SEYYİD KUTUB’UN (RH.A.) BAKIŞ AÇISIYLA TUR SURESİ 1 VE 16. AYETLER
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah(Celle Celaluhu)’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
1- Andolsun Tur’a.
2- Satır satır yazılmış Kitab’a;
3- Yayılmış ince deri üzerine.
4- Ma’mur bir ev olan Ka’be’ye.
5- Yükseltilmiş tavan gibi göğe.
6- Kaynatılmış denize
7- Rabbinin azabı hiç şüphesiz gelecektir.
8- Ona engel olacak bir şey yoktur.
9- O gün gök, sarsıldıkça çalkalanacak.
10- Dağlar bir yürüyüş yürür ki…
11- O gün, yalanlayanların vay haline.
12– Ki onlar o daldıkları batı! içinde oyalanıp duranlardır.
13- O gün şöyle denilerek cehennem ateşine itilirler:
14- “İşte yalanlayıp durduğunuz cehennem budur!”
15- “Bir büyü müdür bu, yoksa görmüyor musunuz?”
16- “Girin ona ister dayanın, ister dayanmayın”‘ sizin için birdir. Anlattıklarımıza göre cezalandırılacaksınız.”
Bu kısa kısa ayetler, name ve ahenk dolu duraklar (fasıllar), kesin etkiler daha surenin başında sureye eşlik etmektedir. Önce sure bir tek sözcük ile başlamakta, sonra iki olmakta, sonra yavaş yavaş uzayarak paragrafın (bölümün) sonunda on iki kelimeye ulaşmaktadır. Ama etki gücünden hiçbir şey kaybetmemektedir.
”Tur” ormanlı dağ demektir. Ancak ağır basan görüşe göre burada geçen Tur sözcüğü ile, Hz. Musa -selâm üzerine olsun- hikayesinde geçen ve üzerinde O’na kutsal sayfaların indirildiği ve Kur’an’da bilinen bir dağıdır. Surenin başındaki atmosfer kutsal şeylerin atmosferidir. Bundan dolayı yüce Allah bu kutsal şeyler üstüne yemin etmekte ve ilerde büyük bir olay olacağını beyan etmektedir.
“Yayılmış ince deri üzerine yazılmış kitap”tan maksat ne olabilir? En yalın ihtimale göre, bu kutsal sayfalarda yazılı Hz. Musa’nın kitabıdır. Çünkü onunla Tur dağı arasında bir ilişki vardır. Bazı alimler ayetin ilerisinde yer alan, mamur olan ev yükseltilmiş tavan ifadelerine uygun olarak bunun levh-i mahfuz olduğunu ileri sürmüşlerdir. Buradaki “yazılmış kitap” deyimi ile “levh-i mahfuz ‘un kastedilmiş olması da uzak bir ihtimal değildir. .
“Mamur olan ev” ise Kabe olabilir. Ancak Buhari ve Müslim’de yeralan Mirac hadisesinde yer aldığı üzere, gökteki meleklerin ibadet evi olması ağır basmaktadır. Nitekim İsra hadisinde şöyle yer almaktadır: “Sonra beyt-i ma’mura (mamur eve) yükseltildim. Bir de ne göreyim oraya hergün yetmiş bin melek giriyor ve yaşadıkları müddetçe bir daha geri dönmüyorlar.” Yani, melekler orada ibadet ediyorlar ve insanlar nasıl Kabe’yi tavaf ediyorlarsa onlar da o evi öyle tavaf ediyorlar.
Yükseltilmiş tavan ise gökyüzüdür. Bunu Süfyan es-Sevri, Şu’be, Ebul Ahvas, Semmak babası Halit, babası Arara o da Hz. Ali’den naklederler. Süfyan der ki: Hz. Ali ayete bu anlamı verdikten sonra “Göğü dengesizlikten korunmuş bir tavan, bir çatı yaptık, onlar ise, gökteki ayetlere, düşündürücü kanıtlara dönüp bakmıyorlar” (Enbiya 32) ayetini okudu. Dolu deniz ise, engin, dopdolu ve upuzun bir gökyüzü tablosu ile zikredilebilecek en uygun motiftir. Gökyüzü de insana korku ve dehşet veren bir delildir. Bundan dolayı gökler ve denizler, büyük olayın olacağı pekiştirilmek için üzerine yemin edilen şeylerin tabloları arasında zikredilmeye çok uygun düşüyor. Belki de dolan deniz değil de yanan denizdir. Nitekim bir başka surede, “Denizler tutuştuğu zaman” (Tekvir suresi, 6) buyurulmaktadır. Yani denizler ateş alıp tutuştuğu zaman demektir. Ayrıca “Yükseltilmiş tavan”da olduğu gibi, yüce Allah’ın bildiği başka yaratıklar da ima edilmiş olabilir.
Allah Teala, bu muazzam Yaratıklarının üstüne yemin ederek, büyük bir olayın olacağını açıklamaktadır. Ve bu büyük olayı, insanın duygularını bu etkileyiciler aracı ile etkileyerek onu karşılamaya hazır hale getirdikten sonra açıklamaktadır.
Bu büyük olay, “Rabbinin azabı hiç şüphesiz gelecektir. Ona engel olacak birşey yoktur” gerçeğidir. Bu kesinkes olacaktır ve hiç kimse önleyemeyecektir. Bu iki ayetin gerek vurguları gerekse duraklarının etkileri kesindir ve susturucudur. Ve insana, Allah’ın azabının birden geleceğini, mahvedici olduğunu ve ona karşı hiçbir koruyucu ve engelleyicinin bulunmayacağını anlatmaktadır. Bu vurgulama, insanın duygularına arada hiçbir engel olmadan ulaştığı zaman insanı derinden sarsar, lime lime eder ve ona yapacağını yapar. Hafız Ebu Bekr İbn-i Ebi’d-Dünya der ki: Bana babam, ona Davud oğlu Musa, ona Salih el-Murri, ona Abd kabilesinden Zeyd oğlu Cafer nakletmiş. Demiş ki: Hz. Ömer bir gece Medine’de şehrin güvenliğini denetlemek için dışarı çıkar. Şehirde dolaşırken bir müslümanın evine rastlar. Hz. Ömer’in geldiği esnada o adam namaz kılmaktadır. Hz. Ömer durup adamın Kur’an okuyuşunu dinlemeye başlar. Adam bu Tur suresini okumaya başlar. “Rabbinin azabı hiç şüphesiz gelecektir. Engel olacak bir şey yoktur” ayetine gelip de bu ayetleri okuyunca, Hz. Ömer der ki: “Kabe’nin Rabbine andolsun bu yemin gerçektir.” Sonra bineğinin sırtından iner, bir duvara yaslanır ve orada epeyce kalır sonra evine döner, bir ay evinde yatakta kalır. Herkes hasta diye onu ziyarete gelir ama hastalığının ne olduğunu bilmezler. Allah kendisinden razı olsun.”
Hz. Ömer bu sureyi daha önce birçok kez duymuş, okumuş ve onunla namazlar kılmıştı. Resulullah bu sure ile akşam namazı kıldırmış. Hz. Ömer ise her seferinde O’nun arkasında bu sureyi öğrenmiş ve O’na uymuştu. Ancak ne varki, o gece bu sure, açık gönüllü ve engin duygulu bir Ömer’le karşılaşmış, onun iliklerine kadar işlemiş ve bütün ağırlığın şiddeti ve gönüllere özel bir anda ulaşan kutsal ve vasıtasız gerçeği ile iç alemine ulaşmış, onda yapacağını yapmıştı. Böyle özel anlarda Kur’an ayetleri Hz. Ömer’in kalbine dokunduğu gibi direkt bir dokunuşla kalplere girer ve derinliklerine işlerse, kalpler (o dokunuşta) ayetleri Resulullah’ın kalbi gibi ilk kaynağından alır. Ancak Resulullah’ın kalbi ayetleri almaya hazır hale getirildiği için onların etkilerine dayanabilmişti. Resulullah’tan başkaları ise ayetler kalplerine ilk andaki gerçek gücü ile işlediğinde Hz. Ömer’in başına gelenler onların da başlarına gelir. Bu korkunç uyarıyı kendisine eşlik eden korkunç bir tablo izliyor:
“O gün gök sarsıldıkça çalkalanır, dağlar bir yürüyüş yürür ki…”Sağlam yapılı ve sallanmaz gökyüzünün yerinde kararsız olarak bir gelip bir giderek kıyıya vuran deniz dalgaları gibi sallanıp alt üst olması… Şu kaskatı ve yerinden kımıldamayan dağların şimdi yerinde duramayıp hafif ve tüy gibi bir o yana bir bu yana gitmesi… Evet bu manzaralar gerçekten de son derece sarsıcı ve insanı kendinden geçirici bir haldir. Bu durum kendi öz dili ile, gökleri sarsan ve dağları yürüten korkuyu ifade etmektedir. O sapasağlam gökyüzü ve sarp dağlar böyle olursa, o korkunç ve dehşet dolu günde güçsüz ve cılız küçücük insan denilen yaratığın hali acaba ne olur?
Hiçbir şeyin yerinde duramadığı bu dehşet karmaşasında, herşeyi yerinden sarsıp oynatan bu korku atmosferinde yalancıların yakasına ondan çok daha dehşetlisi ve çok daha korkuncu yapışıyor. Derhal Aziz ve Cebbar olan yüce Allah’ın kendilerine yönelik şiddetli azap felaket ve bedduası ile karşılaşıyorlar:
“O gün, yalanlayanların vay haline. Ki onlar o daldıkları batıl içinde oyalanıp duranlardır.”
Yüce Allah’ın felaket bedduası, felakete hüküm vermesi ve hemen yerine getirmesi demektir. O halde bu hüküm çaresiz yerini bulacaktır, onu geri çevirecek hiçbir güç yoktur. Göğün sarsıldıkça sarsıldığı, dağların yürüdükçe yürüdüğü gün bu hüküm mutlaka yerini bulacaktır. Bu korku ile o felaket birbirine son derece uygun düşmektedir. Ve bunların tümü “Daldıkları batıl içinde oyalanıp duran” yalanlayıcıların üstüne yağmur gibi yağacaktır.
Bu nitelik, daha başta o müşriklere onların çelişik inançlarına ve tutarsız düşüncelerine ve sonra da bu inanç ve düşünce üzerine kurulu hayallerine uygun düşmektedir ki Kur’an-ı Kerim birçok yerde bunları anlatır ve canlandırır. Onların hayatları ciddiyetten uzak bir oyundur. Suya dalıp oynamaktan başka bir hedef veya sahil (kıyı) gözetmeksizin suya dalan oyuncu gibi hayatları hedefsiz bir eğlencedir onların.
Şu kadar var ki, nitelik islam düşüncesinden başka bir düşünce sistemi içerisinde yaşayan herkes için geçerlidir. Bu gerçeği insan, ancak yeryüzünde şöhret bulan düşünce sistemlerini -bu sistem, ister düşünce alanında, ister mitolojide isterse felsefi alanda olsun fark etmez- islamın insan ve sonra da bütün varlık alemine bakışının ışığı altında inceleyip tahlil ettiği zaman, evet ancak o zaman fark edebilir. Çünkü diğer düşünce sistemleri -hatta insanlık tarihinin kendileri ile övündüğü büyük filozofların düşünce sistemleri- gerçeğe ulaşma yolunda bilinçsizce Yürüyen ve gayesiz suya dalan çocuk girişimleri gibi görünmektedir. Halbuki islam düşüncesinde özellikle de Kur’an’da gayet rahat, net, güçlü, basit ve derin olarak sunulan bu gerçekler, insanın fıtratı ile, herhangi bir zorluk, çaba ve kargaşa olmaksızın direkt olarak birleşebilir. Çünkü Kur’an insanın fıtratına derin ve köklü gerçeği bildirir. Ve ona varlığı ve varlığın o gerçekle olan ilgisini yorumladığı gibi, varlık aleminin yaratıcısı ile olan ilişkisine de yorum getirir. Bu yorum fıtratta yer alan gerçeğe benzemekte ve uygun düşmektedir.
Ne kadar hayret ettim büyük filozofların düşünce sistemini inceleyip onların şu varlık alemini ve ilişkilerini yorumlamak için öldürücü ve mahvedici çabalarını görünce! Onlar tıpkı bir çocuğun korkunç bir matematik denklemini çözmek için bocaladığı gibi bocalıyorlardı. Halbuki karşımda duran Kur an düşüncesi son derece açık, net, kolay, sade, duru ve doğaldı. İçinde ne bir eğrilik, ne kaçamak, ne karmaşıklık ve ne de zikzak vardı. Bu da çok doğaldır. Çünkü Kur’an’ın varlık alemini yorumu, bu varlık alemini yaratan yaratıcının o alemin kimliği ve ilişkileri üstüne getirdiği yorum idi. Filozofların düşünce sistemleri ise, bu varlık aleminde yer alan küçücük parçaların kalkıp bütün varlık alemi üstüne yorum getirme çırpınışları idi. Elbette bu gibi zavallı çırpınışların sonuçlarının nasıl olacağı bellidir, malumdur!
Onların yaptıkları çalışmalar, Kur’an’ın insanlara sunduğu tam, olgun ve fıtrata uygun yorumlarla karşılaştırılınca boş, karmakarışık ve bilinçsiz bir girişim olarak kalır. Ama insanların bazıları bu mükemmel şekli bırakıp da şu eksik, verimsiz, mükemmel ve olgun olması imkansız olan çırpınışlara düşüyor. Gerçekten olaylar insanın duygu ve düşüncesinde sapık düşüncelerden ve insanlığın eksik çabalarından etkilenmiş olarak, istikrarsız ve kararsız bir konumda olur. Sonra insan, yorumunu yapmaya çalıştığı konuda Kur’an-ı Kerim’den birkaç ayet duyar. Bir de ne görsün yol gösteren ışık ve değişmez ölçü ile karşı karşıya değil mi(!) O andan itibaren herşeyi yerli yerinde, bulur. Her olayı yerli yerinde ve her gerçeği sakin, değişmez ve sarsılmaz olarak karşısında bulur. Ve ondan sonra, ruhunun huzura kavuştuğunu, kafasının sakinleştiğini, aklının apaçık olan Hakkı görerek rahata erdiğini hisseder. Artık bu insandan karanlık ve endişe uzaklaşmış herşey istikrara kavuşmuştur.
Yine bunun gibi, islamın ruhlara ilham ettiği, kalbi bağladığı, tahlil edilip hayata geçirilmesi için insanların dikkatlerini çektiği değer ölçüleri insanların kendi hayatlarında önem verip oyalandıkları değerler ile karşılaştırılırsa onların bir havuzda boş bir oyun içinde oyalanıp durdukları anlaşılır. İnsanların oyalandıkları şeylerin basitliği ve zayıflığı ortada görünmektedir. Müslüman ise, o boş şeyleri büyük görmelerine, ondan sanki büyük bir kainat olayı imiş gibi söz etmelerine bakar durur. Onlara, tatlıdan gelinler ve cansız bebeklerle oyalanan ve bunları birer canlı sanan ve bütün zamanlarını bunlarla şakalaşarak onları nazlayarak ve onlarla birlikte ve onların vasıtası ile oynayarak geçiren çocuk gözü ile bakar.
Gerçekten islam, insanın kendi varlığı ve bütünü ile varlık alemi karşısındaki düşüncesini yükselttiği, dünyaya gelişinin nedenini, varlığının içyüzünü ve akibetini ona açıkladığı, herkesin kafasına takılan “Nereden geldim?”, “Niçin geldim? “, “Nereye gideceğim?” gibi sorulara açık, doğru cevaplar verdiği ölçüde, beşerin önem vermesi gereken nesneleri de yüceltir ve yükseltir.
İslamın bu sorulara verdiği cevaplar, insanın varlığı ve bütünüyle varlık alemi için gerçekçi düşünce sistemini belirler. Çünkü insan, bütün yaratıklar içerisinde, orjinal ve benzersiz değildir. O da bu varlıklardan birisidir. Onların geldiği yerden gelmiştir, onların varlık nedeni kendisinin de varlık nedenidir. Ve insan bütünü ile varlık aleminin yaratıcısının hikmeti nereye gitmeleri gerektiriyorsa onlarla birlikte oraya gidecektir. İşte bu soruların cevabı, bütünü ile varlık alemi, birbiri ile ilişkileri ve insanın onlarla ilişkileri ve tüm yaratıkların da yaratıcıları ile ilişkileri üstüne mükemmel bir yorum içermektedir.
Bu yorum, insanın hayatta değer verdiği şeylerde kendini gösterir ve onları kendi seviyesine çıkarır. Bundan dolayı oynayanların içine daldıkları şu küçüklük ve basitlikleri bırakıp, şu kainatta var oluşunun en büyük görevini hayata geçirmekle meşgul olan bir müslümanın duygusunda, başkalarının (müslüman olmayanların) değer verdiği şeyler çok zayıf ve cılız kalır.
Elbette müslümanın hayatı son derece büyüktür. Çünkü müslümanın hayatı bu muazzam varlık alemi ile ilişkisi ve varlık alemindeki hayata etkisi olan büyük bir görevi yerine getirmek için vardır. Bundan dolayı müslümanın hayatı boş işlerde, oyuna, eğlenceye, lüzumsuz şeylere dalarak geçirilmeyecek kadar değerli ve yücedir. Müslümanın varlık aleminin içyüzü ile ilgili bu büyük görev düşüncesinden doğan değer ölçüleri ile karşılaştırıldığı zaman yeryüzünde insanların değer ölçülerinin birçoğunun, boş, eğlence, oyalanma ve anlamsız işlere dalmadan ibaret olduğu görülmektedir.
Vay batıl içinde oyalanıp eğlenenlere. “O gün şöyle denilerek cehennem ateşine itildiler.” Dehşetli bir tablo bu. Ayette yer alan “Da” sözcüğü, bir kimsenin arkasından öne doğru itilmesi demektir. Arkadan itilip kakılma cezası, ciddiyetten uzaklaşan, oyun ve eğlenceye dalan sonra da çevrelerinde olup bitenlere dikkat etmeyen kimselere uygun bir cezadır. Bundan dolayı onlar oraya itile kakıla sürülürler ve götürülürler.
Nihayet bu itiş kakışla ve sürülüşle ateşin kenarına varınca kendilerine denilir ki: “İşte yalanlayıp durduğunuz cehennem budur.”
Onlar bu çilenin içinde kıvranıp, kendi arzuları dışında önlerinden cehennem arkalarından itilme kıskacında iken, bir de başlarına rezil edilme, azarlanma gelir ve daha önceki yalanlamalarına da bir îmâ olarak “Bir büyü müdür bu, yoksa görmüyor musunuz?” denir onlara. Hani onlar Kur’an için “bir büyüdür” diyorlardı ya, işte şu anda gördükleri ateş de bir büyü müdür? Yoksa korkunç ve dehşetli gerçeğin ta kendisi midir? Yoksa onlar Kur’an-ı Kerim’deki gerçekleri görmedikleri gibi, bunu da bu ateşi de mi görmüyorlar?
Bu acı ve alay dolu azarlamadan sonra, kendilerine hemen kötü bir ümitsizlik ile ödül veriliyor:
“Girin ona ister dayanın, ister dayanmayın, sizin için birdir. Ancak yaptıklarınıza göre cezalandırılacaksınız: ‘
Böyle bir felakete uğramış birisi için sıkıntıya katlanmanın da katlanmamanın da bir olduğunu bilmekten daha zor bir şey yoktur. Çünkü azap başa gelmiştir. Onu engelleyecek kimse de yoktur. Sabredilse de çığlık atılsa da aynı acılar çekilecektir. İster dayansın ister sızlansın orada kalması kesin ve kararlaştırılmıştır. Bunun nedeni, yapılmış olanların karşılığı olmaktan başka birşey değildir. Bu cezanın nedeni, daha önce yapılmış olanlardır. Artık değiştirilmesi sözkonusu değildir.
Böylece ilk bölümde olduğu gibi, bu korkunç tablo şiddetli etkileri ile son buluyor.
İkinci bölüme gelince, o da aynı şekilde duyguları coşturuyor, harekete geçiriyor. Ama bu harekete geçirme azaptan ötürü değil de rahattan, bolluktan, karşı konulmaz nimetlere çığlıktan ve özellikle de o iç karartıcı azap sahnesini izledikleri için daha da etkili olmaktadır.