Cîhad Ve Cihadın Farz Kılınması Hakkında Genel Bir Açıklama | Siyer Programı – 24. Bölüm
Cîhad Ve Cihadın Farz Kılınması Hakkında Genel Bir Açıklama
Mademki, bu araştırma bizi cihad ve savaş hakkında bahsetme noktasına kadar getirecek, o halde burada cihadın kendisi, meşruiyeti ve geçirdiği dönemler üzerinde doğru ve sağlam görüşü açıklamamız için bir miktar durmamız, gerekir.
İslâm düşmanlarının nazarında, kendilerini korkuya salan ve dehşete düşüren İslâm esaslarının en tehlikelisinin cihad olduğunu okuyucu öğrendiği zaman; onların tüm düşüncelerini, özellikle cihadın meşruiyeti hususunda odaklaştırdıklarına şaşmayacak!… İslâm düşmanları çok iyi anlıyorlar ki, cihad ruhu yeniden müslümanların gönlünde alevlenir ve müslümanların hayatında tekrar stki sahibi olursa, o zaman, İslâmî hareketle cihadın kazanacağı önemi hiçbir kuvvet durduramayacaktır. Bundan dolayı da bu noktada yapılacak ilk iş o İslâm selini durdurmak olacaktır.
Biz bu açıklamada; önce cihadın anlamını, İslâm’daki gayesini, geçirdiği merhaleleri ve nihayet en son karar kıldığı merhaleyi açıklayacağız. Daha sonra da onun anlamına karışmış safsataları ve anlaşılması güç olan taksimatı açıklamaya çalışacağız.
Cihadın anlamına gelince: O îslâmî toplumu kurmak ve Allah kelimesini yükseltmek için bu uğurda gayret sarfetmek demektir. Savaşarak gayret göstermek cihad türlerinden biridir. İslâm’da cihadın gayesi ise yine İslâm toplumunu kurmak ve gerçek İslâmî devleti oluşturmaktır…
Cihadın geçirdiği dönemlere gelince, gerçekten cihad bildiğimiz gibi İslâm’ın başlangıcında barışçı bir çağrı ile birlikte, bu uğurdaki sıkıntı ve zorluklara katlanmakla yetinmek olmuştu. Sonradan bunun yanına – Hicretin başlangıcı ile birlikte – savunma savaşı, yâni her saldırıya aynıyla cevab vermek meşru kılınmıştı.
Bu dönemden sonra, müşriklerden, puta tapanlardan, inkârcılardan Müslümanlığı kabul etmelerinin dışında hiçbir şart kabul etmemek üzere; İslâm toplumunu kurma yolunda engel olarak duran her kişiyle savaşmak farz kılınmıştı. Puta tapıcılann, inkârcıların ve müşriklerin taşıdıkları inkârcılık veya puta tapıcılık fikri, İslâm toplumuyla uyum sağlaması imkânını ortadan kalktığı için, bu yol seçilmiştir. Ama kitab ehlinin durumu biraz daha farklıdır. Ki-tab ehlinin İslâm toplumuna boyun eğmesi ve müslümanların verdiği zekâtın yerine “cizye” diye adlandırılan vergiyi İslâm devletine ödemesi şartıyla, onların İslâm devletinin hâkimiyetini kabul etmesi kâfidir…
Bu merhale ile İslâm’daki cihad hükmü son şeklini aldı. Bu duruma göre-, her asırda yaşayan müslümanların başta gelen ödevi, kendilerinde yeterli guç ve savaş malzemesi bulunduğu takdirde cihad etmektir. Bu son merhale hakkında Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: «Ey îman edenler! Yakınızda bulunan inkârcılarla savaşın, sizi kendilerine karşı sert bulsunlar. Biliniz ki, Allah muhakkak takva sahipleriyle beraberdir[1][91]». Yine aynı konuda Peygamber Efendimiz şöyle buyuruyor: «Bana «Lâ ilahe illallah» diyene kadar insanlarla savaşmam emredildi. Kim şehadet kelimesini söylerse, malını ve canını benden korumuş olur. Gizli olarak taşıdığı küfrün, günahın hesabı Allah’a aittir[2][92]».
Buradan da anlaşılıyor ki; Allah yolundaki cihadı, savunma harbi ve hücum harbi diye ikiye ayırmanın bir anlamı yoktur. Çünkü cihadın meşru kılmış sebebi ne sadece hücum, ne de sadece savunmadır. Asıl sebeb, İslâm toplumunu, bütün prensip ve sistemiyle kurma ihtiyacıdır. Bundan sonra, artık cihadın hücum veya savunma şeklinde olmasının farkı yoktur…
Meşru savunma savaşma gelince; o bir Müslumanın malını, mülkünü, namusunu ve hayatını savunması gibi bir şeydir. Bu savunma İslâm fıkhındaki cihad terimiyle alâkası olmayan, savaşların bir başka türüdür. Buna «saldırgana karşı savunma» adı verilir. İslâm fakîhleri, fıkıh kitablarında bunun için özel bir bölüm ayırmışlardır. Bugün sözde araştırmacılar, konumuz olan cihadla bu saldırıya karşı nefs müdafaasını birbirine çok karıştırıyorlar. Hayret doğrusu!..
İslâm şeriatında, cihadın anlamının ve amacının özeti işte budur.
Cihad üzerinde yalan dolanla yapılan eleştirilere ve safsatalara gelince; görünüşe göre bunlar, çelişkili iki nazariye olarak kendini göstermektedir. Fakat her ikisi de gerçekte ve işin hakikatında birbiriyle uyum içindedirler. Çünkü her ikisinde de cihadın meşruiyetini temelinden ortadan kaldırmayı hedef alan müşterek bir tavır vardır.
Birinci nazariye, islâm’ın ancak kılıç zoruyla yayıldığını, Hz. Peygamber’in ve ashabının dini zorla kabul ettirme yolunu seçtiklerini, iddia eder. Bu nazariyeye göre Hz, Peygamber’in ve ashabının eliyle gerçekleşen îslâmi fetihler zorbalıktır. O’nun ve ashabının eliyle gerçekleşen îslâmi fetihler, fikir ve ikna fethi değildi[3][93].
İkinci nazariyeye gelince, o da tamamen bunun aksini söylüyor. Yâni İslâm dini, sevgi ve barış dinidir. Bu dinde cihad ancak saldırgan düşmanı geri püskürtmek için meşru kılınmıştır. Müslümanlar, buna mecbur bırakılmadıkça ve etrafları tamamen kuşatıl-madıkça savaşa başvurmazlar.
Bu iki nazariye yukarıda da dediğimiz gibi birbiriyle çelişkili olmalarına rağmen, yine de, İslâm’a fikri saldırıda bulunan İslâm düşmanları her ikisinden de muayyen bir gayeye varmak istiyorlar. Aslında o iki nazariyeden bir gaye kasdedilmiştir. îşte bunun izahı şudur:
îslâm düşmanları önce, İslâm dininin gayr-i müslimlere karşı saldırgan ve kindar bir din olduğunu piyasaya sürüp etrafa yaydılar. Sonra onlar, bu şayianın müslümanlar tarafından reaksiyonla karşılaşmasından ve İslâm hakkında ortaya atılmış bu haksız ithama verilecek cevaptan çıkacak neticeyi beklediler.
Müslümanlar bu asılsız iddiaya karşı cevab vermeye yönelirken, yine o İslâm düşmanlarından bir grub, uzun ve yorucu araştırmadan sonra; kalkıp İslâm’ı savunur görünmeye ve bu haksız ithamı şöylece reddetmeye başladılar. îslâm dini diğerlerinin dediği gibi kılıç, mızrak ve saldırı dini değildir. Bilâkis o, bunların tamamen aksine, sevgi ve barış dinidir. İslâm’da cihad ancak zaruret ânında ve saldırgan düşmanı geri püskürtmek için meşru kılınmıştır. Yoksa müsîümanlar kendi dinlerini yaşamaya imkân buldukları sürece savaşa arzu duymazlar!.
Bir kısım saf müslümanlar, öndeki çirkin iftiranın etkisiyle, bu «güzel» savunma biçimini uzunca alkışladılar. Onların bu savunmaları, başlangıçta yapılan iftirayı reddetmek için hazır hale gelmiş Müslüman gönüllerde hüsn-ü kabul gördü. Bunun üzerine, bu basit müslümanlar, onların bu savunma şeklini desteklemeye ve tasdik etmeye başladılar. Diğerinin ardından onların dedikleri gibi,’ İslâm dininin, fiilî olarak barış ve sulh dini olduğunu; İslâm diyarına saldırıda bulunulmadıkça ve onun sükûnetini ve rahatını bozmadıkça, başkalarıyla herhangi bir işi olmadığını, tez olarak ileri sürdüler.
Bu saf müslümanlar, istenilen sonucun bu olduğunun farkına bile varmadılar. Hâlbuki birinci şaiayı ortaya atıp sonra ikincisini etrafa yayan kişilerin gizlice üzerinde anlaştıkları gaye bu idi.
Asıl maksad, müslümanların zihnindeki cihad fikrini silip atmak ve gönüllerindeki coşkun ruhu öldürmekle sonuçlanan çeşitli metod ve yolları denemektir…
Biz buna şahit olarak arkadaşımız Dr. Vehbetû’z-Zuhayli’nüı «Îsâru’l-Harbî fi Fıkhı’l islâmî» adlı kitabından, İngiliz Müsteşriki Anderson ile aralarında geçen konuşmayı buraya alacağız. Dr. ez-Zuhayli diyor ki:
«Batılılar, özellikle İngilizler, Müslüman toplumlarda cihad fikrinin yeniden uyanmasından çok tedirgindir. Onlar müslümanların sözlerinin biraraya gelmemesini istiyorlar. Çünkü bu gerçekleşirse müslümanlar düşmanlarının karşısına dikilirler. Bunun için Cihad hükmünün nesholunduğunu gündeme getirmeye uğraşıyorlar. Yüce Allah kalblerinde iman taşımayanlar hakkında şöyle buyurur ve bu gerçeği açıkça ortaya koyar: «İnananlar; «Keski bir sûre in-dirilse de, cihada çıksak» derlerdi. “Fakat kesin anlamlı bir sûre indirilip, orada savaş zikredilince; kalblerinde hastalık olanların, ölüm korkusuyla bayılmış kimselerin bakışları gibi sana (Hz. Peygamber’e) baktıklarını görürsün…[4][94]». Ben İngiliz Müsteşriki Anderson ile (3 Haziran 1960) günü akşamleyin karşılaşmıştım. Ona bu mevzu ile alâkalı görüşünü sordum. Onun bana nasihati şöyle oldu: «Zamanın değişmesiyle hükümler de değişir» kaidesine binâen, artık bugün cihad farz değildir. Anderson’un nazarında cihadın, müslümanların devletlerarası anlaşmalar ve uluslararası kuruluşlarla ilgi kurabilmeleri için, çağdaş devletçilik kurallarılya birleşmesi mümkün değildir. Çünkü cihad insanları İslâm’a sevketmek için bir araçtır. Bugünkü hürriyet ilkesi ve gelişmiş akıl, kuvvet kullanmayı şart koşan bir düşünceyi kabul etmez. Tabiî bu, müsteşrikin fikri[5][95]».
1— Hz. Peygamberİn (S.A.) Cihadı En Üstün İdi:
Cihad, yüce İslâm tepesinin zirvesi ve kubbesi olup mücahidlerin cennetteki makamları da en yüksek makamlar olduğundan ötürü ki dünyada üstünlük mücahıdlere ait olduğu gibi dünya ve ahirette en üstün olanlar da onlardır- Allah Rasûlü (s.a.) cihadın tam tepe noktasında, doruğunda idi ve ulaşılabilecek bütün türlerine egemendi. Allah yolunda kalb ve gönülle, davet ve anlatımla, kılıç ve mızrakla gerektiği gibi lâyıkıyla cihad etmiştir. O’-nun yaşamının saatleri kalbiyle, diliyle ve eliyle cihad etmekle dopdoluydu. Bundan dolayı âlemlerde adı en çok anılan, adı en jnice ve Allah katında kadri en muazzam olan O’dur.
Allah Teâlâ, peygamber olarak gönderdiği vakitten itibaren O’na cihadı emretti. Buyurdu ki: “Dileseydik her kasabaya bir uyana gönderirdik. Sen, kâfirlere uyma ve onlara karşı büyük bir cihad (=mücadele) ver. Mekke’de inen (Mekkî) sûrelerden olduğu halde Allah, bu sûrede hüccet (= deliller ortaya koyma), anlatım ve Kur’an’ı tebliğ suretiyle kâfirlere karşı cihad açılmasını emretmiştir. Münafıklarla cihad da aynı şekilde yalnızca hücceti tebliğ iledir. Yoksa onlar zaten müslumanların otoriteleri altındadırlar. Allah buyuruyor ki: “Ey Peygamber! Kâfirler ve münafıklarla cihad et. Onlara karşı sert davran. Onların barınakları cehennemdir. Kalacakları o yer ne kötüdür!”
Münafıklarla cihad, kâfirlerle cihaddan daha güçtür. Bu, ümmetin seçkinlerinin ve peygamberlerin vârislerinin cihadıdır. Bu cihadı yeryüzünde ayakta tutanlar birtakım fertlerdir; bu konuda iş birliği yapanlar ve dayanışma, yardımlaşma içinde bulunanlar sayı bakımından oldukça az iseler de, bu kimseler, Allah katında kadri en yüce olanlardır.
En üstün cihad şekillerinden biri, karşı koyan kimsenin şiddet ve zorbalığını göze alıp -meselâ, kendisinden eza ve cefa gelmesinden korkulan birinin yanında- gerçeği söylemektir ve bundan en büyük nasiplen olan peygamberlerdir. Allah’ın salât ve selâmı onlara olsun. Bu konuda da en mükemmel ve en kusursuz cihad, Peygamberimize (s.a.) aittir.
Hz. Peygamber’in (s.a.): “Mücahid, Allah’a itaat yolunda ne/siyle cihad edendir. Muhacir, Allah’ın yasakladığı şeylerden hicret edendir” hadisinde buyurduğu üzere dış âlemde Allah düşmanlarıyla yapılan cihad, kulun, Allah’ın zâtı konusunda nefsiyle yaptığı cihadın bir uzantısı olduğundan nefis ile cihad, dış âlemdeki düşmanla cihaddan önde gelir ve ona temel teşkil eder. Zira kişi ilk olarak, emrolunduğunu yapması ve yasaklandığını bırakması için nefsiyle cihad etmez, Allah yolunda ona karşı savaşmazsa dış âlemdeki düşmanıyla cihad etmesi mümkün olmaz. İçindeki düşmanı onu otoritesi altına almış, ona baskın gelmiş ve kendisi de o düşmana karşı cihad etmemiş, Allah yolunda onunla savaşmamış iken düşmanıyla cihad etme ve ondan intikam alma imkânını nasıl elde edebilir? Hatta böyle bir kimse nefsiyle cihada çıkmadıkça düşmanıyla cihada çıkamaz.
İşte bu iki düşmanla cihad etme konusunda kul imtihana çekilmektedir. Bunların arasında bir üçüncü düşman daha vardır ki, onunla cihad etmeden bu ikisiyle cihad etmesi mümkün olmaz. O düşman bunlar arasında durmakta ve kulu bu iki düşmanla cihad etmekten alıkoymakta, savaşı bırakmaya teşvik etmekte, onu oyalamaya çalışmakta ve devamlı surette onun hayaline bu iki düşmanla cihad ederken karşılaşacağı zorluklan, terkedeceği nazları, kaçıracağı zevklen ve iştah kabartan şeyleri getirir durur. O düşmanla cihad etmeden bu iki düşmanla cihad etmesi mümkün değildir. Onunla cihad, bu iki düşmanla cihadın temelidir. İşte o düşman şeytandır. Allah Teâlâ: “Şüphesiz şeytan sizin bir düşmanınızdır. Öyleyse onu düşman edinin.” buyurmaktadır. Onu bir düşman edinme emri, -sanki o bıkmaz usanmaz ve alınıp verilen nefesler sayısınca (geçen sürede) kul ile savaşmaktan geri durmaz bir düşman imişçesine- onunla cihad etme ve savaşma yolunda olanca çabayı sarfetmeye bir tenbihtir.
îşte kul, bu üç düşmanla savaşıp cihad etmekle emrolundu; bu dünyada onlarla savaşmakla sınandı ve Allah’tan kendisine bir imtihan, bir deneyim olmak üzere bu düşmanlar onun üzerine salındı. Allah bu cihad için kula yardım, mühimmat, destekçiler ve silah vermiştir. Aynı zamanda kulun düşmanlarına da yardım, mühimmat, destekçiler ve silah vermiştir. Her iki grubu birbiriyle imtihan etmiş; kimilerini diğerlerine bir sınama vasıtası kılmış ve böylece onların haberlerini denemiş ve bu imtihanla O’nu ve Peygamberlerini dost edinenlerle şeytan ve taraftarlarını dost edinenleri birbirinden ayırmıştır. Nitekim Allah Teâlâ buyuruyor ki:
“Sabredecek misiniz diye sizi birbirinizle sınarız. Rabbin herşeyi görür. “
“îşte böyle! Şayet Allah dileseydi, elbet onlardan kendisi öç alırdı. Ancak sizi birbirinizle denemek için (cihadı emretmiştir.)
“Andolsun, sizi, içinizden cihada çıkanları ve sabredenleri meydana çıkarıp haberlerinizi açığa vuruncaya kadar deneyeceğiz.”
Allah kullarına kulaklar, gözler, akıllar ve güçler vermiş; onlara kitaplar göndermiş, peygamberlerini göndermiş; melekleriyle onların imdadına yetişmiş, meleklere: “Ben sizinleyim, inananlara direnme gücü verin.” buyurmuş ve böylece onlara, düşmanlarıyla savaşta kullar için en muazzam bir yardım şeklini emretmiştir. Kullara haber vermiştir ki, şayet Allah’ın emirlerini yerine getirirlerse hem Allah’ın düşmanlarına, hem de kendi düşmanlarına karşı sürekli yardım göreceklerdir; eğer düşmanı onların üstüne sarmışsa, emirlerinden bir kısmını terketmelerinden ve O’na karşı isyankâr tutumlarından dolayı salmıştın Sonra Allah onların ümidini kırmamış, onları ümitsizliğe düşürmemiş, aksine onlara, işe yeni baştan başlamalarını, yaralarını tedavi etmelerini ve düşmanlarına karşı koymaya, hücum etmeye geri dönmelerini emretmiştir ki, böylece düşmanlarına karşı onlara yardım etsin ve zafere ulaştırsın. Allah kullarına haber vermiştir ki, kendisi, onların içinden takva sahipleriyle, iyilik yapanlarla, sabredenlerle ve inananlarla birliktedir; inanan kullarını, kendilerini savunamayacakları bir biçimde savunacaktır. Hatta Allah’ın onları savunmasıyla düşmanlarına karşı muzaffer olacaklardır. Eğer Allah’ın savunması olmasa düşmanları onları ezer geçer, köklerini kazırlardı…
Onların bu şekilde savunulması imanları ve imanlarının gücü oranındadır. İman güçlü olursa savunma da güçlü olur. Hayır bulan Allah’a hamdet-sin; hayırdan başkasını bulan ise ancak kendisini kınasın.
Allah kullara, kendisinden gerektiği gibi sakınmalarını nasıl emretmiş-se, gerektiği gibi kendi yolunda cihad etmelerini de öylece emretmiştir. Nasıl ki, O’ndan gerektiği gibi sakınmak O’na itaat edilip isyan edilmemesi, adının anılıp unutulmaması, kendisine şükredilip nankörlükte bulunulmaması ise gerektiği gibi cihad etmek de kulun, kalbini, dilini ve uzuvlarını Allah’a teslim etmek için nefsiyle cihad etmesi ve böylece kendine ait, kendi başına buyruk değil bütünüyle Allah’a ait ve Allah’la birlikte olması; va’dini yalanlamak, emrine isyan etmek ve yasakladığım yapmak suretiyle şeytanı ile cihad etmesidir. Zira şeytan ona ümitler va’deder; mal, şöhret gibi gelip geçici şeyler temenni ettirir, fakir düşmekten korkutur, kötülükleri emreder, takva ve hidayetten iffet ve sabırdan, hasılı imanın bütün güzel huylarından mene-der. Kul, şeytanın va’dini yalanlamak ve emrine isyan etmek suretiyle onunla cihad eder ve böylece bu iki cihaddan bir güç, kuvvet ve destek alır; onun sayesinde Allah sözünün en üstün olması için Allah düşmanlarıyla dış âlemde kalbiyle, diliyle, eliyle ve malıyla cihad eder.
“Gerektiği gibi cihad etme” sözünün ne anlama geldiği konusunda selef âlimleri farklı sözler söylemişlerdir: İbn Abbas: “Bu yolda olanca çabayı sar-fetme ve Allah yolunda hiç kimsenin kınamasından korkmama” diyor; Mukâtil: “Allah için gerektiği gibi amel edin, O’na gerektiği gibi ibadet edin, anlamındadır” diyor. Abdullah İbnü’l-Mübârek ise: “Nefs ve hevâ ile mücahede etmektir.” diyor. Bu iki âyet, güç yetirilemeyecek bir şeyi emretmeyi içermektedir zannıyla âyetlerin mensuh olduğunu söyleyenler isabet etmemişlerdir. “Gerektiği gibi cihad etme.” ve “gerektiği gibi sakınma” haddi zatında her kulun gücünün yettiği şeydir. Bu da mükelleflerin kudret ve acziyet, bilgi ve cehalet konularındaki durumlarının çeşitliliğinden ötürü farklılık ar-zeder. Şu halde “gerektiği gibi sakınma” ve “gerektiği gibi cihad etme” güçlü, kuvvetli ve bilgili kimseye nisbetle başka bir şey; aciz, cahil ve zayıf kimseye nisbetle daha başka bir şeydir. Bunu emrettikten sonra Allah, peşinden: “O, sizi seçmiştir ve dinde sizin için bir zorluk, bir darlık kırmamıştır.” cümlesini nasıl getirdi bir düşün! Hem akşjne cihadı, herkesi kapsayacak şekilde geniş kılmıştır. Nitekim rızkını da her canlıyı kapsayacak şekilde vermiştir. Kula, kulun gücünün yeteceği şeyi yüklemiş ve yine kula, kendisine yetecek nzık vermiştir. Kul, mükellefiyetine güç yetirir; nzkı da kendisine yeter. Allah hiçbir şekilde kuluna, dinde herhangi bir darlık kırmamıştır. Hz. Peygamber (s.a.): “Müsamahakâr, kolay bir hanif dini ile gönderildim.” buyur-muştur. Yani bu din tevhîd konusunda dosdoğru, amelde müsamahakâr ve kolaydır.
Allah Teâlâ dini, rıziklandırması, affı ve bağışlaması konularında kullarına son derece genişlik tanımış; ruh, bedende kaldığı müddetçe onlara tevbe etme imkânı vermiş; tevbe edebilmeleri için güneş batıdan doğuncaya kadar kapamayacağı bir kapı açmış; her bir günah için onu yok edecek bir keffaret olarak bir tevbe, bir sadaka yahut günahı silen bir iyilik yahut da haram kıldığı herşeye karşılık onlar için o şeye bedel, ondan daha faydalı, daha hoş, daha lezzetli bir şeyi helâl kılmıştır; bu helâl olan şey o haramın yerine geçer ve böylece kul haramdan müstağnî kalır; helâl ona yeterli olur, dar gelmez. Allah, kullan kendisiyle imtihan ettiği her bir zorluk için birisi o zorluktan önce, diğeri sonra olmak üzere iki kolaylık yaratmıştır. Artık “Bir zorluk, iki kolaylığa asla galip gelemez. ” Allah Teâlâ’mn kullarına karşı tutumu böyle olduğuna göre, takat getiremeyecekleri ve güç yetiremeyecekleri şeyden öte onların kapasitelerini aşacak bir şeyle onları nasıl mükellef tutar?
Bu anlaşıldıysa, şu halde cihad dört basamaktır:
1- Nefis ile cihad,
2- Şeytanla cihad,
3- Kâfirlerle cihad,
4- Münafıklarla cihad.
Nefis İle cihad da yine dört basamaktır:
Birincisi: Doğru yolu ve hak dini öğrenme konusunda nefis ile cihad ki gerek dünyada, gerekse ahirette nefsin kurtuluş ve mutluluğu bu hak dine bağlıdır. Bu dini bilmeyi kaçırırsa her iki cihanda da bedbaht olur.
İkincisi: Bu hak dini ve doğruyolu öğrendikten sonra onun gereğince davranma konusunda nefis ile cihad. Aksi halde amelsiz sade bilgi ona zarar vermese de bir fayda da sağlamaz.
Üçüncüsü: İnsanları bu dine çağırma ve bilmeyenlere onu öğretme konusunda nefis ile cihad. Aksi halde Allah’ın indirdiği hidayeti ve açıklamaları saklayan kimseler durumuna düşer. İlmi, ona fayda vermez ve Allah’ın azabından onu kurtarmaz.
Dördüncüsü: Allah’a çağırmanın zorluklarına ve halkın eziyetine karşı sabretme ve bütün bunlara Allah için tahammül gösterme konusunda nefis ile cihad. Kişi bu dört basamağı tamamladığı vakit rabbanilerden olur. Zira selef, bir âlimin “rabbani” ismine hak kazanması için hakkı bilip, onunla amel etmesinin ve onu öğretmesinin gerekli olduğunda hemfikirdirler. İşte ancak bilip amel eden ve öğreten kimse göklerin melekûtunda “ulu kişi” diye çağrılır.
Şeytanla Cihad:
Şeytanla cihad iki basamaktır:
1- Şeytanın, kulun içine attığı iman konusunda k; he ve kuşkularını defetmek üzere cihad etme.
2- Kulun içine attığı bozuk iradeleri ve arzulan defetme konusunda şeytanla cihad. Birinci cihadın sonunda yakîn (= kesin inanç), ikincisinin sonunda da sabır oluşur. Allah Teâlâ: “Sabredip âyetlerimize kesin inanmalarından ötürü aralarından, emrimizle onları doğru yola ileten önderler çıkardık.” buyurarak din önderliğine ancak sabır ve kesin inançla ulaşılabileceğini haber vermiştir. Sabır bozuk iradeleri ve arzulan, kesin inanç ise şüphe ve kuşkuları defeder.
Kâfirler ve Münafıklarla Cihad:
Kâfirler ve münafıklarla cihad ise dört basamaktır:
1- Kalble,
2- Dille,
3- Malla,
4- Canla,
Kâfirlerle cihad özellikle el iledir. Münafıklarla cihad ise özellikle dil dir.
Zalimler, bid’atçiler ve kötü işler yapanlarla cihad ise üç basamaktır:
1-Gücü yeterse el ile,
2- Yetmezse dile intikal eder,
3- Ona da gücü yetmezse kalbiyle cihad eder. İşte toplam cihadın on üç basamağı bunlardır. “Gazaya çıkmadan ve içinden gazaya çıkmayı kurmadan ölen kimse münafıklığın bir şubesi üzere ölmüş olur.”[6]
Biz yine İkinci Akâbe Bey’atı’ndan bahsetmeye dönelim:
Allahü Teâlâ murad ettiği için, bu ikinci bey’at haberi, Mekke müşriklerinin kulağına ulaştı. Hâlbuki iş Resûlullah ile Medineli müslümanlar arasında olup bitmişti.
Belki de müşriklerin bu olayı duymalarının hikmeti; Hz. Peygamber’in Medine’ye hicret etme sebeblerini hazırlamaktır. Müşriklerin kulağına değen bu haberin Resûlullah’ı sıkıştırmalarında; onu öldürmek ve ondan kurtulmak üzere fik’r birliği etmelerinde önemli etkisi olduğunu göreceğiz…
Her ne olursa olsun, İkinci Akâbe Bey’atı, Resûlullah (s.a.v.)’ın Medine-i Münevvere’ye hicreti için ilk adım olmuştu. [7][96]
[1][91] Tevbe sûresi, âyet: 123.
[2][92] Bu hadîs müttefekun aleyhdir.
[3][93] Bu konuya örnek olarak Vloten’ln «Siyâdetü’l-Aratoiyye» adındaki kitabına bakınız, p. 5 ye sonrası: Nahdatu’l-Mısriyye.
[4][94] Muhammet! sûresi, âyet: 20.
[5][95] Dr. Zuhaylî, îsâru’l-Harbi, Fi Fıkhı’l-tslâm: s. 59, dip.
[6] ibnul kayyım el cezviye fıkhu siyre
[7][96] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 179-183.