sohbetlerözlü sözleryazarlarmakalelervideolartefsir derslerikavram derslerimedaricus salikin

TABERİ (RH.A)’NİN BAKIŞ AÇISIYLA BAKARA SURESİ 259. AYET-İ KERİME

TABERİ (RH.A)’NİN BAKIŞ AÇISIYLA BAKARA SURESİ 259. AYET-İ KERİME
15.06.2024
125
A+
A-

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah(Celle Celaluhu)’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.

259- Veya altı üstüne gelmiş bir şehire uğrayan kimseyi görmedin mi? O kimse “Burayı ölümünden sonra Allah nasıl diriltecek?” demişti. Bunun üzerine Allah, o kimseyi öldürüp yüz yıl ölü olarak bıraktı. Sonra tekrar diriltti. Ve ona: “Ne kadar kaldın?” dedi. O da: “Bir gün veya bir günün bir bölümü kadar kaldım.” dedi. Allah da: “Hayır sen yüz sene ölü kaldın. Yiyeceğine içeceğine bir bak, hiç değişmemiş, bir de eşeğine bak. Biz seni, insanlara bir ibret olasın diye böyle yaptık. Kemiklere bak, onları nasıl bir araya getirip sonra et giydiriyoruz.” dedi. Allah’ın kudreti ona apaçık belli olunca: “Artık Allah’ın her şeye kadar olduğunu iyice anla­dım.” dedi.

Ey Muhammed, İbrahim ile münakaşa eden adam gibi, altı üstüne gelmiş şehre uğrayan adamı da kalb gözünle görüp bizim de sana haber vermemizle bilmedin mi? O kimse dedi ki: “Allah, bu şehri tamamen yıkılmış, halkı da yok olmuş iken nasıl diriltilebilir?” Bunun üzerine Allah, kudretini bizzat onun üze­rinde kendisine gösterdi. Onu Öldürdü ve aradan yüz sene geçtikten sonra diriltti ve ona: “Ben seni diriltmeden kaç sene ölü kaldın?” diye sordu. O da: “Bir gün veya bir günün bir kısmı kadar kaldım.” dedi. Çünkü Allah onun ruhunu öğle­den evvel almış ve yüz sene sonra yine bir günün öğleden sonrası onu diriltmiş-ti. Ona ne kadar kaldığı sorulunca güneşe baktı ve nerdeyse batmak üzere oldu­ğunu gördü. Bunun içindir ki: “Bir günün bir kısmı kadar kaldım.” diye cevap vermişti, Allah ona: “Hayır tam yüz sene ölü olarak kaldın.” dedi. Yine devamla dedi ki: “Yiyecek ve içeceklerine bak, bu kadar uzun bir süre içinde hiç bozul­mamışlar. Allah ona tekrar şöyle dedi: “Eşeğine bak. O da seninle beraber Öl­müştü. Bak, kudretimizle onu da nasıl diriltiyoruz? Kudretimizden habersiz ve büyüklüğümüzden şüphede olanlara seni bir delil yapmak için Öldürdük sonra dirilttik. Kendi kemiklerine ve eşeğinin kemiklerine bak, onları gözlerinle görü­yorsun. Bak onlan nasıl bir araya getiriyor sonra da onları etle kaplıyoruz.” Allah’ın kudreti ve yüceliği açıkça ortaya çıkınca o kişi şöyle dedi: “Artık Allahın her şeye kadir olduğunu çok iyi anlıyorum.”

“Allah, ölümünden sonra bu şehri nasıl diriltecektir?” diyerek harap olan ülkenin tekrar diriltilebileceğini yadırgayan o kişiye bu işin olurluğunu is­pat için Allah teala, paramparça olmuş kemikleri bir araya getirip nasıl düzene koyacağını göstererek bir mucize meydana getirdi. O kişi, merkebine baktı. Onun çürümüş olduğunu gördü. Allah bir rüzgâr gönderdi, merkebe ait kemik­leri dağlardan, ovalardan toplayarak bir araya getirdi. O kişi, bakıp dururken o kemikleri birbirine ekledi ve bu, Allah Teâlâ’nın açık bir delili oldu.

Âyet-i kerimede zikredilen ve harabe haline gelmiş bir şehrin halkının nasıl dirileceğini soran bu kişinin kim olduğu hususunda iki görüş zikredilmiş­tir.

a- Naciye b. Kâ’b, Süleyman b. Büreyde, Katade, Rebi’ b. Enes, İkrime, Süddi, Dehhak ve Abdullah b. Abbas göre bu kişi Hz. Üzeyirdir.

b- Vehb b. Münebbih ve Abdullah b. Ubeyd’e göre bu kişi “Enniya” isimli bir Peygamberdi. Taberi, doğru olan görüşün, bu kişinin kim olduğunu kesin olarak söylemeyen görüş olduğunu bildirmiş ve özetle şunları söylemiştir: “Ayetin zikredilişinin asıl sebebi Allah tealanın, ölüleri tekrar dirilteceğine dair, kudretini inkâr eden kişilere karşı, insanların dikkatini çekmek ve bu inkarcıların tavrına olan hayreti beyan etmek ve Resulullahın hicreti esnasında çevresinde bulunan Yahudilee, Resulullahın hak Peygamber olduğunu ortaya koymak ve Yahudilerin mazeretlerini ortadan kaldırmaktır. Âyetin maksadı, ha­rap olmuş bir kentin nasıl dirileceğine hayret eden bir kişiyi bize tanıtmak değil­dir. Eğer böyle olacak olsaydı Allah teala, o kişinin adını açıkça Kur’anda zikre­derdi. Zikretmediğine göre bu kişi, Üzeyir de olabilir, Ermiya da, Bizim, bunun adını bilmeye ihtiyacımız yoktur.

Müfessirler, harabe halinde olan bu şehrin hangi şehir olduğu hususunda iki görüş zikretmişlerdir.

a- Vehb b. Münebbih, Katade, Dehhak, İkrime ve Rebi’ b. Enesten nakle­dilen bir görüşe göre bu şehir Kudüstür. Onu harebe haline getiren de Buhtun-nasr’dır.

b- İbn-i Zeyde göre ise bu şehir, ölümden kaçan binlerce İsrailoğulunun öldürüldükleri şehirdir. Bunlar, Taun hastalığına yakalanarak ölmüşlerdir. Allah Teâlâ bunlar hakkında “Sayılan binlere vardığı halde, ölüm korkusundan memle­ketlerini terkedenleri görmedin mi? Allah onlara “Ölün” dedi. Sonra kendilerine yine hayat verdi buyurmuştur.

Ayet-i kerimede geçen ve “Altı üstüne gelmiş bir şehir”diye tercüme edilen cümledeki kelimesi, “Halkından boş kalmış, harap olmuş, tavanları yıkılmış” şeklinde izah edilmiş kelimesi ise “Evler, binalar ve tavan­lar” şeklinde izah edilmiştir.     .

Âyet-i kerimede “Burayı ölümünden sonra Allah nasıl diriltecek?” buyrulmaktadır. Müfessirler, bunu söyleyen Üzeyir veya Ermiyanın bu sözünü ne maksatla söylediği hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.

a- Bazılarına göre bu sözü söyleyen, Allanın Ölüleri dirilteceğine dair kudretinden şüphe ettiği için bu sözü söylemiştir, Allah da bizzat o kişinin ken­disinde ve harabe olan şehirde kudretini göstererek o kişiyi ikna etmiştir. Bu so­ruyu soran (Kendisine Hızır da denilen) Ermiyadır. Bu hususu Vehb b. Müneb­bih, uzun bir şekilde şöyle rivayet etmiştir. “Allah teala, Ermîyayı Peygamber olarak İsrailoğullanna gönderdiğinde ona şunları vahyetmiştir: “Ey Ermiya, ben seni yaratmadan önce Peygamber seçtim. Annenin rahminde şekillendirmeden önce seni takdis ettim. Seni annenin kamından çıkarmadan önce temizledim. Yürüme durumuna gelmeden önce seni Peygamber yaptım. Olgunluk çağına erişmeden Önce seni seçtim. Ben seni, büyük bir iş için seçtim.” Bundan sonra, Allah teala, Ermiyayi İsraioğuSlannın Kralına gönderdi. O, Kralı irşad ediyor onu düzeltiyor ve ona Allah tarafından haberler getiriyordu. Sonra İsraioğulla-nriçîa hadiseler büyüdü. Onlar isyana düştüler. Haramları helal saydılar. Allahın kendilerine yaptığı şeyleri ve kendilerini, düşmanları Sencarip’ten kurtardığını unuttular. Allah teala da Ermiyaya “Kavmin İsrailoğullanna git. Sana emretti-ğim şeyleri onlara anlat: Onlara lütfettiğim nimetleri hatırlat ve ne yaptıklarını da onlara göster.” diye variyetti. Sonra Allah teala Ermiyaya “Ben, İsnûloğulla-nnı, Nuhun oğlu Yafesin soyundan gelen ve Babilde yaşayan Yafeslerin eliyle helak edeceğim.” dedi. Ermiya, rabbinin bu vahyini işitince bağırıp ağlamaya başladı. Üstünü başını yırttı. Başına topraklar saçtı ve kendi kendine: “Lanet ol­sun doğdum güne ve Tevratla karşılaştığım güne. Benim en kötü günüm, doğ­duğum günmüş. Benim İsrailoğullannın son Peygamberi olmam da benim için kötü bir şey olduğundanmış. Eğer benim için hayır dilenmiş olsaydı, İsrailoğul­lannın Peygamberlerinin sonuncusu olur muydum? Benim yüzümden lsrailo-ğullan sefalete düşüyor ve helak oluyorlar.” dedi. Allah teala, Emıiyanın yal­varma ve ağlamalarını işitince ona “Ey Enniya, vahyettiklerim sana ağır mı gel­di” diye nida etti. Enniya: “Evet ey rabbim, hiç arzu etmediğim şeyler, beni ls-railoğullan hakkında mahvetti.” diye cevap verdi. Allah teala: “İzzetime yemin olsun ki, Kudüsü ve İsraioğullarını, sen istemedikçe helak etmeyeceğim.” dedi. Bunun üzerine Ermiya sevindi. Allah tealanın sözünden gönlü hoşnut oldu ve kendi kendine “Musayi ve diğer Peygamberlerini hak olarak gönderen Allaha yemin olsun ki, rabbimden İsroiloğullarım helak etmesini asla istemeyeceğim.” dedi. Sonra İsrailoğullannın hükümdarına gelerek Allahın kendisine vahyettik-lerini ona bildirdi. O da sevindi. Hoşnut oldu ve “Eğer rabbimiz bize azabedecek olursa bizzat bizim işlediğimiz büyük günahlar yüzündendir. Eğer bizi affe­decek olursa onun kudretindendir.” dedi. Bu vahiyden sonra İsrailoğulları üç se­ne yaşadılar. Bu yıllar içerisinde isyanlarını artırmak ve kötülüklerinde inat et­mekten başka bir şey yapmadılar. “Bu da onların helak olmalarına yakın bir za­mandaydı. Bu sırada, vahiy gelişi azalmıştı. Öyle ki, artık âhireti hatırlamaz ol­dular. İsrailoğulları, dünyaya dalıp onunla meşgul olunca Ermiya onlardan elini çekti. Bunun üzerine Kralları onlara: “Ey İsrailoğullan, Allahtan size bir ceza gelmeden ve Allah size bir kısım merhametsiz Kralları musallat etmeden önce bu halinizden vaz geçin. Zira rabbiniz, tevbeyi kabul eden, hayır nasibetmekte eli açık olan ve tevbe edene karşı merhametli olandır.” dedi. Fakat İsrailoğullan, yaptıkları şeylerden vaz geçmediler ve Krallarına karşı direttiler. Bunun üzerine Allah, Buhtunnasr’ın kalbine, Kudüse doğru yürümeyi ve dedesi Sencaribin ora­ya yapmak istemiş olduğu şeyi yapmasını ilham etti. Buhtunnasr, altı yüz bin sancağı ile birlikte Kudüs halkının üzerine yürüdü. Ordu hareket edince İsrailo-ğullafmm Kralına Buhtunnasr’ın kendileriyle savaşmak üzere yola çıktığı haberi geldi. Kral, Ermiyaya adam göndererek onu yanına çağırttı ve ona: “Ey Enniya, hani sen, zannediyordun ki, rabbimiz sana vahyetmiş ki sen istemedikçe o, Ku­düs halkını helak etmeyecekmiş?” dedi. Enniya da Krala: “Rabbim vaadinden dönmez. Ben buna güveniyorum.” diye cevap verdi. Zaman yaklaşıp ta, İsraio-ğullarının iktidarlarının yok edilme anı gelince ve Allah tealanın, onları helak etmeye azmetmesi kesinleşince Allah, kendi tarafından bir melek gönderdi ve ona, Ermiyadan bir fetva sormasını istedi. Meleğe hangi fetvayı soracağını da emretti. Melek, İsrailoğullarından bir adamın şekline girerek Ermiyaya geldi ve Enniya ona: “Sen kimsin?” diye sordu. Adam da: “Ben, İsroğiloğullarından bir kişiyim. Bir kısım meselelerim hakkında senden fetva soracağım:” dedi.” dedi. Enniya ona izin verdi. Melek ona: “Ey Allanın Peygamberi, ben sana. Allanın bana emrettiğine göre, kendilerine iyilikte bulunduğum akrabalarım hakkında fetva soruyoum. Ben onlara iyilikten başka bir şey yapmadım. Elimden gelen herhangi bir ikramda bulunmaktan geri durmadım. Fakat benim onlara ikramım, ancak onların bana kızmalarına sebep oldu. Ey Allanın Peygamberi, sen bunlara ne yapacağımı söyle.” dedi. Enniya da ona dedi ki: “Seninle Allah arasındaki şeyleri güzelce yap. Allanın sana iyilikte bulunmanı emrettiği kimselere iyilikte bulun ve neticede hayıra ulaşmayı bekle.” Melek oradan ayrılıp gitti. Bir kaç gün sonra Enniyaya, daha önce şekliyle geldi. Önüne oturdu. Enniya ona: “Sen kimsin?” dedi. Melek ona: “Ben, daha önce sana, akrabalan hakkında şikayete gelen kişiyim.” dedi. Enniya da ona: “Şimdiye kadar ahlakları düzelmedi mi? Sen onlardan istediğin durumu görmedin mi?” dedi. Melek ona: “Ey Allahin Peygamberi, seni hak peygamber olarak gönderen Allaha yemin olsun ki, ben onlara herhangi bir insanın, akrabalarına yapabileceği en iyi ikramı yapmaktan geri durmadım. Hatta daha fazlasını yaptım. ” Peygamber de: “Sen akrabalarına dön. Onlara iyilikte bulun. Ben salih kullarını ıslah eder. Allahtan sizin aranızı düzeltmesini ve sizi, razı olacağı bir şey üzerinde birleştirmesini ve sizi gaza­bından uzaklaştırmasını dilerim.” dedi. Bunun üzerine melek kalkıp gitti. Ara­dan bir müddet geçtikten sonra, Buhtunnasr, ordusuyla Kudüsün yakınında ka­rargah kurdu. Ordusu, çekirgelerden daha çoktu. İsrailoğulları bundan dolayı büyük bir korku içine düştüler. İsrailoğullarınır. Kralı güç durumda kaldı. Enni-yayı çağırdı ve ona: “Ey AH ahin Peygamberi, Allanın sana olan vaadi nerede?” dedi. Enniya da: “Ben, rabbime güveniyorum.” dedi. Enniya, Beytül Makdisin duvarında otunnuş gülüyor ve rabbinin kendisine vaadettiği zaferi sevinçle bek­liyordu. İşte bu sırada ona melek geldi, önüne oturdu. Enniya ona: “Sen kim­sin?” diye sordu. Melek ona: “Ben, akrabaları hakkında senden iki defa fetva soran kişiyim.” dedi. Peygamber ona: “Onların, içinde bulundukları o halden hâlâ uyanma zamanlan gelmedi mi?” dedi. Melek ona: “Ey Allanın Peygambe­ri, bu güne kadar onlar tafarafından bana ne gibi bir kötülük dokunuyordu ise ona karşı sabrediyor ve bu kötülüklerini sırf beni kızdınnak için yaptıklarını bi­liyordum. Bu gün onların yanına vardım ve onlann, Allanın razı olmadığı ve sevmediği bir şeyi yaptıklannı gördüm.” dedi. Peygamber de ona: “Ne yaptıkla­rını gördün?” dedi. O da: “Ey Allahın Peygamberi, ben onların, Allahı gazap-landıracak bir şey yaptıklarını gördüm. Şayet onlar, bu günden önce yaptıklarını gördüğüm şeyleri yapmış olsalardı, benim onlara karşı öfkem kabannazdı. On­lara karşı sabreder ve onlar için iyi dileklerde bulunurdum. Fakat ben bugün on­lara Allah için ve senin için kızdım. Durumlarını sana bildirmek için geldim. Ben, seni, hak Peygamber olarak gönderen Allah hakkı için senden, onları helak etmesine dair Allaha niyaz etmeni istiyorum.” dedi. Enniya da: “Ey, göklerin ve yerin hükümdarı olan Allahım, eğer onlar hak üzereyseler ve yaptıkları doğru ise sen onları sağ bırak. Şeyat onlar, senin gazabını çekmişjerse ve senin razı ol­mayacağın amelleri işliyorlarsa sen onlan helak et.” dedi. Bu söz, Enniyanın ağzından çıkar çıkmaz, Allah gökten Kudüse bir yıldırım gönderdi. Yıldırım, kurbanların kesildiği yeri yaktı ve Kudüsün kapılarından yedisini yerin dibine geçirdi. Enniya bunu görünce ağlayıp feryad etti. Elbiselerini yırttı, başına kül­ler saçtı ve “Ey göklerin hükümranı ve ey merhametlilerin en merhametlisi olan Allahım, senin bana verdiğin vaadin nerede?” diye niyaz etti. Bunun üzerine, Enniyaya şöyle nida edildi: “Onların başına gelenler, senin, bizim elçimize ver­diğin fetvaların icabıdır.” Bunun üzerine Enniya: “Bu olayın sebebinin, kendisi­nin verdiği üç fetvadan biri olduğunu ve kendisine gelen kişinin Allahın elçisi bir melek olduğunu anladı. Kudüşü terkedip vahşi hayvanların yaşadıkları yer­lere gitti. Buhtunnasr ve ordusu, Kudüse girdi. Düşman ordusu Şam toprakları­na ayak bastı. Buhtunnasr İsrailoğullarını, soylarını tüketircesine öldürdü. Ku-düsü yaktı. Sonra ordusuna, kalkanlanyla toprak taşıyarak Beytül Makdisin bu­lunduğu yeri doldurmalarını emretti. Ordusu da bu emri yerine getirdi. Öyle ki, Beytül Makdisin yeri dolduruldu. Sonra da Buhtunnasr, Babile gitmek üzere oradan ayrıldı. İsrailoğullanndan aldığı esirleri de beraberinde götürüyordu. Buhtunnasr Kudüsten ayrılmadan önce, orada bulunan büyük küçük herkesi toplayıp kendisine getirmelerini emretti. Bunun üzerine İsroiloğullan, toplanıp kendisine getirilde. Buhtunnasr, onlann içinden doksan bin çocuğu seçip ayırdı. Ordunun ganimeteleri biriktirilip dağtılması istenince Buhtunnasr’ın yanında bulunan ileri gelenler ona şöyle dediler: “Ey Kral bütün ganimetlerimiz senin olsun. Sen, seçip ayırdığın bu çocukları bizim aramızda taksim et.” Buhtunnasr onların bu istekerini kabul edip çocukları onlara dağıttı. Her birine dört çocuk düştü. Danyal, Azerya, Mesail ve Hananya bu çocçuklardandır. Buhtunnasr, on­lardan aldığı esirleri üç guruba ayırdı. Üçte birini Şam topraplarında bıraktı. Üç­te birini esir aldı, üçte birini de öldürdü. Kudüsten aldığı esirleri ve doksan bin çocuğu Babile götürdü. İşte bu olay, Allah tealanın, Resulullaha durumunu bil­dirdiği ve zulmetmeleri sebebiyle uğradıklarını haber verdiği kavmin olayıdır. Buhtunnasr, Kudüsü terkedip Babile doğru yönelince, Ermiya, merkebine bin­miş, bir matara üzüm suyu bir sepet de inciriyle birlikte İlyaya gelmiştir. Ermi­ya, İlyayı ve oranın yıkıldığım görünce içine şüphe ginniş ve kentli kendine “Burayı ölümünden sonra Allah nasıl diriltecek?” demiş Allah da onu öldürmüş ve onu ve merkebini yüz yıl ölü olarak bırakmıştır. Üzüm suyu ve inciri de ya­nında kalmıştır. Allah, gözleri Enniyayı görmeye karşı kör etmiş, herhangi bir kimse onu görmemiştir. Sonra da Allah Enniyayı diriltmiş ve ona “Burada ne kadar kaldın?” diye sornıuş o da “Bir gün veya bir günün bir bölümü kadar kal­dım.” demiştir. Allah teala da ona: “Bilakis, sen burada yüz yıl kaldın. Yiyece­ğine ve içeceğine bak, bunlar değişip bozulmamıştır. Merkebine de bak. Biz se­ni, insanlara bir mucize olman için böyle yaptık. Kemiklere de bak. Biz onlan nasıl bir araya getirip sonra da onlara et giydiriyoruz.” dedi. Emriya merkebine baktı. Merkep onunla birlikte Ölmüştü bir de ne görsün, merkebinin eklemleri birbirine ulanıyor. Damarları ve sinirleri birbirine bağlanıyor, sonra üzerine et bürünüyor ve düzgün bir hale geldikten sonra ona ruh üfleniyor. Merkep te aya­ğa kalkıp anırıyor. Emriya bir de üzüm suyuna ve incire baktı. Gördü ki onlar da aynen bıraktığı gibi duruyorlar. Ermiya, Allanın kudretini bizzat gözleriyle görünce “Bildim ki Allah her şeye kadirdir.” dedi. Allah teala bundan sonra da Enmiyayi yaşattı. İşte bugün yeryüzünün çöllerinde ve çeşitli şehirlerinde göıii-len kimse budur (Yani, Ermiya ismi taşıyan Bızırdır.)

Vehb b. Münebbih, başka bir rivayetinde Özetle şunları anlatmıştır. “Er­miya, Mısırda bulunuyordu. Allah ona, İlya şehrine gitmesini emretti. O, mer­kebine binerek bir sepet üzüm ve inciriyle bir de su kabıyla yürüyüp Kudüse geldi. Oranın harabe haline getirildiğini görünce “Buranın halkı öldükten sonra Allah burayı nasıl diriltecek?” dedi. Kudüste bir yeri kendisine mekan edindi. Merkebini bir yere bağladı. Su kabını bir yere astı. Allah onu uyuttu. Uyuyunca da canını aldı ve Ermiya bu haliyle yüz yıl kaldı. Ermiya bu haliyle, yetmiş yıl geçirince Allah, Fars Krallarından birine bir melek göndererek ona “Allah, sana. gidip Kudüsü ve İlyayı yapmanı emrediyor. Böylece Kudüs, eskisinden mamur hale gelsin istiyor.” diye söyletti. Kral hazırlık için üç gün mühlet istedi. Üç günden sonra üç yüz tane idareci seçti. Her idarecinin emrine bin kadar işçi ve yeteri kadar malzeme verdi. Üç yüz bin işçi ile idareciler Kudüse gittiler. Orada çalışmaya başlayınca, Allah Ermiyanın sadece gözlerine can verdi. Vücudunun diğer ki simi an Ölü idi. Ermiya, İlya şehrine ve çevresindeki köylere, mescitlere, nehirlere, ekinlere bakıp duruyordu. İnsanlar, oralarda çalışıyor oraları düzelti­yorlardı. Nihayet oralar eski durumuna dönüştü. Böylece otuz sene de geçip yüz yıl tamam olunca Allah, Ermiyanın vücudunun tamamını diriltti. Ermiya yiye­ceğine içeceğine baktı. Onlar bozulmamıştı. Merkebine baktı. Onu, bağladığı gündeki gibi ayakta gördü. Merkebin boynundaki yuların, yeni olarak aynen durduğunu gördü. Halbuki üzerinden, soğuk ve sıcağıyla yüz yıl geçmişti. Er­miyanın vücudu, çürümekten mütvellit incelmişti. Allah, ona yeniden et giydir­di. Kemiklerini bir araya getirirken de Ermiya gözleriyle onlara bakıyordu. Al­lah teala ona: “Biz seni insanlara bir ibret olasın diye böyle yaptık. Kemiklere bak, onlan nasıl bir araya getirip sonra et giydiriyoruz.” dedi. Allanın kudreti apaçık belli olunca: “Artık Allah’ın her şeye kadir olduğunu iyice anladım.” dedi b- Süddiye göre ise bu sözü söyleyen Üzeyirdir. O, bu sözünü Allahın, ölen kişileri ve harabe olan bir yeri yeniden nasıl diriltip imar edeceğinden şüp­he etmesinden dolayı söylememiş, sadece yüce mevtanın kudret ve kuvvetine hayret ettiğini belirtmek istemiştir. Bu hususta Süddi diyor ki: “üzeyir Şamdan merkebine binmiş, yanında da bir miktar üzüm suyu ve bir sepet inciriyle birlik­te gelirken bir kasabaya uğramış orayı görünce durmuş ve ellerini kaldırarak: “Buranın halkını öldürdükten sonra Allah burayı nasıl diriltecek?” demiştir. Üzeyirin bu tavrı bir yalanlama ve bir şüpheden kaynaklanmıştır. Allah Üzeyiri ve merkebini Öldürmüş, onlann üzerinden yüz yıl geçmiştir. Sonra da Allah Teâlâ Üzeyiri diriltmiş ve ona: “Ne kadar yıl kaldın?” diye somıu o da “Bir gün ve­ya bir günün bir bölümü kadar kaldım.” demiştir. Bunun üzerine Üzeyire, orada yüz yıl kaldığı bildirilmiş ve ona, yiyeceğine, içeceğine bakması, merkebinin diriltiliş şeklini gözlemesi emredilmiş, o da bunları görünce Allah’ın her şeye kadir olduğunu söylemiştir.

Taberi diyor ki: “Öldürülüp yüz yıl kaldıktan sonra tekrar diriltilen Enni-ya veya Üzeyir yahut ta Allahın haberini bize naklettiği fakat kim olduğunu bil­mediğimiz bu kişinin, bu kadar zaman geçmesine rağmen “Bir gün kaldım” ve­ya “Bir günün bir bölümü kadar kaldım.” demesinin sebebi şudur: “Allah teala bu zatı, gündüzün başlangıcında öldürmüş ve yüz sene sonra onu güneşin bat­ması anında d iri İtmiştir. Bu sebeple o kişi, sabahleyin uyuyup akşam olmadan uyandığını zannetmiş, bir gün veya bir günün bir bölümü kadar kaldığını söyle­miştir. Nitekim Katade ve İbn-i Cüreyc âyetin bu bölümünü bu şekilde izah et­mişlerdir.

Âyet-i kerimede “Yiyeceğine, içeceğine bir bak. Hiç değişmemiş.” buy-rulmaktadir. Buradaki yiyecek ve içecekten maksat, bazılarına göre bir sepet in­cir ve üzüm, bir testi de su idi. Bazılarına göre ise, bir sepet üzüm, bir sepet in­cir, bir tulum da üzüm suyu idi. Diğer bazılarına göre ise yiyecek bir sepet üzüm, içecek te bir küp veya bir matara içki idi.

Âyet-i kerimede geçen ve “Hiç değişmemiş” diye tercüme edilen kelimesini Vehb b. Münebbih, Katade, Südi, Dehhak, İkrime ve İbn-i Zeyd “Değişmemiştir” mânâsına yorumlamış Mücahid ve Reb’ b. Enes tarafın­dan ise “Kokmamıştır” şeklinde izah edilmiştir.

Âyet-i kerimede “Bir de eşeğine bak.” buyrulmaktadır. Müfessirler âyetin bu bölümünü ve devamını farklı şekillerde izah etmişlerdir.

a- Vehb b.Münebbih ve Süddiye göre, Allah teala dirilttiği kimsenin bü­tün vücudunu düzgün hale getirip onu tamamen dirilttikten sonra merkebini de nasıl dirilteceğini ona göstermek için bunu emretmiştir. Yani, “Merkebini nasıl dirilteceğimize ve onun kemiklerini bir araya getirip sora da onlan etle kapla­yacağımıza bir bak.” demiştir.

b- Mücahid ve İbn-Cüreyce göre ise, Allah teala, dirilteceği kimsenin sa­dece gözlerine hayat verdikten sonra, hem kendisinin hem de merkebinin nasıl diriltildiğine bakması için ona bunu emretmiştir. Yani ona “Hayata kavuşturdu­ğumuz gözlerinle, bizzat kendi vücudunun ve merkebinin nasıl diriltildiğine bak.” demiştir. Görüldüğü gibi bu izaha göre Allah teala, dirilttiği kimsenin ön­ce gözlerini diriltmiş, onlara hayat vermiş, ondan sonra da bu kişinin vücudunu ve merkebini, gözü önünde diriltmiş, böylece kudretini ona göstemiştir.

c- Vehb b. Münebbih, Dehhak, Katade, Rebi’i b. Enes ve İbn-i Zeyde gö­re ise, Allah teala, öldürdüğü o kişinin, önce kafasını diriltmiş, gözlerine hayat vermiş sonra da ona kendi vücudunun nasıl diriltildiğini göstenniştir. Yüz yıl boyunca ölü kalan bu kişinin merkebi ise başucunda yemeden içmeden dipdiri ayakta durmuştur. Bu izaha göre âyetin mânâsı şöyledir: “Sen, başucunda bulu­nan merkebine bak. Bir de kendi kemiklerine bak. Biz, çürüdükten sonra onlan nasıl bir araya getiriyor sonra da onları et ile buruyor daha sonra da sana hayat vererek onlan da diriltiyoruz. Böylece Allanın, öldürdükten sonra bu kasaba halkını nasıl dirilteceğini bilmiş ol.”

Taberi diyor ki: “Bu görüşlerden tercihe şayan olanı, Allah tealanın, öl­dürdüğü bu kimseye hem bizzat kendisinin hem de merkebinin nasıl diriltilece-ğine bakmasını emrettiğini söyleyen görüştür. Çünkü Allah teala, Öldürdüğü bu kişiye “Sen, kemiklere bak.” buyurmuştur. Bu kemiklerin sadece o öldürülen ki­şiye veya merkebe ait olduğuna dair herhangi bir delil yoktur. Bu kemiklerin her ikisine de ait olduğunu söylemek, âyetin genel anlamda alınmasına daha yakındır. Ayrıca, merkebin üe telef olduğu muhakkakın”. Bu itibarla, “Merkep, ölen kişinin başucunda bıraktığı gibi mevcut duruyordu. Allah ona, sadece ken­disinin nasıl diriltileceğine bakmasını emretti.” diyen görüş isabetli değildir. Hasılı “Allah teala, altı üstüne getirilen şehrin nasıl dirileceğini düşünün o kim­seye, bizzat kendisinin ve merkebinin diriltilmesin! göstererek şehir halkının da diriltileceğim göstermiştir. Yiyeceğin ve içeceğin bozulmadığını göstererek de o şehrin bağ bahçe ve evlerinin nasıl tekrar iade edileceğini ona göstenniştir.

Âyet-i kerimede “Biz seni, insanlara ibret olasın diye böyle yaptık.” buy­rulmaktadır. Yani, “Biz seni, kudretimizi bilmeyen ve azametimizde şüphe eden insanlara bir ibret ve bir alamet olasın diye öldürüp, yüz yıl ölü olarak bıraktık ve sonra dirilttik. Biz, öldünne, diriltme, yok etme, icadetme, nimet verme, nimetleri kısma, zelil kılma, güçlü kılma gibi dilediğimiz çeşitli şeyleri yapmaya kadiriz. Bütün bunlar, bizim elimizdedir. Bizim dışımızda hiçbir kimsenin gücü bunlara yetmez.

Müfessirler, öldürülüp tekrar deriltilen bu kişinin insanlara ne yönüyle ib­ret olduğu hususunda iki görüş zikretmişlerdir:

A’meşe göre bu kişinin, insanlara ibret oluşu, yüz yıl sonra ihtiyarlayan oğul ve torunlarının yanına genç olarak gelmesidir.

Süddiye göre ise bu kişinin, insanlara ibret olması, yüz yıl sonra geldiğin­de tanıdığı insanlardan herhangi bir kimsenin kalmamış olmasıdır. Süddi bu hu­susta şunlan söylemiştir. “Öldürülüp yüz yıl ölü kaldıktan sonra tekrar diriltilen bu kişi (Üzeyir) ailesine dönmüş, evinin satıldığını, üzerine bina yapıldığını ve tanıdığı kimselerin yok olduğunu gönrıüştür. Bunun üzerine: “Evimden çıkın.” demiş insanlar da “Sen kimsin?” diye sonnüşlar o da: “Ben Üzeyirim.” demiştir. Onlar da “Üzeyir şu kadar zamandır helak olmuş değil midir?” dediler. O da: “İşte ben Üzeyirim. Bana şöyle şöyle oldu.” dedi. İnsanlar onu tanıyınca evin­den çıkıp kendisine teslim ettiler.

Taberi diyor ki: “Âyetin izahında’ söylenecek tercihe şayan görüş şudur: Allah teala, bu âyette, sıfatlanın belirttiği kişiyi, insanlar için bir delil ve bir ib­ret kıldığını zikretmiştir. Bu kişi, kendisini tanıyan çocuklanna da kavmine de bir ibrettir. Onu tanımayan ve kendilerine Peygamber olarak gönderilen kimse­ler için de bir öğüt ve ibrettir.

Âyet-i kerimede “Kemiklere bak. Onlan nasıl bir araya getiriyoruz.” buy­rulmaktadır. Burada zikredilen ve “Bir araya getiriyoruz.” diye tercüme edilen kelimesi iki şekilde okunmuştur.

a- Kûfe’li kurralann hepsi de bu kelimeyi Kur’anda da tesbit edildiği gbi şeklinde okumuşlardır. Bu kelimenin lügat mânâsı, “Yerden yukarı kalkmak ve baş kaldırmak” demektir. Bu itibarla çocuk boy atınca denir. Kadın kocasına karşı itaatsizlik edince denir. Bu kıraata göre âyetin mânâsı şöyledir: “Sen kemiklere bak. Biz onları nasıl birbi­riyle birleştiriyor ve vücuttaki yerlerine yerleştiriyoruz.” Abdullah b. Abbas ve Süddi, âyetin bu kısmını buna yakın bir şekilde izah etmişlerdir.

b- Medine halkının tümü ise bu kelimeyi şeklinde okumuş­lardır. Bunun mânâsı ise “Hayat vermek” demektir. Nitekim Allah ölüleri dirilt­ti.” demek isterken demişlerdir. Buna göre âyetin bu bölümü­nün mânâsı şöyledir: “Sen kemiklere bak. Bizonları, nasıl diriltiyoruz.” Müca-hid ve Süddi, âyetin bu bölümünü bu şekilde izah etmişlerdir.

c- Bir kısım kurralar da bu kelimeyi şeklinde okmuşlardır. Bu­nun mânâsının ise bir şeyi yaymak” demektir. Veya “Bir şeyin dirilmesi” de­mektir. Taberi bu kıraatin caiz olmadığını çünkü bu kıraata göre hem âyetin mânâsı doğru olmayacağını hem de bu kıraatin şaz bir kıraat olduğunu söyle­miştir. Diğer birinci ve ikinci kıraatların ise, mânâları birbirlerine yakın olan ki-raatlar olduğunu ve her ikisinin de Müslümanlar tarafından okunan yaygın kıra-atlar olduğunu, bu nedenle iki kiraatla okumanın da caiz olduğunu söylemiştir.

Âyet-i kerimenin devamında “Artık Allanın her şeye kadir olduğunu iye­ce anladım.” dedi.” buyrulmaktadir. Bu bölümde geçen ve “İyice anladım.” diye tercüme edilen kelimesi, iki şekilde okunmuştur.

a- Küfe halkının hepsi bu kelimeyi, emir olark şeklinde oku­muşlardır. Bunlar, âyetin bu bölümünün Abdullah b. Mes’udun kıraat ma göre şeklinde olduğunu rivayet etmişler, Abdullah b. Abbas ve Reb’i b. Enesin de bu şekilde okudukları rivayet edilmiştir. Bu kıraata göre âyetin mânâsı şöyledir: “Öldürülüp, yüz yıl Ölü olarak kaldıktan sonra diriltilen kimse­ye, Allanın emir ve kudretinin ne olduğu açığa çıkınca Allah o kimseye dedi ki: “Şimdi bil ki, Allah her şeye kadirdir.” Taberi diyor ki: Bu kıraata göre âyete şu şekilde mânâ verilmesi de mümkündür: “Öldürülüp diriltilen kimseye, Allanın kudreti ortaya çıkınca o kimse dedi ki: “Bil ki Allah her şeye kadirdir.” Buna göre kişi başkasına emreder gibi kendi nefsine emir ve hitabetin iştir.

b- Medine halkının hepsi ve bazı İrak kurraları bu kelimeyi şeklinde fiil-i muzari nefs-i mütekellim olarak okumuşlardır. Âyet-i kerimeye Mealde bu kıraata göre mânâ verilmiştir. Vehb b. Münebbih, Katade, Süddi, Dehhak ve İbn-i Zeyd, âyeti bu kıraata göre izah etmişlerdir.

Taberi, bu kiraatlardan emir şeklinde okuyan, emredenin de Allah teala olduğunu söyleyen birinci kıraatin daha doğru olduğunu söylemiş ve gerekçe olarak ta şunları zikretmiştir. “Âyetin başlangıcı: “Allah tealanm, öldürüp dirilt­tiği kimseye “Yiyeceğine içeceğine bir bak hiç değişmemiş. Bir de eşeğine bak. Kemiklere bak.” şeklinde emirlerle devam etmektedir.

Âyet-i kerimenin sonunda Allah tealanın, yine dirilttiği o kimseye: “Bil ki Allah her şeye kadirdir.” şeklinde buyurduğunu söylemek, âyetteki ahengi sağlama yönünden daha isabetli ve mânâ yönünden daha tesirlidir. Çünkü Al­lah, kudretini müşahade eden bu kuluna “Bütün bunları yapanın Allah olduğunu bil.” demiş olur ki bu da bundan sonra gelen âyet-i kerimenin son bölümüne ta­mamen uygundur. Zira onun da son bölümünde “Bil ki Allah her şeye galiptir, hüküm ve hikmet sahbidir.” buyrulmaktadır.

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.