü iki melek demektir.
Biz bu iki meleğin amelleri nasıl kaydettiğini bilmiyoruz. Hiçbir temele dayanmayan hurafe ve vehimleri sıralamaya da gerek yoktur. Gayba ait olan bu gerçekler karşısında tutumumuz şudur bizim. Bunları oldukları gibi alırız, nasıl olduklarını araştırmaya kalkışmadan ifade ettiği anlamlara inanırız. Çünkü bunların nasıl olduklarını bilmek bize hiçbir şey kazandırmaz. Üstelik bu gayba dair gerçekler ne tecrübelerimizin ve ne de beşeri bilgilerimizin alanına girmezler.
Bizler bugün -görülen beşeri bilgi alanımız içinde- atalarımızın akıllarının ucundan bile geçmeyen kayıt araçları tanıyoruz. Bu araçlar hareket ve sesleri kaydetmektedir. Teyp kasetlerini, sinema ve video kasetlerini bunlara örnek olarak verebiliriz. Tabii bütün bunlar beşer olan bizlerin ellerinde olan araçlardır. Kaldı ki, meleklerin kayıt yöntemlerini, bizim beşeri ve sınırlı düşüncemizin ürünü olan belirli tescil yöntemi ile sınırlandırmamız için hiçbir neden olmaması haydi haydi gereklidir. Çünkü bizim beşeri tasavvurlarımız bizim için meçhul olan o alemden nihayet son derece uzakta bulunmaktadır. Biz o alemden ancak Allah’ın bizlere haber verdiği kadarını bilmekteyiz. Fazla değil.
Bu canlandırılan gerçeklerin ışığı altında yaşamak ve yapacağımız her harekete ve söyleyeceğimiz her söze karar verir vermez, yüce katında hiçbir şey ve kırıntının asla zayi olmadığı yüce Allah’ın huzurunda hesap defterimizde yer alsın diye, sağımızda ve solumuzda her hareket ve sözümüzü bir kaydedenin bulunduğunu hissederek yaşamak, yeter bize. Evet, bu korkunç gerçeğin ışığı altında yaşamamız yeter. Bizler nasıl olduğunu bilmesek bile bu bir gerçektir. Bu gerçek herhangi bir şekle bürünmüş kendine göre şekli olan bir varlıktır. Bunun varlığını inkar etmeye imkan yoktur. Yüce Allah bu gerçeği bizlere haber vermiştir ki ona göre hesabımızı yapalım diye, yoksa onun nasıl ve ne şekilde olduğunu öğrenmek için boşu boşuna enerjimizi harcayalım diye değil.
Doğrusu bu Kur’an’dan ve Kur’an’la ilgili gerçeklere dair Resulullah’ın -salât ve selâm üzerine olsun- eğitiminden yararlananların izledikleri yol bu idi. Onların yolu hissetmek ve duyduklarını yaşamaktı.
İmam Ahmet der ki: “Bana Ebu Muaviye anlattı. Ona Leys kabilesinden Alkame oğlu Amr oğlu Muhammed anlatmış. Alkame’nin oğlu babasından, o da Alkame’nin dedesinden (kendi babasından) duymuş. Alkame’nin dedesi de Müzen kabilesinden Haris oğlu Bilal’den, Bilal de Resulullah’tan -salât ve selâm üzerine olsun- duymuş. Resulullah der ki: “Şüphesiz bir kişi yüce Allah’ı hoşnut edecek bir kelime söylediği zaman bu kelimenin nereye ulaşacağını tahmin bile edemez. Yüce Allah o söz sayesinde o kişiye, kendisine hoşnud olarak kavuşacağını yazar. Ve şüphesiz bir kişi de yüce Allah’ı öfkelendirecek bir kelime söylediği zaman onun nereye ulaşacağını tahmin edemez. Bu söz nedeni ile, Allah Teala o kişiye kendisine öfkeli olarak kavuşacağını yazar:” İmam Ahmed’in nakline göre Alkame dermiş ki: “Haris oğlu Bilal’in naklettiği bu hadis benim nice sözlerime engel olmuştur.” (Hadisi Tirmizi, Nesai ve ibn Mace Amr oğlu Muhammed zinciri ile nakletmişlerdir. Tirmizi hadis için sahih ve hasendir demiştir).
Hikaye edilir ki, İmam Ahmet ölüm anı yaklaşınca inlemekteyken, inlemenin yazıldığını duyar ve ruhu yüce Allah’ın hoşnutluğuna akana kadar bir daha inlemez, susar.
İşte o insanlar bu gerçekleri böyle alıyorlar ve bunlarla yakini (kesin) bir iman içinde yaşıyorlardı.
Bu anlatılanlar hayat sayfası idi. İnsanın hayat kitabında bu sayfadan sonra, insanın ölmek üzere olduğu anı yansıtan sayfa var.