HAMD ALEMLERİN RABBİ ALLAHA MAHSUSTUR SALAT VE SELAM EFENDİMİZE VE AİLİNİN ÜZERİNE OLSUN İNŞALLAH
İslam, güven dinidir; çünkü bu dinin son tebliğcisi olan Hz. Peygamber (s.a.s.)’in daha kendisine vahiy gelmeden önceki ilk lakabı “Muhammedü’l-Emin” yani “Güvenilir Muhammed”dir. İslam, güven dinidir; çünkü onun gönderildiği ve gelişip büyüdüğü kutsal Mekke şehri emin bir beldedir: “… Şu emin beldeye yemin ederim ki…”
İslam, güven dinidir; çünkü onun bize hedef gösterdiği cennet yurdu, içinde güvenli makamların yer aldığı emin bir yurttur: “Müttakiler ise cennetlerde gerçekten güvenilir bir makamdadırlar…”(Duhan/51-52.)
O hâlde her bir Müslümanın, önce Hz. Peygamber (s.a.s.)’i örnek alarak “el-emin”, ardından da Rabbine layık bir kul olarak gerçek manada “el-mümin” olması gerekir. Zira Kur’an’a göre yeryüzünde Allah’ın “Halife”si olan Müslümana yaraşan şey, Allah ve Rasulü’nü en iyi şekilde temsil etmektir. Bu husus, bir kutsi hadis-i şerifte şöyle ifade edilir: “Kulumu sevince gören gözü, duyan kulağı, tutan eli olurum. Artık o benimle duyar, benimle görür, benimle tutar, benimle yürür.”
Güvenin şartı sıdk; yani dilde, eylemde ve tutumda doğruluk ve sadakattir.
Bir yerde sıdk varsa, orada kendiliğinden güven oluşur. Nitekim Yüce Allah, Kur’an’da bizlerden daima doğruluktan ve doğrulardan yana olmamızı ister: “Ey iman edenler! Allah’tan sakının ve doğrularla beraber olun.” (Tevbe, 9/119.)
Güvenin zıddı ve düşmanı ise, hıyanet; yani dilde, eylemde ve tutumda başkalarına ihanet etmektir. Bir yerde hıyanet ortaya çıktığında, artık orada güven kalmaz ve ortalığı birden fitne; yani büyük bir güvensizlik ve endişe duygusu kaplar. Bu nedenle Allah Teala, Kur’an’da çok açık bir şekilde hainleri sevmediğini ifade etmiştir: “…Doğrusu Allah hainleri sevmez.” (Enfal,58.)
Kur’an-ı Kerim’de insanlar, inanç yönüyle genel olarak üç ayrı kategoride değerlendirilir: a) Müslüman, b) Kâfir-müşrik, c) Münafık. Hz. Peygamber, hıyanetin bu üç insan tipolojisinden en sonda yer alan ve insanlığın en kötüsü olan münafığa ait asli bir özellik olduğunu ifade eder: “Münafığın alâmeti üçtür: Konuşunca yalan söyler, söz verince sözünden cayar, kendisine bir şey emanet edildiğinde hıyanet eder.”
Her insan veya kesimin birer düşmanı olabileceği gibi, Müslümanların da tarih boyunca bilhassa gayrimüslim kesimlerden pek çok düşmanı olmuştur. Müslümanlar, onların açık meydan okumalarına karşı gerekli tedbirleri almışlar, gerektiğinde kendileriyle savaşmışlar; çoğu zaman yenmiş, zaman zaman da yenilmişlerdir.
Bununla birlikte tarihî süreç içinde İslam’a ve Müslümanlara en büyük zararı, gayr-ı Müslimlerden ziyade İslam toplumunun kendi iç bünyesinde yer alan münafık kimse ve kesimler vermiştir: “Şüphe yok ki münafıklar cehennemin en alt katındadırlar. Artık onlara asla bir yardımcı bulamazsın.” (Nisa145.)
Öyle ki Münafıklar, İslam toplumu dâhilinde ortaya koydukları her an nereden geleceği belli olmayan türlü ihanetlerle Müslümanları büyük fitnelere düşürüp perişan etmişlerdir. Sonuçta Allah’ın yardımıyla, kendileri de rezil rüsvay olup bertaraf edilmişler, fakat onların İslam toplumuna verdikleri maddi-manevi zararlar tesirini çok uzun süre devam ettirmiştir: “…Allah, hainlerin tuzaklarını başarıya erdirmez…” (Yusuf, 52.)
Bu nedenle Kur’an muhtevasının önemli bir kısmında münafıklardan bahsedilmekte ve dikkatler onların özelliklerine ve ortaya çıkarabilecekleri fitnelere çekilmektedir. “Şüphesiz münafıklar Allah’a oyun etmeye kalkışıyorlar; hâlbuki Allah onların oyunlarını başlarına çevirmektedir. Onlar namaza kalktıkları zaman üşenerek kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar, Allah’ı da pek az hatıra getirirler. Bunların arasında bocalayıp durmaktalar; ne onlara (bağlanıyorlar) ne bunlara. Allah’ın şaşırttığı kimseye asla bir (çıkar) yol bulamazsın.” (Nisa142-143.)
İnsan için bu dünyada başa gelecek en kötü şey, ölümdür. Bununla birlikte ölümden daha kötü olan şey, yaşam boyu başımıza gelen fitneler; yani canımıza, malımıza, inancımıza, namus ve iffetimize yönelik ani saldırılardır. Kur’an’da, bu hususa şöyle dikkat çekilir: “Her canlı, ölümü tadacaktır. Bir fitne/deneme olarak sizi hayırla da, şerle de imtihan ederiz. Ve siz, ancak bize döndürüleceksiniz.” (Enbiya, 35.)
Bu noktada Müslüman kimse ve kesimlere düşen görev ve sorumluluk, âdeta cennete kavuşmuşçasına içine düştüğümüz gafletten bir an önce sıyrılıp, zorlu bir imtihan dünyasında olduğumuz bilinciyle her an için başımıza gelebilecek türlü sinsi tehdit ve tehlikelere karşı teyakkuz hâlinde olmak ve bu
konuda tüm Müslümanları uyarmak ve bilgilendirmektir. Nitekim fitne, sadece başına geldiği kimse veya kesimi değil, bilakis bütün bir milleti ve ümmeti etkileyip zora sokar: “Bir de öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz (umuma sirayet ve hepsini perişan eder). Biliniz ki, Allah’ın azabı şiddetlidir.” (Enfal, 25.)
O hâlde gelin millet ve ümmet olarak hep birlikte karşımıza çıkan her türlü fitne hareketine karşı vahdet; yani birlik, beraberlik ve kardeşlik içinde karşı koyup onunla bütün etki ve izleri silinip yok oluncaya kadar mücadele edelim. Zira Yüce Allah, Kur’an’da bizlere şöyle emretmektedir: “Fitne ortadan kalkıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın! Şayet yaptıklarına son verirlerse, şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını çok iyi görür.” (Enfal, 8/39.)
Yüce Rabbimiz, biz İslam ümmetini her türlü fitne fücurdan koruyup kollasın. AMİN