SEYYİD KUTUB’UN BAKIŞ AÇISIYLA AL-İ İMRAN SURESİ 190. VE 194. AYETLER ARASI
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
190- Göklerin ve yeryüzünün yaratılışında, gece ile gündüzün birbirini kovalayışında derin düşünceliler için birçok ibret dersi vardır.
191- Onlar ayakta, otururken ve yatarken Allah’ı anarlar; göklerin ve yeryüzünün yaratılışı hakkında kafa yorarlar ve derler ki; “Ey Rabbimiz, sen bu evreni boşuna yaratmadın, sen (böyle bir anlamsızlıktan) münezzehsin, bizi Cehennem azabından koru!
192- Ey Rabbimiz, sen birini Cehennem’e atınca onu perişan edersin. Zalimlerin hiçbir yardım edeni yoktur.
193- Ey Rabbimiz, biz “Rabbinize inanınız ” diye seslenen bir davetçinin çağrısını işittik ve hemen iman ettik. Ey Rabbimiz, günahlarımızı affeyle, kusurlarımızı ört ve iyiler ile birlikte canımızı al.
194- Ey Rabbimiz, peygamberlerinin ağzından vaad ettiklerini bize ver, kıyamet günü bizi perişan etme, kuşku yok ki sen sözünden caymazsın.”
Göklerin ve yerin yaratılışında ve gece ile gündüzün ardarda gelişindeki deliller nelerdir? Ayakta, otururken, yanları üzerine yatarken Allah’ı anan akıl sahiplerine, göklerin ve yerin yaratılıyı, gece ve gündüzün ardarda gelişini düşünürken görünen deliller nelerdir? Bu delileri düşünmek ile Allah’ı ayakta, otururken ve yanı üzerine yatarken anmak arasındaki ilişki nedir? Bunları düşünmekten “Ey Rabbimiz sen bu evreni boşuna yaratmadın, sen böyle bir anlamsızlıktan münezzehsin, bizi Cehennem azabından koru…” diye devam eden alçak gönüllü ve ürpertici duaya geçiş nasıl meydana geliyor?
İfade burada, sağlam bir idrakin, evrenin etkileyici olaylarını sağlıklı bir şekilde karşılayışını ve gözler ile düşüncelerin istifadesine sunulmuş, gece ve gündüzle evrenin proğramına yerleştirilmiş bu etkenlere sağlıklı bir karşılık verişini canlı bir tablo şeklinde çizmektedir..
Kur’an’a Kerim kalpleri ve bakışları tekrar tekrar tetkik ederek, sayfaları durmadan çevrilen şu açık kitaba yöneltmektedir. Bu kitabın her sayfasında duygulandırıcı deliller belirmektedir. Şu kitabın sayfaları ve şu yapının “plân”ı bir Yaradanı işaret eder. Bu gerçeği duyumsamakla sağlam fıtratta bir coşku ve şu evreni var eden, ona bu gerçeği yerleştiren yaratıcıya her an sevgi ve korku beslemekle beraber O’nun çağrısına karşılık verme iştiyakını da harekete geçirir. Akıl sahipleri.. Sağlam bir idrake sahip bulunanlar.. Evet onlar, yüce Allah’ın varlıklar alemindeki ayetlerini karşılamak için gözlerini açarlar. Aralarına engeller koymazlar.. Kendileriyle şu ayetler arasındaki geçitleri kapatmazlar. Ayakta iken, otururken ve yanları üzerinde yatarken kalplerini Allah’a yöneltirler. Böylece gözleri açılır, idrakleri aydınlanır, insan kalbi ile şu varlık alemindeki yasaların arasını birleştiren ilham sayesinde yüce Allah’ın varlık alemine yerleştirdiği gerçeğe ulaşıp varlık amacını, meydana geliş nedenini ve fıtratın özünü kavrarlar.
Gökler ve yer sahnesi. Gece ve gündüzün değişim sahnesi… Evet gözlerimizi, kalplerimizi ve idraklerimizi O’nun için iyice açsak, gözlerin ilk defa gördüğü yeni bir sahne gibi algılasak, duygularımızı alışkanlığın verdiği donukluktan ve tekrarın neden olduğu sönüklükten kurtarsak; bakışlarımız titreyecek, duygularımız sarsılacaktır. Göz, kalp ve idraklerimiz, buradaki ahengin ötesinde bu uygunluğu bahşeden bir elin; bu düzenin ötesinde, planlayıcı bir aklın; bu yönetimin ötesinde değişmez bir yasanın varlığını duyumsayacaktır. Bütün bunların hile, rast gele ve boş olmasının mümkün olmadığını algılayacaktır.
Gece ve gündüzün, güneş karşısında dünyanın kendi ekseni etrafında dönmesinden kaynaklanan iki görüntü olduğunu ve gökler ve yerdeki uyumun “çekim” ya da çekim dışı bir şeyden kaynaklandığını bilmemiz olağanüstü varlık sahnesi karşısındaki heyecanımızı azaltmaz. Bunlar doğrulanmış ya da doğrulanmamış varsayımlardır. Ve o, her iki halde de şu varlık harikasını ve kendisine hükmeden ve kendisini koruyan harikulâde ince yasaları karşılamada öne atılmaz, geride de kalmaz. Bu yasalar -araştırıcı insanların yanında isimleri ne olursa olsun- göklerin ve yerin yaratılışında ve gece ile gündüzün ardarda gelişindeki güç ve hakkın işaretidirler..
Kur’an’ın üslubu, akıl sahiplerinin şuurlarında; yer ile göklerin yaratılış sahnesi ile gece ve gündüzün değişimi ile karşılaşmanın neden olduğu ruhsal hareketlenmenin adımlarını ince bir tasvirle tablolaştırmaktadır. Bu aynı zamanda evrenle birlikte hareket etmede, onunla kendi diliyle konuşmada, fıtratı ve hakikati ile cevaplaşmada, işaret ve ilhamlarıyla şekillenmede kalplere sağlıklı bir metod gösteren duyguları barındıran bir tablodur. Böylece açık kainat kitabından, Allah’a, yarattıklarına bağlı mümin insan için bir “marifet” kitabı meydana getirmektedir.
Bu tasvir öncelikle kalbin “Onlar ayakta, otururken ve yatarken Allah’ı anarlar.” Allah’ın zikrine ve O’na ibadet etmeye yönelişi ile göklerin ve yerin yaratılışını, gece ile gündüzün ardarda gelişini düşünmeyi birleştirmektedir. Böylece bu, tefekkürü ibadet konumuna getirir ve onu zikir sahnesinin bir parçası kabul eder. İki hareketin arasının birleştirilmesiyle iki önemli gerçeğe işaret edilmiş oluyor.
Birincisi, Allah’ın yarattıklarını düşünmek, açık evren kitabını incelemek ve evreni harekete geçiren ve bu kitabın sayfalarını değiştiren yüce Allah’ın yaratıcı elini araştırmanın, samimi bir ibadet ve içtenlikli bir zikir olduğu gerçeğidir. Evrenin projesini, kanun ve sünnetlerini; güçleri, potansiyelleri ile sır ve enerjilerini araştıran varlık bilimleri, şu evrenin yaratıcısını düşünüp O’nun üstünlük ve lütfunu kavrayacak düzeye ulaşsalardı; hemen şu evrenin yaratıcısına kulluk etmeye ve O’na dua etmeye başlarlardı. Hayat böylece bu bilimlerle istikamet bulur ve Allah’a yönelirdi. Ancak materyalist kafir eğilim, evrenle yaratıcısının, varlık bilimleriyle ezeli ve ebedi hakikatlerin arasını kesmektedir. Bu yüzden -Allah’ın insana en güzel bağışı olan- bilim, kâfirler tarafından insana musallat olan zorba bir saldırgan gibi onu ruhsal bir boşluğa düşürmektedir.
İkincisi, Allah’ın evrendeki işaretleri, O’nu zikreden ve O’na kullukta bulunandan başkasına ilham verici gerçeklikleriyle görünmeyeceklerdi. Göklerin ve yerin yaratılışını, gece ve gündüzün değişimini düşünerek ayakta, oturarak ve yanı üzere yatarken Allah’ı ananların bakışlarına; göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün değişiminde gizli büyük gerçeklerin açıldığı ve bunun ötesinde onların kurtuluş, iyilik ve esenliğe ulaştırıcı ilahi metoda bağlı oldukları gerçeğidir. Dünya hayatının görüntüsüyle yetinip -bu iman bağı olmaksızın- varlık alemindeki bazı güçlerin sırrına ulaşanlara gelince, onlar ulaştıkları bu sırlarla hayatı ve kendilerini mahvetmektedirler.. Hayatlarını uğursuz bir cehenneme ve boğucu bunalımlara dönüştürmektedirler. Bu halleriyle de giderek Allah’ın öfkesine ve azabına düçar olurlar.
Bunlar, Kur’an’ın “akıl sahipleri”nin karşılayış, karşılık veriş ve bağlılık kurma anı için çizdiği şu surenin sunduğu birbirinden ayrılmaz iki durumdur. Bu karşılık verme, etkilenme ve araştırmayı somutlaştırdığı gibi kalbin arılığını, ruhun berraklığını, idrakin açıklığı ve algılamaya hazırlanışını da somutlaştıran bir andır.
Bu bir kulluk anıdır. Bu özelliğiyle de buluşma ve karşılaşma anıdır. Bu anda en büyük varlık işaretlerini kavrama yeteneğinin bulunması yalnızca göklerin ve yerin yaratılışını, gece ile gündüzün değişimini düşünmenin gizli gerçekleri ilham ettirmesi ve bunların gereksiz yahut boş yaratılmadığını kavratması garip değildir. Bu yüzden doğrudan doğruya buluşma anına geçiliyor:
“Ey Rabbimiz, sen bu evreni boşuna yaratmadın. Sen (böyle bir anlamsızlıktan) münezzehsin…”
Bu evreni boşuna yaratmadın, aksine hak üzere yarattın. Çünkü temeli haktır. Konumu ve aslı haktır. Kuşkusuz şu evrenin bir gerçekliği vardır. Bazı filozofların dediği gibi, “yokluk” değildir. Bir kanuna güre hareket etmektedir. Başıboşluğa bırakılmış değildir. Bir amaca göre hareket etmektedir. Rastlantıya terk edilmiş değildir. Varlığı, hareketi ve amacı bakımından batılın bulaşmadığı Hakk’a tabidir.
Bu kulluk, zikir ve buluşma bilinciyle göklerin ve yerin yaratılışını, gece ile gündüzün değişimini düşünmekten “akıl sahipleri”nin kalplerine gelen ilk dokunuştur. Bu dokunuş, duygularını evrenin planındaki temel gerçekle şekillendirmekte, dillerini de bu evreni boşuna yaratmaktan yüce Allah’ı tesbih ve tenzih etme zikriyle baş başa bırakmaktadır.
“Ey Rabbimiz, sen bu evreni boşuna yaratmadın. Sen (böyle bir anlamsızlıktan) münezzehsin.”
Sonra varlık alemindeki dokunuşlarla, ilhamlar karşısındaki ruhsal hareketler ardarda sıralanmaktadır.
“…bizi Cehennem azabından koru… Ey Rabbimiz, sen birini Cehennem’e atınca onu perişan edersin. Zalimlerin hiçbir yardım edeni yoktur.”
Göklerin ve yerin yaratılışında ve gece ile gündüzün ardarda gelişindeki hakkı kavrama ile ateş korkusuyla yapılan ürkek ve titrek duadan kaynaklanan ürperti arasındaki vicdanî ilişki nedir?
Kuşkusuz evrenin özünde ve görünüşündeki hakkın anlamı -akıl sahipleri yanında- burada bir ölçünün, planın, hikmet ve amacın ve şu gezegendeki insan hayatının ötesinde bir hak ve adaletin varlığıdır.. O halde insanların yaptıklarından dolayı hesaba çekilip cezalandırılması kaçınılmazdır. İçinde hak, adalet ve cezanın gerçekleştiği bu yurttan başka bir yurdun varlığı da zorunludur.
Bu, fıtrat ve açıklık mantığından bir zincirdir ve akıl sahiplerinin duyularında halkaları böylesine seri yer almaktadır. Birdenbire hayallerinde ateşin şeklini görmeleri ve ondan koruması için Allah’a dua etmeleri bu yüzdendir. Bu aynı zamanda varlıkta gizli gerçeği kavramakla birlikte ilk akla gelen duygudur da. Ve bu kesin görüş sahibi olan “akıl sahipleri”nde meydana gelen bilinç dalgalanmalarına olağanüstü bir dikkat çekmedir. Daha sonra dillerinden; bu uzun, mütevazi, ürkek, titrek, tevbekâr, tatlı nağmeli, kafiyeli, ahenkli, söz ve nağmelerinden bir çöl ılıklığı yükselen dua dökülmektedir.
Ateşten koruması için Rabblerine yöneldiklerinde duydukları bu ilk ürpertinin önünde durmak lazam. Yani şu sözlere dikkat etmek gerekir:
“Ey Rabbimiz, sen birini Cehennem’e atınca onu perişan edersin.. Zalimlerin hiçbir yardım edeni yoktur.”
Bu da gösteriyor ki; ateşten korkmaları -herşeyden önce- ateş ehline isabet eden utançtan korkmalarından kaynaklanmaktadır. Kendilerini saran bu ilk ürperti, ateş ehline isabet eden alçaklıktan duyulan utanmanın ürpertisidir. Bunun en büyük nedeni Allah’a karşı duyulan hayadır. Ateşin yakması konusunda ona karşı son derece duyarlıdırlar. Ayrıca bu, Allah’a karşı hiç kimsenin yardımının söz konusu olmayacağına ve zalimler için bir yardımcının bulunmayacağına olan güçlü bilinçten de kaynaklanmaktadır. Sonra bu mütevazi ve uzun duaya devam ediyoruz:
“Ey Rabbimiz biz, `Rabbinize inanın’ diye seslenen bir davetçinin çağrısını işittik ve hemen iman ettik. Ey Rabbimiz, günahlarımızı affeyle, kusurlarımızı ört ve iyiler ile birlikte canımızı al.”
Kalpler açılmıştır. Çağrıyı algılar algılamaz karşılık verir. Bu derece şiddetli bir duyarlılık uyanır içlerinde. İlk söz ettikleri şey de; eksiklikleri, günahları ve isyanları olur. Günahlarını bağışlaması, kötülüklerini örtmesi ve iyilerle beraber canlarını alması için Rabblerine yönelirler..
Duadaki bu ihtiyaç gölgesi, nefsin; şehvetleri, günah ve hatalarıyla girişilen kapsamlı savaşta, istiğfara, günah ve masiyetten arınmaya yönelmek hususundaki surenin tüm gölgeleriyle bir uyum oluşturmaktadır.. Bu alanda girişilen savaşta kazanılan zafer, öncelikle Allah ve iman düşmanlarıyla girişilen meydan savaşındaki zaferi doğurmaktadır. Surenin tümü uyum ve gölgeleriyle eksiksiz ve tertipli bir bütünlüktür.
Bu duanın sonunu; Allah’a yöneliş, O’na ümit bağlamak, O’na dayanmak ve O’nun, sözüne bağlılığından yardım istemek oluşturmaktadır:
“Ey Rabbimiz, peygamberlerinin ağzından, vaadettiğini bize ver. Kıyamet günü bizi perişan etme. Kuşku yok ki sen sözünden caymazsın.”
Resullerin bildirdiği Allah’ın vaadinin gerçekleşmesini istemek, sözünden dönmeyen Allah’ın sözüne bağlanmak ve kıyamet günü rezil olmaktan kurtaracağını ümit etmek bu duada duyulan ilk ürpertiyle birleşmek ve rezil olmaktan duyulan şiddetli korkuya ve bu korkunun, duanın başında ve sonunda hatırlanma ve belirtilme gereğine işaret etmektedir. Ayrıca, bu kalplerin duyarlılığına, inceliğine, berraklığına, Allah’tan duydukları korku ve hayalarına da işaret etmektedir.
Bütünüyle dua, evrenin ilhamlarının ve evrende gizli gerçeğin nağmelerinin sağlıklı ve açık kalplerde meydana getirdiği doğru ve derin tepkiyi somutlaştırmaktadır.
Edebî güzellik ve tarzdaki uygunluk açısından şu dua karşısında bir daha durmak zorundayız.
Kur’an surelerinden herbirinin ayetlerinin belirgin kafiyeleri vardır. Kur’an kafiyeleri şiirlerdeki gibi aynı harften meydana gelmez. Aksine benzeşen ahenklerden oluşurlar. Örneğin: 1-Bâsır, Hâkim, Mübîn, Mürîb, 2-Elbâb, Ebsâr, Ennâr, Karâr, 3-Hafiyyâ, Şakiyyâ, Şarkiyyâ, Şey’â vs. gibi.
Birinci bölümdeki kafiyeler genellikle herhangi bir hüküm bildirirken kullanılır. İkinciler, dua yerlerinde üçüncüler de kıssa ve hikayede kullanılırlar. Âl-i İmran suresinde, genellikle, birinci tür kafiyeler kullanılmıştır. İki yerin dışında bu kural değişmemiştir. Birinci değişiklik; içinde dua bulunan surenin baş tarafında, ikincisi de burada, bu yeni duada söz konusu olmaktadır.
Bu da Kur’an’ın ifade tarzındaki eşsiz ve edebi uygunluklarındandır. Bu uzatmalar duaya; yakıcı bir yumuşaklık, istek, yöneliş ve yakarış atmosferine uygun bir ses güzelliği katmaktadır.
Burada bir başka edebi sanat göze çarpmaktadır. Bu sahnenin, yani gök ve yerin yaratılışı ile gece ve gündüzün değişimini düşünüp inceleme sahnesinin sunuluşuna, ağır ağır söylenen, uzun nağmeli, derin vurgulu ve mütevazi dua uygun düşmektedir. Bu yüzden sahnenin sunuluşunun; sinirler, kulaklar ve hayallerdeki duygu ve etkisi uzun sürmektedir. İçindeki tevazu, nağme, yöneliş ve ürperti sayesinde vicdanları etkilemektedir. Burada sahne Kur’an’ın ifade tarzının hedeflerinden birini gerçekleştirecek şekilde ibare ve nağmesiyle birlikte uzamakta ve onun sanatsal çizgilerinden birini gerçekleştirmektedir. Ardından ayetler, bu yakarışa verilen cevap ve karşılıkla sürüp gitmektedir.