sohbetlerözlü sözleryazarlarmakalelervideolartefsir derslerikavram derslerimedaricus salikin

İslâm’da İlk Hicret | Siyer Programı – 16. Bölüm

İslâm’da İlk Hicret | Siyer Programı – 16. Bölüm
A+
A-

İslâm’da İlk Hicret

 

               Resûlullah Sallâllahü Aleyhi ve Sellem, Ashabının karşılaştığı musibetleri görünce ve onları korumaya, onlara yapılan işkencele­re engel olmaya güç yetiremeyince, onlara şöyle buyurdu: «Siz Habeşistan’a gitseniz iyi olur. Habeş hükümdarının yanında hiç kim­se zulme uğramaz. Orası emniyetli bir ülkedir. Allah sizi belki ora­da ferahlığa kavuşturur».

               Bunun üzerine müslümanlar fitne çıkmasından çekinerek ve dinlerini muhafaza için Allah’a sığınarak, Habeşistan’a gitmek üze­re yola çıktılar. İslâm’da ilk hicret, bu oldu. Muhacirlerin başta ge­lenleri arasında:

Osman bin Affan ve Hanımı (Hz. Peygamber’İn kızı) Rukıyye,

Ebû Huzeyfe ve Hanımı,

Zübeyr bin Avvam,

Mus’ab bin Umeyr,

Abdurrahman bin Avf gibi sahâbe-i kiram bulunmaktaydı. Böy­lece Habeşistan’da toplanan sah&bllerin sayısı 80 küsur kişiye var­mıştı[1][40].

               Kureyş müşrikleri, bu olup bitenleri görünce, hemen Abdullah bin Ebî Rebia ile Amr bin Âs’ı (henüz müslüman olmamıştı) Habeş Kralı Necaşi’ye gönderdiler. Bu iki elçi yanlarında Krala ve etrafın­daki yüksek rütbeli subaylarla, bir kısım devlet büyüklerine sunul­mak üzere birçok hediyeler götürdüler. Gayeleri, Necaşî’den, yanına sığınmış olan bu müslümanları kabul etmemesini ve onları tekrar düşmanlarına teslim etmesini rica etmekti.

               İki elçi, bu konuda Necaşî ile konuşunca esasen Necaşî ile ko­nuşmadan önce onlar, komutanlarla konuşup getirdikleri hediyeleri onlara takdim etmişlerdi. Necaşî, müslümanlarla bu yeni din hak­kında konuşmadıkça onlardan hiçbirini kendilerine teslim etmeyi kabul etmedi. Kureyş elçileri, Necaşî’nin huzurunda iken müslü­manlar da onun yanma getirildiler. Necaşi onlara: «Kavminizle ara­nızın açılmasına sebeb olan bu din nedir? Hâlbuki siz, ne benim dinime, ne de diğer milletlerden herhangi birinin dinine girdiniz» diye sordu.

               Necaşi’nirı huzurunda konuşmak için Ca’fer bin Ebû Tâlib se­çilmişti. Ca’fer, Necaşİ’ye hitaben: «Ey Hükümdar! Biz cahil bir millettik. Putlara tapardık. Lâşeleri yerdik. Her kötülüğü yapardık, işlerdik. Akrabalarımızla münâsebetlerimizi keserdik. Komşuları­mıza kötülük yapardık. Kuvvetli olanlarımız, güçsüz olanlarımızı ezerdi.

               Yüce Allah, bize kendimizden soyunu sopunu, doğruluğunu eminliğini, iffet ve nezahetini b’lip tanıdığımız bir peygamber gön-derinceye kadar, biz bu durumda ve bu tutumda idik. O peygam­ber, bizi Allah’a, Allah’ın birliğine inanmaya, O’na ibâdete, bizim ve atalarımızın Allah’tan başka tapınageldiğimiz taşlan ve putları bırakmaya Davet etti. Doğru sözlü olmayı, emanetleri yerine ge­tirmeyi, komşularla güzel geçinmeyi, günahlardan ve kan dökmek­ten sakınmayı bize emretti. Her türlü ahlâksızlıktan bizi nehyetti… Biz de onu tasdik ve ona iman ettik. Onun Allah’tan getirip, tebliğ eylediği şeylere tâbi olduk. Bu yüzden kavmimiz bize düşman ke­sildi. Zulmetti. Bizi dinimizden döndürmek, Allah’a ibâdetten vaz-geçirip tekrar putlara taptırmak için türlü işkencelere ve mihnet­lere uğrattılar. Bizi perişan edip çeşitli zulüm ve işkencelere uğra­tıp, iyice sıkıştırınca biz de senin ülkene sığındık. Seni başkalarına tercih ettik. Senin himayene ve komşuluğuna can attık. Senin ya­nında zulme, haksızlığa uğramıyacağımızı ummaktayız» dedi.

               Bu sözler üzerine, Necaşî, Ca’fer’den Hz. Peygamber’in Allah katından getirdiği Kur’an’dan blrşeyler okumasını istedi.

               Hz. Ca’fer (r.a.), Meryem sûresinin başından bir miktar oku­du. Necaşi kendisini tutamayıp, sakalı ıslanıncaya kadar ağladı. Sonra onlara şöyle dedi: «Gerçekten bu, tsâ Aleyhisselâm’in getirdi­ği aynı kandilden fışkırmış bir nurdur» dedi. Kureyş elçilerine dö­nüp: «Gidiniz, vallahi, ben ne onları size teslim ederim, ne de onlara bir kötülük düşünürüm» dedi.

               Kureyş elçileri gelip, Necaşi’ye: «Ey Hükümdar! Onlar Meryem oğlu îsâ’ya ağır bir söz söylüyorlar. Onlara adam gönderip îsâ için ne söylediklerini bir sor» dediler. Necaşi, Hz. îsâ hakkındaki dü­şüncelerini sormak üzere muhacirlere adam gönderdi: Hz. Ca’fer bin Ebû Tâllb gelip: «Biz, Peygamberimiz Hz. Muhammed’in bize getirdiğini söyleriz. Peygamberimiz, Îsâ hakkında şöyle diyor: «O, Allah’ın kulu, ruhu, dünyadan ve erden vazgeçerek kendini Al­lah’a adamış bir kız olan Meryem’e ilkâ eylediği kelimesidir» dedi. Hz. Ca’fer’in bu sözleri üzerine Necaşi elini yere uzatıp, yerden bir saman çöpü aldı ve: «Vallahi, Meryem oğlu îsâ da zaten, sizin söylediğinizden fazla birşey değildir. Arada bu çöp kadar bile fark yoktur!» dedi. Sonra elçilerin hediyelerini kendilerine iade etti ve kendi ülkesine sığınmış olan müsîümanları daha fazla koruyacağı­nı belirtti. Elçiler de eli boş olarak Kureyş’in yanma döndüler.

               Bir zaman geçtikten sonra, Habeşistan’daki muhacirlere, Mekke halkının müslüman olduğu haberi ulaştı. Onlar da bu haber üzeri­ne ülkelerine geri döndüler. Mekke’ye yaklaştıkları vakit, Mekke halkının müslümanlığı kabul etmeleriyle ilgili duydukları haberin asılsız olduğunu öğrendiler. Muhacirler ya gizlice veya bazı müş­riklerin himayesi altında Mekke’ye girebildiler. Onların toplamı otuzüç erkekten ibaretti. Bunların arasında altı tane de kadın var­dı. Böylece sayıları 39’a yükselmiş oluyor. Bir kısmı Osman bin Maz’un’un, bir kısmı da Velid bin el-Muğîre’ntn himayesinde Mek­ke’ye girdiler. Ebû Seleme de Ebû Tâlib’in himayesinde Mekke’ye girdi. [2][41]

 

Dersler ve İbretler

               Müslümanların Habeşistan’a hicret etmeleri olayından dört tane önemli işaret çıkarıyoruz:

               Birinci İşaret: Hakikaten din müessesesi, dine sarılma ve dinin direklerini ayakta tutma, her türlü gücün kaynağı ve esasıdır. Din her türlü mal, mülk ve hürriyet hakkım ve şerefini korumak için bir surdur, hisardır. Bunun için İslâm Davetçilerinin ve mücahidlerinin başta gelen ödevleri dini ve dinin prensiplerini korumak için bü­tün imkânlarını seferber etmek, inancı korumak ve kalblere iyice yerleştirmek için de, yeri-yurdu, malı ve canı vasıta yapmaktır. Hat­tâ inanç uğrunda bunları feda etmek gerektiği zaman, hepsini fe­da etmek farz olur.

               Zira din ortadan kaybolunca veya yenik düşünce artık onun ardından ne yerin-yurdun, ne de mahn-mülkün bir yararı olur. Bi­lâkis onun arkasından yine bunların gitmesi çok çabuk olur. Ama dinin durumu güçlü, dayanakları toplumda dimdik, inanç prensip­leri de kalblere iyice kök salmış ise, onun yolunda gitmiş olan, ma­lın, yerin ve yurdun tümü geri döner… Hattâ basiret, şeref ve kuv­vet surları bunları koruduğu için eskisinden daha güçlü olarak ge­ri döner.

               Tarihin akışına göre, Allah’ın kanunu dünyada şöyle cereyan etmiştir: Maneviyatı kuvvetli olanlar, kazançlarını ve maddî güç­lerini daha iyi korumuşlardır. Bir millet, ahlâki bakımdan zengin, inanç yönünden dürüst, sosyal prensipler bakımından sağlam ise; o milletin birbirine olan bağı daha sağlam, kalıcılığı daha köklü, her yönü daha güçlü olur. Bir millet de, ahlâki bakımdan fakir, inanç yönünden zayıf, sosyal düzen ve prensipler bakımından eğri ve çarpık ise-, o milletin maddi saltanatı çöküntüye, maddî kazanç­ları da zevale doğru gidiyor demektir.

               Bazan inanç konusunda bir milletin doğru yoldan uzaklaşmış, ahlâkî ve sosyal seviyesinin düşmüş olduğuna rastlamak mümkün­dür. Bununla birlikte o millet, maddi saltanatı ve gücü yönünden ayakta durmaktadır. Fakat o millet gerçekte korkunç bir felâkete doğru yuvarlanmaktadır. Bu gidişin hareketini ve sür’atini duyma­manın asıl sebebi; tarihin ve çağların ömrünün uzunluğu karşı­sında, insan hayatının kısa oluşudur. Bu gibi hareketi ancak tari­hin uyanık gözü görür, yanılan ve gafil olan insanın gözü değil…

               Bazan yine, sağlam inancı koruma uğrunda ve düzgün bir sos­yal nizamı kurma yolunda maldan, servetten ve vatandan oluşan maddi dayanaklarının tümünü yitirmiş bir millete rastlamak müm­kündür. Fakat bu kısa bir dönemdir. Sonunda bu sağlam akide üe ona bağh olan ahlâk ve sosyal nizamın sahipleri; ellerinden alın­mış vatanlarını, gasbedllmiş mallarım tekrar ellerine geçirirler. Es­ki kuvvetleri daha fazlasıyla kendilerine geri gelir.

               İnsan hayatında ve dünyada bunun en güzel şekli ancak İs­lâm inancında bulunmaktadır. O da Allah’ın yeryüzündeki kulla­rına gönderdiği kendi dinidir. Âdil ve dürüst sosyal bir nizam da, yine ancak İslâm nizamında bulunmaktadır. Bunun için îslâm’a Davetin esası, onun uğrunda malı, vatanı ve hayatı feda etmek ol­muştur. Müslümanlar ancak bununla malı, vatanı ve hayatı kendile­rine garanti edebilirler!..

               İslâm’daki hicret prensibi bunun için meşru olmuştur. Resû-lullah Sallâllahü Aleyhi ve Sellem Ashabına – müşriklerin eziyetin­den dolayı kendisiyle birlikte onların üzerine bir fitne kopacağı korkusu ortaya çıktıktan sonra – hicrete ve vatanı terketmeye izin verdi.

               Herkes bilir ki, bu hicret din uğrunda çekilen azab ve işken­celer arasında en zorundan bir iştir. Hicret hakikatta, işkence ve eziyetten dolayı kaçmak değil, aksine zafer ve kurtuluşa gelinceye kadar, çileyi değiştirmektir. Yine bilinen bir gerçektir ki, o vakit Mekke, Dâr-i İslâm değildi ki, akla şöyle bir soru gelebilsin: Sahabe-i Kiram nasıl İslâm diyarını terkedip canlarım kurtarmayı arzu , ederek bir kâfir memleketine sığındılar?

               Mekke, Habeşistan ve diğer yerler o zaman, müsavi idi. Bir sahâbi için o yerlerden hangisi dinin icaplarını yerine getirmeye ve dînin: yaymaya daha yararlı ise ikamet için orası ona daha uy­gun oluyordu.

               Dâr-ı İslâm’dan hicretin hükmü ise, farz, caiz ve haramlık ara­sında değişiklik arzeder. Bir müslümanın yaşadığı yerde, namaz, oruç, ezan, hacc gibi Şeâir-i îslâmiye’yi yerine getirme imkânı ol­madığı zaman, oradan hicret etmesi farz olur. Bir müslümanın, ya­şadığı ülkede kendisini sıkıntıya sokan bir belâ başına gelirse, o vakit, bir başka İslâm ülkesine hicret etmesi caiz olur. Yine bir müs­lümanın ülkesini terk etmesi, Islâmi farzlardan birinin ihmalini ge­rektiriyor ve o farzı yerine getirecek bir başkası da bulunmuyorsa, o zaman hicret haram olur[3][42].

               ikinci İşaret: Bu işaretten, Hz. Muhammed (s.a.v.) ile Hz. îsâ (a.s.)’nm getirdikleri arasında bulunan gerçek alâkayı öğreniyo­ruz. Necaşi, Hz. İsa’nın dini üzere amel etmiyordu. Samimî bir Hristiyandı. Hristiyanlığı terkedip başka bir dine geçmeyişi; akideleri İncil’e ve Hz. İsa’nın getirdiklerine ters düşen müşrik elçilere yar­dım etmeyişi, samimiyetinin bir gereğiydi.

               Yâni İncil’e ve Hz. İsa’ya bağlı olduklarını savunan bugünkü hristiyanların: -isâ Allah’ın oğludur. O, üçün üçüncüsüdür» gibi sözleri doğru olsaydı; şübhesiz ki, Necaşi bu söze sarılarak, müslümanlann sözünü reddeder; Kureyş elçilerine, geldikleri konuda yardımcı olurdu.

               Fakat biz Necaşî’nin; Hz. İsa’nın hayatıyla ilgili Kur’an’ın ver­diği bilgilere ve Kur’an âyetlerinden dinlediği şeylere şu sözüyle açıklama getirdiğini görüyoruz: Necaşi: «Hz. îsâ’nın getirdiği şey­lerle, bu Kur’an âyetleri aynı kandilden fışkıran bir nurdur» demiş­tir. Necaşî bu sözünü, etrafında bulunan ehl-i kitab bilginleriyle yüksek düzeydeki görevlilerinden oluşan bir dinleyici grubunun hu­zurunda söylüyor.

               Bu durum, bütün peygamberlerin sadece tek inancı (iman esas­larını) getirdiklerini ve inanç hususunda birbirinden kıl payı bile ayrılmadıklarım te’kid ediyor. Ve yine ehl-i kitabın kendi araların­daki ihtilâfları (Cenâb-ı Hakk’ın da buyurduğu gibi) başka birşeyden dolayı değil de, ancak onlara ilim geldikten sonra, kendi ne­fislerinden doğan ihtiras yüzünden meydana geldiğini te’yid edi­yor.

               Üçüncü İşaret: Müslümanların, ihtiyaç duyulduğu zaman, gayr-ı müslimerın himayesine girmeleri caizdir. Himayelerine girilen kişi Necaşî gibi – ki o vakit Hristiyandı, sonradan Müslüman oldu -ister ehl-i kitabtan[4][43] olsun, isterse müşriklerden biri olsun eşittir. Nitekim müslümanlar Habeşistan’dan geri geldikleri vakit; Ebû Se­leme, Peygamberimizin amcası Ebû Tâlib’in himayesinde Mekke’ye girdiği gibi, diğerleri de başka müşriklerin himayesinde girmişti. Yi­ne Resûlullah (s.a.v.) Taif den geri döndüğü zaman Mut’ım bin Adiyy’-in himayesinde şehre girmişti.

               Bu gibi bir himayenin; islâm Davetini zor duruma düşürecek veya bir kısım dini hükümleri değiştirebilecek ya da bazı haram­ların işlenmesine göz yumduracak şekilde olmaması şart koşulmuş­tur. Aksi takdirde, bir Müslümanın bu tür bir himayeye girmesi caiz değildir. Ebû Tâlib’in Resûlullah’tan, müşriklerin putlarına ha­karet etmemesini, güç yetiremediği şeyi kendisine yüklememesini ve kendisinin yakasını bırakmasını istediği zaman; Resûlullah (s.a. v.)’m o vakit amcasının himayesinden çıkmaya karar verdiğini açık­laması yâni kendisine farz olan b’rşey karşısında susmayı kabul et­memesi, buna açık bir delildir. [5][44]

[1][40] İbn Hişâm’ın Siyreti: (l/330)nde zikrettiği gibi doğrusu budur. Bak: FethU’l-B.ıri.1/30.

[2][41] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 132-134.

[3][42] Bakınız: Kurtubi Tefsiri: 5/350, Îbmı’1-Ara.bl Ahkâraü’I-Kur’an: 2/887.

[4][43] Necasİ, Resûlullah’a inananlardan olmuştu. Öldüğü zaman Peygamberimiz onun ölüm olayını sahâbilerıne bildirmişti. Sonra sahâbîlerle musallaya gidip, gıyabında cenaze namazı kıldırdı. Bu olayı, Müslim rivayet etmiştir

[5][44] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 134-137.

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.