SEYYİD KUTUB’UN (RH.A.) BAKIŞ AÇISIYLA KAMER SURESİ 1 VE 8. AYETLER
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah(Celle Celaluhu)’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
1- Kıyamet anı yaklaştı, ay ikiye ayrıldı.
2- Onlar bir mucize görseler yüz çevirirler ve “Bu öteden beri gördüğümüz bir büyüdür” derler.
3- Yalanladılar, keyfi arzularına uydular; ama herşey yerinde duruyor.
4- Onlara bu tutumlarından vazgeçmelerini sağlayacak haberler geldi.
5- Bu haberler son derece anlamlı ve etkilidir, ama uyarılar yararlı olmuyor.
6- Sen de yüz çevir onlara. Görevli melek, o gün onları benzeri yaşanmamış olaya çağırdığında;
7- Mezarlarından donuk ve ürkek bakışlarla çıkarak çekirge sürüsü gibi etrafa yayılırlar.
8- Kendilerini çağıran görevliye doğru koşarlar. O zaman kafirler “Bu zor bir gündür” derler.
Evrensel bir olaya ilişkin çarpıcı, etkileyici ve aynı zamanda daha büyük bir olaya zihinleri hazırlayıcı bir giriş karşısındayız. Algılanmasına zihinlerin hazırlandığı olay o kadar büyük ki, ilk evrensel olay bütün çarpıcılığına rağmen onun yanında hiç kalıyor.
“Kıyamet anı yaklaştı, ay ikiye ayrıldı: ‘
Aman Allah’ım, ne ince bir meraklandırma taktiği, ne müthiş bir haber! Adamlar bu olayların ilkini gözleri ile gördükleri için ikinci ve daha büyük olayı beklemeye koyuluyorlar. Yapacakları başka birşey yok.
Ayın ikiye bölündüğüne ve Arapların bu olayı gözleri ile gördüklerine ilişkin bilgiler çeşitli kanatlardan geliyor. Bu bilgiler olayın meydana geldiği konusunda ortak noktada buluşurlar. Fakat bir kısmı olayı ayrıntılı biçimde anlatırken başka bir bölümü ona kısa biçimde değinmekle yetiniyor. Şöyle ki:
İmam-ı Ahmed’in Muammer yolu ile Katade’ye dayanarak verdiği bilgiye göre sahabilerden Enes b. Malik bu konuda şöyle diyor: “Mekkeliler Peygamberimizden bir mucize göstermesini istediler. Bunun üzerine ay, Mekke’de iki kez ikiye bölündü. Olay üzerine Peygamberimiz “Kıyamet anı yaklaştı, ay ikiye ayrıldı” ayetini okudu: ‘
Buhari’nin Abdullah b. Ebu Urve ve Katade kanalı ile verdiği bilgiye göre, aynı Enes b. Malik şunları söylüyor: “Mekkeliler Peygamberimizden bir mucize göstermesini istediler. O da onlara iki parça halindeki ayı gösterdi. Öyle ki adamlar bu iki parça arasından Hira dağını görmüşlerdi.”
Buhari ile Müslim Katade ile Hz. Enes`den gelen bu bilgiyi başka bir kanaldan da nakletmişlerdir.
Yine İmam-ı Ahmed’in Muhammed b. Kesir, Süleyman b. Kesir, Hüseyin b. Abdurrahman ve Muhammed b. Cübeyr b. Mutim kanalı ile bildirdiğine göre bu onuncu zatın babası şöyle diyor: “Peygamberimiz zamanında ay parçalanıp ikiye bölündü. Bir parçası şu dağın, öbür parçası da şu dağın üzerinde göründü. Mekkeliler önce `Muhammed bizi büyüledi’ dediler. Fakat sonra `Eğer bizi büyüledi ise bütün insanları büyüleyemez’ dediler.”
Bu bilgiyi bu kanaldan sadece İmam-ı Ahmed nakletmiştir. Beyhaki “Delâil” adlı eserinde bu bilgiyi Muhammed b. Kesir, kardeşi Süleyman b. Kesir ve Hüseyin b. Abdurrahman yolu ile naklediyor. İbn-i Cerir ve Beyhaki aynı bilgiyi başka yollardan yine Cübeyr b. Mutim’e dayandırarak nakletmişlerdir.
Öte yandan Buhari’nin Yahya b. Kesir, Bekir, Cafer, Erak b. Malik ve Ubeydullah b. Abdullah b. Atabe’ye dayanarak verdiği bilgiye göre sahabilerden Abdullah b. Abbas “Peygamberimiz zamanında ay ikiye bölündü” demiştir. Buhari ve Müslim bu bilgiyi Erak’dan sonra aynı kanaldan Abdullah b. Abbas’a dayandırarak, fakat Erak’e kadar değişik yoldan nakletmişlerdir. İbn-i Cerir’de başka bir kanaldan Ali b. Ebu Talha’ya dayanarak bildirdiğine göre Abdullah b. Abbas “Bu olay hicretten önce meydana geldi. Ay ikiye bölündü. öyle ki, Mekkeli’ler onun iki parçasını görmüşlerdi” dedi. Avfi de İbn-i Abbas’a dayanarak buna benzer bir bilgi veriyor. Taberanî de başka bir yoldan İkrime’ye dayanarak Abdullah b. Abbas’ın şöyle dediğini aktarıyor; “Peygamberimiz zamanında ay tutulmuştu. Mekkeli müşrikler `Muhammed aya büyü yaptı’ dediler. Bunun üzerine “Kıyamet anı yaklaştı, ay ikiye ayrıldı. Onlar bir mucize görseler yüz çevirirler ve `bu öteden beri gördüğümüz bir büyüdür’ derler” ayetleri indi.
Bu arada Hafız Ebu Bekir Beyhakî’nin Ebu Abdullah Hafız, Ebu Bekir Ahmed b. Hasen Kadı, Ebu Abbas Esem, Abbas b. Muhammed Durî, Vehb b. Cerir, Şube ve Ameş kanalı ile Mucahid’e dayanarak verdiği bilgiye göre sahabilerden Abdullah b. Ömer “Kıyamet anı yaklaştı, ay ikiye bölündü” ayeti hakkında şöyle diyor: “Bu olay Peygamberimiz zamanında meydana geldi. Ay iki parçaya ayrıldı. Bir parçası dağın (Hira dağının) berisinde, öbür yarısı da dağın arkasında göründü. Bu olay üzerine Peygamberimiz `Allah’ım şahid ol’ dedi: ‘ Aynı bilgiyi Müslim ve Tirmizi değişik kanallardan Şube’ye, Ameş’e ve Mücahid’e dayandırarak aktarmışlardır.
Bunların yanısıra İmam-ı Ahmed Süfyan, İbn-i Ebu Nuceyh, Mücahid ve İbn-i Muammer’e dayanarak verdiği bilgiye göre sahabilerden Abdullah b. Mesud “Peygamberimiz zamanında ay iki parçaya ayrıldı, bu olayı Mekke müşrikleri gördü, bunun üzerine Peygamberimiz `şahid olun’ dedi ”
Aynı bilgiyi Buhari ve Müslim de sahabilerden Süfyan b. Uyeyne’ye dayanarak aktarmışlardır. Aynı kaynaklar yine bu bilgiyi Ameş, İbrahim, Ebu Muammer Abdullah b. Sahire kanalı ile Abdullah b. Mesud’a dayandırarak nakletmişlerdir.
Öte yandan Buhari’nin Ebu Davud Tayalisi, Ebu Avane, Muğire, Ebu Duha ve Mesruk kanalı ile verdiği bilgiye göre sahabilerden Abdullah b. Mesud şöyle diyor: “Peygamberimiz zamanında ay ikiye bölündü. Kureyşli müşrikler `Bu İbn-i Ebu Kebişe’nin yaptığı bir büyüdür. Bakın bakalım o gelecek olan yolcular ne haber getirecekler? Çünkü Muhammed bütün insanları büyüleyemez’ dediler. Ama yoldan gelenler de bu olayı gördüklerini söylediler.”
Beyhaki de buna yakın bir bilgiyi başka bir kanaldan Mesruk’a ve Abdullah b. Mesud’a dayandırarak nakletmiştir.
Değişik yollardan gelen bu çok kanallı bilgiler şu noktaları kesinliğe kavuşturuyor: Her şeyden önce bu olay olmuştur. Meydana geldiği yer Mekke’dir. Yalnız burada sözünü etmediğimiz bir rivayete göre Abdullah b. Mesud, olayın Mina’da meydana geldiğini söylemiştir. Olay, Peygamberimiz zamanında hicretten önce meydana gelmiştir. Oluş biçimi de belirtilmiştir, elimizdeki bilgilerin tamamına yakın bir çoğunluğuna göre ay iki parçaya ayrılmıştır. Yalnız bu belgelerden birine göre olay, bir “ay tutulması” olayıdır. Kısacası olayın kendisi, yeri, zamanı ve biçimi bu çok kanallı bilgilere dayanmaktadır.
Ayrıca Kur’an-ı Kerim bu olayı, oluş anında müşriklere açıkladığı halde onların bunu yalanladıklarına ilişkin bir bilgi elimize geçmemiştir. Eğer bir açık kapı bulsalardı olayı yalanlarlar, hiç değilse ayetler konusunda yaptıkları türden bir demogoji yoluna başvurarak onu tartışma konusu yaparlardı. Böyle bir yola başvurmadıklarına göre olay, kendilerine hiç bir yalanlama bahanesi bırakmayacak somutlukta ve kesinlikte meydana gelmiş olmalıdır. Elimizdeki bilgilere göre başvurabildikleri tek mızıkçılık yolu olayın bir “büyü” sonucu olduğu itirazıdır. Fakat bir süre sonra kendi araştırmaları ile olayın büyücülükle ilgisinin olmadığını öğrenmişlerdir. Çünkü Peygamberimizin onları büyülediği farzedilse bile Mekke dışından gelen yolcuları da büyülemiş olamazdı. Oysa bu yolcular olayı görmüşler ve kendilerine sorulduğunda onun meydana geldiğine ilişkin tanıklık yapmışlardı.
Son olarak müşriklerin Peygamberimizden bir mucize göstermesini istemeleri üzerine ayın ikiye bölündüğünü öne süren rivayet konusunu ele almak istiyoruz. Bu rivayet Kur’an’daki bir ayetin anlamına ters düşüyor. Söz konusu ayete göre Peygamberimize kendisinden önceki peygamberlerin ellerinde görülen türden mucizeler gösterme yetkisi verilmemiştir. Bunun belli bir sebebi vardır. Sözünü ettiğimiz ayet şudur:
“Bizi somut mucizeler ortaya koymaktan alıkoyan sebep daha önceki milletlerin bu tür mucizeleri yalanlamaları (ve bu yüzden ağır cezaya çarpılmayı hakketmeleridir.)” (İsra Suresi, 59)
Bu ayetten anladığımıza göre eski milletler somut mucizeleri yalanladıkları için yüce Allah, bu tür mucizelerin yeni örneklerini ortaya koymaktan kaçınmayı uygun görmüştür.
Nitekim müşrikler ne zaman Peygamberimizden bir mucize göstermesini istediler ise Peygamberimiz onlara mucize göstermenin, görevinin sınırları dışında kaldığı, kendisinin sadece insan kökenli bir Allah elçisi olduğu biçiminde cevap vermiştir. Arkasından müşriklerin dikkatlerini Kur’an’a çekmiş, onunla bu dinin tek mucizesi sıfatı ile bu adamlara meydan okumuştur. Aşağıdaki ayetler-de görüldüğü gibi:
“De ki: `Eğer tüm insanlar ve cinler bu Kur’an’ın bir benzerini ortaya koymak amacı ile biraraya gelseler, ne kadar birbirlerine yardım etseler de onun bir benzerini ortaya koyamazlar.
Biz bu Kur’an’da her türlü örneği verdik. Öyleyken onların çoğu kafirlikte direndi.
Bunlar dediler ki; `Bize yeraltından pınarlar fışkırtmadıkça kesinlikle sana inanmayız.
Ya da kendi hurmalıkların ve üzüm bağların olmalı, bunların arasından ırmaklar akıtmalısın.
Ya da iddia ettiğin gibi göğü parça parça başımıza indirmeli, yahut Allah’ı ve melekleri karşımıza getirmelisin.
Ya da altın bir köşkün olmalı veya göğe çıkmalısın. Gökten bize okuyabileceğimiz somut bir kitap indirmedikçe de oraya çıktığına kesinlikle inanmayız. Onlara de ki: `Suphanellah! Ben peygamberlikle gönderilmiş bir insandan başka bir şey miyim ki? ” (İsra Suresi, 88-93)
Buna göre ayın ikiye bölünmesi olayının, müşriklerin somut mucize isteklerine verilmiş bir cevap olduğunu söylemek hem Kur’an’ın ayetlerinin açık anlamlarına hem de bu son peygamberlik misyonunun benimsediği tutuma uzak düşer. Bu son peygamberlik misyonu insan kalbine sadece Kur’an’la ve Kur’an’ın belirgin çarpıcılığı ile seslenmeyi, arkasından Kur’an’ın ayetleri aracılığı ile dikkatleri gerek insanın iç dünyasındaki, gerek dış alemdeki ve gerekse tarihin olaylarındaki olağanüstülüklere çekme metodunu benimsemiştir. Bu arada Peygamberimizin eli ile gerçekleşen bazı somut mucizeler de vardır. Fakat güvenilir belgelerle kanıtlanan bu mucizeler O’nun peygamberliğini kanıtlama amacını güden olaylar değil, yüce Allah’ın o sevdiği kuluna yönelik onurlandırıcı bağışlarıdır.
İşte bundan dolayı biz burada çok kanallı belgelerle yeri, zamanı ve biçimi belirlenen ayın ikiye bölünmesi olayın ayete ve o güvenilir belgelere dayanan kesinliğini tespit ediyor, bu belgelerin bazılarında açıklanan gerekçesine parmak basmakla yetiniyor, Kur’an’ın bu olayla birlikte kıyamet anının yaklaştığına dikkatleri çektiğini vurguluyor, Kur’an’ın bu olaydan insan kalbini uyarıcı ve gerçekleri onaylamasını sağlayıcı bir etken olarak yararlanmak istediğini hatırlatıyoruz.
Buna göre ayın ikiye bölünmesi olayı, Kur’an’ın kalpleri ve dikkatleri kendisine yönelttiği bir evrensel olaydır. Kur’an kalpleri ve dikkatleri herzaman başka evrensel olaylara da yöneltir. Bu olay karşısında insanların takındıkları tavır hayretle karşılanıyor. Tıpkı öbür evrensel mucizeler karşısındaki duyarsız tavırlarının hayretle karşılanışı gibi.
Somut olağanüstü olaylar çocukluk dönemini yaşayan kalpleri ürpertebilir. Bu kalpler evrenin sürekli mucizelerini kavrama ve bu mucizelerin gürültüsüz ve kesintisiz etkilerini algılama yeteneğinden henüz uzaktırlar. Oysa insanlığın henüz olgunluk dönemine ermemiş olduğu çağlarda peygamberlerin eli ile ortaya konulan tüm mucizelerin daha büyükleri ve daha çarpıcıları evrenin yapısında her zaman karşı karşıyayız. Fakat bu sürekli mucizeler ilkel duyguları, peygamberlerin ellerinde beliren sözkonusu somut mucizeler kadar etkileyip uyaramaz.
Farzedelim ki, ayın ikiye bölünmesi olağanüstü bir mucize olarak meydana gelmiştir. Fakat bilmeliyiz ki, ayın kendisi ondan daha büyük bir mucizedir. Dünyamızın bu uydusunun hacmini, konumunu, biçimini, yapısını, dönüşünü, safhalarını, insan hayatındaki etkilerini, direksiz olarak uzay boşluğunda dengede kalışını düşünelim. Ay, bütün bu nitelikleri ile gözlerin ve kalplerin karşısında duran sürekli bir büyük mucizedir. Bu mucizenin çarpıcı mesajı ve zihinde uyandırabileceği çağrışımlar kesintisizdir. Bu mucize kör inada ve demogojiye saplanmadıkça inkar edilmesi imkansız olan yaratıcı gücün somut bir kanıtı olarak gözler önünde durmaktadır.
Kur’an-ı Kerim, insanları bütün evreni, bu evrendeki sürekli ilahi mucizeleri dikkatle gözlemeye özendirmekte, insan kalbini her an evrenle ve evrendeki ilahi mucizelerle ilişki kurmaya çağırmaktadır. Bu kitap insanların belirli bir zamanda sadece bir kuşağın belirli bir yerde gördüğü çarpıcı bir olayı gözlemekle yetinmelerine razı değildir.
Evren, bütünü ile, yüce Allah’ın mucizelerine yönelik bir gözlem ve irdeleme alanıdır. Bu alan uçsuz bucaksızdır, sürekli ve kalıcıdır. Tümü ile bir mucize olduğu gibi içindeki irili-ufaklı tüm varlıklar da ayrı ayrı birer mucizedir. Kur’an, insan kalbini her an bu sürekli, bu kesintisiz mucizeleri görmeye, onların kesin ve tartışmasız tanıklıklarını dinlemeye, bu orjinal yaratma gücünün şaşırtıcı örneklerinden zevk almaya çağırır. Bu orjinal yaratmâ gücünün eserlerinde estetik ile mükemmellik bir aradadır. Bu ortaksız gücün harika eserleri dehşet ve şaşkınlık duygularını harekete geçirdiği gibi soğukkanlı ve köklü imanın, ikna olmuşluk duygusunu kalplerde pekişmesini sağlar.
Surenin başında yeralan kıyamet anının yaklaştığına ve ayın ikiye bölündüğüne ilişkin açıklama insan kalbini şiddetle sarsan çarpıcı bir mesaj niteliği taşır. Bu sarsıntıya tutulan insan kalbi yaklaşan kıyamet anını beklemeye koyuluyor, meydana gelen somut mucizeyi irdeliyor ve bu etkileyici mesaja muhatap olanların gözleri ile gördükleri sözkonusu evrensel olayın ışığı altında kıyamette cereyan edecek olan olayları düşünüyor.
İmam-ı Ahmed Hüseyin, Muhammed b. Mutavvıf ve Ebu Hazım kanalı ile verdiği bilgiye göre sahabilerden Sehl b. Saad kıyametin yakınlığı konusunda şöyle diyor: “Bir keresinde Peygamberimiz şehadet parmağı ile orta parmağını göstererek “Benim peygamber olarak gönderilmem ile kıyamet anı birbirine böylesine yakındır” buyurmuştur ” (Bu hadisi Buhari ile Müslim, Ebu Hazım Seleme b. Dinar’a dayanarak aktarmıştır)
O korkunç buluşmanın anı hızla yaklaşıyor. Etkileyici bir doğa olayı olan ay bölünmesi meydana geliyor. Başka birçok mucizeler gözler önünde gerçekleşiyor. Fakat müşriklerin kalpleri bunların hiçbirini umursamıyor, kör inatları içinde yüzüyorlar, sapıklıkta ısrar ediyorlar, öğüt alıp yalanlamalara son vermek için yeterli olan büyük olayların çarpıcı mesajlarından etkilenmedikleri gibi bu ürkütücü tehditten de etkilenmiyorlar. Okuyoruz:
“Onlar bir mucize görseler yüz çevirirler ve `bu öteden beri gördüğümüz sürekli bir büyüdür’ derler.
Yalanladılar, keyfi arzularına uydular; ama herşey yerinde duruyor.
Onlara bu tutumlarından vazgeçmelerini sağlayacak haberler geldi.
Bu haberler son derece anlamlı ve etkilidir, ama uyarılar yararlı olmuyor.”
Müşrikler yüce Allah’ın ayın ikiye bölünmesine ilişkin mucizesini gözleri ile gördükleri halde buna yüz çevirerek `bize büyü yapıldı’ dediler. Onların Kur’an ayetlerine ilişkin görüşleri de bu idi. Bu ayetler hakkında da bir “Bu eski kuşaklardan aktarılmış geleneksel bir büyüdür” demişlerdi. (Müddessir Suresi, 24) Onlar yüce Allah’ın hangi ayetini görseler bu sözü söylerler. Bu ayetler sürekli ve kesintisiz olduğu için müşrikler onları “sürekli bir büyü” olarak niteliyorlar. Böyle derken bu ayetlerin özünü ve niteliğini araştırmaya yanaşmıyorlar, bu ayetlerin anlamlarına ve tanıklıklarına sırt dönüyorlar. Gördükleri ayetleri de bu ayetlerin dile getirdikleri gerçekleri de yalanlıyorlar. Bu yalanlayıcı tutumu sırf keyfi arzularına uyarak benimsiyorlar. Ne bir delile dayandıkları ne bir kanıta sığındıkları var. Ayrıca çevrelerini kuşatan şu evrenin bütün varlıklarında beliren değişmez ve sarsılmaz gerçeği de irdelemiyorlar. Okuyoruz:
“Ama herşey yerinde duruyor.”
Yani şu koca evrende her nesnenin belirli bir yeri vardır. Herşey o kaymaz ve sarsılmaz yerinde durur. Şu evren bütünü değişmezliğe ve istikrara dayanır. Ne değişken arzuların ne oynak mizaçların ne geçici rastlantıların ve ne de saman alevi gibi parlayıp sönmesi bir olan uçucu heveslerin tutsağıdır. Herşeyin belirli bir yeri, belirli bir zamanı vardır. Herşey belirlenmiş yerine ve zamanına bağlıdır. Şu duyarsız müşriklerin çevrelerindeki herşeye istikrar ilkesi egemendir. Bu ilke bütün nesnelerde ve olaylarda belirir. Gök cisimlerinin dönüşleri, hayatın yasaları, bitkilerin ve hayvanların gelişim evreleri, maddelerin ve cisimlerin sabit nitelikleri bu ilkeye bağlıdır. Dahası var. Bu ilke sözkonusu müşriklerin vücut fonksiyonlarında ve organik etkinliklerinde de geçerlidir. Onların organik ve biyolojik fonksiyonları keyfi arzularına göre işlemez, bu düzende onların hiçbir egemenlik payları yoktur. İstikrar ilkesi onları çepeçevre kuşattığı, çevrelerindeki tüm varlıklara ve olgulara egemen olduğu, önlerindeki ve arkalarındaki her gelişmeye damgasını vurduğu halde bir tek onlar bu ilkeye yan çiziyorlar, arzularının salıncağında sallanıp duruyorlar. Oysa;
“Onlara bu tutumlarından vazgeçmelerini sağlayacak haberler geldi.”
Onlara bu Kur’an’da anlatılan evrensel mucizelerin, bunların yanısıra kendilerinden önce yaşamış ve ilahi mesajı yalanlayan toplumların yok edilişlerinin ve yine Kur’an’da tasvir edilen ahiret serüvenlerinin haberleri geldi. Bütün bu haberler yanlış yolda olanların tutumlarını değiştirmelerini sağlayacak nitelikte uyarıcılardı. Yine bu haberler kalpleri yumuşatacak, onları yüce Allah’ın hikmetli plânını düşünmeye daldıracak derecede hikmet doluydu. Fakat körelmiş kalplerin bütün pencereleri Allah’ın ayetlerine karşı kapalıdır, gelen haberlerden yararlanmazlar, ardarda çınlayan uyarıcıların seslerine karşı kulakları duyarsızdır. Okuyoruz:
“Bu haberler son derece anlamlı ve etkilidir; ama uyarılar yararlı olmuyor.”
Çünkü iman, yüce Allah’ın bunu kabul etmeye hazır olan, bu nimete lâyık olan kalbe yönelik bir bağışıdır.
Müşriklerin kör inatlarının, ısrarlı sırt çevirmelerinin, gelen haberlerden yararlanmayışlarının ve uyarılar karşısındaki aşırı duyarsızlıklarının tasvirine ilişkin bu noktada Peygamberimize dönülüyor; ona bu zavallılardan yüz çevirmesi,” onları kendi hallerine bırakması telkin ediliyor. Onlar nasıl olsa o zor günle karşılaşacaklardır. Onlar o günün eşiğinde ayın ikiye bölündüğünü gördükleri halde onun yakın olduğunu bildiren uyarıcıların seslerine kulak asmıyorlar. Okuyoruz:
“Sen de yüz çevir onlara. Görevli melek o gün onları benzeri yaşanmamış olaya çağırdığında;
Mezarlarından donuk ve ürkek bakışlarla çıkarak çekirge sürüsü gibi etrafa yayılırlar.
Kendilerini çağıran görevliye doğru koşarlar. O zaman kafirler `bu zor bir gündür’ derler.”
Burada o “zor gün”ün bir sahnesi ile karşı karşıyayız. Bu sahnenin dehşeti ve çetinliği hem surenin bütününün gölgesi ile hem kıyamet anının yaklaştığını belirten alarm zili ile tam ayın bölündüğüne ilişkin haberle ve hem de surenin müzikal titreşimi ile uyum halindedir.
“Sahne, ardışık tablolu ve hızlı akışlıdır. Hızlılığı yanında somut ve hareketlidir de. Motifleri ve hareketleri bütünlük arz eder. İşte şu mezarlarından bir anda çıkan çekirge sürüsü gibi insan kalabalıkları. Bildiğimiz çekirge sürülerinin tablosu, sunulan bu görüntüyü zihnimizde canlandırmamıza yardım ediyor. Bu kalabalıkların bakışları dehşetten ve alçalmışlıktan dolayı donuk ve ürkektir. Bunlar hızlı adımlarla kendilerini çağıran görevliye doğru koşuyorlar. Bu görevli onları o güne kadar benzeri yaşanmamış, eşi görülmemiş, zor, bilmedikleri, tanımadıkları ve bu yüzden tedirgin bakışlarla gözledikleri bir sahneye çağırıyor. Bu toplanma, bu dehşet ve koşuşma sırasında kafirler “bu zor bir gündür” diyorlar. Bu cümle çetin ve ürkütücü bir sahne ile yüzyüze gelmek için yola çıkan yorgun ve bitkin insanların söyleyecekleri bir sözdür.”
NUH TUFANI
Surenin başında yeralan bu çarpıcı mesajdan ilahi mesajı yalanlayanların kıyamet günü karşılaşacakları sıkıntıyı canlandıran sahneden sonra Mekke müşriklerinden önce yaşamış inkârcı toplumların çarpıldıkları cezanın somut sahnelerine geçiliyor, bu müşriklerin eski yoldaşları olan milletlerin somut yokoluş tabloları sunuluyor. Gözlerimizin önüne ilk serilen tablo Hz. Nuh’un inkârcı soydaşlarının tablosudur. Okuyalım: