SEYYİD KUTUB’UN BAKIŞ AÇISIYLA AL-İ İMRAN SURESİ 58. VE 64. AYETLER ARASI
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
58- Sana okuduğumuz bu kıssalar ve direktifler, ayetlerden ve hikmetli zikirdendirler.
59- Allah katında İsa örneği, Allah’ın topraktan yarattıktan sonra ‘ ol” demesi ile oluveren Adem örneği gibidir.
60- Bu anlattıklarımız Rabbinden gelen gerçektir. Sakın kuşkuya kapılanlardan olma.
61- Sana gelen bilgiden sonra kim bu konuda seninle tartışacak olursa de ki; `Geliniz, evlatlarımızı ve evlatlarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendinizi ve kendimizi bir araya çağıralım; sonra karşılıklı lanetlenerek Allah’ın lânetinin yalancıların üzerine olmasını dileyelim.
62- Bu anlatılanlar gerçek olaylardır. Allah’tan başka ilah yoktur. Hiç kuşkusuz Allah üstün iradeli ve hikmet sahibidir.
63- Eğer sırt çevirirlerse kuşkusuz Allah kimlerin bozguncu olduğunu bilir.
64- Deki; `Ey kitap ehli, sizinle aramızda ortak olan şu söze geliniz: Sırf Allah’ın kulluk edelim, hiçbir şeyi O’na ortak koşmayalım ve Allah’ı bırakıp birbirimizi ilâh edinmeyelim.’
Aynı şekilde bu açıklamanın da başta Hz. Muhammed’e (salât ve selâm üzerine olsun) gönderilen vahyin doğruluğuna parmak basmakla işe başladığını görüyoruz: “Sana okuduğumuz bu kıssalar ve direktifler, ayetlerden ve hikmetli zikirlerdendir”
Bu kıssalar ve bu Kur’anî direktiflerin tamamı Allah tarafından bir vahiydir. Allah onları Peygamberine okuyor. İfade şeklinde değer verme, yakınlık ve sevgi var. Yüce Allah, Peygamberi Muhammed’e okumayı öğretmeyi bizzat üzerine aldıktan sonra geriye ne kalır? Ayetlerin ve “Zikr-i Hakîm”in okumasını… Kuşku yok ki O, hikmet sahibidir. İnsanın ruhu ve hayatındaki büyük gerçekleri, fıtrata hitap eden bir yöntem ve uygun bir yolla belirtir. Bu biricik kaynağın dışından kaynaklanan, alışılmadık bir biçimde, şefkat ve sevgi ile onlara ulaşmaya çalışır.
Sonra Hz. İsa’nın (selâm üzerine olsun) gerçekliği ve herşeyi var ettiği gibi, İsa’yı da var eden, yaratma ve iradenin özelliğini belirtmede kesin açıklamalar getiriliyor:
“Allah katında İsa örneği, Allah’ın topraktan yarattıktan sonra “ol” demesi ile oluveren Adem örneği gibidir.”
İsa’nın doğuşu, insanların alışageldiği realitelerle kıyaslandığında gerçekten ilginçtir. Fakat insanlığın babası Hz. Âdem’in yaratılışına kıyas edildiğinde ilginç tarafı kalır mı? -Doğuşu nedeniyle- İsa konusunda tartışma yapan, mücadele eden ve babasız olarak yaratıldığından dolay O’nun etrafında kuruntu ve masallardan ağlar örmeye çalışan ehli kitap… Evet aynı ehli kitap, Âdem’in topraktan yaratıldığını Allah’ın ruhundan soluk üflenmekle O’na bu insani organizmanın kazandırıldığını kabul ediyor… İsa’nın etrafında ördükleri masalları hikâyeleri Âdem in etrafında örmeye çalışmıyorlar! Adem için; O’nun Lahuti bir tabiatı vardır” demiyorlar! Halbuki Adem’in kendisinden insan olarak yaratıldığı unsur, İsa nın babasız olarak doğmasına neden olan unsurun aynısıdır: Her ikisinde de temel faktör ilahi nefhadır! Ve bu İlâhî nefha da “ol!” sözünden başka bir şey değildir. Yaratılmak istenen her şey onunla yaratılır: “O da oluverir”.
Böylece bu gerçeğin… Hz. İsa gerçeğinin… Hz. Âdem gerçeğinin… Bütünü ile yaratma gerçeğinin yalınlığı ortaya çıkar. Kolayca ve net bir biçimde insanın gönlüne iner. Öyle ki insan ona hayret eder: Allah’ın büyük yasasına, yaratma ve geliştirme yasasına birden uygun düşen bu olay etrafında nasıl tartışma körüklenebilir?
İşte “Zikri Hâkim” in fıtrata, fıtratın realitesine dayalı yalın mantığıyla hitap etmede izlediği yol budur. Bu yolla en karmaşık problemler o kadar kolay ve rahat çözülüyor ki hayran olmamak mümkün mü?
Ayetlerin akışı problemi bu açıklama noktasına getirdikten sonra Hz. Peygamber e (salât ve selâm üzerine olsun) yöneliyorken, kendisi ile beraber bulunan, kendisine okunmakta olan algısı ile pekiştirildiği gibi, zaman zaman ehli kitap tarafından körüklenen şüphelerin, karıştırmaların ve çirkin saptırmaların bazıları üzerinde, etkili olduğu etrafındaki Müslümanların algılarıyla de pekiştirilen gerçek üzere diretmeye yöneltmektedir.
“Gerçek senin Rabbindendir; şüphe edenlerden olmaz”…
Rasulüllah (salât ve selâm üzerine olsun) hayatının hiç bir anında Rabbinin kendisine okuduğundan şüphe etmedi ve onlardan kuşkulanmadı. Bu uyarı ancak Hak üzere sebat etmesine teşviktir. Bu sırada Müslüman cemaatin kendi bireylerinden bazıları aracılığıyla ne denli desîselerle karşı karşıya olduğunu kavrayabiliyoruz. Aynı şekilde Müslüman ümmetin bütün nesiller boyunca bu düzenbazlıklardan neler çektiğini çıkarabiliyoruz. Düzenbazların ve aldatıcıların karşısında Müslümanların Hakk üzere sebat etmesinin zorunlu olduğunu, düşmanların her asırda daha modern yöntemlerle onu bu gerçekten alıkoymaya çalıştığı idrak ediyoruz.
Burada mesele aydınlandıktan ve gerçek net olarak ortaya çıktıktan sonra yüce Allah, sevgili Peygamberini açıklık kazanan meselede, bu apaçık gerçekle ilgili olarak tartışma ve cedelleşmeyi bırakmaya çağırıyor: Aşağıdaki ayetle açıklandığı şekilde onları lanetleşmeye çağırmasını istiyor:
“Sana gelen bilgiden sonra kim bu konuda seninle tartışacak olursa de ki; “Geliniz, evlatlarımızı ve evlatlarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi biraraya çağıralım; sonra karşılıklı lânetleşerek Allah’ın lânetinin yalancıların üzerine olmasını dileyelim.”
Hz. Peygamber (salât ve selâm üzerine olsun) bu konuda kendisi ile tartışanları bu kalabalık toplantıya çağırmış ve iki taraftan hangisi yalancıysa, Allah’ın ona lanet etmesini dilemelerini istemişti. Fakat onlar işin sonundan endişe ederek lanetleşmeye yanaşmamışlardı. O zaman gerçek açık biçimde ortaya çıkmıştı. Rivayetlerin bildirdiğine göre onlar, toplumlarındaki konumlarını korumak, kilise adamlarının yararlandığı otorite, makam, menfaat ve nimetleri elden kaçırmamak için bu gerçeğe teslim olmamışlardı! Bu dinden alıkoyanların muhtaç olduğu şey apaçık delil değildi. İnsanları gizli kapaklı tarafı bulunmayan apaçık gerçekten alıkoyan menfaatler, maddi beklentileri ve heva ve heves peşinde koşmalarıydı.
Lanetleşmeye çağıran ayeti kerimelerden sonra -belki de bu ayetler onların lanetleşmeye yanaşmamalarından sonra inmiştir- Vahiy hakikati… Kıssaların gerçeği yani konunun eksenini oluşturan Vahdaniyet gerçeği açıklanıyor. Hakikatten yüz çevirenler ve bu yüz çevirmeleriyle yeryüzünde bozgunculuk yapanlar tehdit ediliyor:
“Eğer sırt çevirirlerse kuşkusuz Allah kimlerin bozguncu olduğunu bilir”
“Bu anlatılanlar gerçek olaylardır. Allah’tan başka ilâh yoktur. Hiç kuşkusuz Allah üstün iradeli ve hikmet sahibidir.”
Bu nassların belirttiği gerçekler daha önce de belirtilmişti. Bunlar lanetleşme çağrısından ve onun reddedilişinden sonra pekiştirme için anlatılmaktadır. Burada yeni olan, gerçekten sırt çevirenlerin bozguncular diye nitelenmeleri ve Allah’ın bozguncuları bildiği gerçeğiyle onların tehdit edilmesidir.
Tevhid gerçeğinden yüz çevirenlerin üstlendikleri bozgunculuk büyük bir fesattır. Realite olarak bozgunculuğun kaynağı, bu gerçeği kabul etmeye yanaşmamaktan başka bir şey değildir. Bu kabul ediş sadece dille onaylamak şeklinde olamaz. Dil ile onayın hiç bir değeri yoktur. Olumsuz anlamdaki kalp ile kabul edişin de bir değeri olamaz. Çünkü bu kabul ediş insanların hayatlarında realiteye dayalı etkilerini ortaya çıkarmaz. Bozgunculuğun başlıca kaynağı, bu gerçeği insan hayatının realitesinde kendisinden ayrılmayan etkileriyle beraber kabul etmekten yan çizmektir. Tevhid gerçeğinin birinci ve ayrılmaz parçası ilâhlığı bire indirgemek ve dolayısıyla kulluğun da bir olduğunu kabul etmektir. Allah’tan başkasına kulluk yoktur. Allah’tan başkasına itaat yoktur. Allah’tan başka hiç kimseden emir almak yoktur. Allah’tan başka kulluk yapılacak kimse yoktur.
Allah’tan başka itaat edilecek kimse yoktur. Ondan başka emir alınacak kimse yoktur. Kanun koymada emir alma, değer yargıları ve kuralları belirlemede emir alma, eğitim ve ahlâkta emir alma, insanın hayat düzeni ile ilgili her şeyde emir alma kaynağı Allah’tır. Böyle hareket edilmediği sürece bu şirkin ve küfrün kendisidir. İstediği kadar dille kabul edilsin; insanların tüm hayatlarında, teslimiyet, itaat, kabullenme ve sahiplenme gibi somut verilerini meydana getirmeyen pratiğe dönüşmeyen kalp ile kabul edişlerin bir değeri olmayacaktır.
İşlerini idare eden bir tek ilah olmadan bütünü ile bu evrenin işi düzelmez ve durumu düzene girmez: “İkisinde Allah’tan başka ilahlar olsaydı ikisi de bozulurdu” (Enbiya suresi; 22) İnsanlara göre ilahlığın en belirgin özellikleri şunlardır: Kulların kulluk etmesi, insanların hayatlarında egemen yasalar belirlemesi ve onlara bir takım ilkeler koyması… Bunların herhangi birisinde kendisinin hak sahibi olduğunu iddia edenler, ilahlığın en belirgin özelliklerini kendilerinde görüyor ve kendilerini Allah’a rağmen, insanların Rabbi konumuna sokuyor demektir.
Yeryüzünde bu türden ilahların çoğaldığı.. İnsanların birbirine tapınmaya başladığı noktadaki bozgunculuk kadar çirkin bir bozgunculuk örneği gösterilemez. Kullardan bir kulun, insanların bizzat kendisine itaat etmesi gerektiğini bizzat kendisinin onların hayatlarına hükmedecek yasaları belirleme hakkına sahip olduğunu, bizzat kendisinin değer yargılarını ve ilkeleri belirleme hakkı olduğunu iddia etmesi sırasındaki bozgunculuk… Bu kendisini putlaştıranlar Firavun gibi “Ben sizin en yüce Rabbinizim”·(Naziat suresi; 24) demese de ilahlık iddiasında bulunuyor demektir. Bu putlaşmalara yücelik verip kabul etmek ise, Allah’a ortak koşmak ya da O’nu inkar etmektir. Bu ise yeryüzündeki bozgunculuğun en çirkin şekillerinden biridir.
İLÂHÎ ÇAĞRI
Onun için ayetlerin akışı içinde bu tehditten sonra ehli kitabın ortak bir söze daveti yer almaktadır. Yalnız Allah’a kulluğa, O’na ortak koşmamaya ve birbirini Allah’ın dışında Rabbler edinmemeye davet. Aksi takdirde bu mesaja aykırı bir davranış hiçbir konuşmaya ve tartışmaya yer verilmeyecek bir yol ayrımını gerektirecektir:
“De ki: “Ey kitap ehli, sizinle aramızda ortak olan şu söze geliniz: Sırf Allah’a kulluk edelim, hiçbir şeyi O’na ortak koşmayalım ve Allah’ı bırakıp birbirimizi ilah edinmeyelim.”
Şüphesiz ki bu insaflı bir çağrıdır. Peygamberin (salât ve selâm üzerine olsun) kendisinin ve beraberindeki Müslümanların onlara üstünlük sağlamaya çalıştığı bir çağrı değildir. Ortak bir çağrıdır. Hepsi aynı hizada O’nun önünde duracaktır. Bazısı bazısına üstünlük taslamayacak, bir kısmı bir kısmını kul edinmeyecektir. Bu çağrıyı inatçı, bozguncu, sarsılmaz gerçeğe gelmek istemeyenden başkası reddedemez.
Bu, yalnız Allah’a kulluğa çağrıdır. Ona hiçbir varlığı.. hiçbir insanı hiçbir taşı ortak koşmamaya çağrıdır. İnsanların birbirlerini hiçbir Nebiyi, hiçbir Resulü Allah ile birlikte ilah edinmemesine çağrısıdır. Peygamberlerin hepsi de Allah’ın kullarıdır. Allah onları emirlerini tebliğ etsinler diye seçmiştir. İlahlık ve Rububiyette kendilerini Allah’a ortak etsinler diye değil…
“Eğer sırt çevirirlerse, deyin ki: Bizim Müslüman olduğumuza tanıklık edin” Eğer ortaksız olarak yalnız Allah’a ibadet etmeyi, yalnız Allah’a kulluk ki bu iki eylem, kulların uluhiyete karşı tutumlarını belirlemektedir reddederlerse… “Eğer yüz çevirirlerse, deyin ki: “Bizim Müslüman olduğumuza tanıklık edin”
Müslümanlarla Allah’a rağmen birbirlerini Rabbler edinenler arasındaki bu karşılaştırma, Müslümanların kimliğini net ve kesin olarak ortaya koymaktadır. Müslümanlar yalnız Allah’a ibadet edenler, kendisine kul olmaya yalnız Allah’ı lâyık görenler ve Allah’a rağmen birbirini Rabbler edinmeyenlerdir. Müslümanları diğer uluslardan ve inançlardan, Müslümanların yaşam tarzını, bütün insanların yaşam tarzından ayıran başlıca nitelikler bunlardır. Ya bu nitelikler onların üzerinde gerçekleşecek ve onlar Müslüman olacaktır. Ya da bu vasıflar onların üzerinde gerçekleşmeyecek ve ne kadar Müslüman olduklarını iddia etseler de Müslüman olmayacaklardır!
İslâm insanları, kullara kulluktan kurtaran tam bir özgürlüktür. İslâm nizamı da diğer düzenler arasında özgürlük hareketini gerçekleştiren biricik düzendir. İnsanlar, yeryüzü kaynaklı düzenlerin hepsinde birbirini Allah’a rağmen Rabbler edinirler.. Bu birbirini rabb edinme olayı en katı dikta rejimlerinde göze çarptığı gibi, en ileri demokrasilerde de ortaya çıkmaktadır. İlahlığın en başta gelen özelliği, insanları kendisine taptırma ve kurumlarını, sistemlerini yasalarını, kanunlarını, değer yargılarını ve ilkelerini benimsetmedir. Bu, yeryüzü kaynaklı bütün düzenlerde şu veya bu şekilde birtakım insanların tekeline girmiştir. Şu veya bu konumda insanlardan bir topluluğa havale edilmiştir. Geniş halk kitlelerinin kendisinin belirlediği yasalara, değer yargılarına, ilkelerine ve düşüncelerine boyun eğdiği bu topluluk yeryüzü ilahlarıdır. İnsanların ilahlık ve rububiyet özelliklerini kendilerinde görmelerine izin vermeleri ve Allah’a rağmen birbirlerini rabler edinmelerinin tipik örneğidir bu. İnsanlar, bu ilahları böyle kabul etmekle, onlara secde etmeseler de, önünde eğilmeseler de Allah’a rağmen onlara kulluk etmiş olurlar. Zira kulluk Allah’tan başkasına yönelme imkanı olmayan bir ibadettir. İşte ancak İslam nizamında insan bu boyunduruktan kurtulur. Özgürlüğe kavuşur. Düşüncelerini, düzenlerini, yaşam biçimlerini, yasalarını, kanunlarını, değer yargılarını ve ilkelerini yalnız Allah’tan alan bir özgürlüğe kavuşur. Bu konuda onun konumu diğer tüm insanların konumu gibidir. O ve diğer bütün insanlarla eşit konumdadır. Hepsi aynı düzeydedir. Hepsi Allah’ın emrindedir. Allah’a rağmen birbirlerini Rabbler edinmezler. İşte bu anlamıyla İslâm, Allah katında kabul gören tek dindir. Ve tüm Peygamberlerin Allah katından getirmiş olduğu din budur. Allah, peygamberleri bu din ile gönderdi ki, insanları kullara kulluktan kurtarıp Allah’a kul etsinler. Kulların zulmünden Allah’ın adaletine kavuştursunlar… Bundan yüz çeviren Allah’ın şehadetine göre Müslüman olmamıştır.. Meseleyi çarptıranlar istediği kadar çarptırsın… Saptıranlar istediği kadar saptırmaya çalışsın.
“Allah katında geçerli olan din İslâm’dır.” (Al-i İmran suresi; 19)
Sûrenin bu bölümü, baştaki geniş ve temel çizgiye paralel olarak devam etmektedir. Ehli kitap ile müslüman cemaat arasındaki savaş… İnanç savaşı çizgisi. Bu dinin düşmanları tarafından yapılan çalışmalar, oyunlar, tuzaklar, aldatmalar, yalanlar, planlar, hakk ile batılı karıştırmalar, şüphe ve kuşku tohumlarım yayma; bu ümmete kötülük etmek ve zarar vermek için ortaya koydukları ardı arkası kesilmez amansız mücadeleyi dile getirmektedir… Sonra… Kur’an’ın bunların hepsine karşı koyuşu.. Kur’an’ın müminleri, üzerinde bulundukları Hakkın gerçekliği ile düşmanlarının üzerinde bulunduğu batılın gerçekliği, bu düşmanların kendilerine karşı kurdukları tuzakların mahiyeti bilincine erdirmesi… Sonra bu düşmanların vasıflarını, karakterlerini, ahlâklarını, eylemlerini ve niyetlerini Müslüman cemaatin gözleri önüne sermesi. Müslüman cemaate düşmanlarının mahiyetini bildirmesi, kendilerine yakıştırdıkları bilgi ve marifet süslerini kaldırması ve aldatılmış Müslümanların onlara güvenlerini yok etmesi önemlidir. Müslümanları onların tutumlarından nefret ettirmesi. Onların tuzaklarım gözler önüne serip çirkinliklerini göstermekle, kimseyi kandıramayacak ve kimseye şirin görünmeyecek şekilde etkisiz bırakması detaylıca ele alınmıştır.
Bu bölüm, ehli kitabın Hz. İbrahim (selâm üzerine olsun) hakkında tartışmak suretiyle düşmüş oldukları gülünç duruma parmak basmakla söze başlı-yor. Yahudiler. İbrahim’in yahudi olduğuna inanıyor. Hıristiyanlar da O’nun Hıristiyan olduğuna inanıyor. Halbuki İbrahim Yahudilikten ve Hıristiyanlıktan; Tevrat’tan ve İncil’den önce yaşamıştır. Bu konuyu bu tarzda tartışmak hiçbir delile dayanmadan münakaşa etmektir. Sonra İbrahim’in üzerinde bulunduğu hakikat belirtiliyor. O, İslâm üzerindeydi… Allah’ın sağlam dini üzerinde… Allah’ın dostları onun yolu üzerinde yürüyenlerdir.. ve Allah bütün müminlerin dostudur. Böylece Yahudilerin ve Hıristiyanların da iddiaları suya düşüyor. Asırlar boyunca Allah’ın peygamberini ve onlara iman edenleri birbirine bağlayan İslâm çizgisi netleşiyor.
`Gerçekten İbrahim’e en yakın insanlar O’na uymuş olanlar ile bu Peygamber ve de O’na inananlardır. Allah müminlerin dostudur.”
Ardından ehli kitabın Hz. İbrahim ya da diğer peygamberler hakkında kuşkulandırmaların ve gizli olan temel amacın ne olduğu belirtmektedir. Sûrenin daha önceki bölümlerinde ve gelecek bölümlerde de belirtildiği gibi, bu temel amaç; Müslümanları dinlerinden saptırmak ve onları inançlarında kuşkuya düşürmekti. Bu nedenle ayetler saptıranlara azarlamalar yöneltmektedir:
“Ey Kitap ehli, niye göz göre göre Allah’ın ayetlerini inkar ediyorsunuz?”
“Ey Kitap, ehli niye gerçeğin üzerine batılı örtüyor ve bile bile gerçeği saklıyorsunuz?” (Al-i İmran suresi; 70-71)
Biraz ilerde düşmanlarının onları inançlarında ve dinlerinde kuşkuya düşürmek için baş vurdukları çirkin bir yola, alçakça düzenlenen bir tezgaha ve bir oyuna Müslümanların dikkati çekiliyor. Başvurulan bu oyun; sabahleyin İslâm’a iman ettiklerini ilan edip akşamleyin İslâm’ı inkara kalkışmaları, Müslümanların saflarında henüz sağlam olarak yer almamış kimseleri -bu tür insanlara her safta ve her zaman rastlamak mümkündür- kuşkuya düşürmekti. Kitaplardan, Peygamberlerden ve önceki dinlerden haberi olan ehli kitap mutlaka önemli bir iş için İslam’dan dönmüş olmalıdır kanaatini uyandırmak idi amaçlan…
“Kitap ehlinden bir gurup dedi ki; “Mü’minlere indirilen mesaja günün başlangıcında inanınız, fakat günün sonunda onu reddediniz, böylece belki onlar da inançlarından dönerler.” (Al-i İmran suresi; 72)
Ardından ehl-ı kitabın karakteri, ahlâkı, antlaşma ve sözleşmelere bakış açıları açıklanıyor. Onlardan bazılarının emanet duygusuna sahip oldukları teslim edilmekle beraber diğerlerinin ne emanet ne sözleşme ne de sorumluluk görevi diye bir dertlerinin olmadığı belirtiliyor. Onların bu dönekliklerine ve hainliklerine felsefi bir temel, dinlerinde bu yaptıklarına bir dayanak bulmaya çalıştıklarım ifade ediyor. Halbuki dinlerinin bu yaptıklarından uzak olduğu belirtiliyor.
“Kitap ehlinden öylesi var ki, yanına yüklü bir emanet bıraksan onu sana geri verir, buna karşılık öylesi var ki, eğer ona bir dinarcık emanet versen, sürekli tepesinde dikilmedikçe onu sana geri vermez. `Ümmîlere (kendi dinimizden olmayanlara) karşı hiçbir sorumluluğumuz yoktur.’ dedikleri için böyle davranırlar, böylece bile bile Allah adına yalan söylerler. (Al-i İmran suresi; 75)
Tam bu esnada İslâm’ın ahlâk görüşünün karekteri, kaynağı ve Allah korkusu ile ilişkisi belirtiliyor.
“Hayır, öyle değil. Kim sözünü yerine getirir ve günahtan sakınırsa bilsin ki Allah kesinlikle takva sahiplerini sever.”
“Allah’a verdikleri sözü ve yeminlerini birkaç para karşılığı satanlar var ya, onların ahirette hiçbir payları olmaz; Kıyamet günü Allah onlarla konuşmaz, taraflarına bakmaz ve kendilerini günahlardan arındırmaz; onları acıklı bir azap beklemektedir.” (Al-i İmran suresi; 76-77)
Daha ilerde ehl-i kitabın, hepsi ucuz bir pahadan ibaret olan yeryüzü kazançlarını elde etme uğruna din konusundaki yalanlarına ve dönekliklerine bir örnek veriliyor.
“Onlardan öyleleri var ki, kutsal kitabı dil kıvırarak okurlar, okuduklarını Allah’ın kitabından sanmanızı sağlamaya çalışırlar. Oysa, bu okudukları şeyler kitaptan değildir. `Bu Allah katındandır’ derler. Oysa Allah katından değildir. Böylece bile bile Allah adına yalan söylerler.” (Al-i İmran suresi; 78)
Ehl-i kitabın diline doladığı meselelerden biri de Mesih ve Kutsal Ruh’un ilahlığı iddialarıydı. Yüce Allah, Mesih’in (selâm üzerine olsun) kitapta bu ilahlığı onlara getirmiş olması ihtimalini veya onlara bunu emretmiş olmasını reddediyor.
“Hiçbir insana yakışmaz ki, kendisine kitap, yetki ve peygamberlik verildikten sonra insanlara dönsün de “Allah’ı bırakarak bana kul olunuz” desin tersine ona yakışan söz “Okuyup öğrendiğiniz bu kitap gereğince Allah’a kul olmayı benimseyiniz” demektir.”
“Onun size melekleri ve peygamberleri ilâh edinmenizi emretmesi de düşünülemez. O size müslüman olduktan sonra, kâfir olmayı emreder mi hiç?” (Al-i İmran suresi; 79-80)
Bu münasebetle birbirini izleyen peygamberler kafilesinin gerçek ilişkisi dile getiriliyor: Allah’ın, peygamberlerin kendilerinden sonra gelen peygamberlere bu görevi devretmeleri ve onlara destek olmaları için onlardan söz aldığı belirtiliyor. Burada ehl-i kitabın son gönderilen peygambere iman etmesi ve O’na destek olmaları gerektiği kesinleşiyor. Fakat onlar, Allah’ın kendileriyle ve daha önceki peygamberleriyle yaptığı antlaşmaya bağlı kalmıyorlar. Hâla yürürlükte bulunan bu antlaşmanın gereği olarak Allah’ın dininden İslâm’dan başka din arayanların, Allah’ın belirttiği gibi `Aslında evrenin bütün düzenine karşı koymuş oldukları’ belirtiliyor.
“Yoksa onlar Allah’ın dininden başka bir din mi arıyorlar. Oysa göklerde ve yerde bulunanların tümü ister istemez O’na eslim olmuşlardır ve O’nun huzuruna döndürüleceklerdir.” (Al-i İmran suresi; 83)
İşlerini bütünüyle Allah’a teslim etmeyenlerin ve gönül huzuru ve teslimiyetle Allah’ın yoluna itaat edip bağlanmayanların büyük kainat düzeninin dışına çıkan anormal yaratıklar olduğu ortaya çıkıyor. Burada ayetler Peygamberi (salât ve selâm üzerine olsun) ve O’nunla beraber bulunan Müslümanlar bütün peygamberlerin getirdiği her şeyde somutlaşan Allah’ın biricik dinine iman edişlerini ilan etmeye yöneltiyor Allah’ın bu dinden başkasını insanlardan kabul etmeyeceği belirtiliyor.
“Kim İslâm’dan başka bir din ararsa o din ondan kabul edilmez ve ahirette hüsrana uğrayanlardan olur.” (Al-i İmran suresi; 85)
Bu dine iman etmeyenlerin Allah’ın hidayetine ermesi onun azabından kurtulması beklenemez, Kafir olarak ölenler bütün servetlerini dağıtmış olsalar dahi onlara bir yararı olmayacaktır. Dünya dolusu fidye verseler bile onları kurtaramayacaktır! Bu malların verilmesi ve dağıtılması ile ilgili olarak Müslümanlara dönülmekte sevdikleri mallardan Allah yolunda dağıtmaları sevdirilmektedir. Böylece onlar kıyamet gününde dağıttıkları malların karşılıklarını Allah katında göreceklerdir.
“Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe iyilik mertebesine eremezsiniz. Her ne infak ederseniz, hiç şüphesiz Allah onu bilir.” (Al-i İmran suresi; 92)
Böylece bu bir tek bölüm onca yüklü gerçekleri ve yönlendirmeleri bir arada sunmaktadır ve bunlar sûrenin değindiği büyük savaşın bir parçasıdır. Müslüman cemaat ile bu dinin düşmanları arasında asırlardan beri süre gelen savaş… Bu savaş, kullanılan vasıta ve araçların şekli değişse de hedefleri ve amaçları değişmeden bugünde bütün şiddetiyle sürmektedir. Uzun zamandan beri sürüp gelen çizgisini devam ettirmektedir. Bu toplu bakıştan sonra şimdi ayetleri kapsamlı ve detaylı olarak ele alalım: