EBU’L A’LÂ MEVDUDİ’NİN BAKIŞ AÇISIYLA TEVBE SURESİ 11. VE 14. AYETLER ARASI
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
11- Eğer onlar tevbe edip namazı kılarlarsa ve zekâtı verirlerse, artık onlar sizin dinde kardeşlerinizdir. Bilen bir topluluk için ayetleri böyle birer birer açıklarız.(14)
12- Ve eğer antlaşmalardan sonra, yine yeminlerini bozarlarsa ve dininize hınç besleyip-saldırırlarsa, bu durumda küfrün önderleriyle çarpışın.(14/a) Çünkü onlar, yeminleri olmayan kimselerdir;(15) belki cayarlar.
13- Yeminlerini bozan, peygamberi (yurdundan) sürmeye çabalayan ve sizinle ilk defa (savaşa) başlayan bir toplulukla savaşmaz mısınız?(16) Korkuyor musunuz onlardan? Eğer inanıyorsanız, kendisinden korkmanıza Allah daha layıktır.
14- Onlarla çarpışınız. Allah, onları sizin ellerinizle azablandırsın, hor ve aşağılık kılsın ve onlara karşı size zafer versin, mü’minler topluluğunun göğsünü şifaya kavuştursun.
AÇIKLAMA
14. Burada da, namaz ve zekat farzlarını yerine getirmeyen kimselerin sadece tövbe etmekle imanda müslümanların kardeşi sayılmayacağı, böyle bir vasıf kazanamayacağı açıkça ifade edilmiştir.
“Fakat eğer tövbe eder, namazı kılar ve zekatı verirlerse, (ancak o zaman) dinde sizin kardeşleriniz olurlar.” Ayetin bu kısmı “Eğer bu şartları yerine getirirlerse o zaman onların sadece canları ve malları haram olmaz, aynı zamanda onlar, İslam toplumunda sizinle eşit haklara(da) sahip olurlar. Sosyal, kültürel, yasal ve siyasal haklar konusunda bunların diğer müslümanlardan hiçbir farkı yoktur.
14/a. “… Onlarla savaşmalısınız…” belki savaş korkusu onları, yeminlerini bozmaktan ve İslam’a dil uzatmaktan vazgeçirir.
15. Metinde geçen “yeminler” ve “ahid” kelimeleri, İslamı kabul ettiklerine dair ettikleri yemin ve bulundukları ahdi ifade eder. Bundan dolayı, onlarla yeni bir ahit yapma gibi bir problem ortaya çıkmaz. Eski anlaşmalara gelince, bunların tümünü onlar zaten bozmuş bulunuyorlardı. Allah ve Rasulu tarafından beraatin (deklarasyon) açıkça ilan edilmiş olması bundan dolayıdır. Böylelerinin, kendileriyle herhangi bir anlaşma yapmaya değmeyen kimseler oldukları onların, eğer imansızlık ve şirklerinden tövbe edip dönerler ve namazlarını kılar, zekatlarını verirlerse ancak o zaman serbest bırakılabilecekleri hususu da bu şekilde ifade edilmiştir. Bu ayet, mürtedlere nasıl muamele edileceğini açıkça belirtir. Doğrusu, bu ayet nuzülünden bir buçuk yıl sonra patlak veren irtidat fitnesini daha önceden haber verdi ve Hz. Ebu Bekir (r.a) o fitneyi ortadan kaldırmak için bu ayette verilen işaret doğrultusunda davrandı. (Daha fazla izah için, lütfen, “İslam Hukukunda Mürtedin Hükmü” adlı kitabıma bakınız.)
16. Bu bölümde, muhatap müslümanlardır. Müslümanlar başkalarıyla olan kan ve akrabalık bağlarına, dünyevi menfaatlarına aldırmaksızın sebat ve azimle Allah yolunda savaşmaya ve mücadeleye teşvik ediliyorlar. Bu pasajın özünü hakkıyla anlayıp kavrayabilmek için okuyucunun, andlaşmaların ilgasının ilan edildiği zaman, durumun ne merkezde olduğunu gözönünde bulundurmalıdır. İslam, Arabistan’ın hemen hemen büyük bir bölümünde hakim olup hakimiyetine meydan okuyacak daha üstün bir gücün bulunmamasına rağmen, hala zahiri gözle bakanlar, o zamanda atılıyor olan nihai inkılabi adımda bazı tehlikeler olduğunu sanıyorlardı.
Birincisi, müşrik kabilelere yapılan bütün anlaşmaların bir defada ve aynı zamanda ilgası, onların hac yapmalarına mani olunarak, Kabe’nin sidanet ve siyanetinin (Kabe’ye bakım ve hizmet) değiştirilmesi ve “cahiliye” devrinden kalan bütün dini merasimlerin iptal edilmesinin, müşrik ve münafıkların menfaat ve haksız yetkilerini yeniden teminat altına almak ve korumak uğruna, kanlarının son damlasına kadar akıtacak denli tahrik etmiş ve düşmanlık duygularını alevlendirmiş olacağından korkuldu.
İkinci olarak korkulan husus şuydu: Hac ibadetini yerine getirme konusunda müslümanlara hareket serbestisi tanınan bu beyanname ile büyük bir ihtimalle müşrikler öfkelendirildi. Zira aynı tebliğ ile Hac gayr-ı müslimlere yasak ediliyordu. Ayrıca hac, o dönemde Arabistan’ın ekonomik hayatında, çok önemli bir rol oynamakta olması nedeniyle, bunun, onların iktisadi durumlarını ters yönde etkileyeceği açıktı.
Son olarak bunun Hudeybiye Andlaşması ve Mekke’nin fethinden sonra, henüz İslam’ı yeni kabul edenleri zor bir imtihana sokacağından korkuluyordu. Çünkü birçoklarının yakın dost ve akrabaları hala müşrikti ve aynı zamanda bu yeni müslümanların bir kısmının çıkarları, kaldırılmış olan “cahili” yetkilerle yakından bağlantılı idi. Şimdi ise müşriklere karşı ilan edilen topyekün savaş, bu yeni müslümanlardan sadece kendi yakını hısım ve akrabalarını öldürmesini değil, aynı zamanda asırlardır zevkini çıkardıkları eski yetki ve ayrıcaklıklarını bizzat kendilerinin ilga etmesini istiyordu.
Bu beklenen tehlikenin hiçbirinin fiili bir şekle dönüşmediği doğru olsa da, andlaşmaların ilgası anında olayların akışını önceden hiç kimse bilemeyeceği için, yine de bu endişeleri haklı çıkaracak uygun sebepler vardı. Fakat sözkonusu tehlikeler engellendi, çünkü gelen emirler, müslümanları bu tehlikelere karşı önceden hazırlamıştı. Ayrıca, bu hazırlık daha başka güzel neticeleri de ortaya çıkardı. Geriye kalan “müşrik”lerin reis ve idarecileri İslam devlet merkezi Medine’yi ziyaret etmeye, İslami bağlılıklarını belirtmeye ve kendilerine eski konum ve yetkilerini iade eden Hazreti Peygamber’e (s.a) itaat yemini yapmaya başladılar. Bu olanlar, eğer müslümanlar “ültimatomun” ihtiva ettiği hükümleri kılıç yoluyla tatbikata koymak için ivedi harekette bulunacak şekilde hazırlıklı bulunmamış olsaydı, ültimatomu takip eden hadiselerin daha farklı bir yön olabileceğini ispatlamaktadır. Bundan dolayı, müslümanların hızla cihada sevkedilmiş olmaları gerekiyordu ve endişelerini giderecek zamana ihtiyaçları vardı. Onların, Allah’ın iradesini yerine getirirken hiçbir şeyin mani olmasına fırsat tanımamaları hususunda uyarılmış olmaları bundandır. İşte bu bölümün teması budur.