Benî Nadir Yahudilerinin Medine’den Sürgün Edilmesi (Rebiülevvel Ayı, Hicretin 4. Yılı) | Siyer Programı – 38. Bölüm
Benî Nadir Yahudilerinin Medine’den Sürgün Edilmesi (Rebiülevvel Ayı, Hicretin 4. Yılı)
İbn-i Sa’d rivayet ediyor :
Resûlullah (s.a.v.) cumartesi günü Medine’den ayrılıp, Küba mescidine gelerek namaz kıldı. Beraberinde de Ensâr ve Muhacirlerden bir grup Sahâbe-i Kiram bulunmaktaydı. Resûlullah (s.a.v.) sonra, Nadir oğullan yahudilerinin yanına geldi. Onlarla; kendisi tarafından dokunulmazlık belgesi verilmiş bulunan fakat yanlışlıkla Amr bin Umeyye ed-Damri’nin öldürdüğü Kilâb oğullarından iki kişinin diyetini konuştu. Yardımcı olmaları gerektiğini bildirdi. Zaten Nadir oğulları ile Âmir oğulları arasında öteden beri anlaşma ve ittifak bulunmaktaydı. Bu husus tbn İshâk ve diğerlerinin rivayetine göredir. Resûlullah’m bu sözlerine karşılık onlar da: «Olur, yâ Ebâ Kasım! îtz sana istediğin yardımı yaparız…» dediler. Bu sırada bir kısım yahudıler tenhaya çekilip, Resûlullah’a suikast yapmayı plânladılar. İçlerinden Amr bin Cahhaş en-Naddari adındaki lahudi; «Ben evin damına çıkar, onun üzerine bir kaya bırakırım»
diyerek işi üzerine aldı. Çünkü Resûlullah, Yahudi evlerinden birinin duvarının dibinde duruyordu…
îbn Sa’d rivayetinde şunu da ekliyor:
Beni Nadir yahudilerinden Sellâm bin Müşkem onlara: «Sakın bunu yapmayın. Vallahi, sizin bu plânladığınız suikast ona haber verilir. Ayrıca bu iş, onunla bizim aramızda bulunan sözleşmeyi bozmak demek olur[1][57]» dedi.
Yahudilerin plânladıkları suikast haberi, Cebrail aracılığı ile Resûlullah’a gelince, hemen bir ihtiyacını gidermek için kalkıyormuş gibi davranarak yerinden kalkıp Medine yolunu tuttu. Ashâ-bıyla karşılaştığında: «Yâ Resûlâllah, kalkıp gittiniz, sebebini anlayamadık» d^ye sordular. O da: «Yahudiler, beni öldürmeyi tasarladılar. Allah bana bu durumu haber verince, hemen kalkıp gittim» buyurdu.
Bu olay üzerine Resûlullah (s.a.v.) onlara: «Yurdumdan çıkınız! Siz bana suikast etmeyi, beni öldürmeyi plânladınız. Size on gün mühlet veriyorum. Bu süreden sonra buralarda sizden kim görülürse boynunu vururum…» diye bir elçi gönderdi.
Bu haber üzerine yahudiler Medine’den çıkmak için hazırlığa başladılar. Fakat münafıkların başı Abdullah bin Ubey bin Selûl onlara : «Sakın yurdunuzu bırakıp gitmeyin. Kalenizde oturun. Benimle birlikte kavmimden ve diğer Arap kabilelerinden sizinle beraber çarpışacak iki bin kişi var..» demek üzere adamlarından bir haberci gönderdi. Onlar da çıkmak için verdikleri karardan vazgeçtiler. Kalelerine sığınıp beklediler. Resûlullah (s.a.v.î da onlarla savaşmak ve üzerlerine yürümek için hazırlık yapmasını emretti.
Sonra Resûlullah (s.a.v.) Nadir oğulları yahudilerinin bölgesine doğru hareket etti. Yahudiler yanlarına oklarını ve taşları alarak kalelerine sığındılar. Fakat Abdullah bin Ubey bin Selûl onlara yardım etmedi ve verdiği sözü yerine getirmedi. Hz. Peygamber, (s.a.v.) de onların etrafını kuşattı. Hurmalıklarının kesilmesini ve yakılmasını emretti[2][58]. Bunun üzerine yahudiler: «Yâ Muhammedi Sen bozgunculuğu ve fesadı meneder, bunu yapanları ayıplardın. Şimdi yaş hurma ağaçlarını ne diye kestiriyor ve yaktırıyorsun?» diyerek bağırıştılar. Bu konuda Cenâb-ı Hak şu âyet-i kerîmeyi indirdi: «Siz herhangi bir hurma ağacını kestiniz, yahut kökleri üzerinde dikili bıraktuıızsa bu hareketiniz (fesad için değil), hep, Allah’ın izniyledir ve fasıkları perişan etmek içindir[3][59]».
Nadir oğullan yahudileri, Resûluîlah’a kendi istediği gibi, Medine’den çıkmalarını teklif ettiler. Fakat Resûlullah (s.a.v.) Bugün ben, sadece başınızı alıp gitmenizi kabul ederim. Savaş araç ve gereçleri hariç, bir devenin taşıyabileceği eşyalarınız size aittir. Diğer mallarınız, artık size ait değildir» buyurdu. Yahudiler de bunu kabul ettiler ve develerinin taşıyabileceği kadar mallarını yükleyip gittiler. İbn Hişâm, yahudilerden bir adamın yıktığı evinin kapısını devesine yükleyip götürdüğünü nakleder. Nadir oğullarından bir kısmı Hayber’e, bir kısmı da Şam’a gittiler. Onlardan iki kişi hariç hiçbirisi Müslüman olmadı. Müslüman olanlar, Yâmin bin Umery bin Kâ’b bin Amri bin Cahş ile Ebû Sa’d bin Vahb idi. İkisi de mallarını aldılar[4][60].. ı
Resûlullah (s.a.v.), Nadir oğullarının mallarını Ensâr’a değil de, ilk muhacirler arasında taksim etti. Ensâr’dan da fakir oldukları bildirildiği için iki kişiye de mal verildi. Onlar da, Sehl bin Huneyf ile Ebû Dücâne Semmak bin Harşe idi. Nadir oğullarının malları sadece Resûlullah’a âit idi., Belâzuri «Fütûhu’l-Büldân» adlı kitabında, Resûlullah’ın, hurmaların altındaki araziyi ektirip, hanımlarının ve ehlinin bir yıllık geçimini oradan sağladığını; fazla kalanını ise savaş araç ve gereçleriyle silâh te’minine ayırdığını kaydediyor[5][61]. Haşr sûresi baştan sona kadar, Nadir oğulları yahudileri hakkında indi. Şu âyet-i kerime de, Resûlullah’ın Nadir oğullarının mallarını taksim etme hususundaki politikasını açıklar mahiyette indi: «Allah’ın onların mallarından «Fey» olarak peygamberlerine verdiği mala gelince; siz ona ne at, ne de deve koşturdunuz. (O yakın yere yürüyerek gittiniz) Fakat Allah, Resullerini dilediği kimselere, hakim kılar. Onların gönüllerine korku düşürür, onlar Üzerinde hükmünü yürütür. Allah herşeye hakkıyle kadirdir. Allah’ın peygamberine (kafir) memleketler ahalisinden verdiği ganimet (Fey) Allah için (Kabe ve diğer mescidlerin tamiri için) peygamber İçin, ona yakın olan akraba için, yetimler, yoksullar ve yolda kalmış kimseler içindir. Tâ ki o mal sizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir servet (devlet) olmasın. Peygamber size ne verdi ise onu alın; size neyi yasak etti ise onu da almayan. Allah’tan korkun, çünküAllah çok şiddetli azab sahibidir[6][62]».[7][63]
Dersler ve İbretler
Bu olay, Yahudinin içine iyice kök salmış hıyanet ve ahde vefasızlık huyunun ikinci tablosudur. Biz bundan önce de, Kaynuka oğulları yahudilerinin başvurdukları hıyanetlerden diğer bir şeklini görmüştük. Bu husus sayılamayacak kadar olayların doğruladığı tarihi bir hakikattir. Onlara isabet eden ilâhi lanetin sırrı da işte budur. Bu ilâhi laneti Cenâb-ı Hakk’ın şu kavli tescil etmiştir: «İsrail oğullarından kâfir olanlara hem Davud’un, hem de Meryem oğlu İsa’nın dili ile lanet olundu. Bunun sebebi, onların isyan etmeleri ve hakkın sınırını asmış olmalarıydı[8][64]».
Sonra, bu olayda güzel dersler ve İslâm şeriatının hükümlerinden birçoğuyla ilgili önemli işaretler bulunmaktaydı. Biz onları aşağıdaki şekilde özetliyoruz:
1-Yahudilerin Resûhıllah için tertipledikleri suikastı ortaya çıkarmak için Allahü Teâlâ’dan Resûlullah’a gelen bu haber, Yüce Allah’ın kendi elçisini bi’setinden önce ve bi’seti esnasında ikram buyurduğu birçok hârikalardan ve mucizelerden biri sayılır. Bu mucize de Resûlullah’ın peygamber sıfatının, öbür şahsî özelliklerinden önce geldiğini ortaya koyar. Mes’ele bizim dikkatimizi bu yöne çek-memizdir. Onun peygamberliğine imanımız da böyle artar…
Siyret ve Fıkhu’s-Siyre konusunda eser veren bir kısım yazarlar; yahudilerin niyyetlerini açığa çıkarmak maksadıyla, Resûlullah’a inen şu «İlâhî Haber»den söz ederlerken; bununla yahudilerin tertipledikleri suikastın kendisine ilham edildiğini açıklamak isterler. Halbuki ilham kelimesi, bütün insanlara âit müşterek bir mânâya delâlet ediyor. Karineler ve işaretler yolundan ibaret olan ilham duyusu tabii bir duyudur. Bu duyu sadece bir grup insana âit olamaz. «İlâhî Haber» kavramı ise, Siyret âlimlerinin (Allah onlara rahmet eylesin) de kullandığı gibi; yalnızca Nübüvvetin hususiyetlerinden ve özelliklerinden olan bir tek mânâya delâlet eder. Biz biliyoruz ki, başkası değil de, bu mânâ Hz. Peygamber’e tuzağı hissettirdi. O da, Allahü Teâlâ’nın Resûlullah’a, «Allah seni diğer insanlara karşı koruyacak…» diye verdiği kesin sözü yerine getirmesidir.
Durum böyle olduğuna göre, ifadeyi değiştirme de, ne oluyor? Ama hakikaten bu tutum, mucizeleri inkâr etme niyyetinden başka birşey değildir. Önceki konulardan da okuyucu biliyor ki, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in mucizelerini -mütevâtir kesinlikle sabit olduktan sonra- inkâr etmek ancak, Hz. Peygamber’in peygamberliğine iman etmedeki zayıflıktan kaynaklanır.
2- Nadir oğullarının hurma ağaçlarını kesme ve yakma işi ittifakla sabittir. Resûlullah’ın bu ağaçlardan kesip yaktırdığı sadece bir kısımdır. Sonra geri kalanlarını olduğu gibi bırakmıştı. Resûlullah’ın bir kısmını kesip, bir kısmını bırakmasını Kur’an âyetleri tasvib eder bir şekilde inmişti. Bu konudaki âyet şudur: «Siz (kâfirlerin kinini artırmak için) herhangi bir hurma ağacını kestiniz, yahut kökleri üzerine dikili bıraktmızsa, bu hareketiniz hep Allah’ın izniyledir ve fâsıkları perişan etmek içindir…[9][65]»
îslâm âlimlerinin tümü, buradan yürüyerek, düşman” ağaçlarını yok etme konusundaki şer’i hükmün, düşman: yenmek için komutanın yarar görüp uygulamasına bağlı olduğu görüşünde birleştiler. Bu duruma göre mes’ele, siyaset-i şer’lyye ta’birine giren şeylerden olmaktadır. Âlimler ftesûiullah’ın bu, hurmalar konusundaki tasarrufunun (kesmek veya bırakmak şeklinde) asıl maksadının, maslahatı ve onun yolunu araştırmak ve kendmden sonraki liderlerine göstermek ve öğretmek olduğunu söylemişlerdir.
İmam Şafiî yine bu konuyla ilgili olarak, Hz. Ebû Bekir (r.a.)’in şu aşağıdaki olayda «kesmek ve yakmakla ilgili emrini» delil kabul etmiştir. Hz. Ebû Bekir (r.a.), Halid bin Velid’i, Tülâyha ve Temim oğullarına gönderirken; Şam savaşlarında ağaçları kesip yakmaktan onu nehyetmesine rağmen, bu sefer de yakıp kesmesini emretmiştir. İmam Şafii (Rahimehullah) bu konuda şöyle diyor: «Hz. Ebû Bekir (r.a.)’in meyva veren ağaçları kesmemelerini emretmesi muhtemeldir. Çünkü o, Resûlullah’ın Şam beldelerinin müslümanlar tarafından fethedileceği haberini duyduğu için böyle emir vermişti. Hz. Ebû Bekir’in ağaçları kesmesi veya bırakması kendisine mubah olduğu için, o da müslümanların yararını düşünerek, bırakmayı tercih etti[10][66]».
Maslahat iktiza ettiği zaman, kâfirlerin ağaçlarını kesmenin ve yakmanın mubah olduğunu söylediğimiz bu görüş, İmam Nafi’nin, imam Sevri’nin, Ebû Hanife’nin, Şafiî’nin, İmam Ahmed’in, îmam îshâk’ın ve tüm fukahânın görüşüdür.
Leys bin Sa’d’dan, Ebî Sevrî’den ve Evzâî’den bunun caiz olmadığı rivayet edilmiştir[11][67].
3- İmamlar, müslümanlann düşmanlarından savaş etmeden aldıkları ganimetlerin «fey» olduğu üzerinde ittifak etmişlerdir. Fey-‘ in tasarrufu ve gözetimi, müslümanlann menfaatinin koruyucusu tmam’a ait olduğu ve savaştan sonra aldıkları ganimetleri orduya taksim ettiği gibi, onu da taksim etmesin’.n üzerine vâcib olmadığı üzerinde ittifak etmişlerdir. İmamlar, bu görüşlerine, Resûlullah (s.a.v.)’ın Nadir oğulları mallarının taksimindeki siyâsetim delil göstermişlerdir. Çünkü Resûlullah (s.a.v.) -yukarıda da gördüğümüz gibi -; Nadir oğullarının mallarını yalnızca muhacirlere tahsis etmişti. Kur’ân-ı Kerîm’de, yukarıda belirttiğimiz İki âyet de, Resûlullah’ın bu davranışını tasvip ederek inmişti.
İslâm âlimleri, müslümanlann savaş yoluyla ele geçirdikleri topraklar hususunda ihtilâf etmişlerdir. İmam ebu Hanife ve İmam Mâl.k, arazinin mutlak olarak taksim edilemiyeceğini, oranın haracının (vergisinin) yalnızca müslümanlann yaran için vâkıf olacağım-, ancak devlet başkanı, maslahatın taksim gerektirdiği görüşüne sahip olursa, bunu yapabileceğini kabul etmiştir. Hanefiler de bu görüşe yakın bir görüşü benimsemişlerdir.
imam Şafii’ye gelince o, zorla alınmış düşman topraklannın diğer ganimetlerin taksimi vâcib olduğu gibi, bunun taksiminin, de vâcib olduğu görüşünü savunmaktadır. İmam Ahmed’in mezhebinin zahiri de budur.
İmam Şafii’nin sahip olduğu görüşün delili; Resûlullah’ın Nadir oğullan mallanndaki tasarrufudur. Resûlullah’in, savaşta alınan ganimetlerin savaşçılar arasında taksiminin gerekli oluşunun hilâfına, Nadir oğullanmn mallannda yaptığı tasarrufun sebebi, bu ganimetleri elde etmeye medar olacak herhangi bir çarpışmanın olmayışıdır. Resûlullah’ın Nadir oğullar: ganimetindeki karannın sebebini açıklamadaki muğlaklığı şu âyet-i kerime giderir: «Allah’ın, Nadir oğullanmn mallanndan peygamberine verdiği ganimete «Fey»e gelince: Siz ona ne at koşturdunuz, ne deve…[12][68]».
Fey arazisinin bölünmemesinin sebebi bu olunca, bir hükmün illeti kalktığı zaman, onunla birlikte hükmün de kalkacağı ve ganimetler hakkında ta’yin edilmiş olan hüküm tekrar geri geleceği gayet açıktır. Bu konuda arazi ve diğer şeyler eşittir…
İmam Mâlik ve Ebû Hanife’nin sahib olduğu görüşün delilleriyle ilgili olaylar çoktur. Onlardan en önemlisi Hz. Ömer (r.a.)’in Irak havalisini taksim etmekten çekinip; orayı müslümanlara fazladan bir gelir sağlayan vâkıf yapma şeklindeki uygulamasıdır. Yaptığımız bu açıklamadan daha fazlasını burada yapmaya mahal yotur.
Yine, dikkat etmemiz gereken bir husus da, Nadir oğullan ganimetinin taksiminde Resûlullah’ın siyâsetini açıklayan her iki âyet de Yüce Allah’ın zikrettiği sebeb (illet) tir. Hani Resûlullah (s.a.v.), Nadir oğullarının mallarını başkalarına değil de yalnızca bir grup insana vermişti. Allahü Teâlâ bunun sebebini açıklamada şöyle buyurmuştu: «…Tâ ki, o mal sizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir servet (devlet) olmasın…» Yâni bu servet, sizden yalnızca zengin tabaka arasında sınırlı olarak elden ele dolaşmasın.
Bu gayenin sebebini açıklamak şunu ilân ediyor: îslâm Şeri-atı’nın mâlî işlerdeki politikası;, baştan başa bu prensibi (yâni servetin belirli kesimin elinde bulunmaması) gerçekleştirmek üzere kurulmuştur, îslâm Şeriatı kitablarının mâli ve iktisadî işlerle ilgili hükümlerle dolup taşmasından insan topluluklarım ve sınıflarını bi-nbirine yaklaştıran âdil bir toplumun kurulması amaçlanır. Bu iktisadi sistemle, halk arasında meydana gelen ve adaletin işleyişi ile tatbikatına etki eden darboğazlar önlenir.
Zekât hükümlerine işlerlik kazandırılarak, faiz yasaklanarak ve çeşitli ihtikâr kaynakları kurutularak; İslâm şeriatının hükümleri ve mali işlerle ilgili özel nizamı uygulama alanına konulmuş olsa, elbette tüm insanlar bolluk ve refah içinde yaşayacaklardır. Belki bazan nzık konusunda aynı eşitlik içinde olmayabilirler, ama tümü de yine ellerinde bulunanla yetinirler. Eğer bu toplumda herkes birbiriyle yardımlaşma içinde olursa, onların içinde diğerini ezen bir grup bulunmaz.
Daha da önemlisi; Yüce Allah’ın şu dünyada şeriat koymasının gayesi îslâm toplumunu kurmak olduğuna göre, bunun içinde kalmak ve dışına çıkmamakla yükümlü olduğumuz belirli sebebler ve yollar koyduğunu bilmemiz gerekir. Yâni Yüce Allah bizi hem gaye ve hem de vasıtaya uymaya çağırıyor. İslâm’dan maksad, içtimaî adaleti kurmaktır. Bunu gerçekleştirmek için istediğimiz yolu ve vasıtayı kullanalım, demek doğru olmaz.. Bilâkis bu gaye ve vasıtanın dışına çıkmak sayılır. Allah’ın bize gerçekleştirmeyi emrettiği bu gaye, bizim için bu gayeye giden yol olarak konulan sebebe sarılmanın dışında gerçekleşemiyecek. Tarih bunun en büyük delili, hâdiseler bunun en büyük şahididir.
Kur’ân-i Kerim’in bu hâdise üzerine ve bu hâdisenin umumî münâsebeti üzerine getirdiği açıklamayı anlayabilmek için yâni; ya-hudllerle münafıkların münâsebetini, Resûlullah’ın mal ve savaş konusundaki siyâsetini v.s. kavrayabilmek için Haşr sûresinin tümünü okumak uygun olur. Bu sûre Nadir oğulları olayının ders ve öğütlerini öğrenmeye imkân tanıyan hususların en önemlisidir. [13][69]
[1][57] İbn Sa’d, Tabakat: 3/99.
[2][58] Bu hadisi Buhâri ve Müslim rivayet etmiştir.
[3][59] Haşr sûresi, âyet: 5.
[4][60] Bkz. : İbn Sa’d: Tabakat, îbn Hlgâm: es-Siyre, Taberi: Tarih, İbn Kesir: Tefsir.
[5][61] UyûnlH-Eser: 2/51.
[6][62] Haşr süresi, âyet: 6-7.
[7][63] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 271-274.
[8][64] Mûıdo sûresi, âyet; 78
[9][65] Haşr süresi, âyet: 5.
[10][66] İmam Şafii, el-Ümm: 7/324. Bu konuda daha (azla bilgi İçtn bu kitabın yazarının «Zevâbıtü’l-MaslahaU adlı kitabına basvuıunuz.
[11][67] Nevevî Şerhi, Sahih-i MOsIİm: 12/50.
[12][68] Haşr sûresi, âyet: 7.