VEHBE ZUHAYLİ’NİN (RH.A) BAKIŞ AÇISIYLA BAKARA SURESİ 198. VE 203. AYETLER

Hacca Dair Diğer Hükümler
198- Rabbinizden rızık istemenizde size bir günah yoktur. Arafat’tan hep birlikte geri döndüğünüz zaman Meş’ar-ı Haram’da Allah’ı zikredin. O sizi hidayete ulaştırdığı gibi siz de O’nu anın. Daha evvel gerçekten sapıklardandınız.
199- Sonra siz de insanların döndüğü yerden birlikte dönün. Allah’tan mağfiret dileyin. Muhakkak, Allah gafurdur, rahimdir.
200- Menasikinizi bitirince babalarınızı andığınız gibi, hatta daha kuvvetli bir şekilde Allah’ı hatırlayın. İnsanlardan bazıları: “Rabbimiz bize dünyada ver.” der. Ahirette ise nasibi yoktur onun.
201- Onlardan bazısı da: “Rabbimiz bize dünyada bir iyilik ver, ahirette de bir iyilik ver ve bizi o ateş azabından koru.” der.
202- İşte, onların, kazandıklarından bir payları vardır. Allah hesabı pek çabuk görendir.
203- Bir de sayılı günlerde Allah’ı zikredin. İki günde acele eden veya geride kalan kimseler için günah yoktur. Bu, takvalı hareket eden kimse içindir. Allah’tan korkun ve muhakkak O’nun huzurunda haşrolunacağınızı bilin.
Nüzul Sebebi
- ayet-i kerimenin nüzulü ile ilgili olarak Buharî’ nin rivayetine göre İbni Abbas şöyle demektedir: “Ukaz, Micenne ve Zu’1-mecaz cahiliye dönemindeki pazar günleri idi. Hac mevsimlerinde ticaret yapmanın günah olacağından korktular. O bakımdan Resulullah (s.a)’a bu hususa dair soru sordular. Bunun üzerine: “Rabbinizden” hac mevsiminde “rızık istemenizde size bir günah yoktur.” ayeti kerimesi nazil oldu.
Ahmed, İbni Ebu Hatim, İbni Cerîr et-Taberî, Hakim ve başkaları ise değişik rivayet yolları ile Ebu Umame et-Teymî’nin şöyle dediğini rivayet etmektedirler: “İbni Ömer’e dedim ki: ‘Bizler (hacılara binek) kiralıyoruz. Bizim haccetmemiz sözkonusu olur mu?’ İbni Ömer şöyle dedi: ‘Bir adam Resulullah (s.a)’ın yanına geldi ve senin bana sorduğun hususu ona sordu. Hz. Peygamber (a.s.) ona cevap vermedi. Nihayet Hz. Cebrail onu: “Rabbinizden rızık istemenizde size bir günah yoktur.” ayetini indirdi. Resulullah (s.a) onu çağırttı ve: “Sizler hac etmiş olursunuz.” diye buyurdu.”
- ayetin nüzulü ile ilgili olarak da İbni Cerir et-Taberî, İbni Abbas’tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: “Araplar Arafat’ta, Kureyşliler ise Müzdeli-fe’de vakfe yapıyorlardı. Bunun üzerine Allahu Teâlâ ‘Sonra siz de insanların döndüğü yerden birlikte dönün.’ buyruğunu indirdi.”
- ayet-i kerimenin nüzul sebebi ile ilgili olarak İbni Ebi Hatim de İbni Abbas’tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: “Cahiliye halkı hac mevsiminde vakfe yapar ve kalkıp: Benim babam yemek yedirir, başkalarının borcunu yüklenir, diyetlerini üzerine alırdı, derlerdi, böylelikle onlar babalarının yaptıkları işlerden başkasından bahsetmezledi. Bunun üzerine Allahu Teâlâ: “menasiki-nizi bitirince… Allah’ı anın.” buyruğunu indirdi.
İbni Cerîr’in de rivayetine göre Mücahid şöyle demiştir: “Cahiliye Arapları hac menasiklerini bitirdikleri vakit cemrenin yanında durur, cahiliye dönemindeki atalarını sözkonusu eder, babalarının yaptıklarını dile getirirlerdi. İşte bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu. Hatta onlardan bazıları: ‘Allah’ım babamın çadırı büyük, kazanı da büyüktü, malı pek çoktu. Ona verdiğinin benzerini bana da ver” Bunun üzerine cahiliye günlerinde babalarını anmaya gösterdikleri bağlılıktan daha ileri bir şekilde Allah’ı anmaya kendilerini mecbur etmeleri için bu ayet-i kerime nazil oldu.”
- ayet-i kerime ile ilgili bir diğer nüzul sebebi ile 200 ve 201. ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak İbn Ebi Hatim, İbn Abbas’ın şöyle dediğini rivayet etmektedir: “Bedevi Araplardan bir topluluk vakfe yapacakları yere gelir ve: ‘Al-lahım, bu yıl yağmuru bol, ürünü çok, dostluk ve güzellik yılı olsun.’ [1][1] deyip ahirete dair hiç bir şeyi sözkonusu etmezlerdi. Allahu Teâlâ da onlar hakkında: “İnsanlardan bazıları: ‘Rabbimiz bize dünyada ver.’ der. Ahirette ise onun bir nasibi yoktur.” buyruğunu indirdi. Müminlerden bir başka grup da gelir: “Rabbimiz bize dünyada da, ahirette de bir iyilik ver ve bizi ateş azabından koru… Allah hesabı pek çabuk görendir.” derlerdi. [2][2]
Açıklaması
Hac esnasında alışveriş yapmanızda, bineği kiralamak suretiyle helâl rızık talebinde bulunmanızda -bizzat gözetilen temel maksat bu olmadıkça- sizin için bir günah yoktur. Bu gibi şeyler ancak ibadete bağlı bir maksat olarak yapılabilir. Çünkü rızık talebi, haccm güzel maksadının gözetilmesiyle beraber yine bir ibadettir. Bununla birlikte hac mensikini eda etmek için başka bir şeyle uğraşmamak daha faziletli ve daha mükemmeldir. Çünkü Allahu Teâlâ: “Onlar, Allah’a ancak dinlerini halis kılan kimseler olarak ibadet etmekle emrolun-dular.” (Beyyine, 5/98) diye buyurmaktadır.
Hacda ticaretin mubah olması için şu da şarttır: Ticaret, itaatin eksikliğine sebep olmamalı, ve ticaret yapan kimseyi hac amellerinden alıkoymamalı-dır. Bundan dolayı Hz. Peygamber: “Hac Arafe’dir.” [3][3] hadisi dolayısıyla haccın en önemli rükünlerinden birisi olan Arafat’ta vakfede bulunduktan ve Arafat’tan Allahu Teâlâ kalabalıklar halinde ayrıldıktan sonra, kendisini zikredip anmayı emretmektedir. Bu yüzden hacceden bir kimsenin Müzdelife’ye doğru yola koyulup orada gecelediği vakit, Meş’ar-i Haram’ın yanında telbiye, tehlil, dua, hamd ve sena ile Allahu Teâlâ’yı zikretmesi görevidir. Bu mübarek yerde Allah’ı bu şekilde anmamasından korkulması sebebiyle ondan Aflahu Teâlâ’yı zikretmesi talebinde bulunulmuştur. Meş’ar-i Haram imamın (hac emirinin) üzerinde durduğu dağın (tepenin) adıdır. Rivayet edildiğine göre Resulullah (s.a.) Müzdelife’de sabah namazını kıldıktan sonra devesine bindi ve Meş’ar-i Haram’a kadar geldi, orada dua etti, tekbir ve tehlil getirdi. Güneş ortalığı iyice aydınlatıncaya kadar vakfesini devam ettirdi. İbn Abbas’tan rivayet edildiğine göre o insanlara bakmış ve: “Bu gece insanlar uyumazlardı.” demiştir.
Daha sonra Allahu Teâlâ, zikretme şeklini beyan ederek: Size ne şekilde zikredeceğini öğrettiği gibi siz de O’nu anınız. Bu zikir; tazarru, ihlas, kalbî bir yöneliş, huşu ve Allah’a karşı huzurlu bir kalp ile yapılmalıdır. İşte güzel bir şekilde yapılan zikir budur. O, size güzel bir şekilde hidayet verdiği gibi, siz de O’nu güzel olarak anın. Halbuki size hidayet verilmeden sizler akide ve ameliniz itibarıyla haktan sapmış kimselerdiniz. Çünkü putlara, heykellere tapıyor, sizleri Allah’a yakmlaştırsmlar diye onları Allah nezdinde aracılar veya şefaatçiler ediniyordunuz.
Daha sonra ayet-i kerime Kureyşliler ile diğer bazı kabilelere; bütün insanlar oradan ifâde edip ayrıldıkları ve vakfe yaptıkları gibi, Arafat’ta ifâda yapmalarını emretmektedir. Halbuki onlar bu ayet-i kerimeden önce başkalarına karşı üstünlük taslayarak Müzdelife’de vakfe yapıyorlardı. Buharî ve Müslim’ in rivayet ettiğine göre Kinane, Cedîne ve Kayslılar ve onların dinini takip eden el-Hums [4][4] diye anılanlar, cahiliye döneminde sair Araplarla Arafat’ta vakfe yapmayı kendilerine yediremeyerek Müzdelife’de vakfe yapıyorlardı.
İslâm’da eşitlik ilkesini gerçekleştirmek, ayrıcalıkları bir kenara atmak için Allah Teâlâ Arafat’ta bütün Müslümanlarla birlikte vakfe yapmasını Peygamberine emretmekte ve Kureyşlilerin davranışını iptal etmek üzere de Arafat’tan ifâda etmelerini emir buyurmaktadır.
Haccm amelleri pek çok olup herhangi bir kusurdan uzak kalması pek zor olduğundan dolayı, Allahu Teâlâ onlara mağfiret dilemelerini emretmektedir. Allahu Teâlâ, samimi bir tevbe ile birlikte kendisinden mağfiret ve rahmet isteyen kimseye mağfiret ve rahmetini çok geniş olarak verir.
Allahu Teâlâ daha sonra bir başka cahili adeti de ortadan kaldırmaktadır. Bu ise, ataların şerefli konumlan ile karşılıklı iftihar etmek âdetidir. Çünkü Araplar Mina’da mescit ile tepe arasında hac işlerini bitirdikten sonra -nüzul sebeplerinde açıkladığımız gibi- vakfe yapıyorlardı. Nitekim İbni Abbas’tan gelen şu rivayet de bunu tekit etmektedir: “Araplar haclarını bitirdikten sonra onlardan herhangi birisi atalarının cömertlik, hamaset, akrabalık bağlarını gözetmek gibi önemli günlerini sayıp döker, burada şiirler okurlardı. Allahu Teâlâ onlara İslâm nimetini ihsan buyurunca atalarını andıkları gibi, Allah’ı zikretmelerini onlara emir buyurdu.”
el-Kaffâl’ın rivayetine göre İbni Ömer şöyle buyurmuştur: “Fetih günü Resulullah (s.a), el-Kasva adındaki devesi üzerinde tavaf yaptı. Elindeki asası ile Hacer-i Esved-i istilam (okşamak, öpmek, sevmek, el sürmek) ediyordu. Daha sonra Allah’a hamdü senada bulundu ve şöyle dedi:
“Şimdi ey insanlar! Şüphesiz ki Allah, sizden cahiliye hamiyetini ve çözülüşünü gidermiştir. Ey insanlar! İnsanlar ancak iki türlüdür: (Birincisi) İyi, takva sahibi ve Allah katında değerli, ikincisi ise günahkâr, bedbaht ve Allah katında değersiz bir kimsedir.” Daha sonra Yüce Allah’ın: “Ey insanlar! Şüphesiz ki biz, sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık. Sonra da birbirlerinizle tanı-şasınız diye sizleri cemiyetler (milletler) ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah katında en değerliniz, en takvâlı olanınızdır…” (Hucurat, 49/13) ayetini okudu.
Yine Peygamber (s.a) Veda haccmda teşrik günlerinin ikincisinde bir hutbe irad etti ve bu hutbesinde Arapları övünmeleri terketmeye yöneltti ve şöyle buyurdu: “Ey insanlar! Şüphesiz ki sizin Rabbiniz birdir ve muhakkak atanız da birdir. Arap olan bir kimsenin Arap olmayana, Arap olmayan bir kimsenin Arap olana, kırmızının siyaha, siyahın kırmızıya -takva yönünden hariç- bir üstünlüğünün olmadığını bilin. “Tebliğ ettim mi?” deyince hazır bulunanlar: “Resulullah (s.a.)’a “evet, tebliğ ettin”, dediler.
Böyle bir adetin ortadan kaldırılması Allahu Teâlâ’nın çokça zikredilmesi emredilerek gerçekleştirilmiştir. Tıpkı onların daha önce atalarını ve onların övünülecek durumlarını sözkonusu ettikleri gibi. Hatta onların atalarını anmalarından da daha ileri derecede Allah’ı anmaları istenmektedir.
Daha sonra Resulullah (a.s) en güzel olan hali takınıp diğerlerini terket-mek üzere dua esnasında zikreden insanların durumlarını hatırlatmakta ve şöyle buyurmaktadır: “Hacda insanlar iki türlüdür: Kimisi dualarını yalnızca dünya ile ilgili hususlara hasreder, dünyanın hayırlarının arttırılmasını ister, ahirete dair bir şey söylemez. Adeta ahiret onun hatırından geçmez, ahiretin hiç bir şeyine de önem vermez gibi davranır. Böyle bir kimse; makam, mevki, zenginlik, düşmanlara karşı zafer ve buna benzer dünyevî şeyler ister. Bu gibi kimselerin Allah’ın takva sahipleri için hazırlamış olduğu rıza ve cennetlerinden ahirette herhangi bir paylan yoktur.
Diğer bir grup ise, hem dünya hem de ahiretin iyiliğini istemeye özen gösterir ve: ‘Rabbimiz! Sen bize dünyada hoş ve mutlu, huzurlu bir hayat bağışla! Ahirette de razı olunacak mutlu ve huzurlu bir hayat ver.’ der” Ahiretin de dünyanın da mutluluğunu talep etmek faydalı ve güzel amel işlemeye bağlıdır. Dünya, rızık yolunda çalışıp gayret etmeyi, güzel geçinip güzel davranmayı, iyi huy sahibi olmayı gerektirir. Ahiret ise ancak sahih iman ile elde edilebilir. İşte bu ikinci kısım, günahlardan ve cehennemde azab görmenin sebeplerinden uzak durmaya çokça gayret gösterir ve şöyle der: ‘Rabbimiz, bizleri nefislerimizin arzularından koru. Doğu ile batıyı birbirinden uzaklaştırdığın gibi, bizimle günahlarımızın arasını da öylece uzaklaştır. Seni razı edecek işler yapmaya muvaffak kıl. Mümin, Allah’ın farzlarını yerine getirip masiyet ve mün-kerlerden uzak durup dünya ve ahiret mutluluğunu talep ettiği takdirde Allahu Teâlâ da her ikisinde (dünya ve ahirette) ona başarı ihsan eder.
Dünyadaki iyilik; sıhhat, güven, diğer insanlara muhtaç olmamak, salih evlat, salih zevce, düşmanlara karşı muzaffer olmaktır. Ahiretteki iyilik ise, sevaba nail olmak ve azabtan da kurtulmaktır.
Allahu Teâlâ, daha sonra sadece dünyayı talep edenler ile hem dünya hem de ahireti birlikte talep eden bu iki kesime işarette bulunarak, her birisinin talep ve duasından payının verileceğini beyan etmektedir. Bir görüşe göre Allahu Teâlâ: “İşte onların kazandıklarından bir payları vardır.” buyruğu yalnızca ikinci kesime aittir. Çünkü Allahu Teâlâ birinci kesimin hükmünü: “Ahirette ise onun nasibi yoktur.” buyruğu ile zikretmektedir. Durum her ne olursa olsun karşılığa nail olmak kazançtan başlar. Çünkü “kazandıklarından” buyruğun-daki “(min= dan” buyruğu gayenin başlangıcını ifade etmek içindir, bir kısmını ifade etmek için değildir. Kazanç ise kişinin ameli ile nail olduğu şey hakkında kullanılır. Allah ise hesabı çabucak görüverendir. Her kazanan kişiye amelinin karşılığını amelinin akabinde çok çabuk verir. Ahiretteki hesap her amel işleyen kimsenin kendi ameline vakıf olması ile olur. Bu ise bir anda gerçekleşir. Rivayet edildiğine göre Allahu Teâlâ bütün insanları göz açıp kapayacak kadar bir zaman içinde hesaba çekecektir. Diğer bir rivayete göre dünya günlerinden yarım günlük bir sürede bunu gerçekleştirecektir. Kısacası: “Rabbimiz bize dünyada da ahirette de bir iyilik ver.” ayeti, dünya ve ahiret adına yapılacak bütün talepleri ihtiva etmektedir. Hesabın gerçekleşmesi muhakkak olduğuna göre o, pek yakın ve pek çabuktur.
Bu ayet-i kerimeye benzer Allahu Teâlâ’nın şu buyrukları da vardır: “Kim bu dünyayı isterse biz de burada istediğimize dileyeceğimiz şeyi çabucak veririz. Sonra da ona cehennemi veririz. O, buraya kınanmış ve kovulmuş olarak boylar. Kim de mümin olarak ahireti diler ve bunun için çalışıp çabalarsa çalışmalarının karşılığı olarak mükâfat görür. Her birine Rabbinin bağışından art arda veririz. Rabbinin bağışı alıkonmuş değildir.” (İsrâ, 17/18-20); “Kim ahiret ekinini isterse biz onun ekinini artırırız. Kim de dünya ekinini isterse biz kendisine ondan veririz. Ahirette ise onun hiç bir nasibi yoktur.” (Şûra, 42/20).
Daha sonra Allahu Teâlâ Meş’ar-ı Haram’ın yanında; sözü geçen, kendisinin zikredilmesine dair emri verdikten sonra Mina günlerinde ve Mina günleri sonrasında menasikin eda edilmesi halinde zikredilmesini emretmekte ve: “Bir de sayılı günlerde Allah’ı zikredin.” diye buyurmaktadır. Buradaki sözkonusu “sayılı günler” ise Zilhicce’nin 11, 12 ve 13. günleri olan Mina günleri veya Teşrik günleridir. Bunlar Cemrelerin taşlandığı günlerdir. Bu günlerde hediye ve kurbanlıklar kesilir.
Bu günlerde Allah’ı zikretmek, namazın akabinde cemrelerin taşlanması esnasında ve kurbanlar kesilirken getirilen tehlil ve tekbir ile olur. Zikrin türü bakımından hacı olanlarla olmayanlar arasında fark yoktur. Şu kadar var ki, hacı olmayanlar Arefe günü de tekbir getirilir, hacılar ise telbiye getirirler. Rivayet yoluyla gelen tekbir şekli şöyledir: “Allahu ekber, Allahu ekber, Allahu ekber kebirâ” Hz. Ömer’den gelen rivayete göre ise o, (Hz. Muhammed (a.s.) Mina’da çadırında tekbir getirir, onun etrafında bulunanlar da onunla tekbir getirirlerdi. Hatta yolda bulunan insanlar da tekbir getirirlerdi. el-Fadl b. Ab-bas’tan da şöyle dediği rivayet edilmektedir: “Müzdelife’den Mina’ya kadar Resulullah (s.a.)’ın arkasında bineğinin üzerindeydim. Akabe Cemresine taş atıncaya kadar telbiyesini kesmedi.”
Dikkat edilecek olursa bu surede hacda zikretme emri “sayılı günler” diye varid olmuştur. Hac suresinde ise “belli günlerde” diye varid olmuştur: “Ta ki onlar kendileri için birtakım menfaatlere tanık olsunlar, belirli günlerde de Allah’ın adını ansınlar.” (Hacc, 22/28).
Bu bakımdan İmam Şafiî “belli günler” in Kurban bayramının birinci günü sonuncuları olmak üzere; Zilhicce’nin ilk on günü olduğunu; “sayılı günler” in ise Nahr (Kurbanın birinci) gününden sonraki üç gün olduğu görüşündedir. Bunlar ise Teşrik günleridir. el-Kaffâl da Tefsiri’nde kaydettiği rivayet ile bu görüşü tekid etmektedir. Buna göre Resulullah (s.a.) bir münadiye şöyle nida etmesini emretmiştir: “Hac Arafe’dir. Her kim tanyerinin ağarmasından önce Müzdelife’ye gidilecek gece gelebilir ise, haccı idrak etmiş olur. Mina’nın günleri ise üçtür. Her kim iki günde acele ederse onun üzerine vebal yoktur.” Sünen sahipleri de Abdurrahman b. Ya’mer’den şöyle dediğini rivayet etmektedirler: “Necid halkından bazı kimseler Resulullah (s.a)’ın yanma Arafe’de vakfede iken geldiler. Ona soru sordular. O da bir münadiye şöylece seslenmesini emretti: “Hac Arafe’dir. Her kim Cem [5][5] gecesi (Müzdelife’nin diğer adıdır) tanyerinin ağarmasından önce gelirse (haccı) idrak etmiş olur. Mina günleri üç gündür. Her kim iki günde acele eder (ve Mina’dan ayrılırsa) onun üzerine vebal yoktur. Her kim geriye kalırsa onun üzerine de vebal yoktur.” İmam Malik’in görüşüne göre ise taş atma günleri “sayılı günler”, kurban kesme günleri ise “belli günler” dir. Buna göre kurban kesme günü sayılı bir gün değil malum (belli) bir gündür. Ondan sonraki günler ise hem belli hem de sayılı günlerdir. Dördüncü gün ise sayılır, fakat belli günlerden değildir.
“İki günde acele eden kimse…” ayetinin anlamı da şudur: Her kim üç günde yapılması istenenleri acele ederek iki günde yaparsa onun üzerine bir günah yoktur. Her kim de acele edilebilir iznine binaen gecikirse onun üzerine de bir günah yoktur. O halde daha faziletli olan Mina’da kalmak ve orada üç gün üç gece geçirmektir. Bunu ise her gün zevalden sonra Cemrelere 21 taş atmak için yapar. Her bir Cemreye 7 taş atılır. Böylelikle Hz.İbrahim’in uygulamasına uyulmuş olur. Akabe cemresinin başka bir özelliği ise Kurban bayramının birinci günü sadece oraya taş atılmasıdır. Mina’da Teşrik günlerinin birinci ve ikinci gecelerini geçirmek suretiyle ruhsatı seçmek de caizdir. Bundan sonra ise Mekke’ye gidilir. Kişi, eğer ikinci günü güneş batmcaya kadar Mina’dan ayrılmayacak olursa, üçüncü gün zevalden önce veya sonra taş atıncaya kadar geceyi orada geçirir, sonra Mina’dan ayrılır. Ruhsat yolunu terketmekten dolayı da onun için bir günah yoktur.
Acele ayrılmak veya sonraya kalmak ile ilgili bu hafifletme ve muhayyer bırakma, acele edenden de sonraya kalandan da günahın nefyedilmesi (yok edilmesi) veya bu mağfiret, Allah’tan korkan takva sahibi [6][6] ve O’nun yasakladıklarını terkeden, haccına zulüm ve günah bulaştırmayan kimseler içindir. Çünkü gerçek hacı budur. Zira bütün ibadetlerden maksat takvadır. Nitekim Allahu Teâlâ, şöyle buyurmaktadır: “Allah ancak takva sahibi olanlardan (amellerini) kabul eder.” (Maide, 5/27). Takvanın gerçekleştirilmesi ise kalp ve dil ile Allah’ı zikretmek, bütün durumlarda onun gözetimi altında olduğunun şuuruna varmakla olur. Daha sonra Allahu Teâlâ takvalı olmayı emrederek: “Allah’tan korkun ve bilin ki muhakkak hepiniz O’nun huzurunda haşroluna-caksınız.” diye buyurmaktadır. Yani hac menasikini eda ettiğiniz vakit ve bütün hallerde Allah’tan korkunuz demektir. Ardından takva emrini tekit etmekte ve şöyle buyurmaktadır: Ve biliniz ki muhakkak sizler Kıyamet gününde amellerinizden dolayı hesaba çekilmek ve karşılıklarını görmek üzere diriltilecek ve bir araya toplanacaksınız. Haşir ise cesetlerin çıkışından itibaren başlar ve hesap için huzurda beklemenin sonuna kadar devam eder. Güzel akıbet ise takva sahiplerinindir. Güzel akıbet, takvanın bir sonucudur. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “İşte, bu cenneti biz, kullarımızdan takva sahibi olanlara miras veririz.” (Meryem, 19/63). Yine Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “O gün kimse kimseye herhangi bir fayda sağlayamaz. O günde emir ve hüküm yalnız Allah’ındır.” (İnfıtar, 82/19).
Amelleri dolayısıyla hesaba çekileceğini bilen bir kimse salih amel işlemeye bakar, Rabbinden korkar. Allahu Teâlâ hakkındaki kendisinin anılması ve takva sahibi olunması emirlerini defalarca tekrarlamaktadır. Böylelikle ibadette önemli olanın nefsin ıslah edilmesi, hayrın işlenmesi, kötülük ve günahlardan uzak kalınması olduğu anlaşılmaktadır. Geleceğinde şüphe olmayan akıbet hakkında zan veya şüpheye sahip olan kimse bazen iyi amel işler, bazen de iyi ameli terkeder.
Allahu Teâlâ Arafat’tan birinci defa ayrılmayı ve menasikin bitiminden sonra da ikinci defa ayrılmayı sözkonusu edince -ki bu ayrılma, insanların hac mevsiminden meşair ve vakfe yapılan yerlerde bir araya gelip toplanmalarından sonra geldikleri bölgelere ve sair yerlere dağılması ile olur- şöyle buyurmaktadır: “Allah’tan korkun ve bilin ki, muhakkak O’nun huzurunda haşrolu-nacaksınız.” Nitekim bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: “De ki: “Yeryüzüne sizi dağıtan O’dur. Sonra ise yalnız O’nun huzuruna toplanıp götürüleceksiniz.” (Mülk, 67/24). [7][7]