Sosyal Ve Ekonomik Boykot | Siyer Programı – 15. Bölüm
Sosyal Ve Ekonomik Boykot
îbn İshâk, Mûsâ bin Ukbe ve başkalarından çeşitli isnatlarla şöyle rivayet edilmiştir: Kureyş kâfirleri Resûlullah (s.a.v.)’ı öldürme hususunda sözbirliği ettiler. Bu konuda, Muttalib Oğullarıyla da, Hâşim Oğullarıyla da gidip, konuştular; ama onlar Hz. Peygamber’i Kureyş kâfirlerine teslim etmeye yanaşmadılar.
Kureyş, Resûlullah’ı öldürmeyi başaramayınca; Resûlullah, ona tâbi olanlar, Resûlullah’ı koruyanlar, bir de Hâşim Oğulları ve Muttalib Oğullarıyla ilişkileri kesmeye karar verdiler. Bu münâsebetle de kendi aralarında şu aşağıdaki konuları içeren bir protokol imzalayıp, Kâbe’nin içine astılar:
a – Onlardan kız alınıp, verilmeyecek,
b – Onlardan hiçbir şey alınıp, satılmayacak,
c – Onlara gidip ulaşacak bir rızık yolu bırakılmayacak,
d-Onlardan gelen bir barış teklifi kabul edilmeyecek,
e – Onlara herhangi bir şefkat ve merhamet gösterilmeyecek.
Bu konularda, Muttalib Oğulları’nın Resûlullah’ı öldürmek için kendilerine teslim edinceye kadar geçerlidir.
Kureyş, bu anlaşma metnine, bi’setin yedinci yılının Muharrem ayından başlamak üzere, onuncu yılına kadar bağlı kaldı. Bu sözleşmenin yalnızca iki yıl devam ettiği de söylenmektedir.
Mûsâ bin Ukbe’nln rivayeti, bu olayın, Resûlullah’ın ashabına Habeşistan’a hicret etmelerini emretmesinden önce vuku bulduğunu göstermektedir. Hâlbuki Resûlullah, onlara bu muhasara sırasında hicret etmelerini emretmişti, İbn İshak’ın rivayeti ise; bu belgenin, Ashabın, Habeşistan’a hicretinden ve Hz. Osman’ın müslüman olmasından sonra kaleme alındığını göstermektedir.
Hâşim Oğulları, Muttalib Oğulları, onlarla birlikte bulunan müslümanlar ve Peygamberimiz, Muttalib Oğulları Mahallesinde muhasara altına alındı. Zaten Mekke’de çeşitli mahalleler bulunmaktaydı. Muttalib ve Hâşim Oğullarında müslümanlarla kâfirler bu mahallede toplandılar. Müslümanlar dindarlıklarından, kâfirler ise onları koruduklarından dolayı bu hâdiseye mâruz kalmışlardı. Ebû Leheb bu hâdisenin dışında idi. Çünkü o, çıkıp Kureyş’in yanına gitmişti. Böylece de Hz. Peygamber’e ve ashabına karşı müşriklerin yanında yer almıştı.
Hz. Peygamber Efendimiz ve Ashabı, bu üç yıl boyunca çok darlık içinde yaşadılar. Belâ ve musibet gittikçe artmıştı. Sahih-i Buhârî’de, müslümanların ağaç yapraklarını yiyecek kadar açlığa ve sıkıntıya düştükleri rivayet edilmektedir. Süheyl! şunu nakleder: Mekke’ye bir ticaret kervanı gelince, Resûlullah’ın ashabından herhangi biri, çoluğuna çocuğuna azık olacak herhangi bir yiyecek satın almak için çarşıya gelir, bunu gören Ebû Leheb hemen ayağa kalkarak şöyle derdi: «Ey tacirler! Muhammed’in ashabına fiatları öyle yükseltin ki, sizden birşey satın alamasınlar. Malların fiatını kat kat artırın ki, açlıktan inim inim inleyen çocuklarının yanına, elleri boş olarak dönsünler.»
Bu iktisadî kuşatmanın üçüncü yılının başlarında Kusay Oğullarından bir grup bu olayı kınayınca kendi aralarında yaptıkları anlaşmayı bozmak üzere karar aldılar. Hâlbuki, Yüce Allah, anlaşma metninin yazıldığı sahifenin üzerine bir ağaç kurdu (güve) musallat etmişti. İçinde sözleşme metninin bulunduğu bu sahifenin büyük kısmını, bu kurt yiyip bitirivermişti. İçinde Allah’ın zikredildiği cümleler hariç, ondan hiçbir şey geriye kalmamıştı.
Resûlullah (s.a.v.) bu olayı, amcası Ebû Tâlib’e haber verince, o da: «Bunu sana Rabbin mi haber verdi?» dedi. Resûlullah da «evet» diye cevab verdi. Ebû Tâlib taraftarlarıyla birlikte doğruca Kureyş’in yanına gitti. Sahifeyi kendisine getirmelerini istedi. Onlar da, dü-rülmüş bir şekilde getirdiler sahifeyi. Ebû Tâlib: «Yeğenim bana şöyle bir haber getirdi. Bugüne kadar bana asla yalan söylemedi. O, (Allahü Teâlâ’nm, sizin yazmış olduğunuz sahifeye bir kurdu musallat ettiğini, içinde zulüm ve akraba ile münâsebeti kesmeyi ihtiva eden maddelerin tümünü yiyip bitirdiğini savunuyor.) dedi. Eğer olay söylediği gibi olmuşsa, artık bu sahifeyi kaldırınız ve yanlış görüşünüzden vazgeçiniz! Vallahi, bizden en son kişi can verinceye kadar onu size teslim etmeyiz. Yok, eğer söylediği boş lâf ise; . Yeğenimizi size teslim edeceğiz, ne istiyorsanız onu yapın.» diye ilâve etti. Onlar da: «Söylediğin hususa razıyız.» Sahifeyi açtıklarında, Resûlullah’ın anlattığını olduğu gibi gördüler. Ama yine de, Ebû Tâlib’e «Bu yeğeninin bir büyüsüdür» demekten kendilerini alamadılar. Bu olay, onların zulüm ve taşkınlıklarını artırdı.
Sonra Kureyş müşriklerinin ileri gelenlerinden beş kişi, bu iktisadi kuşatmaya son vermek ve sahifeyi yırtmak için Kâbe’ye gittiler. Bunlar: Hişâm bin Amr bin el-Hâris, Zübeyr bin Ümeyye, Mut’-ım bin Adiyy, Ebû’l-Buhterİ bin Hişâm ve Zem’a bin el-Esed idi.
Bu anlaşmayı bozmak için, açık bir şekilde çalışanların ilki Zübeyr bin Ümeyye idi. Bir gün, o Kâbenin yanında bulunan halkın yanına gelerek: «Ey Mekke halkı! Biz yiyelim içelim, güzel elbiseler giyinelim, öbür taraftan, Hâşim ve Muttalib Oğulları alışverişten mahrum edilsinler, sefalet içinde kıvranıp helak olsunlar; doğru mudur?… Vallahi, akrabalık bağlarını kesen bu zalim sahife yırtılma-dıkça, yerime oturmam dedi.
Bunun üzerine beş kişiden diğerleri de Zübeyr’in sözlerine benzer şeyler söylediler. Hemen Mut’ım bin Adiyy yerinden kalkarak doğruca, Hâşim ve Muttalib Oğulları Mahallesine giderek, orada bulunanlara çıkıp evlerine gitmelerini söylediler. [1][38]
Dersler ve İbretler
Bu zalim ambargo, Resûlullah’ın ve Ashabının üç yıl boyunca karşılaştığı sıkıntı ve şiddetin zirvesini teşkil eder. Okuyucu, Hâşim ve Muttalib Oğullan müşriklerinin, sıkıntılara katlanma konusunda müslümanlarla beraber olduklarını, Resûlullah’ı terketmeye razı olmadıklarını görmüştür.
Bu müşriklerden ve onların bu tür davranışlarından söz etmek İstemiyoruz. Zaten onları buna sevkeden âmil, akrabalık taassubu ve kendilerine de bulaşan zilleti ortadan kaldırma duygusu olmuştu. Şayet onlar, Hâşim ve Muttalib Oğullarının dışındaki Kureyş müşrikleri ile Hz. Muhammed’in arasından çekilmiş olsalardı, bir fırsatını gözetip hemen Hz. Muhammed’i inanç ve dine bakmadan öldürürlerdi.
Öyle ise onlar gönüllerinde besledikleri iki arzuyu birleştirmeyi tercih ettiler:
- Arzu: Şirk üzerinde sebat ve Hz. Muhammed’in getirdiği gerçeğe karşı direnmekte ısrar etmek.
- Arzu: îster hak, ister bâtıl üzere olsun yakını, yabancının zulmünden ve saldırısından korumaya çağıran hamiyyet duygusuna uymak.
Başlarında Resûlullah olmak üzere, müslümanlan bu duruma sabretmeye zorlayan faktör; Allah’ın emrine uymak, dünyaya karşı âhireti tercih etmektir. Onların nazarında dünya; Allah’ın rızasının yanında sözünü etmeye değmeyecek kadar basittir.
Bir kısım îslâm düşmanlarının şöyle konuştukları duyulur: Hz. Muhammed’in Davetinin ardında, Muttalib ve Hâşim Oğulları milliyetçiliği yatmaktadır!
Kureyş müşriklerinin müslümanlara karşı uyguladıkları boykottaki olumsuz tavırları buna delildir!
Aslında bu sözler açıkça bir safsatadır. Şeklen bile olsa, herhangi bir mantık örgüsüne dayanmamaktadır.
Bu itibarla, bir yabancı elin Hz. Muhammed’e uzanmasında veya içeriden birinin ona kötülük yapmaya kalkışmasında; câhiliyyet taassubunun, Hâşim ve Muttalib Oğullarını yeğenlerinin hayatını kurtarmaya sevketmesi çok normaldir.
Câhiliyyet hamiyyeti, akrabalık duygusunun bu gibi bir taassuba sevkettiği vakit hiçbir prensibe, kaideye bakmaz. Bu konuda hak veya bâtıl ile etkilenmez. O, sadece bir asabiyettir. Asabiyyetin dışında başka birşey değildir.
Şundan dolayı, Resûlullah’ın akrabalarında, görünüşe göre, iki tezat sıfatın bulunması imkân dâhilindedir. Bunlardan biri; Resulullah’ın Davetini inkâr ve Daveti küçümseme. Öbürü ise; diğer müşriklere karşı ona yardım etme.
Bununla birlikte, Resûlullah’ı korumalarının ardından, Peygamberimiz için ne gibi bir fayda sağlanmıştır? Resûlullah’ın ve ashabının uğradıkları işkenceye, onlar da uğradılar. Kureyş müslümanlara ilân ettiği boykotun aynısını, hiçbir eksiitme yapmadan Hâşim ve Muttalib Oğullarına da ilân etti.
Akrabalarının Resûlullah’ı korumaları, Davetini korumak anlamına gelmez. Bu himaye yalnızca onun şahsına aittir. Bu himaye, müslümanlar tarafından, düşmanın tuzağını bozma, kâfirleri yenme ve cîhad etme metodlanndan biri gibi kârlı bir iş yapma imkânına sahib olsaydı, şübhesiz ki bu, beğenilen bir gayret, tutunulacak bir yol olurdu.
Resûlullah ve Ashabına gelince; onları bu dar boğazda tutan şey neydi, acaba? Bu zor duruma katlanmanın ardından ne gibi bir sonucu umuyorlardı?
Hz. Peygamber’in risâletini, Ashabının ona inanmasını sol bir devrim olarak yâni; fakir ve yoksulların zenginlere karşı ayaklanmaları olarak yorumlayan kişiler, bu sorulara ne ile cevab verecekler?!
Müşriklerin, Hz. Peygamber’e ve müslümanlara uyguladıkları zulüm ve işkencelerin bir halkasını sunmuş olduk. Bu zulüm ve işkencelerin tümünü düşünerek onların ışığında şu soruya cevab aramak lâzım. Soru şu: Mekke tüccarına ve Mekke’deki iktisadî faaliyetleri yürüten zenginlere karşı duyulan kinin öncülük yaptığı ye açlığın ilham ettiği iktisadi bir devrimin, İslâm Daveti olduğunu iddia etmek nasıl doğru olur?
Müşrikler, İslâm’a Davetten vazgeçmek şartıyla, Peygamberimize, mal-mülk ve başkanlık teklif etmişlerdi. Resûlullah buna niçin razı olmadı? Resûlullah’ın ashabı, – mademki gayeleri karınlarını doyurmaktır- Kureyş’in teklifini kabul etmesi için niye Re-sûlullah’ı buna zorlamadılar?
Hiç sol bir devrimi yapanlar, ceplerine girecek paradan ellerine geçecek egemenlikten daha fazla birşey isterler mi? Hz. Peygamber’e ve ashabına, kavmiyle arasmdaki her türlü iktisadî ve içtimai münâsebet yolları kapatılmıştı. Ellerine geçecek ne bir ticari eşya, ne de; evlerine girecek herhangi bir gıda maddesi bırakılıyordu. Hattâ ağaç yapraklarını yemeye kadar vardılar. Onlar yine bu duruma sabrediyor ve peygamberler ini içtenlikle seviyorlardı. Bir lokma ekmek için içinde ihtilâl arzusu dalgalanan kişiler böyle mi yapar?
Hz. Peygamber ve ashabı Medine’ye hicret ederken, çeşitli mal ve mülklerini bırakıp, Medine’nin yolunu tuttular. Mala karşı besledikleri arzuların tümünden sıyrıldılar. Allah’a olan imanlarından, dolayı, bir karşılık beklemediler. Arkalarında bıraktıkları mülke, ter-kettikleri dünya malına hiçbir kıymet vermediler. İslâm Daveti’nin, bir lokma yiyecek için yapılan sol bir ihtilâl olduğuna, hiç delil olur mu bunlar?!
Bazan bu kişiler kendi düşüncelerine, şu aşağıdaki iki mülâhazayı delil gösteriyorlar:
1— Hz. Peygamber’e Mekke’de inananların ilk grubu, genellikle, fakirlerden, kölelerden ve kimsesizlerden oluşmaktaydı. Bu durum, onların sıkıntılarını gidermek için Hz. Muhammed.’e uyduklarım gösteriyor, yâni bir delildir. Bu fakir müslümanlar, yeni dinin gölgesinde kendilerine daha iyi bir iktisadi gelecek sağlayacaklarım umuyorlardı. Bu da, yine bir delildir.
2— Bu fakir müslümanlara, çok geçmeden dünyanın ufukları açıldı. Mal ve servet, onlara âdeta koştu. Resûlullah’ın hareketi, bu gayeye varmayı hedef edinmişti. Bu da bir delildir.
Bu kişilerin, bu iki varsayımla iddialarına delil getirdiklerini kavrayınca, düşüncelerinin nasıl bir hayal mahsûlü olduğunu daha iyi anlarız.
Hz. Peygamber’in ilk arkadaşlarının, çoğunlukla fakir ve kölelerden olduğu doğrudur. Fakat bu hakikat ile şu vehim ve hayal mahsûlü düşünce arasında herhangi bir alâka veya münâsebet mevcut değil. Çünkü bir nizam halk arasında adalet mekanizmasını çalıştırmak da, zalim, mütecaviz ve gaddarların elini kırmakta ise; hayatlarım zulüm ve gaddarlıkla sürdürenlerin ona tavır alması hattâ harb açması tabiidir… Çünkü bu şeriat onlara yağma ve beleş kazanç yerine malî sorumluluk yüklemektedir. Yine zayıfların ve ezilmişlerin böyle bir nizama koşması tabiîdir. Hattâ sömürü ve vurgunculukta hesabı olmayan her insanın da ona itibar etmesi kaçınılmazdır. Çünkü bu şeriat onlara yağma ve vurgun değil helâ-lından nimet takdim etmektedir. Yahut en azından, bu nizam o tip insanlara angarya ve fuzuli yük yüklemiyor da, ondan rağbet ediyorlar…
Resûlullah’ın etrafında bulunanların tümü, onun hak üzere bulunduğunu, Allah tarafından gönderilmiş bir elçi olduğunu kesinlikle kabul ediyorlardı. Fakat Kureyş liderlerinin içinde, onun getirdiği hakikati kabullenmeye engel teşkil edecek duygular vardı. Ama fakir müslümanlann ise, inandıklarına boyun eğmeye engel olacak duyguları yoktu.
Her araştırmacının anlayacağı bu hakikat ile bu kişilerin iddiaları arasında bir bağıntı var mı hiç?
Resûlullah’ın îslâmi Davette takip ettiği stratejinin; müslümanların çeşitli servet kaynaklarını ele geçirmelerini, kralların tahtlarına konmalarını, egemenliklerini ellerinden almalarını, hedef edindiği hususuna gelince ki müslümanlann buna daha sonra fiilen ulaştıklarını delil gösteriyorlar- vallahi, bu konu, doğu ile batıyı birleştirmeye gayret göstermek gibi birşeydir. Bu ise imkânsızdır.
Müslümanlar, müslümanhklarında sadık kalarak kısa bir zaman içinde, İran ve Bizans topraklarını ellerine geçirmiş iseler; bu hiç onların, Bizans ve İran’ın tahtını ele geçirmek maksadıyla müs-lüman olduklarına delâlet eder mi?
Eğer onlar, İslâmlıklarının arkasında, ne olursa olsun dünya nimetlerinden birine kavuşmayı, gaye edinselerdi, elbette bu fetihler gerçekleşemezdi. Bu fetihlerin mucize olacak bir tarafı da kalmazdı.
Hz. Ömer (r.a.) Kadisiye ordusunu hazırlayıp, komutanı Sa’d b. Ebi Vakkas’ı uğurlarken, Kisrâ’mn hazinelerine göz dikseydi ve onun tahtı gibi bir tahta oturmayı ve Kisrâ gibi bolluk içinde yaşamayı arzu etseydi; ordu komutanı Sa’d (r.a.) eli boş ve yenilgiye uğramış olarak geri dönerdi. Ama onlar, Allah’ın dinine yardım etmek için cihad konusunda Allah’a verdikleri söze sadık kaldılar. Allah da onların bu sadakati arından dolayı, kendilerine hiç beklemedikleri zenginlikleri ve hâkimiyeti ellerine geçirmeyi nasîb etti. Kadislye savaşında müslümanların gayesi, servete kavuşmak, nimetler içinde yüzmek ve hayatın tadını çıkarmak olsaydı; Rıb’i bin Âmir, lükse boğulmuş çadırı küçümseyerek Rüstem’in yanına girmezdi. Mızrağının ucuyla, yerdeki halıya ve kıymetli yastıklara basmazdı. Rüstem’e de: «Eğer İslâm’ı kabul ederseniz, sizleri serbest bırakacağız, mallarınızı ve arazilerinizi de size terkedeceğiz!» demezdi. Mah-mülkü, toprağı ele geçirmek için gelen bir adam hiç böyle konuşur mu?
Gerçekten Allahü Teâlâ, tüm dünyanın mukadderatını onlara vermişti. Çünkü onlar bunu hiç düşünmemişlerdi. Onların düşüncesi, yalnızca Allah’ın rızâsını kazanmaya yönelikti. Eğer onlar, cihad ederken bu gayeleri hedef edinselerdi, hiçbir şeye ulaşamazlardı.
Bunlarla ilgili mes’ele yalnızca Allah’ın kanununun gerçekleşmesiyle ilgilidir. Bu konuda Yüce Allah şöyle buyuruyor;
«Biz de istiyorduk ki, o yerde, ezilmekte olanlara lütuf yapalım. Onları hayırda önderler yapalım ve kendilerini (Fir’avun’un yerine) mirasçılar kılalım» (Kasas, âyet: 5). Her akıl, bu kanunu, kolaylıkla kavrayabilir. Yalnız bir şartla. O da: bu aklı taşıyan kişinin, herhangi b”r arzu ve gayeye köle olmaktan bağımsız olması lâzım. [2][39]
[1][38] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 125-127.
[2][39] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 127-131.