SEYYİD KUTUB BAKIŞ AÇISIYLA BAKARA SURESİ 28 VE 29. AYETLER
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
28- Allah’ı nasıl inkâr edersiniz ki, sizleri ölü iken o diriltti, sonra sizi öldürüp tekrar diriltecek, sonra da yine O’na döneceksiniz.
29- O ki, yeryüzünde bulunan bütün varlıkları sizin için yarattı. Sonra da göklere yönelerek onları yedi gök olarak düzenledi. O her şeyi bilir.
Bütün bu deliller ve nimetler karşısında Allah’ı inkâr etmek her türlü gerekçe ve dayanaktan yoksun çirkin ve iğrenç bir inkârcılıktır.
Kur’an-ı Kerim, burada insanları mutlaka gözönüne almaları, itiraf etmeleri ve gereklerine teslim olmaları gereken realiteler ile yüzyüze getiriyor. Onların dikkatlerini, hayatlarının akışına ve varoluşlarının çeşitli aşamalarına yöneltiyor. Onlar vaktiyle ölü iken, kendilerini O diriltti. Bir zamanlar onlar ölüm halindeyken O, onları bu aşamadan “hayat” aşamasına geçirdi. İnsanlar, yaratıcı bir gücün varlığından başka hiçbir açıklaması olmayan bu, gerçekle karşı karşıya gelmekten kaçamazlar, onu yok sayamazlar.
Onlar şimdi canlıdırlar. Yapılarında “hayat” denen bir realite taşıyorlar. Acaba onlarda ki bu “hayat” denen realiteyi vareden kimdir? Yeryüzündeki cansız varlıklarda bulunmayan bu yeni görüntüyü hiç yoktan meydana çıkaran kimdir? Hayat, cansız varlıkları kuşatan ölümden apayrı bir şey, karakteri de onunkinden tamamen farklı.. Peki, bu nereden geldi?..
İnsanlar, akıllarını ve vicdanlarını kurcalayan bu sorudan kaçmakla, onunla yüzyüze gelmekten sakınmakla hiçbir şey elde edemezler. Ayrıca bu canlılık realitesinin meydana gelişini, yaratıklardan farklı yapıda bir yaratıcı güce bağlamaktan başka çıkar yol yok. Yeryüzünde kendi dışında kalan ölü varlıklardan farklı ve apayrı gelişmelere ve eylem biçimlerine sebep olan bu hayat realitesi nereden geldi? Hiç kuşkusuz Allah katından. Bu sorunun en akla yatkın cevabı budur. Yok, eğer bu cevabı onaylamıyorsa bir kişi, sorunun doğru cevabının ne olduğunu söylesin o zaman!
İşte burada insanlar, bu gerçekle karşı karşıya getirilerek şöyle buyuruluyor:
“Allah’ı nasıl inkâr edersiniz ki, sizleri ölü iken O diriltti.
Yani vaktiyle siz de yeryüzünü dolduran ve sizin de çevrenizi saran şu cansız varlıklar gibi birer cansız varlıktınız. Sonra Allah sizde canlılık realitesini varederek sizi diriltti. Buna göre, hayatları Allah katından olan, canlı oluşlarını kendisine borçlu olan kimseler Allah’ı nasıl inkar edebilirler? İncelememize devam ediyoruz:
“Sonra sizi öldürüyor”
Herhalde bu hükme hiç kimse itiraz etmez, ona hiç kimse karşı çıkmaz. Çünkü ölüm, canlıların, yaşayanların her an karşılaştıkları, yüzyüze geldikleri bir gerçektir. Bu niteliği yüzünden itiraz ve tartışma götürmez. Yine ayeti okumaya devam edelim:
“Sonra sizi tekrar diriltiyor.”
Peygamber efendimizin döneminde yaşayan bazı nasipsizler bu gerçeğe karşı çıkmışlar, ona itiraz etmişlerdi. Tıpkı günümüzde bazı gözü perdelilerin, yönünü yüzyıllar öncesinin ilkel cahiliye dönemine döndürmüş bir kısım gericilerin ona karşı çıktıkları, ona itiraz ettikleri gibi. Oysa bu kimseler ilk yaratılışlarını iyi düşünürlerse, bu itirazlarının ve yalanlamalarının hiçbir haklı gerekçeye dayanmadığını görürler. Ayeti okumaya devam ediyoruz:
“Sonra da yine O’na döneceksiniz”
Yani nasıl sizi ilk başta O yarattı ise sonunda yine O’na döneceksiniz, nasıl sizi yeryüzünün dört bir tarafına dağıttı ise, bu kez biraraya toplanacaksınız nasıl O’nun iradesi ile ölüm aleminden hayat alemine geçtiniz ise, hakkınızdaki hükmünü yürütmesi ve sizinle ilgili takdirini gerçekleştirmesi için tekrar O’nun huzuruna döneceksiniz.
Görüldüğü gibi kısa bir ayetin hacmi içinde bütün hayat sicili açılıp dürülüyor, insanlığın tablosu yaratıcının kabzası altında birkaç fırça darbesi ile gözler önüne seriliyor. Yüce Allah, insanlığı ilk önce ölümün sessizliğinden sıyırıp yeryüzüne salıyor, sonra onu ölümün eli aracılığı ile yakalıyor, arkasından onu tekrar diriltiyor. İnsanın ilk yaratılışı nasıl O’ndan kaynaklandı ise Ahirette yine O’nun huzuruna dönecektir. Bu hızlı gösteri tablosu içinde yüce Allah’ın gücünün izleri gözler önünde canlandırılmakta, onun derin ve etkili izlenimleri duyu organlarına yansıtılmaktadır.
Bu tablonun arkasından birincisini tamamlayan ikinci bir tablo ile yüzyüze geliyoruz. Okuyalım:
“O ki, yeryüzünde bulunan bütün varlıkları sizin için yarattı. Sonra göklere yönelerek onları yedi gök olarak düzenledi, O herşeyi bilir”
Gerek tefsir ve gerekse kelâm (tevhid) bilginleri yeryüzünün ve göklerin yaratılışından çokça söz ederler. Bunlardan hangisinin önce, hangisinin sonra yaratıldığını, ”istiva” ve “tesviye” terimlerinin ne anlama geldiğini uzun uzun anlatmaya çalışırlar. Fakat böyle yaparken “öncelik” ve “sonralık” kavramlarının insana özgü olduğunu, yüce Allah’a göre bunların bir değer taşımadığını unutuyorlar. Yine unutuyorlar ki, “istiva” ve “tesviye” kelimeleri sınırsızın imajını sınırlı insan idrakine yakınlaştırmaya yarayan iki terimden başka birşey değildirler.
Şunu hemen belirtelim ki, İslâm bilginlerinin bu tür Kur’an terimleri üzerinde giriştikleri hararetli tartışmalar, eski Yunan felsefesinin ve yahudi-hristiyan kaynaklı Teoloji münakaşalarının saf Arap düşüncesine ve duru İslâm mantığına bulaşmış bir afeti, bir hastalığıdır. Bizim bu gün o eski hastalığın pençesine yakalanarak İslâm inancının güzelliğini ve Kur’an-ı Kerim’in alımlı çehresini bozmamız, lekelememiz söz konusu değildir.
Buna göre, bu terimleri aşarak, yeryüzünde bulunan bütün varlıkların insan için yaratılmış olmasının düşündürdüğü gerçeklerden kısaca söz edelim; bu gerçeğin insanın varoluş amacını, yeryüzündeki rolünün önemini ve Allah’ın terazisindeki ağırlıklı değerini, bütün bunların ötesinde gerek İslâm düşünce sisteminde ve gerekse İslami toplumsal düzende insanın taşıdığı önemi kanıtlayan karakterini vurgulayalım:
“O ki, yeryüzünde bulunan bütün varlıkları sizin için yarattı”
Buradaki “sizin için” deyimi zihnimizde geniş kapsamlı sezgiler uyandıran derin anlamlı bir deyimdir. Bu deyim kesin bir biçimde ifade eder ki, yüce Allah şu insanı çok önemli bir fonksiyonu yerine getirmek için yarattı; onu kendisinin yeryüzündeki halifesi olsun, yeryüzündeki bütün varlıklara egemen olsun, yeryüzünde yapıcı bir rol oynasın diye yarattı.
İnsan, bu geniş mülke egemen olan en üstün varlık ve yaygın alanlı mirasın birinci derecedeki efendisidir. Buna göre, yeryüzünde cereyan eden olay ve gelişmelerde insanın rolü birinci derecededir. O, yeryüzünün de, yeryüzündeki kullanılacak teknolojik araç ve gereçlerin de efendisidir. Günümüzün materyalist dünyasında olduğu gibi O, bu araç ve gereçlerin kölesi değildir. İnsan, materyalist düşüncenin basiretsiz taraftarlarınca iddia edildiği gibi, teknolojik araç ve gereçlerin insan ilişkilerinde ve yaşama şartlarında meydana getirdiği gelişmelere bağımlı sayılamaz. Sözünü ettiğimiz nasipsiz materyalistler böyle düşünmekle yeryüzünün onurlu efendisi olan insanın rolünü ve pozisyonunu küçümseyerek, onu sağır araç ve gereçlerin tutsağı durumuna indirgemektedirler.
Kısacası, insanın kontrolünde olması gereken güçlerin sınırlarını aşıp insanın değerinin üstüne çıkması, onu baskı altına alması ve boyunduruğuna geçirmesi kabul edilemez. İnsanın değerini küçültmeyi içeren her amaç, sağladığı maddî avantajlar ne olursa olsun, insanın varoluş gayesi ile çelişen bir amaçtır. İnsanın onurluluğu, insanın üstünlüğü ilk sıradadır. İnsana bağımlı, insanın serbest iradesine boyun eğmiş olması gereken maddî değerler daha sonra gelir.
Bu ayette yüce Allah’ın insanlara bağışladığını bildirdiği ve nankörce karşılanmalarını tuhaf saydığı nimetler, sadece tümü ile yararlarına sunmuş olduğu yeryüzü nimetleri değildir. Bunların yanında yüce Allah’ın insanları tüm yeryüzüne efendi yapmış olması, onlara yeryüzünün içerdiği bütün maddî değerlerin üstünde bir değer biçmiş olması da diğer bir nimetidir. Bu, insanı yeryüzüne halife yaparak onurlandırma nimeti, emrine sunulan büyük mülk ve bu mülkten yararlanma nimetinden daha üstündür. Ayeti okumaya devam edelim:
“Sonra da göklere yönelerek onları yedi gök olarak düzenledi”
Burada “istiva” kelimesinin ne anlama geldiğinin tartışmasına girmeyi gereksiz görüyoruz. Yalnız şunu vurgulayalım ki, bu terim, egemenliği, yaratma ve yoktan var etme iradesini pratiğe aktarma amacının sembolik bir ifadesidir. Yine bunun gibi, “yedi gök” deyiminin burada ne anlama geldiği konusuna girmeyi, bu “yedi gök “ün biçimlerini ve boyutlarını belirlemeye kalkışmayı da gereksiz görüyoruz. Yalnız şu kadarını söyleyelim ki; ayetin bu kısmının genel anlamı şudur: Yeryüzünü içindeki tüm varlıklarla birlikte insanın yararına sunan, burada mutlu bir hayat sürebilmesini mümkün kılacak şekilde gökleri uyumlu bir yapıya kavuşturan bu kainatın tek yaratıcısı, egemeni ve düzenleyicisi olan Allah’ı (c.c) inkâr etme tuhaflığını ve cüretini gösteren kâfirlere, bu davranışlarının saçmalığını anlatmaya vesile olsun diye verilmiş bir örnektir; yeryüzü ve gökleriyle birlikte tüm kâinatı düzenlemektir “istiva”.
O her şeyi bilir”
Yani, Allah her şeyi yarattığı, her şeyi önceden tasarlayıp plânladığı gibi her şeyi bilir de. Burada yüce Allah’ın bilgisinin, O’nun önceden tasarlayıcılığı ve plânlayıcılığı (Müdebbirliği) ile aynı kapsamda olduğu ifade ediliyor. Bu anlayış tek yaratıcıya inanmanın, kulluğu tek tasarlayıcı ve plânlayıcıya (müdebbir’e) yöneltmenin, yine tek rızık ve nimet vericinin bağışlarını itiraf etmiş olmanın ifadesi olarak O’nun eşsizliğini ve ortaksızlığını onaylamış olmanın ayrılmaz bir gereğidir.
Böylece Bakara suresinin, imanı ve takva sahibi müminler kafilesini seçme çağrısını ana konu edinen birinci kısmı burada sona eriyor.
Kur’an-ı Kerim’deki kıssalar, çeşitli konular ve münasebetler ile ilgili olarak anlatılır. Kıssanın anlatım yerini, anlatılan bölümünü, anlatım biçimini ve üslubunu bu kıssanın anlatılmasına gerekçe oluşturan münasebet belirler. Böylece kıssanın psikolojik, fikrî ve sanatsal atmosferleri arasında uyum sağlanmış olur. Böyle olunca kıssa, objektif rolünü oynamış, psikolojik amacını gerçekleştirmiş ve kendisinden beklenen etkiyi meydana getirmiş olur.
Bazıları Kur’an-ı Kerim kıssalarını anlatımında tekrara, yinelemeye başvurulduğunu sanırlar. Çünkü aynı kıssanın çeşitli surelerde tekrarlandığı görülebilmektedir. Fakat dikkatli bakışlar, hiçbir kıssanın ya da hiçbir kıssa bölümünün aynı biçimde, aynı miktarda ve aynı anlatım tarzı ile tekrarlanmadığını, eğer bir yerde bu kıssaların herhangi bir bölümü tekrarlanmışsa, bunun mutlaka “tekrarlanma” niteliğini ortadan kaldıran yeni bir unsur içerdiğini kesinlikle fark etmişlerdir.
Bazıları da bu kıssalarda sırf anlatım güzelliği sağlamak amacı ile aslı olmayan olaylara yer verme ya da bu olayların akışını keyfï bir biçimde belirleme, başka bir deyimle edebî eserlerde rastlanan realiteden bağımsız bir yakıştırmacılık yoluna başvurulduğunu sanarak yanılgıya düşerler. Oysa Kur’an-ı Kerim’i dikkatle inceleyen her ön yargısız ve açık basiretli okuyucunun elle dokunur bir somutlukla yüzyüze geldiği gerçek şudur ki, bu kıssaların her geçişinde ne kadarının anlatılacağını belirleyen faktör, kıssanın anlatımına sebep olan konunun özelliğidir. Bu konu özelliği, kıssanın nasıl anlatılacağını, anlatımın hangi özellikleri içereceğini de belirler.
Kur’an-ı Kerim bir çağrı kitabı, bir sosyal düzen anayasası, bir hayat kılavuzudur; bir rivayet, bir gönül okşama, ve bir tarih kitabı değildir. Onun bazı ayetlerinde, asıl olan çağrı, davet işlevi yerine getirilirken eldeki konunun niteliğine ve akışına uygun düşecek biçimde ve uzunlukta seçilen kıssa anlatılır. Bu anlatımda hayalî uydurmacılıkla uzaktan yakından ilgisi olmayan, anlatım orjinalliğini, güçlü gerçekçiliği ve üslup güzelliğini esas alan, gerçek bir sanat güzelliği gözetilir.
Kur’an’da anlatılan peygamber kıssaları, iman kervanının sürekli, başarılı ve uzun yolculuğunu temsil eder. Bu kıssalar, ardarda gelen kuşaklar boyunca Allah’a çağrının ve insanlığın bu çağrıya verdiği karşılığın tarihini yansıtırlar. Yine bu kıssalar, söz konusu seçkin ve örnek insanların kalplerinde barındırdıkları imanın, kendilerini bu şerefli misyonla görevlendiren Rabbleri ile aralarındaki ilişkinin karakteristik özelliklerine ışık tutarlar. Ayrıca bu kıssalar, bu onurlu kervanı oluşturan seçkin müminlerin kalplerine sürekli biçimde moral, aydınlık ve berraklık akıtır, her adımda onlara sahip oldukları bu aziz unsurun, yani iman unsurunun olağanüstü değerini telkin ederler. Ve son olarak bu kıssalar, iman düşüncesinin mahiyetini açıklar, onun diğer yabancı düşüncelerden ayırt edilerek algılanmasını sağlarlar.
Bundan dolayı bu kıssalar, aslında bir Allah’a çağrı kitabı olan Kur’an-ı Kerim’in önemli bir bölümünü oluşturmuşlardır.
Şimdi bu açıklamaların ışığı altında yukarda okuduğumuz ayetlerde anlatılan şekli ile Hz. Adem -selam üzerine olsun- kıssasını gözden geçirelim:
Yukardaki ayetlerin az öncesinde hayat kervanına, daha doğrusu tüm varlık kervanına göz atılmakta, arkasından yüce Allah’ın insanlara sunduğu nimetler hatırlatılırken yeryüzünden, dünyamızdan söz edilmekte ve yüce Allah’ın burada bulunan her şeyi insanlar için yarattığı belirtilmekteydi.
İşte bu atmosfer içinde Hz. Adem’in yüce Allah tarafından bazı taahhütler ve şartlar altında yeryüzü halifeliği görevine getirilişi ve bu görevin üstesinden gelmesini sağlayacak bilgi birikimi ile donanması konusuna geçiliyor. Bu kıssa, aynı zamanda yine Allah’ın bağlayıcı emri (taahhüdü) ile israiloğulları’nın (yahudilerin) yeryüzü halifeliği görevine getirilmelerini ve verdikleri “söz”den dönmeleri dolayısıyla bu görevin yahudilerden alınarak Allah’la yaptıkları sözleşmeye bağlı kalan İslâm ümmetine verilişinin anlatılacağı ilerdeki ayetlere zihinleri hazırlayıcı bir nitelik taşır. Bundan dolayı bu kıssanın, aralarında yer aldığı konuların atmosferi ile son derece uyumlu olduğu görülür.