sohbetlerözlü sözleryazarlarmakalelervideolartefsir derslerikavram derslerimedaricus salikin

Düşmanın Savaşsız Hezimete Uğrayışı | Siyer Programı – 43. Bölüm

Düşmanın Savaşsız Hezimete Uğrayışı | Siyer Programı – 43. Bölüm
A+
A-

Düşmanın Savaşsız Hezimete Uğrayışı

Allah (c.c.) m üslüm anlara bu savaşta öyle aşikâre inayet etti ki; müslümanların dahli olmadan iki sebeble bütün müşrikler dağı­lıp gitti. Birincisi şu: O anda Nuaym bin Mes’ûd adındaki kişi müs-lüman oluyor ve Resûlullah onu huzuruna kabul ediyor. O zat Re-sûlullah’a yapılacak bir vazife vermesini teklif ediyor. O da: «Sen aramızda yalnız bir kişisin. Ama gücün yeterse, onların bize karşı savaşmamaları için propaganda yap, çünkü harb hiyledir» buyurdu.

Bunun üzerine Nuaym, Benî Kurayza’ya vardı. Yahudiler onu hâlâ nrüşrik sanıyordu. Onları, Kureyş’ten rehineler teslim almadan onlarla birlik olup, müslümanlara karşı savaşmamaları için ikna etti. Böylece Kureyş’in kuşatmayı bırakıp dönmesini önlemiş ola­caklardı!.. Çünkü öyle yapmazlarsa, yahudileri Muhammed ve arka­daşlarının insafına bırakmış olacaklarmış… Yahudiler; bu hârika bir fikir dediler. Nuaym oradan ayrıldı, doğru Kureyş’e vardı: Onlara da, Kurayza yahudllerinin ahdini bozmaktan pişmanlık duydu­ğunu, gizlice müslümanlarla yeniden anlaştıklarını; Kureyş’ten ve Gatafan’dan rehin adı ile bir takım kimseleri isteyip, müslümanla­ra teslim edeceklerini ve öldürteceklerini nakletti. Ve onlara, Yahu­dilerden, rehin isteği gelirse, bunu yapmaktan sakınmalarını da tenbih etti.

Sonra Gatafan’a vardı. Onlara da tıpkı Kureyş’e anlattıklarını ulaştırdı. Böylece onları birbiri aleyhine şübheye şevketti. Araların­daki güveni sarstı. Ve artık her grup bir ötekini, hıyanet ve sah­tekârlıkla itham etmeye başladı.

İkinci sebebe gelince: Bu da, karanlık ve soğuk bir gecede bas­tıran fırtınaydı. Çadırlarını fırlatıp, ocaklarım târümâr etti müşrik­lerin. Öyle ki çadır direkleri bile söküldü. Bu aşağı yukarı on gün kadar sonraydı; müşriklerin müslümanları basıp kuşatmaların­dan. ..

Müslim’in, Huzeyfe bin Yemân’dan senediyle naklettiği şu ha­bere bakın:

Ahzab gecesi, Resûlullah (s.a.v.) ile birlikte oluşumuzu anıyo­rum. Müthiş bir soğuk ve açlık sarmıştı bizi. Nihayet, kesilince, Resûlullah (s.a.v.) bize, «Şu Allah’ın kıyamet günü benimle olacak bir kişi yok mu, şu kavimden haber getirsin?» diye seslendi. Kimse ses çıkarmadı. Daha sonra ikinci ve üçüncü kez aynı teklifi tek­rarladı Resûlullah, ama ses veren olmadı. Bunun ardından: Kalk Huzeyfe, bize kavmin durumunu öğren gel, dedi. Hiçbir şey diye­medim. Çünkü beni ismimle, «Kalk» diye çağırmıştı. Ve «Git onlar­dan haber getir ama onları ürkütüp kışkırtma.» Onun yanından ay­rılırken zangır zangır titriyordum, öyle heyecanlanmıştım. Müşfik­lere yaklaştığımda, Ebû Süfyan’ın sırtını ateşte ısıtmakta olduğunu gördüm. Yayıma bir ok yerleştirdim. Atmak isterken, Resûlullah (s.a.v.)’in tenb!hini hatırladım: «Onları üstümüze kışkırtma» demiş­ti. Ama atsam onu vururdum. Yine heyecanla geriye döndüm. Ge­lip durumu anlatınca, Resûlullah üzerinde namaz kılmakta olduğu kilimi üzerime örttü. Ve iltifatta bulundu. Ve sabaha kadar uyuya kalmıştım. Resûlullah: «Kalk, uykucu»[1][112] diye beni uyardı.

İbn Ishâk ise şu ziyâdeyle rivayet ediyor: «Halkın arasına gir­dim. Fırtına ve Allah’ın gizli orduları onlara yapacağını yapmıştı. Ne çadır, ne ocak, ne kab, ne kaçakları kalmıştı. Ebû Süfyan kal­kıp; Kureyş ordusu!. Herkes yanındakini tanısın dedi. Ben de ya-mmdakinin elini tutup sen kimsin dedim. Ben falan oğlu filân dedi.

Ve Ebû Süfyan devam etti: Kureyşliîer, gerçekten son derece kritik ve elverişsiz bir konumdasınız. Kıtlık başladı, hayvanlar kı­rılmaya başladı. Benî Kurayzahlar da bize ters gitmeye başladı. On­lardan nahoş haberler gelmeye başladı. Gördüğünüz gibi fırtına da bize aman vermiyor. Artık göçe hazırlanın, işte ben yola çıkı­yorum[2][113].

ikinci gün sabahı ise, düşman kabilelerinin hepsi yüzgeri dö­nüp gitmişti. Resûlullah (s.a.v.) ve Sahabeleri de Medine’ye döndü­ler.

Bu uzun gün ve geceler boyunca, Resûlullah (s.a.v.), Allah’a sı­ğınıp yalvararak müslümanlan zafere erdirmesi için O’na duâ et­mekten de bir an gefi kalmadı.

Onun (s.a.v.} duaları arasında şunlar vardı: «Ey Kitab’ı indiren, hesabı seri Allah’ım, kavimleri hezimete uğrat. Yâ Rab, onları târü-mâr edip güçlerini dağıt[3][114]».

Yine bu savaştaydı, Resûlullah (s.a.v.) namaz vaktini kaçırmış­tı. Bunları vakit çıktıktan sonra kaza etti. Sahihayn’de rivayet edil­diğine göre: Ömer îbn Hattâb (r.a.î Hendek günü, güneşin battı­ğını görünce, Kureyş küffârına soğuyordu. Resûlullah’ın yanına va­rıp, yâ Resûlâllah! Nerdeyse güneş batacak da namazımı kılamaya-caktun, dedi.

Resûlullah, da, vallahi ben de kılamadım, buyurdu. Buthan’a git­tik, o da biz de abdest aldık Güneş batmış olduğu halde ikindi na­mazım kıldık. Ardından da akşamı kıldık[4][115].

Müslim bunun üzerine başka bir hadis ilâve ediyor. Şöyle ki; Resûlullah (s.a v ) Ahzab günü buyurmuştur ki; Bizi orta namazdan yân: ikindi namazından alıkoydular. Allah onların evlerini ve kabir­lerini ateşle doldursun!.. Sonra onu akşamla yatsı arasında kıldı. [5][116]

Bu Olaydan Alınacak Dersler

Geçmiş örneklerde olduğu gibi, bu gaza da Yahudilerin hile ve hıyânetiyle başlamıştır. Onlardı komplo hazırlayan, kabileleri da’-vet edip toparlayan.

Bu faaliyetlerde, daha önce Medine’den çıkarılmış bulunan Beni Nadir kabilesi de tek başına değildi. Aksine hâlen müslümanlarla ahd ve m’sâk içinde bulunan Beni Kurayza’nın payı büyüktü. Hal­buki müslümanlardan herhangi bir kötülük veya bu ahdi bozmaya sebeb olacak davranış görmemişlerdi.

Biz ötedenberi bu tür olayları söyleyip geçer, onlardan ibretler ve dersler çıkarmaya lüzum görmezdik. Halbuki bu her devirde, her yerde takib edilen tarihi metod olup en verimli bir iştir.

Onun için şu anda biz de, yukarıda arzettiğimiz gazve ve için­de geçen öbür olaylar üzerinde durarak onların taşıdığı dersler, öğüt­ler ve dini hükümleri süzüp çıkararak aşağıya sıralıyoruz:

1- Bu savaşta müslüm anların ilk defa bir harb vasıtası ola­rak hendek” kazdıklarını görüyoruz. İslâm tarihinde olduğu gibi Arap tarihinde de bu harb vasıtası ilk defa bu Ahzab savaşında denen­miş oldu. Ama öbür milletlerce bu bilinirdi. Nitekim Ahzab sava­şında bu işlemi,  İran asıllı olan sahabeden Selmân-ı Farisî teklif ve tarif etmişti. Resûlullah’ın da fevkalâde hoşuna gitmiş bu teklif ve hemen de sahabesine bunu gerçekleştirmelerini emretmişti. İşte bu da daha nice örnekleriyle birlikte bize gösteriyor ki, «Hikmet mü’-minin yitik malıdır, nerede bulursa alır…» Ve mü’min, bu buluş­lar için öbür sınıf insanlardan daha lâyıktır buna. Ve îslâm şeriatı, müslumanların başka milletleri taklid etmesini ne derece kötü gö­rüp men etmişse, mü’minleri üstün kılacak güzel buluşları ve fay­dalı işleri de nefsinde toplamasını o derece teşvik etmektedir. Ne­rede gözüne ilişir, nerede bulursa… İslâm’ın külli kaidesi böyledir. Yâni müslüman hür akıl ve ince tefekkürünü bütün dünya işlerinde eşya ve hâdiseler üzerinde çalıştırmaktan geri kalmayacaktır. Eş­yayı fethetmekte ve hayra kullanmakta onun için bir engel yoktur. Öyleyse; hiçbir zaman körükörüne araştırmadan başkasına uymak yerine kendi öz emeği ile, öz aklı ile en yeni keşiflere doğru yürüye­cektir. Pek tabii yapacağı en ileri araştırmalarda bile tslâm ile bağın­tıyı sürdürecek ve şeriatın prensiplerine tecâvüz etmeden keşif ve icadlarından en geniş çapta faydalanacaktır.

Cenâb-ı Hakk’ın müslümanlara meşru kıldığı bu yetKı muhak­kak ki ona verdiği üstün yaratılıştan kaynaklanır. Zira o insanı en üstün varlık olarak binlerce çeşit kabiliyet ile donatmıştır. Eşya ve hâdiseleri idaresi altına alırken, yâni bir yandan maddeyi fetheder­ken, öbür yandan ona bu yetenekleri bahşeden Rabbin gönderdiği şeriata da hakkıyle uyarak hilkattaki üstünlüğünü ve şerefini ko­rumasını bilecektir.

2- Yine yukarıda arzettiğimiz müşahedelerden birisi de Re-sûlullah (s.a.v.)’ın sahâbeierıyle beraber hendek kazmasıydı. Son derece ibret verici bir husustur. Bir kere gerçek mânâda eşitliğin, müslüman fertler arasında uygulamasını görüyoruz. Adalet ve eşit­lik böylece tecelli ediyor. Bu iki mefhum yâni adalet ve eşitlik; İslâm’­da itibari olarak kalmıyor; şuurlarda yerleşen bu iki prensip en parlak örnekleriyle îslâm cemiyet hayatına yansıyor. Ve esasen ada­let ve eşitlik İslâm’ın her prensibinde ferde ve cemiyete âit her mü­essesede en başta gerçekleştirilen ilkelerdendir.

Görüyorsunuz ki; Resûlullah Cs.a.v.) hendek kazmayı sadece müslümanlara yüklemiyor. Böyle yapıp mutantan köşkünde istira­hat edip, işleri uzaktan takip etmiyor. Veya muntazam bir törenle alkışlar ve naralar arasında gelip birisinin elinden aldığı kazmayı elinin ucuyla tutarak yere bir darbe vurmak suretiyle çalışır görün­müyor ve onlara göstermelik bir şekilde günümüzde olduğu gibi katıldığını sergilemiyor ve arkalarından onları idare ediyormuş gibi kazmayı atıp eteğine tesadüfen bulaşan tozları çırparak geriye çekilmiyor… Aksine o sahabelerden herbiri gibi gerçek mânâda işe katılıyor, üstü başı toz toprak içinde kalıyor. Öyle ki; onu görenler kat’iyyen öbür çalışanlardan ayırdedemiyorlar. Onlar gibi çalışı­yor, onlar gibi sırtında toprak çekiyor, kazma vuruyor, onların iş heyecanına katılıyor, söyledikleri şiir ve şarkılara karşılık veriyor. Yâni: Çilelerine katıldığı gibi neş’elerine de katılıyor. Yoruluyor, hep­sinden çok da acıkıyor. îşte, îslâm şeriatının kurduğu eşitliğin ger­çeği bu. Hâkimle mahkûm, zenginle fakir, halk ile hükümdar ara­sındaki eşitlik. Didik didik etsen, şeriat ahkâmının en teferruatın­da bile bu gerçeği ve bu prensibi bulursun, aksini göremezsin. Dik­katini çekerim, hatâen bu sisteme demokrasi gibi bir ad verme­ye kalkışmayasın. Çünkü gerek nazari, gerek amelî yönden arala­rında dağlar kadar fark vardır. Bir kere bu adalet ve eşitliğin kay­nak ve ölçüsü İslâm’ın kendisindedir. O da Allah’a kulluktur. Ve bu esas bütün insanlığı kuşatıcı bir özelliğe sahiptir. Yâni onlar mev­ki ve şöhreti ne olursa olsun, Hak önünde tek safa dizilirler. Hal­buki demokrasi dediğiniz şeyin kaynağı çoğunluğun hâkimiyetine dayanır. Görüşün ve hedefin mahiyeti ne olursa olsun, ekseriyetin azınlığa tahakkümünden ibarettir.

îşte bu yüzdendir ki; îslâm şeriatı, hiçbir sınıf ve gruba im­tiyaz tanımaz ve bu tür şeye asla fırsat da vermez. Hiçbir toplulu­ğa veya topluma da, dokunulmazlık sağlayacak sebeb ve mevzuat ve şartlan da tanımaz. Çünkü Allah’a kulluğun gerçek yüzü, bü­tün bu itibarlı ki arı ortadan kaldırmakla ortaya çıkar.

3- Yine bu müşahede bizzat, başka bir ibret örneğini de sa­na sunmakta. O da Resul Aleyhisselânım kişiliğinde Nübüvvetin al­dığı görünümdür. Aynı zamanda gözünün önüne, onun ashabına kar­şı taşıdığı şefkat ve sevgiyi; Allah’ın o esnada Resul (s.a.v.)’üne ik­ram ettiği hârika ve mucizelerden bir başkasını sergilemektedir… Bu temaşamızda, Nebi (s.a.v.)’nin kişiliğinden fışkıran şeyi şöylece özetliyelimr Başta, ashâbıyla birlikte çalışıp didinirken çektiği açlık meşakkatinde onun büyüklüğü net olarak beliriyor. Açlığını hisset­memek için, onun karnına taş bağlamasına dikkat edelim. Boş mi­desini böylece bastırıp korunmak istiyordu, açlık duygusundan. Han­gi maksad ve gayeydi acaba onu bunca şahsi meşakkat ve çileyp zorlayan? Devlet başkanı falan mı olacaktı?.. İleride mal-mülk sa­hibi mi olmak isterdi?.. Yoksa, çevresine insanları halkalandınp ken­disine raptetmek mi?.. Bütün bunlar onun çektiği bunca işkenceye değmez ve hiç kimse de böyle istekler için böylesi zor metodu de­nemezdi!.. Esasen bu bir tenakuz olurdu. O mânâda; mevki, makam

ve mala tama eden bir kişinin en uzak kalacağı, asla göz alamaya­cağı eziyetlerdi bunlar çünkü…

Bütün bunlara onu dayandıran, dayanmaya zorlayan sadece R’sâlet sorumluluğu ve emânetti. Tebliğle mükellef olduğu şey, hal­ka bu metodla ulaştıracağı ilâhi ve insanî en üstün mesaj!..

İşte, ashâbıyla hendek kazma faaliyetinde ortaya vuran onun peygamberi hüviyyetidir.

Onun, bu meyanda, ashabına gösterdiği şefkat ve taşıdığı derin sevginin görüntüsüne gelince onu bütün açıklığıyla, Câbir’in da’ve-tine icabetinde, kendisi için hazırladığı az bir yemeği yalnız ye­mek yerine, ashabını toplayıp gidişinde görebilirsin.

Câbir’i, Resûlullah (s.a.v.)’ı yemeğe çağırmaya sevkeden ise; onun mübarek karnına taş bağlamış olduğunu görmesi ve bundan onun aşırı derecede aç olduğunu anlamasıydı. Ancak evinde de sadece bir­kaç kişiye yetebilecek az bir yiyecek vardı. Yâni o yemeği kadar insanı da’vet etmek zorundaydı…

Ama, Resûlullah (s.a.v.)’ın, kendisi gibi açlıktan kıvrana kıvra-na ve durmadan çalışan arkadaşlarını bırakıp da sadece birkaç arkadaşıyla giderek yiyip – içip istirahat etmesi nasıl düşünülebilir­di ki? O, ashabına, b’r ananın evlâdlarına şefkatinden daha şef­katliydi…

Gerçi Câbir bunu böyle yapmak zorundaydı. Bu da normaldi el­bet. Çünkü o halktan bir kişi olarak elindeki maddî imkândan baş­kasını yapamaz ve maddi sebeblerin ötesine akıl erdiremezdi. Beşe­rin alıştığına göre de, onun evindeki yiyecek ancak böyle bir avuç insana yeterdi. Eh o da elbette, Resûlullah (s.a.v.) ile en asgarî Sevi­yede onun seçeceği arkadaşlarından bir grubu çağıracaktı.

Ama Resul aleyhısselâmm, Câbir’in kanaatiyle davranması ge­rekmezdi. Çünkü, bir kere, onun herhangi bir rahat ve ni’met ko­nusunda ashabı arasında ayırım yapması, âdeti değildi. İkinci ola­rak da, tabii sebeblerin ve maddi sınırların etkisinde kalmaz ve be­şerin alışageldiği şeylere şartlanamazdı. Zira sebeblerin sebebi ve on-larm da yaratıcısı Allah’tır. O’nun için, az yemeği çok yapmak, en basit bir iştir. O’nun az bir şey’, çoğaltıp, bütün bir cemaate yetiştir­mesi de O’nun yüce katında çok basittir.

Herşeye rağmen, Resûlullah (s.a.v.), ashabının; külfet ve çileyi ne kadar büyük, ne denli çok olsa da aralarında paylaştıkları gibi, ni’met de ne kadar az olsa da paylaşmakta birbirine tıpatıp ben­zediklerini görmüştü hep.

Bu yüzdendir ki Câbir’i, hepsi için yemek hazırlamak üzere evi­ne gönderdi. Ve kendisi de dönüp bütün ashabını çağırdı. Câbir’in evinde büyük bir ziyafete da’vet etti.

Bu olayda gördüğün müthiş mu’cizeye gelince: Bu Câbir’in kü­çücük oğlağının bol bir yemeğe dönüşmesidir. Yüzlerce sahabe bun­dan doyduktan başka, kalanını ev halkına emanet edip, halka ta-sadduk edilmesini emretti. Resûlullah (s.a.v.): Bu müthiş olay; onun sahabesine olan derin muhabbetini tatmin için ilâhi vergi olup, onun maddi sebeblerden âzâde olduğunu, ancak, Allah’ın kudret ve sal­tanatı altında hereket ettiğini açık seçik görüyoruz.

Okuyucuma şunu anlatmak isterim: Kalb gözünü açıp böyle hallerle, Cenâb-ı Hakk’ın, zahir sebebler ötesinde Nebî’sini destekle­yip, maddî sebeblerin üstesinden getireceğini görsün.

Araştırıcının, karşılaşınca çarpılacağı, peygamberi şahsiyetin be­lirtileridir bunlar, işte okuyucumun zihnim ve tefekkürünü bu ger­çeklere hazır ve uyanık tutmasını istiyorum. Tabii bu, herkesin anla­ma gücüne göre olacaktır. Ve artık bu bahiste yüzyüze getirebilirsem açık isbatla; böylece şek ve şübheye mahal kalmayacak, karşı da ge-lemiyecek.

4- Resûlullah (s.a.v.)’in, Gatafan ile sulh konusunda bazı sahâbesiyle istişare etmesindeki hikmet neydi acaba? Bu barış tekli­finde, onlara Medine’nin o yılki mahsulünün üçte birinin verilmesi; onların da buna karşı, Kurcyş ve beraberindekilerin! desteklemek­ten, müslümanlarla savaşmaktan vazgeçmeleri istenecekti. Ama onu böyle bir istişareye zorlayan şer’î etken neydi? Veya hangi şer’i Öl­çüyü kurmak hedefindeydi?

Birinci derecedeki hikmet, O’nun (s.a.v.) sahabesini denemesiy­di. En güvenilir sahabesinin böyle kritik andaki metaneti; kuvve-i mâneviyesi ve Allah’ın er-geç zafer bahşedeceğine dair itimad ve teslimiyetlerini ölçüp görmek istiyordu. Hani o gün bir sürü müşrik kavim toplanmış ve aniden çullanmışlardı Medine’deki bir avuç müslüman üzerine. Üstelik Kurayza oğulları da önceki söz ve an­laşmadan dönüp, büyük bir iç tehlike oluşturmuşlardı… Böyle an­da bile ilâhî başarıya itimadlarını ölçmek!..

Zaten Resûlullah aleyhisselâmm âdetiydi, daha önce de gördü­ğünüz gibi[6][117], O ashabını nefislerine tam güvenleri ve savaşın sonucuna dair kanaatleri hâsıl olmadan, onları bir mücadeleye rastgele sürmekten asla hoşlanmazdı. Esasen bu, O’nun sahabesini eğitmek­te izlediği açık bir metoddu. İşte bunun için, bu görüşü sahabelerinin müzakeresine sundu. Ve bunun Allah’tan vahy ile bir tebliğ ve ta­limat olmadığını; ancak müşriklerin baskısını kırmak için bulduğu bir çare olduğunu da eklemişti. Eğer nefislerinde dayanacak bir güç bulamıyorlarsa, bu bir çareydi…

Bu istişaredeki şer’i delâlete gelince: O da hakkında nass bu­lunmayan her durum için başlangıçta «şûra prensibinin» meşru ve dini bir kaide olduğudur. Aynı zamanda da müslümanlar için; ülke­lerine saldıran düşmana, çıkarlarından veya topraklarından taviz vermelerinin caiz olabileceğine de hiçbir işaret olmadığıdır.

Çünkü üzerinde ittifak edilen şer’i esas şudur: ResûhıUah’m uy­gulamalarından birşeyin delil olarak kullanılabilmesi; onun sözlü beyanı veya bizzat tatbikatına bağlıdır. Tabiî bunun da Allah’ın kitabıyla çatışmaması şarttır. Bu olaydaki görüş ve teklif ve hattâ istişare ise bu haliyle delil teşkil etmez. Çünkü bu istişareden gaye, birinci olarak; yukarıda arzettiğimiz üzere; onların görüşlerini öğ­renmek isteğidir. Bu da sadece eğitme gayesiyle olmuştur. İkinci olarak da; istişareye göıe amel olunsa da, sonunda Kitabullah’tan bir itiraz zuhur etti mi; artık İstişarenin hukukî ve şer’î bir dayanak olmayacağı gerçeğidir…

Zaten, siyer uleması da; Resûlullah’ın bu esnada sahabesini Ga-tafan’la barışa zorlamadığım, bir karara da varılmadığını; teklif ve müşaverenin sadece bir yoklama ve fikir alış verişi ile, çareler üzerin­de tartışma safhasında kaldığını açıkça ifâde etmektedir.

Sözü şuraya getirmek istiyorum: Çağımızda bir garip zümre tü­remiş. Ve son derece bâtıl bir kanaatle yürüyorlar: Onlara göre gü­nümüzde müslümanlar gerektiğinde gayr-i müslimlere cizye vere-bilirmiş!.. Delil olarak da Resûlullah’ın bu olaydaki istişaresini gös­teriyorlar, yâni Resûlullah Ahzab gazasında, istişare ile cizye vermek istedi diyorlarmış…

Halbuki kesin olarak görüyorsunuz ki, izah ettiğimiz gibi bu­radaki istişare sade ve yüzeyde olup, görüş arzetmekten ibaret olup, teşrii bir delil sayılamaz. Esasen, cizye vermekle, iki savaşan kav­min barış teklifi arasında bir ilgi kurmak nasıl mümkün olur, bunu anlayamıyoruz?

«Şayet herhangi yönden güçsüz olmaları sebebiyle, mecbur olur­larsa; hayatlarını korumak, namus ve şereflerinin heder olmasını önlemek için mallarının bir Kısmını gözden çıkarmak gerekirse, bu­nu yapmasınlar mı?» diye bir soru yöneltilirse cevabımız şöyle olur:

Öyle hallerde çok değişik durumlar çıkar ortaya. Müslümanla­rın malları ellerinden gidip düşmanlarına ganimet olur. Kâfirler, İs­lâm ülkesine saldırır, gelir kaynaklarına el koyup onlara tahakküm eder. Ama bilinen birşeydir ki; ne olursa olsun, bütün bu durum­larda müslüman isteyerek veya fetva yoluyla tecviz ederek itaat edip boyun eğmez. Ama böyle bir ortama zorla itilmiş ve istemeye iste­meye baskı altında kalmış olabilir. Fakat müslüman hep bu boyun­duruktan kurtulma fırsatı aramak durumundadır.

Ve okuyucum iyi bilirsin ki, îslâm şeriatı zaten zor altında olanı, mülteciyi, çocukları ve delileri muhatab almaz. (Böyle olmayanlar mes’uldür…)

Öyleyse, sorumluluğun dışında kalan bu durumlarda tartışma abes olur. Çünkü, re’y, maslahat ve danışma şeklindeki ihtiyarî şey­ler üzerine teklifi bir hükmün kurulması mümkün olmaz.

«- Nasıl ve hangi vasıtayla müslümanlar muzaffer olurken, bu savaş sonunda, müşrikler hezimete uğradı pekiyi?

Yukarıda görmüştük ki; Resûlullah (s.a.v.) ve ashabı Bedir ga­zasında hangi vasıtaya sığındılarsa, aynı sebeb ve vasıtalara yine Hendek savaşında da sığınmışlardı. Bu baş vasıta ve destek, Allah’a yakarış, ondan üstün gelmek hususunda hesaba gelmez derecede inayet talebinde ve sürekli duada bulunmalarıydı. Esasen bu, Resû-lullah’ın sürekli ve değişmez tavrı ve onlara aşıladığı tutumdu: Ne zaman bir düşmanla karşılaşsa veya cihada niyetlense, baş daya­nağı ve bütün hazırlıkların her türlü maddî vasıtaların en etkilisi Yüce Rabbe sığınmaktı. Bu öyle bir harb âletiydi ki, müslümanlar bunu tam yerine getirmeden, hiçbir hallerini düzeltemezlerdi.

Yalnız, müşrikler bunca kalabalığına rağmen nasıl olmuş da bo­zulup dağılmışlardı? Evet, mü’minlerin sabırla sebatla, Allah’a sa­mimi olarak güvenip iltica etmeleriyle… Nitekim Cenâb-ı Hak Ki-tab-ı Kerîm’inde bunu şöyle açıklıyor: «O gün, orduların üzerini­ze çullandığı sırada, Allah’ın size ni’metîni indirişini hatırlayın ey -mü’minler: Hani düşmanın suratına karşı bir rüzgâr estirmiş, sizin göremediğiniz ordular göndermiştik üstlerine… Çünkü Allah onla­rın ve sizin ne yaptığınızı hep görüp duruyordu. Hani altınızdan, üstünüzden belâ gelirken, gözler yerinden oynamış, yürekler ağız­lara gelmişti. Siz de Allah hakkında değişik zanlara sapıyordunuz.»

Buradan devam edelim, (25.) âyete: «Allah kafirleri içleri kin dolu, yüzgeri etti. Hiçbir sonuç elde edemediler. Allah bu savaşta da mü’minleri mükafatlandırdı. Allah kavi ve azizdir[7][118]».

Resûlullah’ın bütün gazalarında tekrarladığı bu tutumu; mü’­minleri hiçbir hazırlık ve eğitim ve plân edinmeden cihada ve çar­pışmaya sürdüğü anlamına gelmez tabii. Belki, şunu izah içindir: Müslümana yaraşan, her türlü sebeb ve hazırlığın önünde zafere ulaşabilmek için, Allah’a tam bir güven ve samimi kulluktur. Bu şart tam olmazsa, öbür maddî hazırlıkların hepsi özsüz ve dayanak­sızdır[8][119]. Bu dayanak ise kâmil mânâda müslümanlar arasında ger-çekleştiyse, artık hiç tereddüd etmeden, zaferin mucize olarak te­cellisinden söz edebilirsin!..

Yoksa, düşman karargâhlarını alt üst eden, başka bir yerde de hasar yapmayan bu kasırga nereden gelmişti? Müslümanlar bunu görmüş fakat asla müteessir olmamışlardı. Bu fırtına, ocaklarını söndürüp, çadırlarını kazıklarıyla birlikte söküp uçurmuştu; korku­dan yürekleri titremişti müşriklerin. Onlara dondurucu soğuk beri­kilere hiçbir etkisi yok1 ‘Bu Hakk’a sığınmanın ni’metiydi an­cak!..)

6- Bu esnada, yukarıda gördüğünüz gibi,- Resülullah (s.a.v.) ikindi namazım da kaçırmıştı Aşırı meşguliyetti sebebi. Ve tabii güneş battıktan sonra kaza etmişti bu namazı Maamafih, sahih ol­mayan bir başka rivayete göre ise, birden fazla namazı geçirmiş. İmkân bulunca da bunları peşipeşine edâ etmişti, vakit çıktığı hal­de… Her neyse, bu da, vaktinde kılınamayan namazın, kazasının ca­iz ve meşru olacağını gösterir Ama bu delaletle bazı kimselerin zannettiği gibi, bu türlü büyük meşguliyetler yüzünden namazlarını te’hirin caiz olduğu görüşüyle bir çatışma da olmaz. Çünkü bu da­ha sonra Havf Namazı»nın meşru kılınmasıyla neshedilmıştır. Yâ­ni savaşın kızılma anında bile müşriklerle çarpışırken, binili veya yaya (şartına uygun) namaz kılınır. Çünkü nesh, kazanın meşrui­yeti üstüne vuku bulmadı. Belki, meşguliyet yüzünden namazın te’-hirinin sıhhati üzerine oldu Yâni, namazı te’hirin caiz olduğunun neshi, kayanın meşruiyetinin sabit olduğu üzerine nesh demek de­ğildir. Çunku bunu  kesin delil ortaya koyuyor:   Bu da korku namazının bu gazadan <önce meşru kılındığına dair delildir: Nitekim Zâtü’r-Rika’» gazasına dair hadisin tahkikmda bunu ortaya koy­muştuk[9][120].

Yine bu deliller cümlesinden, Sahih-i Buhâri’deki şu hadis-i şe­rif var: Nebt (s.a.v.) Hendek savaşından şehre dönerken şöyle bu­yurmuştu: «Hiçbiriniz Benî Kurayza yurduna varmadan ikindi na­mazım (veya öğle) kılamaz!.. Bunun üzerine bazısı daha yoldayken namaz vakti girmişti. Bir kısım kimseler: «B!z oraya varmadan na­mazı kılamayız » derken, bazıları -Hayır, kılmalıyız, bizden istenen bu değil..» diyorlardı. Ve birinci grup, Benî Kurayza’ya vardıktan sonra o vakti kaza olarak kılmışlardı.

Öyle ise, farz bir namazı kaçırmakla kazasının farz olduğu sa­bit olunca; namazı geçirmenin meşru mazereti de uyuya kalmak veya unutmak olabileceği gibi, ihmâl ve kasden terk halleri de ola­bilir. Çünkü genel olarak kaçırılan namazın kazasının vücûbu üze­rine umumî delil sabit olduktan sonra, kazanın meşruiyetinin fer­de arız olabilecek birçok halden bazılarının seç-lip hükmün onlara bağlandığına dair bir delil gösterilmedi.

Beni Kurayza’ya varıncaya dek namazı kılmayanlara gelince, uykuda veya unutmuş falan değillerdi, liutun bunlara rağmen; ka­çırılan farz bir namazın kazasının meşru oluşunu, kasten geçirmiş olmanın dışına tahsis etmek hatâ olur. Bu şer’i bir tahsis (ölçü ve delil) olmaksızın bazı farzları bazısına tercih etmek anlamına ge­lir.

Bazı kimseler, şu hadisin mefhüm-u muhalifi olarak, kaza için umumî meşruiyet delilinin tahsis edildiğine dair bir delilin sabit ol­duğu vahmine kapılmış olabilirler. Evet, bu vehimden öteye gide­mez, çünkü hadîste: «Uyuyakalan veya namazı unutan kişi hatır­layınca hemen onu kılsın» buyuruluyor. Buradan öyle bir zanna ka­pılmak uyanık bir araştırıcı için yakışık almaz. Zira hadiste sade­ce unutan veya uyuyakalıp namazı geçiren hedef alınarak öbür du­rumlar pas geçilmiyor. Aksine bir tespit ve dikkat çekme var: -Ha­tırlayınca» denir. Bunun tenbihidir kasıt. Yâni «Bir k:mse, herhangi bir sebepten (unutma, uyuyakalma gibi ..) namazını geçirdi ise, ha­tırladığı an hemen kılsın veya kaza etsin demektir. Artık ikinci gün aynı vakit olsun da kaçırdığı o vakte âıt namazı kaza etsin diye fu­zuli beklemesin, hatırladığı an kaza etsin…» demek oluyor. Kasıt sa­dece -hatırlama»ya bağlıdır.

Hadîsin siyakından da anlaşılacağı gibi, hadis ulemasının ve sa­rihlerinin de anlattığı üzere[10][121], Resûlullah (s.a.v.)’m kastının bu mâ­nada olduğunu kavrayınca; artık, hadiste mefhûm-u muhalifiyle ka­za, meşruiyetinin uyku hali veya unutma gibi mazeretlere tahsis edil­mediğini de kavramış olursunuz… [11][122]

7-resulullah (s.a.v) açlığından dolayı karnına taş başlaması sol tarafının midesinin üstüne bir bezle bağlamıştı.mide sıkıştığı zaman insanın açlık hissi gideriliyor.1400 sene önce yapılan bu uygulama şuan bilimsel olarakta kanıtlanmıştır.

10- Benî Kurayza Kuşatması

Sahihayn’de nakledildiğine göre; Resûlullah Cs.a.v.) Hendek gaz­vesinden dönünce silâhını bırakıp boy abdesti aldı ki, hemen Ceb­rail (a.s.) geldi. Ona: «Silâhını bıraktın mı? Vallahi biz bırakma­dık. Yürü onların üzerine, diyor ve Resûlullah da, kimin üzerine de­yince; şunlar işte diyor ve Beni Kurayza yurdunu gösteriyordu.» Ve Resûlullah (s.a.v.) derhal onlara doğru yola çıktı[12][123]. Bütün müslüman-lara da şöyle çağrıda bulundu: «Benî Kurayza’ya varmadan kimse ikindi namazını kılmasın!..» Halk yürüdü.

Ama bazısı daha yoldayken ikindi vakti girmişti. Bir takımları, namaz kılamayız, oraya varmadan derken, bir kısmı da hayır kıl­malıyız. Çünkü bizden bunu istemedi, dediler. Bu durumu daha son­ra Nebi (s.a.v.)’ye anlattılar. O da, hiçbirini tenkid edebilecek birşey söylemedi o anda[13][124].

Onlar kalelerine sığınıp savunmaya geçmişlerdi. Resûlullah (s.a v.) da onları yirmi beş gece süreyle, bir rivayete göre ise, on beş gün kuşattı[14][125].

Nihayet kuşatmadan sıkıldılar ve Yahudilerin gönlüne korku düştü.

İbn Hişâm’ın rivayetine göre, Yahudilerin liderlerinden Kâab bin Esed, Resûlullah (s.a.v.)’in bırakıp gitmediğini görünce: Ey ya-hudi cemaatı, başımıza şu gördüğünüz hal geldi işte. Ama ben size uç tane çıkış yolu teklif edeceğim. Hangisini isterseniz onu uygula­yın… Onlar; neymiş o dediler. O da; ya bu adama uyar ve onun pey­gamberliğini tasdik ederiz. Zaten doğrusu, onun Allah elçisi bir pey­gamber olduğu apaçık anlaşılıyor. Ona dair belirtiler aynen kita­bınızda da var. Böylece de kanlarınızı, evlâd ve namusunuzu koru­muş olursunuz, onlara: Hayır, biz Tevrat Ahkâmından asla sap-mıyacağız deyince, o da:   İyi öyleyse devam edin. Gelin evlâd ve kadınlarımızı toptan öldürelim önce; sonra da yalın kılıç Muhammed ve yandaşlarının üstüne yürüyelim. Böylece, arkada gözümüz kalmaz. Allah onunla bizim aramızda hükmünü verir. Bakalım Al­lah, ya Muhammed’e, ya bize verir. Yenilir ölürsek arkada endişe edeceğimiz birşey bırakmamış oluruz bari.

Peki, bu zavallıların günahı ne ki (öldüreceğiz) diye çıkıştılar… O da: Eh bundan da çek iniyorsanız, o halde bu gece Cumartesi ge-cesidir. Zannımca Muhammed ve arkadaşları da, böyle anda bizden saldın beklemezler. Haydin inip saldn^alım. Umarım ki, gafil basıp başarı elde ederiz… Ama onlar buna da razı olmadılar.

            Nihayet, onlar Resûlullah (s.a.v.)’m kendileri hakkında vereceği karara boyun eğmek zorunda kaldılar. Benî Kurayza ötedenberi Evs kab:iesiyle dostluk içinde olduğundan, Resûlullah (s.a.v.) onlar hak­kında Evs’li liderlerden birinin hüküm vermesi için vekil tâyin etmek istedi. Sa’d bin Muâz’ın hüküm vermesine yahudiler de razı oldular ve o işe vekil kılındı… Sa’d ise Hendek savaşında aldığı ok yarasın­dan ötürü ağır hasta olup, orada bir çadırda tedavi görmekteydi. Resûlullah onu, Beni Kurayza hakkında hakem tâyin edince, oraya çağırttı. O da bir merkeb üstünde hasta halde geldi. Oradaki Mes­cide yaklaşınca[15][126]. Ensâr’a hitaben Resûlullah (s.a.v.) : «Efendiniz ve en hayırlınız için kıyam edin» buyurdu. Sonra da Sa’d îbn Mu âz’a dönüp, bu adamlar (yahudiler) senin hükmüne razı oldular, deyince: Sa’d, «O halde erkeklerini idam edin, kadın ve çocuklarını da esir alın» diye cevab verdi. Bunun üzerine Resûlullah tam da Allah’ın hükmü ile karar verdin[16][127] dedi. Daha sonra Sa’d îbn Mu âz (r.a.) şöyle duâ etti: «Allah’ım, sen bilirsin ki, senin Resulüne karşı yalancılık ya­pan ve onu yurdundan çıkaran bir milletle yine senin yolunda sa­vaşmaktan benim için daha sevimli birşey yoktur. Allah’ım, benim kanaatimce sen onlarla bizim aramızda harbi meşru kıldın, o halde Kureyş ile savaşmak hususunda hâlâ bir yol varsa beni bunun için yaşat ve savaşmayı nasib et. Harbi sona erdirdinse, o zaman bu yara ile bana şehadeti nasib et…» Bu esnada yarası yeniden açıldı, kan akmaya başladı. Yandaki çadırda bulunan Gıfar oğullarından bazı kimseler, kendilerine doğru kan akıp geldiğini görünce; «Komşu ça-dırdakiler, nedir sizden bu yana akan?» diye seslendiler. Sa’d Îbn Muâz bu seferinde fazla kan kaybetmeden dolayı vefat etmiştir. Al­lah rahmet eylesin[17][128]. Ahmed’in rivayetinde ise yarası patladığında esasen ufacık halka kadar bir arıza kalmıştı, iyileşmeye yüz tut­muştu, deniyor…

            Daha sonra yahudiler kalelerinden indirilip Medine’deki Hendek kıyısına getirildiler. Savaşabilecek erkekleri idam edildi, kalanları ise esir alındı. Bu meyanda katledilenler arasında Beni Kurayza ka­bilesini ahdini bozup hıyanet etmeye razı etmek için en çok gayret sarfeden Hudey bin Ahtab da vardı. îbn tshâk’ın rivayetine göre; bu adam elleri boynuna iple bağlı olarak Resûlullah’m huzuruna getirildi. Resûlullah’m yüzüne bakınca; vallahi sana düşmanlığım­dan ötürü hiç de pişman değilim ve kendimi ayıplamam. Fakat ne var ki Allah kimi yendirmek isterse o yenilir dedi ve hemen yere çöktü, boynu vuruldu. [18][129]

Dersler Ve İbretler

Hadis ve Siyret âlimleri Beni Kurayza olayından şu mühim hü­kümleri çıkarmaktadırlar:

1- Ahdini bozanların idamının caiz olduğu:   Nitekim,   îmam Müslim de «Beni Kurayza Gazası» ‘nı bu başlık altında işlemiştir. De­mek oluyor ki; barış, mütareke veya emân verme işlemleri; müslü-manların kendi arasında dat öbürleriyle  de olsa,  rnüslümana,  bu sözleşmelere riayet ve saygı göstermesi yakışır. İster sulh, ister mu­ahede, ister emân tanıma olsun, karşı tarafa rağmen bunlardan dön-memeli, ahdini bozmamalıdır. Yine bu olay, müslümanlarm ne hal­de, hangi zaruretle savaşa girişebileceklerini de belirtmektedir.

2- Müslümanların bazı meselelerde ve lüzumu halinde hakem tâyin edebileceği îmam Nevevî (Rahimehullah). «Bu olay ve sünnet-i Resûl’den anlaşılıyor ki: Müslümanların fevkalâde önemli özel durumlarında; yine müslüman, âdil, sâlih ve hüküm vermeye ehil kimseyi hakem tâyin etmesi, hakem usulüne başvurması caizdir. Nitekim, Haricî­lerin haksızlığında ulemâ icrna’ yapmıştır. Çünkü onlar, Hz. Ali’yi hakem tâyin etti diye (Sıffîn savaşı sırasında) itham edip yaptığı işi boykot etmişlerdi.

Yine bu olaydan; bir köy halkı veya bir kalede oturan halk ile; müslüman, âdil ve öyle önemli bir işte hakemlik yapabilecek ehliyet ve güvenli kişinin hakemliğinde anlaşma yapmanın caiz olacağını da anlıyoruz. Ve tabiî müslümanların maslahatına uyacak bir ka­rar verebilecek kimse… Hüküm verilince de, o hükmün ilzam edi­ci olduğu; ne îslâm reisinin, ne de karşı tarafın bu hükümden dö-nemiyeceğl; dönüşün ancak hükümden önce olabileceği, prensipleri de anlaşılıyor[19][130].

3- Fer’i mes’elelerde içtihadın caiz, böyle hallerde ihtilâfın ise kaçınılmaz olduğu: Nitekim sahabe, Resûlullah (s.a.v.)’ın, «Beni Ku-rayza yurduna varmadan hiç kimse ikindiyi kılmayacak!..» sözünü anlamakta ihtilâfa düşmüş, (yukarıda bunun tafsilâtı geçti) Resû­lullah (s.a.v.) da hiçbirini ayıplayıp, muahaze etmemişti. Bu da, şe­riatın en önemli ve büyük prensibine işaret ediyordu: Bu da, fer’i mes’elelerde ihtilâfın ilke olarak benimsenmesidir. Aynı zamanda muhalefet edenin de, edilenin de sevaba lâyık olduğunu anlatıyor. Tıpkı şer’î ahkâmı içtihadla çıkarırken konulan prensip gibi; ister­se isabetli hüküm veren tek kişi olsun veya çok sayıda olsun!

Yine burada, zanni delâletlerden kaynaklanan fer’i mes’eleler deki ihtilâfın, tamamiyle giderilmesinin, mümkün olmadığına işaret vardır. O durumda Hak Teâlâ hazretleri kulunu iki tür tekliften biriyle karşı karşıya bırakır. Birisi; itikad ve amelle ilgili; açık, ke­sin emirleri uygulamak. İkincisi: Muhtelif umumi delillerden fer’î hüküm ve prensipleri sezip çıkarmak için gayret ve dikkatle araş­tırmak.

O halde çölde namaz vakti girince, bir kimsenin kıbleyi şaşır­ması halinde, ondan beklenen, Allahü Teâlâ’ya kulluktan başka bir-şey değildir. Elindeki (aklî ve maddi) İmkânları ve bütün gücünü harcadıktan sonra kıblenin ne yönde olduğu hususunda edindiği ka­naate göre dönüp namazını kılar, tşte burada; kafi olmayan, şer’i nass’lardan edinilen zanni delillerden çıkacak birçok çarpıcı hik­metler var. Çok belli bir şey; değişik içtihadların var oluşu. Bu içti-hadların hepsi de aynı veya değişik, ama önemli olan meşru ve şer’an muteber delillere bağlı olması. Bunların da birçok mcs’eleyi hallet-nvş olması… Böylece, müslümanın şartlar ve ihtiyaçlar hangisini al­mayı gerektiriyorsa, ona uymakta muhayyer bulunması İşte Al­lah’ın kullarına her asır ve dönemde rahmetinin apaçık ortaya vur-masıdır bu!..

Şimdi bunu iyi düşünelim : Biliyorsunuz ki, fer’i mes’elelerde ihtilâfı kaldırmaya teşebbüs, kanun koymada ilâhi tedbir ve Rabbani hikmetlere karşı bir direnme, daha doğrusu bâtıl ve abes iş-t;r. Çünkü, delil zannî olduğu müddetçe mes’eledek”. ihtilâfın gide­rilmesi söz konusu olmaz…

Eğer bu mümkün olsa, daha başlangıç dönemi olan ResûluIIahin çağında tamamlanırdı. Ve yine dinin ilk muhatabları olan saha­be ihtilâf etmezdi. Peki onlara ne oldu da gördüğünüz gibi, bütün bunlara rağmen ihtilâfa düştüler?.. (Demek yukarıdaki işaretimizle, mü’mine rahmettir bu.

4- Yahudilerin Muhammed (s.a.v.l’in Peygamberliğini te’kid etmeleri: Kâab bin Esed’in, Yahudi ırkdaşı (ve dindaş)larıyla konuş­ması sırasında, Muhammed (s.a.v.)’in nübüvvetine kesinlikle inan­dığı, Tevrat’ın bu konuda verdiği haber ve delillere muttali olduğu, O’nun bi’setinin belirtilerini açıkça tanıdığı, yukarıdaki nakillerde görülmüştü. Ama onlar kendi taassub ve kibirlerinde esirdi Zaten birçok kimsenin imansız ve idraksiz kalmasının sebebi bu hallerdir. Yine bu gösteriyor ki, İslâm gerek akidesinde, gerek ahkâmında, be­şeriyetin fıtratına tam uyan asıl dindir. Akidesinde akılla bağdaşır, Ahkâmı ise tamamiyle insanın ihtiyaç ve faydasını karşılayacak bi­çimdedir.

Bu haliyle bir ferdi düşünülemez ki; akl-ı selim sahibi olsun da, İslâm’ı duyup asliyyet ve özüyle tanısın da, ciddi ve akli mânâda onu inkâr etmiş olsun. Mutlaka iki ihtimâlden biri vardır, bir in­kârda. Ya İslâm’ı alelade ağızlardan sığ bir şekilde duymuş veya onun aleyhinde sözlerle tanımıştır. Yahut müslümanlara düşmanlığı, ki­ni yüzünden nefsaniyetçl bir tutumla veya dünyevi imkânlarını kay­betme endişesiyle onu reddetmiştir.

5- Gelen kimseye karşı ayağa kalkmanın hükmü: Sa’d bin Mu-m hayvanı ü?ennde gelirken Resûlullah (sa.v.), ona saygı anla­mında Unsâr’ın ayağa kalkmasını istemiştir. Bunu da onun, efendi­niz için veya hayırlınız için sözü göstermektedir. İşte bu ve benzeri nakillere dayanarak, bütün ulema; sâlih kimselere ve âlimlere kar­şı, alelade ilişkilerde, âdet halinde, ayağa kalkmanın meşru olduğu­nu istidlal etmiştir.

îmam Nevevî, bu hadis üzerine yaptığı tâlikde şunları söyler: Burada faziletli kişilerin yüceltilmesi ve bir yere geldiklerinde on­lara kıyam tavsiyesi vardır. Bu yüzden de, Cumhûr-u ulema böyle kıyamı müstehab görmüşlerdir. Kazi şöyle der: Şu yasaklanan kı­yam bu değildir. O, kendisi otururken çevresindekilerin sürekli ayak­ta durmaları şeklidir. Bence, gelen faziletli kişi için ayağa kalkmak

müstehabdır. Nitekim bu konu hadîslerde nakledilmiştir. Hadîsler­de bunu nehyeden hiçbir sarih ifade de yoktur[20][131].

Yine bu konuya işaret eden bazı sahih hadislere bakalım. Kâ’b bin Mâlik’ten ittifakla nakledilen bir hadiste o, Tebük gazvesinden geri kalışının hikâyesini yaparken, şunları söylüyor: Ben Resûlul-lah ile yeniden bey’at için gidiyordum. Grup grup halka rastlıyorum, onlar da beni hep, tevbemin kabulünden ötürü tebrik ediyorlar; «Allah’ın tevbeni kabulünden ötürü seni kutlarız» diyorlardı. Niha­yet mescide varınca Resûlullah’ın çevresinde insanlarla oturduğunu gördüm. Onlardan Talha bin Ubeydullah (r.a.) kalktı, bana doğru koşup musafaha yaptı ve beni tebrik etti. Vallahi muhacirlerden başka kimse kalkmadı. (Burada Kâ’b, Talha’nm yaptığını unutamı­yor).

Yine Tirmizi, Ebû Dâvud ve Buhârî’nin Edebü’l-Müfred’de Hz. Âişe (r.a.)’den naklettiği de bu cinstendir: «Ben halk içinde Resû-lullah (s.a.v.)’a söz, sohbet ve oturuş kalkışta Fâtıma (r.a.) kadar benzeyen kimseye rastlamadım. Nebi sallâllahü aleyhi ve sellem O’nun (r.a.) geldiğini görünce ona merhaba der ayağa kalkıp onu alnından öperdi. Elinden tutar getirir kendi yerine oturturdu. Aynı şekilde Nebi aleyhisselâm da ona gittiğinde o da selâmlar, ayağa kalkıp onu öperdi[21][132]».

Anlarsınız ki, bütün bunlar, Resûlullah’ın sahih hadîsinde: -Kim kendisini karşılamak için önünden kalkılmasını taleb ederse, cehen­nemdeki yerine hazırlansın» buyurmasına ters düşmez. Çünkü, fa­zilet sahibi kimselere saygı sadedinde ayağa kalkmanın meşru ol­ması, onların gönlünde bunu arzu etmesini isbat edecek bir yoruma yol vermez. Aksine öyle faziletli ve sâlih kişiler zaten alçak gönül­lü ve arkadaşlarına karşı bu tür şeyleri taslamaktan uzaktır… Muh­taç fukaraya baksana: İslâm terbiyesi ona; dilencilikten uzak ol­mayı; halka boyun eğip, ihtiyaçlarını belirtmeyi meneder. Ama aynı İslâm terbiyesi; böyle iffetli fakirleri arayıp bulmayı, ikramda bu­lunmayı, malının fazlasını onlara vermeyi öğütler zenginlere…

O halde bunları birbirine karıştırmadan ve birini öbürüyle or­tadan kaldırmaksızın; herkesin vazifesi ve bu vazifenin ölçüsü var­dır. Aksi halde, cehalet ve aceleciliğin en çirkin örneğini sergilemek olur bu.

Şurasını da çok iyi bilmek gerek ki, bu ikramın meşruiyeti de bir ölçüye bağlıdır ve bir sınırı vardır. Bu husus aşıldı mı, iş haram noktasına varır. Ve artık onu benimseyen de, menetmeyip susan da günahtan pay alır!..

Bu türden bazı tutumları, bazı tarikatçılarda görürsünüz. Bir kısmı oturur, öbürleri ayakta intizar ederler. Meselâ şeyhin önünde bir mürid boynu bükük ve sefil vaziyette himmet bekler, ona otur­ma izni verilmesini bile beklemez. Bazıları da şeyhin dizlerine secde eder nerdeyse. Ya da meclise gelişinde elini taparcasına öper. Ya da mecliste bir coşku oluşunca ona sürünerek yaklaşır… Bun

[1][112] Müslim: 5/177. Buhâri’nin rivayetinde İse bu gidenin Ztibeyr olduğu. Başka bir hadîste ise Zübeyr’in, Kurayzahlara gönderildiği var. Ahzâb’a gönderile­nin Huzeyfe olduğu hususunda ise siyer ulemasının ittifakı vardır. İbn Sey-yidü’n-Nâs’ın Uyûnü’1-Eser ve İbn Hâcer’ln Fethu’1-Bârl kitablarına bakınız.

[2][113] îbn Hişâm: Siyret: 2/231.

[3][114] Buhari rivayeti.

[4][115] Müttefekun aleyh. Lâfzı Buhârl’ye fttttlr.

[5][116] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 309-311.

[6][117] Bedlr’de ve Uhud’da olduğu gibi. (Mütercim)

[7][118] Ahzâb sûresi, âyet: 9-25.

[8][119] Günümüzde buna moral  gücü denmekte  ki;   zafere  inanmayan,   gelecekten Umidslz ordunun maddî güçle savaşmasına kimse ihtimal vermemektedir.

[9][120] Bu kitabın 280 sayfası dipnotu.

[10][121] Fethu’l-Bârî:  2/47, Neylü’l-Evtâr:  2/27.

[11][122] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 311-320.

[12][123] Müttefekun aleyh olup, hadis metni Buhâri’ye aittir.

[13][124] BuhârI böyle nakletmİştir.

[14][125] İbn Hışam 25, tbn Sa’d ise 15 diyor. (Tabakat)

[15][126] Bu, Medine’deki Mescid-i Nebi  değil. Hadîs sarihlerinin de dediği  gibi; o an için ResûluIIah’ın mescid ittihaz ettiği yerdir.

[16][127] Müttefekun aleyh.

[17][128] Müttefekun aleyh. Lâfzı İse Buhârî’ye aittir.

[18][129] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 321-323.

[19][130] Nevevfnin Müslim üzerine şerhi, 12/92.

[20][131] Nevevi’nin Müslim şerhi: 12/93.

[21][132] B. M. ve ötekilerin rivayeti. Metin Buhârl’ye âit. öbürleri de sadece lâfızlar­da ve az fazlalıkla ayrılıyorlar…

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.