sohbetlerözlü sözleryazarlarmakalelervideolartefsir derslerikavram derslerimedaricus salikin

Cîhad Ve Cihadın Farz Kılınması Hakkında Genel Bir Açıklama | Siyer Programı – 24. Bölüm

Cîhad Ve Cihadın Farz Kılınması Hakkında Genel Bir Açıklama | Siyer Programı – 24. Bölüm

Cîhad Ve Cihadın Farz Kılınması Hakkında Genel Bir Açıklama

               Mademki, bu araştırma bizi cihad ve savaş hakkında bahset­me noktasına kadar getirecek, o halde burada cihadın kendisi, meş­ruiyeti ve geçirdiği dönemler üzerinde doğru ve sağlam görüşü açık­lamamız için bir miktar durmamız, gerekir.

               İslâm düşmanlarının nazarında, kendilerini korkuya salan ve dehşete düşüren İslâm esaslarının en tehlikelisinin cihad olduğunu okuyucu öğrendiği zaman; onların tüm düşüncelerini, özellikle ci­hadın meşruiyeti hususunda odaklaştırdıklarına şaşmayacak!… İs­lâm düşmanları çok iyi anlıyorlar ki, cihad ruhu yeniden müslümanların gönlünde alevlenir ve müslümanların hayatında tekrar stki sahibi olursa, o zaman, İslâmî hareketle cihadın kazanacağı önemi hiçbir kuvvet durduramayacaktır. Bundan dolayı da bu nok­tada yapılacak ilk iş o İslâm selini durdurmak olacaktır.

               Biz bu açıklamada; önce cihadın anlamını, İslâm’daki gayesini, geçirdiği merhaleleri ve nihayet en son karar kıldığı merhaleyi açık­layacağız. Daha sonra da onun anlamına karışmış safsataları ve anlaşılması güç olan taksimatı açıklamaya çalışacağız.

               Cihadın anlamına gelince: O îslâmî toplumu kurmak ve Allah kelimesini yükseltmek için bu uğurda gayret sarfetmek demektir. Savaşarak gayret göstermek cihad türlerinden biridir. İslâm’da ci­hadın gayesi ise yine İslâm toplumunu kurmak ve gerçek İslâmî devleti oluşturmaktır…

               Cihadın geçirdiği dönemlere gelince, gerçekten cihad bildiğimiz gibi İslâm’ın başlangıcında barışçı bir çağrı ile birlikte, bu uğurda­ki sıkıntı ve zorluklara katlanmakla yetinmek olmuştu. Sonradan bunun yanına – Hicretin başlangıcı ile birlikte – savunma savaşı, yâ­ni her saldırıya aynıyla cevab vermek meşru kılınmıştı.

               Bu dönemden sonra, müşriklerden, puta tapanlardan, inkârcılardan Müslümanlığı kabul etmelerinin dışında hiçbir şart kabul etmemek üzere; İslâm toplumunu kurma yolunda engel olarak du­ran her kişiyle savaşmak farz kılınmıştı. Puta tapıcılann, inkârcıların ve müşriklerin taşıdıkları inkârcılık veya puta tapıcılık fikri, İslâm toplumuyla uyum sağlaması imkânını ortadan kalktığı için, bu yol seçilmiştir. Ama kitab ehlinin durumu biraz daha farklıdır. Ki-tab ehlinin İslâm toplumuna boyun eğmesi ve müslümanların ver­diği zekâtın yerine “cizye” diye adlandırılan vergiyi İslâm devle­tine ödemesi şartıyla, onların İslâm devletinin hâkimiyetini kabul etmesi kâfidir…

               Bu merhale ile İslâm’daki cihad hükmü son şeklini aldı. Bu du­ruma göre-, her asırda yaşayan müslümanların başta gelen ödevi, kendilerinde yeterli guç ve savaş malzemesi bulunduğu takdirde ci­had etmektir. Bu son merhale hakkında Cenâb-ı Hak şöyle buyu­ruyor: «Ey îman edenler! Yakınızda bulunan inkârcılarla savaşın, sizi kendilerine karşı sert bulsunlar. Biliniz ki, Allah muhakkak takva sahipleriyle beraberdir[1][91]». Yine aynı konuda Peygamber Efen­dimiz şöyle buyuruyor: «Bana «Lâ ilahe illallah» diyene kadar insan­larla savaşmam emredildi. Kim şehadet kelimesini söylerse, malını ve canını benden korumuş olur. Gizli olarak taşıdığı küfrün, güna­hın hesabı Allah’a aittir[2][92]».

               Buradan da anlaşılıyor ki; Allah yolundaki cihadı, savunma har­bi ve hücum harbi diye ikiye ayırmanın bir anlamı yoktur. Çünkü cihadın meşru kılmış sebebi ne sadece hücum, ne de sadece savun­madır. Asıl sebeb, İslâm toplumunu, bütün prensip ve sistemiyle kurma ihtiyacıdır. Bundan sonra, artık cihadın hücum veya savun­ma şeklinde olmasının farkı yoktur…

               Meşru savunma savaşma gelince; o bir Müslumanın malını, mülkünü, namusunu ve hayatını savunması gibi bir şeydir. Bu sa­vunma İslâm fıkhındaki cihad terimiyle alâkası olmayan, savaşla­rın bir başka türüdür. Buna «saldırgana karşı savunma» adı verilir. İslâm fakîhleri, fıkıh kitablarında bunun için özel bir bölüm ayır­mışlardır. Bugün sözde araştırmacılar, konumuz olan cihadla bu sal­dırıya karşı nefs müdafaasını birbirine çok karıştırıyorlar. Hayret doğrusu!..

               İslâm şeriatında, cihadın anlamının ve amacının özeti işte bu­dur.

               Cihad üzerinde yalan dolanla yapılan eleştirilere ve safsatalara gelince; görünüşe göre bunlar, çelişkili iki nazariye olarak kendini göstermektedir. Fakat her ikisi de gerçekte ve işin hakikatında bir­biriyle uyum içindedirler. Çünkü her ikisinde de cihadın meşruiye­tini temelinden ortadan kaldırmayı hedef alan müşterek bir tavır vardır.

               Birinci nazariye, islâm’ın ancak kılıç zoruyla yayıldığını, Hz. Peygamber’in ve ashabının dini zorla kabul ettirme yolunu seçtik­lerini, iddia eder. Bu nazariyeye göre Hz, Peygamber’in ve ashabının eliyle gerçekleşen îslâmi fetihler zorbalıktır. O’nun ve ashabının eliyle gerçekleşen îslâmi fetihler, fikir ve ikna fethi değildi[3][93].

               İkinci nazariyeye gelince, o da tamamen bunun aksini söylü­yor. Yâni İslâm dini, sevgi ve barış dinidir. Bu dinde cihad ancak saldırgan düşmanı geri püskürtmek için meşru kılınmıştır. Müslü­manlar, buna mecbur bırakılmadıkça ve etrafları tamamen kuşatıl-madıkça savaşa başvurmazlar.

               Bu iki nazariye yukarıda da dediğimiz gibi birbiriyle çelişkili olmalarına rağmen, yine de, İslâm’a fikri saldırıda bulunan İslâm düşmanları her ikisinden de muayyen bir gayeye varmak istiyorlar. Aslında o iki nazariyeden bir gaye kasdedilmiştir. îşte bunun izahı şudur:

               îslâm düşmanları önce, İslâm dininin gayr-i müslimlere karşı saldırgan ve kindar bir din olduğunu piyasaya sürüp etrafa yay­dılar. Sonra onlar, bu şayianın müslümanlar tarafından reaksiyon­la karşılaşmasından ve İslâm hakkında ortaya atılmış bu haksız it­hama verilecek cevaptan çıkacak neticeyi beklediler.

               Müslümanlar bu asılsız iddiaya karşı cevab vermeye yönelir­ken, yine o İslâm düşmanlarından bir grub, uzun ve yorucu araş­tırmadan sonra; kalkıp İslâm’ı savunur görünmeye ve bu haksız ithamı şöylece reddetmeye başladılar. îslâm dini diğerlerinin dediği gibi kılıç, mızrak ve saldırı dini değildir. Bilâkis o, bunların tama­men aksine, sevgi ve barış dinidir. İslâm’da cihad ancak zaruret ânında ve saldırgan düşmanı geri püskürtmek için meşru kılınmış­tır. Yoksa müsîümanlar kendi dinlerini yaşamaya imkân bulduk­ları sürece savaşa arzu duymazlar!.

               Bir kısım saf müslümanlar, öndeki çirkin iftiranın etkisiyle, bu «güzel» savunma biçimini uzunca alkışladılar. Onların bu savun­maları, başlangıçta yapılan iftirayı reddetmek için hazır hale gel­miş Müslüman gönüllerde hüsn-ü kabul gördü. Bunun üzerine, bu basit müslümanlar, onların bu savunma şeklini desteklemeye ve tasdik etmeye başladılar. Diğerinin ardından onların dedikleri gibi,’ İslâm dininin, fiilî olarak barış ve sulh dini olduğunu; İslâm diya­rına saldırıda bulunulmadıkça ve onun sükûnetini ve rahatını boz­madıkça, başkalarıyla herhangi bir işi olmadığını, tez olarak ileri sür­düler.

               Bu saf müslümanlar, istenilen sonucun bu olduğunun farkına bile varmadılar. Hâlbuki birinci şaiayı ortaya atıp sonra ikincisini etrafa yayan kişilerin gizlice üzerinde anlaştıkları gaye bu idi.

               Asıl maksad, müslümanların zihnindeki cihad fikrini silip at­mak ve gönüllerindeki coşkun ruhu öldürmekle sonuçlanan çeşitli metod ve yolları denemektir…

               Biz buna şahit olarak arkadaşımız Dr. Vehbetû’z-Zuhayli’nüı «Îsâru’l-Harbî fi Fıkhı’l islâmî» adlı kitabından, İngiliz Müsteşriki Anderson ile aralarında geçen konuşmayı buraya alacağız. Dr. ez-Zuhayli diyor ki:

               «Batılılar, özellikle İngilizler, Müslüman toplumlarda cihad fik­rinin yeniden uyanmasından çok tedirgindir. Onlar müslümanların sözlerinin biraraya gelmemesini istiyorlar. Çünkü bu gerçekleşir­se müslümanlar düşmanlarının karşısına dikilirler. Bunun için Ci­had hükmünün nesholunduğunu gündeme getirmeye uğraşıyorlar. Yüce Allah kalblerinde iman taşımayanlar hakkında şöyle buyurur ve bu gerçeği açıkça ortaya koyar: «İnananlar; «Keski bir sûre in-dirilse de, cihada çıksak» derlerdi. “Fakat kesin anlamlı bir sûre in­dirilip, orada savaş zikredilince; kalblerinde hastalık olanların, ölüm korkusuyla bayılmış kimselerin bakışları gibi sana (Hz. Peygamber’e) baktıklarını görürsün…[4][94]». Ben İngiliz Müsteşriki Anderson ile (3 Haziran 1960) günü akşamleyin karşılaşmıştım. Ona bu mevzu ile alâkalı görüşünü sordum. Onun bana nasihati şöyle oldu: «Zamanın değişmesiyle hükümler de değişir» kaidesine binâen, ar­tık bugün cihad farz değildir. Anderson’un nazarında cihadın, müslümanların devletlerarası anlaşmalar ve uluslararası kuruluş­larla ilgi kurabilmeleri için, çağdaş devletçilik kurallarılya birleş­mesi mümkün değildir. Çünkü cihad insanları İslâm’a sevketmek için bir araçtır. Bugünkü hürriyet ilkesi ve gelişmiş akıl, kuvvet kul­lanmayı şart koşan bir düşünceyi kabul etmez. Tabiî bu, müsteşri­kin fikri[5][95]».

               1— Hz. Peygamberİn (S.A.) Cihadı En Üstün İdi:

               Cihad, yüce İslâm tepesinin zirvesi ve kubbesi olup mücahidlerin cen­netteki makamları da en yüksek makamlar olduğundan ötürü ki dünyada üstünlük mücahıdlere ait olduğu gibi dünya ve ahirette en üstün olanlar da onlardır- Allah Rasûlü (s.a.) cihadın tam tepe noktasında, doruğunda idi ve ulaşılabilecek bütün türlerine egemendi. Allah yolunda kalb ve gönülle, da­vet ve anlatımla, kılıç ve mızrakla gerektiği gibi lâyıkıyla cihad etmiştir. O’-nun yaşamının saatleri kalbiyle, diliyle ve eliyle cihad etmekle dopdoluydu. Bundan dolayı âlemlerde adı en çok anılan, adı en jnice ve Allah katında kadri en muazzam olan O’dur.

               2— O Her Zaman Cihadda İdi:

               Allah Teâlâ, peygamber olarak gönderdiği vakitten itibaren O’na cihadı emretti. Buyurdu ki: “Dileseydik her kasabaya bir uyana gönderirdik. Sen, kâfirlere uyma ve onlara karşı büyük bir cihad (=mücadele) ver. Mek­ke’de inen (Mekkî) sûrelerden olduğu halde Allah, bu sûrede hüccet (= deliller ortaya koyma), anlatım ve Kur’an’ı tebliğ suretiyle kâfirlere karşı cihad açılmasını emretmiştir. Münafıklarla cihad da aynı şekilde yalnızca hüc­ceti tebliğ iledir. Yoksa onlar zaten müslumanların otoriteleri altındadırlar. Allah buyuruyor ki: “Ey Peygamber! Kâfirler ve münafıklarla cihad et. On­lara karşı sert davran. Onların barınakları cehennemdir. Kalacakları o yer ne kötüdür!”

               Münafıklarla cihad, kâfirlerle cihaddan daha güçtür. Bu, ümmetin seç­kinlerinin ve peygamberlerin vârislerinin cihadıdır. Bu cihadı yeryüzünde ayak­ta tutanlar birtakım fertlerdir; bu konuda iş birliği yapanlar ve dayanışma, yardımlaşma içinde bulunanlar sayı bakımından oldukça az iseler de, bu kim­seler, Allah katında kadri en yüce olanlardır.

               En üstün cihad şekillerinden biri, karşı koyan kimsenin şiddet ve zorba­lığını göze alıp -meselâ, kendisinden eza ve cefa gelmesinden korkulan biri­nin yanında- gerçeği söylemektir ve bundan en büyük nasiplen olan peygam­berlerdir. Allah’ın salât ve selâmı onlara olsun. Bu konuda da en mükemmel ve en kusursuz cihad, Peygamberimize (s.a.) aittir.

               3— Nefisle Cihad:

               Hz. Peygamber’in (s.a.): “Mücahid, Allah’a itaat yolunda ne/siyle ci­had edendir. Muhacir, Allah’ın yasakladığı şeylerden hicret edendir” hadi­sinde buyurduğu üzere dış âlemde Allah düşmanlarıyla yapılan cihad, ku­lun, Allah’ın zâtı konusunda nefsiyle yaptığı cihadın bir uzantısı olduğun­dan nefis ile cihad, dış âlemdeki düşmanla cihaddan önde gelir ve ona temel teşkil eder. Zira kişi ilk olarak, emrolunduğunu yapması ve yasaklandığını bırakması için nefsiyle cihad etmez, Allah yolunda ona karşı savaşmazsa dış âlemdeki düşmanıyla cihad etmesi mümkün olmaz. İçindeki düşmanı onu oto­ritesi altına almış, ona baskın gelmiş ve kendisi de o düşmana karşı cihad et­memiş, Allah yolunda onunla savaşmamış iken düşmanıyla cihad etme ve ondan intikam alma imkânını nasıl elde edebilir? Hatta böyle bir kimse nef­siyle cihada çıkmadıkça düşmanıyla cihada çıkamaz.

               İşte bu iki düşmanla cihad etme konusunda kul imtihana çekilmektedir. Bunların arasında bir üçüncü düşman daha vardır ki, onunla cihad etmeden bu ikisiyle cihad etmesi mümkün olmaz. O düşman bunlar arasında durmak­ta ve kulu bu iki düşmanla cihad etmekten alıkoymakta, savaşı bırakmaya teşvik etmekte, onu oyalamaya çalışmakta ve devamlı surette onun hayaline bu iki düşmanla cihad ederken karşılaşacağı zorluklan, terkedeceği nazları, kaçıracağı zevklen ve iştah kabartan şeyleri getirir durur. O düşmanla cihad etmeden bu iki düşmanla cihad etmesi mümkün değildir. Onunla cihad, bu iki düşmanla cihadın temelidir. İşte o düşman şeytandır. Allah Teâlâ: “Şüp­hesiz şeytan sizin bir düşmanınızdır. Öyleyse onu düşman edinin.” buyurmaktadır. Onu bir düşman edinme emri, -sanki o bıkmaz usanmaz ve alı­nıp verilen nefesler sayısınca (geçen sürede) kul ile savaşmaktan geri durmaz bir düşman imişçesine- onunla cihad etme ve savaşma yolunda olanca çabayı sarfetmeye bir tenbihtir.

               4 Cihad Bir İmtihandır:

               îşte kul, bu üç düşmanla savaşıp cihad etmekle emrolundu; bu dünyada onlarla savaşmakla sınandı ve Allah’tan kendisine bir imtihan, bir deneyim olmak üzere bu düşmanlar onun üzerine salındı. Allah bu cihad için kula yar­dım, mühimmat, destekçiler ve silah vermiştir. Aynı zamanda kulun düşman­larına da yardım, mühimmat, destekçiler ve silah vermiştir. Her iki grubu birbiriyle imtihan etmiş; kimilerini diğerlerine bir sınama vasıtası kılmış ve böylece onların haberlerini denemiş ve bu imtihanla O’nu ve Peygamberleri­ni dost edinenlerle şeytan ve taraftarlarını dost edinenleri birbirinden ayır­mıştır. Nitekim Allah Teâlâ buyuruyor ki:

               “Sabredecek misiniz diye sizi birbirinizle sınarız. Rabbin herşeyi gö­rür. “

               “îşte böyle! Şayet Allah dileseydi, elbet onlardan kendisi öç alırdı. An­cak sizi birbirinizle denemek için (cihadı emretmiştir.)

               “Andolsun, sizi, içinizden cihada çıkanları ve sabredenleri meydana çı­karıp haberlerinizi açığa vuruncaya kadar deneyeceğiz.”

               Allah kullarına kulaklar, gözler, akıllar ve güçler vermiş; onlara kitap­lar göndermiş, peygamberlerini göndermiş; melekleriyle onların imdadına ye­tişmiş, meleklere: “Ben sizinleyim, inananlara direnme gücü verin.” buyurmuş ve böylece onlara, düşmanlarıyla savaşta kullar için en muazzam bir yardım şeklini emretmiştir. Kullara haber vermiştir ki, şayet Allah’ın emirle­rini yerine getirirlerse hem Allah’ın düşmanlarına, hem de kendi düşmanları­na karşı sürekli yardım göreceklerdir; eğer düşmanı onların üstüne sarmışsa, emirlerinden bir kısmını terketmelerinden ve O’na karşı isyankâr tutumlarından dolayı salmıştın Sonra Allah onların ümidini kırmamış, onları ümitsizliğe dü­şürmemiş, aksine onlara, işe yeni baştan başlamalarını, yaralarını tedavi etmelerini ve düşmanlarına karşı koymaya, hücum etmeye geri dönmelerini emretmiştir ki, böylece düşmanlarına karşı onlara yardım etsin ve zafere ulaş­tırsın. Allah kullarına haber vermiştir ki, kendisi, onların içinden takva sa­hipleriyle, iyilik yapanlarla, sabredenlerle ve inananlarla birliktedir; inanan kullarını, kendilerini savunamayacakları bir biçimde savunacaktır. Hatta Al­lah’ın onları savunmasıyla düşmanlarına karşı muzaffer olacaklardır. Eğer Allah’ın savunması olmasa düşmanları onları ezer geçer, köklerini kazırlardı…

               Onların bu şekilde savunulması imanları ve imanlarının gücü oranında­dır. İman güçlü olursa savunma da güçlü olur. Hayır bulan Allah’a hamdet-sin; hayırdan başkasını bulan ise ancak kendisini kınasın.

               5— Gerektiği Gibi Cihad:

               Allah kullara, kendisinden gerektiği gibi sakınmalarını nasıl emretmiş-se, gerektiği gibi kendi yolunda cihad etmelerini de öylece emretmiştir. Nasıl ki, O’ndan gerektiği gibi sakınmak O’na itaat edilip isyan edilmemesi, adı­nın anılıp unutulmaması, kendisine şükredilip nankörlükte bulunulmaması ise gerektiği gibi cihad etmek de kulun, kalbini, dilini ve uzuvlarını Allah’a teslim etmek için nefsiyle cihad etmesi ve böylece kendine ait, kendi başına buyruk değil bütünüyle Allah’a ait ve Allah’la birlikte olması; va’dini yalan­lamak, emrine isyan etmek ve yasakladığım yapmak suretiyle şeytanı ile ci­had etmesidir. Zira şeytan ona ümitler va’deder; mal, şöhret gibi gelip geçici şeyler temenni ettirir, fakir düşmekten korkutur, kötülükleri emreder, takva ve hidayetten iffet ve sabırdan, hasılı imanın bütün güzel huylarından mene-der. Kul, şeytanın va’dini yalanlamak ve emrine isyan etmek suretiyle onun­la cihad eder ve böylece bu iki cihaddan bir güç, kuvvet ve destek alır; onun sayesinde Allah sözünün en üstün olması için Allah düşmanlarıyla dış âlem­de kalbiyle, diliyle, eliyle ve malıyla cihad eder.

               “Gerektiği gibi cihad etme” sözünün ne anlama geldiği konusunda selef âlimleri farklı sözler söylemişlerdir: İbn Abbas: “Bu yolda olanca çabayı sar-fetme ve Allah yolunda hiç kimsenin kınamasından korkmama” diyor; Mukâtil: “Allah için gerektiği gibi amel edin, O’na gerektiği gibi ibadet edin, anlamındadır” diyor. Abdullah İbnü’l-Mübârek ise: “Nefs ve hevâ ile mücahede etmektir.” diyor. Bu iki âyet, güç yetirilemeyecek bir şeyi emretmeyi içermektedir zannıyla âyetlerin mensuh olduğunu söyleyenler isabet etmemiş­lerdir. “Gerektiği gibi cihad etme.” ve “gerektiği gibi sakınma” haddi zatın­da her kulun gücünün yettiği şeydir. Bu da mükelleflerin kudret ve acziyet, bilgi ve cehalet konularındaki durumlarının çeşitliliğinden ötürü farklılık ar-zeder. Şu halde “gerektiği gibi sakınma” ve “gerektiği gibi cihad etme” güç­lü, kuvvetli ve bilgili kimseye nisbetle başka bir şey; aciz, cahil ve zayıf kim­seye nisbetle daha başka bir şeydir. Bunu emrettikten sonra Allah, peşinden: “O, sizi seçmiştir ve dinde sizin için bir zorluk, bir darlık kırmamıştır.” cümlesini nasıl getirdi bir düşün! Hem akşjne cihadı, herkesi kapsayacak şe­kilde geniş kılmıştır. Nitekim rızkını da her canlıyı kapsayacak şekilde ver­miştir. Kula, kulun gücünün yeteceği şeyi yüklemiş ve yine kula, kendisine yetecek nzık vermiştir. Kul, mükellefiyetine güç yetirir; nzkı da kendisine yeter. Allah hiçbir şekilde kuluna, dinde herhangi bir darlık kırmamıştır. Hz. Pey­gamber (s.a.): “Müsamahakâr, kolay bir hanif dini ile gönderildim.” buyur-muştur. Yani bu din tevhîd konusunda dosdoğru, amelde müsamahakâr ve kolaydır.

               Allah Teâlâ dini, rıziklandırması, affı ve bağışlaması konularında kulla­rına son derece genişlik tanımış; ruh, bedende kaldığı müddetçe onlara tevbe etme imkânı vermiş; tevbe edebilmeleri için güneş batıdan doğuncaya ka­dar kapamayacağı bir kapı açmış; her bir günah için onu yok edecek bir keffaret olarak bir tevbe, bir sadaka yahut günahı silen bir iyilik yahut da ha­ram kıldığı herşeye karşılık onlar için o şeye bedel, ondan daha faydalı, daha hoş, daha lezzetli bir şeyi helâl kılmıştır; bu helâl olan şey o haramın yerine geçer ve böylece kul haramdan müstağnî kalır; helâl ona yeterli olur, dar gel­mez. Allah, kullan kendisiyle imtihan ettiği her bir zorluk için birisi o zor­luktan önce, diğeri sonra olmak üzere iki kolaylık yaratmıştır. Artık “Bir zor­luk, iki kolaylığa asla galip gelemez. ” Allah Teâlâ’mn kullarına karşı tu­tumu böyle olduğuna göre, takat getiremeyecekleri ve güç yetiremeyecekleri şeyden öte onların kapasitelerini aşacak bir şeyle onları nasıl mükellef tutar?

               6— Cihadın Basamakları:

               Bu anlaşıldıysa, şu halde cihad dört basamaktır:

               1- Nefis ile cihad,

               2- Şeytanla cihad,

               3- Kâfirlerle cihad,

               4- Münafıklarla cihad.

               Nefis İle cihad da yine dört basamaktır:

               Birincisi: Doğru yolu ve hak dini öğrenme konusunda nefis ile cihad ki gerek dünyada, gerekse ahirette nefsin kurtuluş ve mutluluğu bu hak dine bağlıdır. Bu dini bilmeyi kaçırırsa her iki cihanda da bedbaht olur.

               İkincisi: Bu hak dini ve doğruyolu öğrendikten sonra onun gereğince dav­ranma konusunda nefis ile cihad. Aksi halde amelsiz sade bilgi ona zarar ver­mese de bir fayda da sağlamaz.

               Üçüncüsü: İnsanları bu dine çağırma ve bilmeyenlere onu öğretme ko­nusunda nefis ile cihad. Aksi halde Allah’ın indirdiği hidayeti ve açıklamala­rı saklayan kimseler durumuna düşer. İlmi, ona fayda vermez ve Allah’ın aza­bından onu kurtarmaz.

               Dördüncüsü: Allah’a çağırmanın zorluklarına ve halkın eziyetine karşı sabretme ve bütün bunlara Allah için tahammül gösterme konusunda nefis ile cihad. Kişi bu dört basamağı tamamladığı vakit rabbanilerden olur. Zira selef, bir âlimin “rabbani” ismine hak kazanması için hakkı bilip, onunla amel etmesinin ve onu öğretmesinin gerekli olduğunda hemfikirdirler. İşte ancak bilip amel eden ve öğreten kimse göklerin melekûtunda “ulu kişi” di­ye çağrılır.

               Şeytanla Cihad:

               Şeytanla cihad iki basamaktır:

               1- Şeytanın, kulun içine attığı iman konusunda k; he ve kuşkularını defetmek üzere cihad etme.

               2- Kulun içine attığı bozuk iradeleri ve arzulan defetme konusunda şey­tanla cihad. Birinci cihadın sonunda yakîn (= kesin inanç), ikincisinin sonunda da sabır oluşur. Allah Teâlâ: “Sabredip âyetlerimize kesin inanmalarından ötürü aralarından, emrimizle onları doğru yola ileten önderler çıkardık.” buyurarak din önderliğine ancak sabır ve kesin inançla ulaşılabileceğini ha­ber vermiştir. Sabır bozuk iradeleri ve arzulan, kesin inanç ise şüphe ve kuş­kuları defeder.

               Kâfirler ve Münafıklarla Cihad:

               Kâfirler ve münafıklarla cihad ise dört basamaktır:

               1- Kalble,

               2- Dille,

               3- Malla,

               4- Canla,

               Kâfirlerle cihad özellikle el iledir. Münafıklarla cihad ise özellikle dil dir.

               Zalimler, bid’atçiler ve kötü işler yapanlarla cihad ise üç basamaktır:

                1-Gücü yeterse el ile,

                2- Yetmezse dile intikal eder,

               3- Ona da gücü yetmezse kalbiyle cihad eder. İşte toplam cihadın on üç basamağı bunlardır. “Gazaya çıkmadan ve içinden gazaya çıkmayı kurmadan ölen kimse münafıklığın bir şubesi üzere ölmüş olur.”[6]

               Biz yine İkinci Akâbe Bey’atı’ndan bahsetmeye dönelim:

               Allahü Teâlâ murad ettiği için, bu ikinci bey’at haberi, Mekke müşriklerinin kulağına ulaştı. Hâlbuki iş Resûlullah ile Medineli müslümanlar arasında olup bitmişti.

               Belki de müşriklerin bu olayı duymalarının hikmeti; Hz. Peygamber’in Medine’ye hicret etme sebeblerini hazırlamaktır. Müşrik­lerin kulağına değen bu haberin Resûlullah’ı sıkıştırmalarında; onu öldürmek ve ondan kurtulmak üzere fik’r birliği etmelerinde önem­li etkisi olduğunu göreceğiz…

               Her ne olursa olsun, İkinci Akâbe Bey’atı, Resûlullah (s.a.v.)’ın Medine-i Münevvere’ye hicreti için ilk adım olmuştu. [7][96]

[1][91] Tevbe sûresi, âyet: 123.

[2][92] Bu hadîs müttefekun aleyhdir.

[3][93] Bu konuya örnek olarak Vloten’ln «Siyâdetü’l-Aratoiyye» adındaki kitabına ba­kınız, p. 5 ye sonrası: Nahdatu’l-Mısriyye.

[4][94] Muhammet! sûresi, âyet: 20.

[5][95] Dr. Zuhaylî, îsâru’l-Harbi, Fi Fıkhı’l-tslâm: s. 59, dip.

[6] ibnul kayyım el cezviye fıkhu siyre

[7][96] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 179-183.

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.