sohbetlerözlü sözleryazarlarmakalelervideolartefsir derslerikavram derslerimedaricus salikin

SEYYİD KUTUB’UN BAKIŞ AÇISIYLA MAİDE SURESİ 51. VE 53. AYETLER

SEYYİD KUTUB’UN BAKIŞ AÇISIYLA MAİDE SURESİ 51. VE 53. AYETLER
28.03.2020
1.381
A+
A-

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.

51- Ey müminler yahudileri ve hristiyanları dost edinmeyiniz. Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Sizden kim onları dost edinirse o onlardan olur. Hiç kuşkusuz Allah, zalimleri doğru yola iletmez.

52- Kalpleri hasta olanların “Başımıza bela gelir diye korkuyoruz ” diyerek onlara koştuklarını görürsün. Olur ki Allah yakında size fetih nasib eder ya da kendi tarafından süpriz bir gelişme gösterir de o zaman bu kimseler kalplerinde gizli tuttukları duygulardan pişman olurlar.

53- O zaman müminler onlara “Bütün güçleri ile sizin yanınızda olacaklarına Allah adına yemin edenler bunlar mı?” derler. Onların bütün çabaları boşa gitmiş ve hüsrana uğrayanlardan olmuşlardır.

Öncelikle müminler ile yahudi ve hristiyanlar arasında, Allah’ın yasaklamayı uygun gördüğü dostluğun neyi ifade ettiğine değinmemiz yerinde olacaktır.

Bu dostluk, onların dinine tabi olmayı değil, onlarla işbirliği ve dayanışmayı ifade etmektedir. Zaten, din konusunda müslümanların, yahudilere ve hristiyanlara tabi olmaya eğilim duymaları gerçekten çok uzak bir olasılıktır. Buradaki dostluktan kast olunan, karışık bir meseleydi. Müslümanlar, çıkarların ve güçlüklerin giriftliği, gerek İslâm öncesinde, gerekse Medine’de İslâm devletinin kuruluşunun ilk yıllarında kimi yahudi gruplarla dostluk kurmuş olmaları gibi olgulardan yola çıkarak, bu tür ilişkilerin kendileri için bir sakıncası olmayacağını düşünüyorlardı. Ancak, Medine’de müslümanlar ile yahudiler arasında herhangi bir dayanışma, işbirliği ve dostluğun olamayacağı apaçık ortaya çıkınca Allah, müslümanları onlarla dostluktan men etti ve kendilerinden onlarla dostluklarını kesmelerini istedi…

Kur’an’ın ifadelerinde bu anlam, son derece belirgin ve net olarak ortadadır. Allah, Kur’an’da, Medine’deki müslümanlar ile “daru’l-İslâm”a hicret etmemiş müslümanlar arasındaki ilişkiden söz ederken şöyle buyuruyor: “(Ey müminler!) İnanıp hicret etmeyenlerle, kendileri hicret edene dek hiçbir dostluğunuz olmaz.” (Enfal Suresi, 72) Doğal olarak burada kast olunan, din konusunda dostluk değildir. Zira müslüman, din konusunda müslümanın her halûkarda dostudur. Burada kast olunan dostluk, işbirliği ve yardımlaşma konusundadır. Buna göre, “dâru’l-İslâm”daki müslümanlar ile “dâru’l-İslâm”a hicret etmeyen müslümanlar arasında bu bağlamda bir dostluk kurulamaz. İşte burada ele almakta olduğumuz ayetlerde, müslümanlar ile yahudi ve hristiyanlar arasında -Medine’deki İslâm devletinin ilk yıllarında var olan, ancak sonradan- yasaklanan dostluk da bu bağlamda, yani işbirliği ve dayanışma bağlamındadır.

İslâm’ın kitap ehline karşı hoşgörüsü ayrı bir şeydir. onlarla dost olmak ayrı bir şeydir. Ancak kimi müslümanlar bu iki olguyu birbiriyle karıştırmaktadırlar. Bu da onların, metodolojik ve gerçekçi bir yapıya sahip olan dinin özünü ve misyonunu net olarak kavrayamamalarından kaynaklanmaktadır. Bu din, insanlığın tanık olduğu tüm öğretilerden farklı bir yapıya sahip olan İslâmî anlayış doğrultusunda, yeryüzünde yeni bir yapılanmanın sağlanması, insanların keyfî arzularının, Allah’ın sisteminden sapmalarının, ayrıca dîne aykırı öğretiler ve tutumların karşısında bir engel oluşturması, öngörülen bu yeni yapılanmanın gerçekleştirilmesi için de hiç bir kıvırmaya yeltenilmeksizin, kaçınılmaz olarak mücadele verilmesi, bu bağlamda insanların olumlu, etkin ve yapıcı eylemlere girişebilmesi için gönderilmiştir.

Dostluk konusunda yukarıda sözünü ettiğimiz iki olguyu birbirine karıştıranların eksiklikleri, inancın özüne ilişkin sağduyudan ve de savaşın bu kitap ehline karşı izlenecek tutumun niteliğini bilinçlice kavrayabilmekten yoksun oluşlarıdır. Onlar, Kur’an’ın bu konudaki son derece net olan buyruklarından habersizdirler. Bu nedenle de İslâm’ın, tüm hakları garanti altına alınmış olarak İslâm toplumunda yaşamakta olan kitap ehline karşı hoşgörülü davranılmasını ve onlara iyilik yapılmasını isteyen buyrukları ile dostluğun sadece Allah, peygamberi ve müslümanlara özgü kılınmasını isteyen buyruklarını birbirine karıştırmaktadırlar. Onlar Kur’an’da kitap ehline ilişkin yapılan tespitleri unutmaktadırlar. Onlar Kur’an’da belirtildiği üzere, onlar İslâm toplumuna karşı savaşma noktasında birbirlerinin dostudurlar. Bu, onlar için sabitleşmiş bir olgudur. Onlar, ne müslümandan hoşlanırlar, ne de onun dini olan İslâm’dan. Müslümandan, kendi dinini terk edip onların dinine geçmedikçe de hoşlanmayacaklardır. Onlar, İslâm’a ve müslümanlara karşı savaşmakta son derece ısrarlıdırlar. Onların bu noktada içlerinde gizledikleri öfke ve kin, ağızlarından çıkan sözlerdekinden çok daha büyüktür… Burada ele aldığımız ayetlerin bitimine dek, onların nitelikleri dile getirilmektedir.

Müslüman, kitap ehline hoşgörüyle davranmaktan yanadır. Ancak onlarla, yardımlaşma ve işbirliği anlamında bir dostluk kurmasının yasaklanmış olduğunun da bilincindedir. Onun yapacağı, dinini pratize etmek ve İslâm’ın eşsiz sistemini gerçekleştirmektir. Bu noktada onun yolu ile kitap ehlinin yolu kesinlikle aynı değildir. Müslüman her ne kadar onlara hoşgörü ve sevgiyle davransa da bu, onların kendisinin dinine bağlılığını sürdürüp İslâm sistemini gerçekleştirmesinden hoşnut olmalarına, onların ona karşı savaşmak, komplolar hazırlamak noktasında birbirlerinin dostu olmaktan vazgeçmelerine yetmeyecektir.

Kafirler ve ateistlere karşı, dini yayma amacıyla bizler ile kitap ehlinin aynı kulvarda yürüyebilecekleri gibi bir sanıya kapılmamız, ne kadar korkunç bir bilgisizlik, ne kadar büyük bir budalalıktır. Kitap ehlinin, müslümanlarla savaşmak söz konusu olduğunda kafirlerin ve ateistlerin safında yer aldıklarını bile bile, böylesi bir sanıya nasıl kapılabiliriz?

Her çağda olduğu gibi bu çağda da aramızdaki saf kişiler söz konusu uyarıcı gerçekleri kavrayamıyorlar. Kur’an’ın buyruklarını, yaşanan tarihî olayları tümden unutarak, kitap ehliyle -hepimiz dine inanıyoruz diyerek- elele tutup materyalizme ve ateizme karşı birlikte mücadele verebileceğimizi ileri sürüyorlar. Oysa, kâfir olan müşrikleri göstererek “Bunların yolu müminlerin yolundan daha doğrudur.” (Nisa Suresi, 51) diyenler kitap ehlinin ta kendileriydi. Medinedeki müşrikleri destekleyip müslümanlara karşı kışkırtanlar, kitap ehlinin ta kendileriydi. Yine ikiyüz yıl süren haçlı savaşlarıyla müslümanlara saldıranlar kitap ehlinin ta kendileriydi. Endülüs’te yaşanan korkunç trajedinin sorumluları onlar değil midir? Ateistlerin ve materyalistlerin de yardımını alarak, Filistin’deki müslüman arapları perişan edenler, onların yurdunu yahudilere verenler kitap ehlinin ta kendileri değil midir? Habeşistan, Somali, Eritre ve Cezayir’de kısacası her yerde müslümanların perişan olmalarının nedeni onlar değil midir? Yugoslavya, Çin, Türkistan ve Hindistan’da, kısacası her yerde, ateistlerle, materyalistlerle ve paganistlerle de işbirliği yaparak müslümanların başına binbir çorap örenler kitap ehlinin ta kendileri değilmidir?

Tüm bunlara karşın bugün aramızdan kimileri kalkıp, -Kur’an’daki kesin buyrukların tamamen tersine- müslümanlarla kitap ehli arasında dostluk ve işbirliğinin mümkün olabileceğini ileri sürüyor! Neymiş! Böylece materyalizme ve ateizme karşı dini korumuş olacakmışız!

Bunları söyleyenler, Kur’an’ı okumamış olmalıdırlar. Okuduysalar bile, İslâm’ın özündeki hoşgörü çağrısını, Kur’an’ın yasaklamakta olduğu dostluğa çağrı biçiminde yanlış anlamış olmalıdırlar.

Bu tür kimseler İslâm’ın Allah katında kabul görecek tek inanç olduğunu kavrayamamışlardır. İslâm’ın, yeryüzünde yeni bir yapılanmayı hedefleyen, dün olduğu gibi, bugün de kitap ehlinin düşmanlıklarına ve saldırılarına göğüs gerilmesini sağlayacak olan, yapıcı bir hareket niteliği taşıdığını anlayamamışlardır. Kur’an’da kitap ehline karşı takınılması istenen tutum, kesinlikle değiştirilemez. Çünkü bu son derece doğal ve alternatifi olmayan bir tutumdur.

Biz, Kur’an’ın buyruklarını yanlış anlamış ve kavrayamamış ve söz konusu kimseleri bir kenara bırakıp, Kur’an’a kulak verelim:

“Ey müminler! Yahudileri ve hristiyanları dost edinmeyiniz. Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Sizden kim onları dost edinirse o, onlardan olur. Hiç kuşkusuz Allah, zalimleri doğru yola iletmez.”

Bu çağrı Medine’deki İslam toplumuna yöneliktir. Ama aynı zamanda bu, yeryüzünün hangi köşesinde olursa olsun, kıyamete dek gelip geçecek olan tüm müslümanlara yönelik bir çağrıdır. “Ey müminler!” hitabının muhatabı durumunda olan herkese yönelik bir çağrıdır.

Yeri gelmişken bu çağrının “iman eden kimseler”e yönelik oluşunun nedenine de değinelim. Bu ayet indiği sırada, Medine’deki kimi müslümanlar ile kitap ehline -özellikle de yahudilere- mensup kimi insanlar arasındaki ilişkiler bütünüyle kopmuş değildi. Bu iki kesim arasında, birtakım dostlu:. ve dayanışma ilişkileri, kimi ekonomik ve karşılıklı ilişkiler, kimi de komşuluk ve arkadaşlık ilişkileri söz konusuydu. Medine’de araplar ile özellikle yahudiler arasında bu tür ilişkilerin bulunması, kentin İslâm öncesindeki tarihsel, ekonomik ve sosyal durumu göz önüne alınacak olursa son derece doğaldı. Bu durum, yahudilerin İslâm’a ve müslümanlara karşı komplolar hazırlayabilmelerini kolaylaştırıyordu. Onların hazırladıkları bu komploların her biri Kur’an’daki bir çok ayette (ki biz bunların kimisini bu kitabımızın daha önceki bölümlerinde açıkladık) ortaya konulup sıralandığı gibi, buradaki ayetlerde de bunlardan bir bölümü dile getirilmektedir.

Kur’an, yaşamda yeni bir düzeni gerçekleştirebilmek için inancı uğruna vereceği mücadelede müslümana gerekli bilinci kazandırmak, müslümanlar ile İslâm toplumundan olmayan, İslâm sancağının altında toplanmayan diğer insanlar arasında kesinkes bir ayrım gözetmeyi müslümanın benliğine yerleştirmek üzere indirilmiştir. Buradaki ayrım gözetme, insanlara karşı hoşgörülü davranmayı engellemek anlamında değildir. Hoşgörü, müslümanın sürekli sahip olacağı bir niteliktir. Buradaki ayrım gözetme meselesi dostluk, bağlamındadır. Müslümanın yüreğindeki dostluk duygusu, Allah’a, peygamberine ve müminlere tahsis edilmiştir. Sözünü ettiğimiz bilinci kazanmak ve istenilen ayrımı gözetmek meselesi, her yerde ve her kuşaktaki müslüman için mutlak bir gerekliliktir.

“Ey müminler! Yahudileri ve hristiyanları dost edinmeyiniz. Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Sizden kim onları dost edinirse o, onlardan olur. Hiç kuşkusuz Allah, zalimleri doğru yola iletmez.”

Onlar, birbirlerinin dostlarıdırlar.. Bu, çağlar üstü bir gerçektir. Çünkü bu, eşyanın doğasından kaynaklanan bir gerçektir. Onlar, hiçbir yerde, hiçbir tarihte müslümanlara dost olmayacaklardır. Nitekim geride kalan bunca yüzyıllarda, Allah’ın bu şaşmaz sözündeki doğruluğu perçinlemiştir. Onlar Medine’de peygamberimiz ve müslümanlara karşı savaşma noktasında birbirlerinin dostlarıydılar. Bu noktada, tarih boyunca da birbirlerinin dostları oldular. Bu kural, tarih boyunca bir kez de olsa delinmemiştir. Yeryüzünde meydana gelen olayların tümü, Kur’an’ı Kerim’in tek bir olay değil, sürekli bir nitelik biçiminde ortaya koyduğu tespitler doğrultusundadır. Ayette, “Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar” biçiminde bir isim cümlesi kullanılması, sadece bir ifade tarzı olarak görülmemelidir. İsim cümlesi kullanılmasının nedeni, ayetin değişmez ve sürekli bir niteliği vurguladığını belirtmek içindir.

Bu temel gerçeğin ardından, bunun sonuçları anlatılıyor… Yahudiler ve hıristiyanlar birbirlerinin dostları olduklarına göre, ancak kendilerinden olan bir kimseyi dost edinirler. Müslümanların safları arasındaki bir kimse yahudi ve hristiyanları dost edindiğinde, müslümanların safını bırakmış, kendini “İslâm” niteliğinden soyutlamış ve karşıt safa katılmış demektir. Böylesi bir davranışın, gerçek ve doğal sonucu da budur:

“Sizden kim onları dost edinirse o, onlardan olur.”

O bu tutumuyla, kendine, Allah’ın dinine ve müslüman topluma zulmetmiştir. Bu zulümden ötürü de Allah onu, kendisine dost bildiği yahudiler ve hristiyanlar kategorisine sokmuştur. Allah onu, artık doğru yola iletmeyecek, yeniden müslümanların safına döndürmeyecektir:

“Hiç kuşkusuz Allah, zalimleri doğru yola iletmez.”

Bu Medine’deki İslâm toplumuna sert bir uyarıydı. Ancak, abartılı bir uyarı değildi. Sert bir uyarıydı. Ancak bütünüyle gerçeği dile getiren bir uyarıydı. Müslümanın, hem -birbirlerinin dostları olan- yahudiler ve hıristiyanlarla dostluk kurması, hem de müslüman ve mümin kalabilmesi, ayrıca -sadece Allah’ı, peygamberi ve müminleri dost bilen- müslümanlar safındaki yerini kaybetmemesi mümkün değildir… Bu mesele tam bir yol ayrımıdır…

Müslüman, kendisi ile İslâmî sistem dışında başka bir sistem benimsemiş insanlar ya da kendisi ile İslâm sancağı dışında başka bir sancak taşıyan insanlar arasında tam bir ayrım gözetme noktasında gevşeklik gösterdiği sürece, -herşeyden öce yeryüzünde diğer tüm sistemlerden farklı, eşsiz ve gerçekçi bir sistemi yerleştirmeyi amaçlamış ve de diğer tüm görüşlerden, farklı, eşsiz bir anlayışı temel almış olan- görkemli İslâmî hareket adına, kayda değer hiçbir eylem ortaya koyamaz…

Müslüman, -hiçbir kuşkuya, en küçük bir tereddüte yer kalmayacak biçimde- şunlara kesinkes ve mutlak surette kafasına yerleştirmek durumundadır: Allah’ın, Hz. Muhammed’i (salât ve selâm üzerine olsun) peygamber olarak gönderdikten sonra, insanlar için kabul edeceği tek din İslâm’dır. Allah’ın yaşamınızı kendisine göre belirlememizi istediği İslâm sistemi, eşsiz bir sistemdir. Diğer sistemlerin hiçbiri onunla eş düzey değildir. Başka bir sistemi alıp, onsuz yapabilmek mümkün değildir. Onun yerine, başka bir sistemi ikame etmek olası değildir. İnsanlığın yaşamı, sadece ve sadece İslâm’ın sistemi üzerine oturtulmadıkça, bir türlü düzelmeyecek ve kesinlikle yola girmeyecektir. Müslüman tüm çabasını, gerek öğretisel, gerek sosyal açılardan, kısacası tüm yönleriyle İslâm sistemini yerleştirebilmek için harcamadıkça, Allah katında, affedilmeyecek, bağışlanmayacak ve kabul görmeyecektir. Müslüman, bu uğurda çaba harcama konusunda hiçbir gevşeklik göstermemelidir. En ufak bir noktada bile olsa Allah’ın sistemi dışında hiçbir alternatif kabul etmemelidir. Ne inanç esasları, ne sosyal düzen, ne de yaşamaya ilişkin hükümler konusunda -Allah’ın kitap ehlinin bizden önceki şeriatlarından bizler için de geçerli olmasını uygun gördüğü hükümler hariç- İslâm sistemi ile diğer sistemleri birbirin;. karıştırmamalıdır.

Müslümanın tüm bunları kesinkes ve mutlak biçimde kafasına yerleştirmesi sonuçta, her türlü amansız engellere, ağır yükümlülüklere, ısrarlı bir direnişe, hazırlanan komplolara, çoğu kez dayanılmaz bir noktaya varacak binbir acıya karşı onu, Allah’ın insanlara uygun gördüğü sistemi gerçekleştirmek üzere gereken hazırlıkları yapmak için harekete geçmeye itecektir. Ayetlerde, gerek şirk koşanların paganizmi, gerek kitap ehlinin sapkınlığı, gerekse apaçık ateizm biçiminde olsun cahiliyyenin, yeryüzünde halen varlığını koruyan türlerinden herhangi birine mensup olan kimselerden hiç birinin gereksinim duymayacağı bir meseleden söz edilmesinin anlamı ne olabilir ki? Yine, İslâm sistemi ile kitap ehlinin ya da daha başka grupların sistemleri arasındaki farklar eğer gerçekten fazla değilse ve de müslüman söz konusu kesimlerle barış ve uzlaşma yoluyla belirli noktalarda anlaşmaya varabilecekse, İslâm’ın sistemini yerleştirmek için didinmekten söz etmenin ne anlamı olabilir ki?

Semavi dinlere mensup insanlar arasında yakınlaşma ve hoşgörü adına, Kur’an’ın belirlediği üzere, onlarla ilişkilerin bütünüyle kesilmesi ilkesini yumuşatıp sulandırmaya kalkışanlar, dinlerin anlamını kavrayamadıkları gibi, hoşgörünün anlamını da bilmemektedirler. Zira Allah katında nihaî din sadece İslâm’dır. Kitap ehline karşı hoşgörülü davranmak, inanç sistemi ve sosyal düzen bağlamlarında değil, sadece günlük insanî ilişkiler bağlamındadır. Onlar, müslümanın benliğine tamamen yerleştirdiği kimi gerçeklere ilişkin kesin bilgiyi zayıflatmaya çalışıyorlar. Ancak müslüman bilir ki Allah din olarak sadece İslâm’ı kabul edecektir. Kendisine düşen, Allah’ın İslam’la belirlemiş olduğu sistemi yürürlüğe koymaktır. Allah’ın sisteminin hiç bir alternatifi olamaz. Allah’ın sisteminde en küçük bir değişiklik bile söz konusu olmayacaktır. Tüm bu kesin bilgiler Kur’an’dan kaynaklanmaktadır: “Allah katında geçerli olan din İslâm’dır.” (Al-i İmran Suresi, 19) “Kim İslam’dan başka bir din ararsa, o din ondan kabul edilmez.” (Al-i İmran Suresi, 85) “Ey müminler! Yahudileri ve hıristiyanları dost edinmeyiniz. Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Sizden kim onları dost edinirse o, onlardan olur.” Bu konularda Kur’an, sözcüğün tam anlamıyla bir mihenk taşıdır. Dolayısıyla müslümana düşen, kendisinde bu kesin bilgiye ilişkin kuşku uyandırmak isteyenlerin bu bağlamdaki sözlerine kapılmamaktır.

Ayetlerin akışı içerisinde ayrıca, o gün yaşanmakta olan bir olguya değiniliyor. Zaten bu ayetler de bu bağlamda bir uyarı olmak üzere indirilmişti:

“Kalpleri hasta olanların, `Başımıza bela gelir diye korkuyoruz’ diyerek onlara koştuklarını görürsün”

Bu konuda İbn Cerîr’in rivayetine bakıyoruz: “bizlere Ebû Kureyb ile İdris’in aktardıkları bir hadise göre, İdris şöyle dedi: Babamın bana aktardığına göre Atıyye bin Said şu olayı anlatmıştır: Hâris bin Hazrec oğullarından Ubade bin Sâmit peygamberimizin yanına gelerek; “Ey Allah’ın Rasulü” dedi, “Benim çok sayıda yahudi dostum var. Ama ben yahudilerle dost olmaktan Allah’a ve peygamberine sığınır ve de kendime sadece Allah’ı ve peygamberini dost bilirim”. (Münafıkların başını çeken) Abdullah bin Ubeyy ise şöyle dedi: “Ben başıma bir bela gelmesinden korkan bir kişiyim. Bu nedenle arkadaşlarımla mevcut dostluğumu bozamam.” Bunun üzerine peygamberimiz ise şöyle buyurdu: “Ey Abdullah bin Ubey! Ubade bin Sâmit’e karşı cimrilik edip, yahudilerle dost olmayı tercih ediyorsun. Oysa onların dostluğu senin için daha önemsizdir.” Abdullah bin Ubey ise peygamberimizin bu sözünü “Kabulümdür” diyerek yanıtladı. Allah da bu olay üzerine, “Ey müminler! Yahudileri ve hristiyanları dost edinmeyiniz” ayetini indirdi.”

İbn Cerîr dedi ki: “Hannâd, Yunus bin Bukeyr ve Osman bin Abdurrahman, el-Zuhrî’nin şöyle dediğini rivayet ettiler: Bedir savaşına katılan müşrikler yenilgiye uğrayınca müslümanlar, yahudi dostlarına; `’Bedir’in benzeri bir günü Allah size de tattırmazdan önce müslüman olunuz.'” dediler. Bunun üzerine Malik bin Sayf şöyle dedi: “Savaşmasını bilmeyen Kureyş topluluğunu yendik diye mi gururlanıyorsunuz? Şu var ki, eğer bizler kesinkes karar vererek sizlere karşı kuvvet toplayacak olursak, bizimle çarpışmaya gücünüz yetmez”.. Ubade bin Samit de dedi ki: “Ey Allâh’ın Resûlü! Gerçekten de yahudilerden olan dostlarım kuvvet ve silah bakımından oldukça güçlüdürler. Ama ben yahudilerle dost olmaktan uzaklaşıp Allah’a ve Resulüne sığınıyorum. Benim, Allah ve Resulünden başka dostum olamaz” Abdullah bin Ubey ise; “Ama ben, yahudilerle dost olmaktan uzak kalamam. Çünkü onlara ihtiyacım var” dedi. Bunun üzerine peygamberimiz şöyle buyurdu: “Ey Abdullah bin Ubey! Yahudilerle olan dostluğunu, Ubade bin Samit’e yeğlemekte olduğunu görüyor musun? Oysa onların dostluğu senin için daha önemsizdir:” Buna karşılık Abdullah bin Ubey de; “Öyleyse dediğini kabul ediyorum” dedi.”

İbn İshak dedi ki: “Peygamberle yapmış oldukları antlaşmayı ihlal eden ilk yahudi kabilesi Benî Kaynuka’dır. Asim Bin Ömer Bin Katâde bana şunu rivayet etti: Rasulüllah onları kuşatma altına aldı. Sonunda Resulullah’ın vereceği hükme razı oldular. Abdullah bin Ubey bin Selûl ayağa kalkarak, -Allah kendisine, olar için imkan tanıyınca- dedi ki: “Ey Muhammed! Dostlarına karşı iyi davran. Onlar Hazreç’le dayanışma içindeydiler.” Rasulullah onu, duymazlıktan geldi. O yine, “Ey Muhammed! Dostlarıma karşı iyi davran!” dedi. Rasulüllah ondan yüz çevirdi. O da gelip elini, Resulullah’ın zırhının yenine soktu. Bunun üzerine Resulullah: “Bırak beni!” dedi ve öfkelendi. Çevresindekiler peygamberin öfkesinin yüzüne yansıdığını gördüler. Ardından Rasulullah: “Yazıklar olsun sana! Bırak beni!” dedi. Buna karşılık Abdullah bin Ubey şöyle dedi: “Allah’a yemin olsun ki dostlarıma iyi davranana dek seni bırakmam. Beni, arabıyla acemiyle herkese karşı korumuş olan dörtyüz zırhsız ve üçyüz zırhlı kişiyi, sen bir gün doğumluk süre içinde biçip atıyorsun. Ben onların bana düşman kesilınelerinden korkuyorum.” Bunun üzerine Rasulullah da: “Onlar senindir” buyurdu.

Muhammed bin İshak dedi ki: “Babam İshak bin Yesar’ın Ubade’den naklen anlattığına göre Velid bin Ubade bin Samit şöyle dedi: Beni Kaynuka, Rasulullah’a karşı savaş açınca Abdullah bin Ubey, onların işleriyle ilgilenmek için girişimlere başladı. Ubade bin Samit ise Rasulullah’ın yanına gitti. Avf bin Hazrec oğullarından olan Ubade’nin de tıpkı Abdullah bin Ubey gibi yahudilerle antlaşması vardı. Ancak o, yahudilerle olan antlaşmasına, Allah’ı ve Resulünü yeğleyerek: “Ey Allah’ın Rasulü! Allah’ı ve seni, onlarla olan antlaşmama tercih ederim. Kendime dost olarak Allah’ı, seni ve müminleri bilir. Kafilerle uzlaşmaktan, onları dost edinmekten uzak dururum” dedi. İşte bu olay üzerine Ubade ile Abdullah bin Ubey hakkında şu ayet indirildi: “Ey müminler! Yahudileri ve hristiyanları dost edinmeyin! Onlar birbirlerinin dostudurlar.” Bu olay üzerine inen ayetler, “kim Allah’ı, peygamberini ve inananları dost edinirse bilsin ki, zafer Allah’tan yana olanlarındır” ayetiyle noktalanmaktadır.”

İmam Ahmed dedi ki: “Bize Kuteybe bin Said, ona Yahya bin Zekeriyya bin Ebi Ziyade, ona Muhammed bin İshak, ona Zührî, ona da Avde’nin naklettiğine göre Üsame bin Zeyd şöyle buyurdu: “Rasulullah’la birlikte Abdullah bin Ubey’in yanına gittik. Peygamber ona; “Seni yahudilerle olan dostluktan men etmiştim” dedi. Abdullah bin Ubey de: “Esad bin Zurare onları kızdırmıştı ama, ölüverdi!” şeklinde karşılık verdi.” (Ebu Davud)

Bu belgelerin tümü, müslüman toplumdaki reel duruma ve Medine’de İslâm öncesinde mevcut olan çeşitli koşullara işaret etmekte ve aynı zamanda, müslümanlar ile yahudiler arasında belirli ilişkilerin olup olamayacağı meselesine ilişkin kesin bir görüş bulunmadığını göstermektedir. Buradaki ayetlerde tamamen yahudilerden bahsedildiği, hristiyanlarla ilgili olaylardan ise söz edilmediği dikkat çekiyor. Ancak buradaki nasslar, hem yahudileri hem de hristiyanları kapsar. Zira burada, müslümanlar ile kitap ehli ve (ilerde geleceği üzere) müşrikler de dahil olmak üzere diğer cemaatler arasında, sürekli bir anlayış, sürekli bir ilişki ve sürekli bir davranış biçimi tesis edilmektedir. Gerçi peygamber döneminde, hristiyanların müslümanlara karşı tutumları, yahudilerin tutumlarından farklıydı. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de bir başka ayette bu farklılık şöyle dile getiriliyor: “İnsanlar arasında müminlerin en yaman düşmanı olarak yahudileri ve (Allah’a) ortak koşanları bulacaksın. İnananlara sevgice ve en yakın olanları ise, `Biz hristiyanız’ diyenleri bulacaksın.” (Maide Suresi, 82) O günlerdeki bu tutum farklılığına karşın buradaki ayette, yahudiler ile hristiyanlar aynı kategoriye sokulmaktadır. Nitekim bir sonraki ayette de onlar ile kafirler yine aynı kategoriye sokulacaktır. Bu durum, dostluk ve anlaşma bağlamındadır. Zira bu meselede, temel bir prensip söz konusudur. Bu da, müslümanın ancak müslümanla dost olabileceği, müslümanla anlaşabileceğidir. Müslüman sadece ve sadece Allah’ı, peygamberi ve müslüman cemaati dost bilmelidir. Bu konuda, diğer gruplar, müslümanlara karşı takındıkları tutumlarda farklılık olsa da neticede tümü aynı kategoridedir.

Müslüman toplum için bu konuda böylesine kesinkes ve son derece net bir kural koyan Allah’ın ilmi, sadece Resulullah’ın yaşadığı dönemi ve o dönemdeki konjonktürel durumları değil, tüm zamanları kuşatır niteliktedir. Tarihte, daha sonra yeryüzünün pek çok yerinde yaşanan olaylar, İslâm’a ve müslümanlara düşmanlık konusunda hristiyanların da, yahudilerden aşağı kalmadıklarını göstermiştir. İslâm’ı hoşgörüyle karşılayan Arap ve Mısır hristiyanlarını bir yana bırakırsak, batıdaki hristiyan camiasının, tarih boyunca bu dine karşı kin ve düşmanlık güttüklerini, -yahudilerin her zaman kurdukları komplolardan, açtıkları savaşlardan hiç de farklılık arz etmeyecek biçimde onların da İslâm’a karşı savaştıklarını, komplolar hazırladıklarını görüyoruz. Kralları müslüman muhacirlere ve İslâm’a kucak açan Habeşistan’lıların bile, çok geçmeden, yahudileri hiç de aratmayacak biçimde, İslâm’a ve müslümanlara karşı amansız bir savaş başlattıklarını görüyoruz.

Yüce Allah, tüm bunları biliyordu. Bu nedenle de, Kur’an’ın indiği dönemdeki olgulara ve o dönemin geçici konjonktürlerine bakmaksızın, kıyamete dek şurada ya da burada yaşanabilecek muhtemel olgulara önem vermeksizin, bu meselede müminler için genel bir kural koyuyordu.

İslâm’ın ve -gerçekte pek ilintileri olmasa bile- kendilerinden müslüman diye bahsedilen insanların bugün hâlâ, yeryüzünün her yanında yahudiler ve hristiyanlarca tutuşturulan savaş ateşine maruz kalmaya devam etmeleri, Allah’ın “Onlar birbirlerinin dostudurlar” biçimindeki sözünün doğruluğunu perçinlemektedir. Bilinçli müslümanlara düşen, rabblerinin bu öğüdünü iyice özümsemektir. Bunun da ötesinde, emirdeki bağlayıcılığın ve yasaklamadaki kesinliğin gereği olarak, Allah ve peygamberin dostları ile Allah ve resulünün sancağına sarılmayan diğer kamplara mensup insanlar arasında dostluk, konusunda tam bir ayrım gözetmektir.

İslâm, müslümanı, tüm insanlarla ilişkisini inanç temeli üzerine oturtmakla yükümlü kılmıştır. Müslüman gerek düşüncesinde gerekse pratikte, dostunu ve düşmanını inanç esasına göre belirlemek durumundadır. Dolayısıyla müslüman ile müslüman olmayan bir kimse arasında herhangi bir dostluk yardımlaşma söz konusu olamaz. Çünkü bu iki kimsenin, inanç bazında yardımlaşabilmeleri olası değildir. Bu iki insanın, -kimi ahmakların ve Kur’an’ı okumayanların ileri sürdükleri alternatifin tam tersine- ateistlere karşı bile işbirliğine gidebilecekleri düşünülemez. Bu iki insan arasında, ortak inanç esasları bulunmadığına göre, böylesi bir işbirliğinin gerçekleşebileceği nasıl düşünülebilir?

Kur’an’ı okumamış, İslâm gerçeğini kavrayamamış bazı insanlar ve kimi kandırılmış saf insanlar, şu türden düşünceler üretiyorlar: “Din, dindir. Yani tüm dinler aynı kefededir. Dinsizlikte, hangi ad altında olursa olsun dinsizliktir. Öyleyse dindarlar dinsizliğe karşı birlikte mücadele verebilirler. Çünkü ateizm, tüm dinleri reddetmekte ve tüm dindarlara savaş açmış bulunmaktadır!”

Oysa, İslâm düşüncesine ve de İslâm gerçeğini özümsemiş bir müslümanın düşüncesine göre, kazın ayağı hiç de böyle değildir. Bir kimse, İslâm’ı inanç olarak benimsemedikçe ve İslâm düzenini kurmak için bu inanç doğrultusunda çabalamadıkça, İslâm’ın özünü kavrayamaz.

Bu mesele, gerek İslâm’da ve gerekse İslâm’ı özümsemiş müslümanların kafasında, son derece net olarak ortadadır. Din, sadece İslâm’dır. İslâm’ın tanıdığı başka bir din daha bulunmamaktadır. Çünkü Allah: “Allah katında geçerli olan din İslâm’dır.” (Al-i İmran Suresi, 19) buyuruyor. “kim İslâm’dan başka bir din ararsa, o din ondan kabul edilmez.” (Al-i İmran Suresi, 85) buyuruyor. Peygamberimizin gönderilmesinin ardından artık, Allah’ın İslâm dışında kabul edeceği, razı olacağı hiç bir din yoktur. Hz. Muhammed (salât ve selâm üzerine olsun) İslâm üzere gönderilmişti. Peygamber olduğu bildirilmezden önce hristiyanlığı kabul etmediği gibi, peygamberliğini öğrendikten sonra da kabul edecek değildi. Nitekim Hz. İsa’da da aynı olgu söz konusudur. O da, peygamber olduğunu öğrendikten sonra yahudiliği kabul etmemiştir.

Hz. Muhammed’in peygamberliğinden sonra da, -ehl-i kitap olarak- yahudilerin ve hristiyanların hâlâ var olmaları, bu onların dinlerinin Allah katında kabul göreceği ya da onların dinlerinin de bir ilahî din olarak tanınması anlamına gelmez. Bunlar sadece Hz. Muhammed’in peygamberlik öncesi dönemi için doğrudur. Ama, -İslâm düşüncesi ve müslümanların anlayışına göre- Hz. Muhammed’in peygamberlikle görevlendirilmesinin ardından, artık sadece bir tek din söz konusudur: İslâm. Ayette, tevil götürmez bir biçimde bu gerçek ifade edilmektedir.

Kuşkusuz İslâm onları, inançlarını bırakıp ille de İslâm’a gelmeleri için zorlamıyor. Çünkü “Dinde zorlama yoktur” (Bakara Suresi, 256) Ancak bu, onların gittikleri yolun da bir “din” olarak görülmesi, “din” olarak tanınması anlamında değildir.

Dolayısıyla, ateizme karşı İslâm’ın söz konusu kimselerle din bağlamında ortak bir cephesi olamaz. Çünkü burada, İslâm’ın dışında olanlar, “dine mensup olmayanlar” söz konusudur. Onların din dedikleri, İslâm nazarında din değildir. Bu dinsizlik, ister kökeni semavî olan saptırılmış bir inanç, ister putçuluk üzerine kurulmuş paganizm, isterse dinleri yadsıyan ateizm biçiminde olsun hiçbir şey değişmemektedir. Bu saydıklarımızın kendi aralarında birtakım görüş ayrılıklarının, anlaşmazlıklarının olduğu doğrudur. Ancak aynı zamanda bunların tümü İslâm’a terstir. Bu nedenle bunlar ile İslâm arasında ne bir dayanışma söz konusu olabilir, ne de bir dostluk…

Müslüman, kendisine din konusunda eziyet etmedikleri sürece, -daha önce geçtiği üzere- onlara iyi muamele etmesi istendiği için ehl-i kitap olanlara karşı iyi davranır. Onlardan namuslu kadınlarla evlenebilir. -Gerçi Hz. İsa’nın ilahlığına ve Allah’ın oğlu olduğuna ya da teslise inanan bir kimsenin ehl-i kitabını yoksa müşrik mi olduğu fıkıh bilginleri arasında tartışılır ama- genel hükme göre namuslu ehl-i kitap kadınlarla nikahlanabilir. Onlara iyi muamele etme gereği ve onlarla nikahlanmanın mümkün oluşu, din konusunda onlarla yardımlaşılacağı ya da dostluk kurulacağı anlamına gelmez. Bu durum, müslümanlar nezdinde Allah’ın -Hz. Muhammed’i peygamber olarak gönderdikten sonra- Hristiyanlığı da bir din olarak onayladığının ve hristiyanlarla ortak bir cephe oluşturarak ateizme karşı mücadele vermelerinin, mümkün olacağının göstergesi olarak algılanamaz.

Kuşkusuz ki İslâm, gerek ehl-i kitabın, gerek müşriklerin ve paganistlerin, putperestlerin inançlarını düzeltmek için gelmiş ve onların tümünü müslüman olmaya çağırmıştır. Çünkü Allah katında kabul görecek biricik ve tek “din”, İslâm’dır. Yahudiler, İslâm’a, çağrılmadıkları sanısına kapılacaklardır. Bu çağrı, onlara ağır gelecektir. Bunun içindir ki Kur’an, onları çok açık bir biçimde İslâm’a çağırıyor. Bu çağrıya kulak asmadıkları takdirde kafir durumundadırlar.

Müslüman ateistleri ve paganistleri İslâm’a çağırmakla görevlendirilmiş olduğu gibi, aynı zamanda ehl-i kitabı da İslâm’a davet etmekle yükümlüdür. Ama, ne ateistleri ve paganistleri, ne de ehl-i kitabı İslâm’a girmeleri için zorlama yetkisi yoktur. Çünkü, insanların kalplerinde inanç,zor kullanılarak oluşturulamaz. Din konusunda zor kullanmak, -bırakınız yasaklanmış olmasını- hiç bir olumlu sonuç da doğurmaz.

Müslümanın, ehl-i kitabın dininin -Hz. Muhammed’in peygamberliğinden sonra- Allah katında yine kabul görecek bir din olduğunu iddia etmesi ile ardından onları İslâm’a çağırması kesinlikle bağdaştırılamaz. Onları İslâm’a çağırmakla yükümlü oluşu ancak, onların benimsediği yolun din olmadığını ve de bu nedenle onları dine-İslam’a çağırdığını düşünmesiyle mümkündür.

Bu gözle görülür gerçek tesbit edilirse, müslümanın, yeryüzünde dini yaygınlaştırma adına İslâm’ı din olarak benimsememiş kişilerle bir dostluk, bir dayanışma ilişkisine girmesinin İslâm inancıyla mantıken de bağdaşamayacağı daha kolay anlaşılacaktır.

İslâm’da bu mesele, bir örgütlenme, organizasyon meselesi olmasının yanısıra, bir iman, bir inanç meselesidir.

Bunun bir iman ve inanç meselesi olduğunu, müslümanlar ile ehl-i kitap arasında dostluk olduğu da son derece açıktır. Çünkü mümin tüm çabasını, -İslâm’ın belirlediği ve peygamberimizin aracılığıyla bizlere iletilen- Allah’ın nizamını, tüm ayrıntılarıyla ve de insanların her türlü davranışlarını kapsayacak biçimde yaşama aktarmak, uygulamak için yoğunlaştırmalıdır. Bu durumda, bu konuda müslümanın, İslâm, din, yöntem, sistem ve düzen olarak inanmamış bir kimseyle dayanışma içerisine girip yardımlaşabileceği nasıl düşünülebilir? Bunun mümkün olabileceğini söyleyenlerin amaçları başkadır. -Bu tür kimselerin amaçlarının İslâm’a ve İslâm’ın hedeflerine zarar vermediklerini varsaysak bile, onların bu düşünceleri İslâm’ın hedefleri arasında kesinlikle yerleştirilemez.- Çünkü İslâm, inanç esasıyla temellendirilmemiş hiç bir hedefi, hiçbir eylemi -başlangıç itibarıyla olumluymuş gibi bir izlenim yaratsa da kesinlikle onaylamamaktadır. “Rabblerini inkar edenlerin iyi işleri, fırtınalı bir günde, rüzgarın şiddetle savurduğu küle benzer.” (İbrahim Suresi, 18)

İslâm, müslümanı tüm çabasını İslâm için harcamakla yükümlü tutmuştur. Müslümanın yaşamında, günlük faaliyetlerinde en küçük bir noktada bile İslâm’dan kopukluk düşünülemez. Bunu ancak, İslâm’ın özünü ve İslâm düzeninin esprisini kavrayamamış olanlar düşünebilir. Müslümanın, hayatta İslâm nizamının dışında kalan (!) bazı noktalarda İslâm düşmanlarıyla yardımlaşabileceği ya da İslâm düşmanlarının müslümandan -dinini terk etmediği halde- hoşnut olabilecekleri düşünülemez. Nitekim, yahudilerin ve hristiyanların müslümandan hoşnut olabilmeleri için ondan ne isteyecekleri Kur’an’da da açıkça belirtilmiştir. Görülüyor ki böylesi bir yardımlaşma ve işbirliği düşüncesi, gerek inanç bakımından, gerekse pratik bakımından kesinlikle imkansızdır.

Kalplerinde hastalık bulunan kişilerden biri olan Abdullah bin Ubey bin Selûl, yahudilerle dost kalma çabasına ve sevgisine, ayrıca onlarla dayanışmasına mazeret olarak; “Bir insan olarak ben başımı belaya sokmak istemekten korkarım” diyordu. Bunlar, kalpteki hastalığın, imandaki zayıflığın göstergesidir. Dost, Allah’tır. Yardım edecek olan Allah’tır. O’ndan başkasının yardımına bel bağlamak sapıklıktır, boşa kürek çekmektir. Ne var ki İbn Selûl’ün ileriye sürdüğü mazeretler, tarih boyunca pek çok kimse tarafından yinelenecektir. Kalplerinde hastalık bulunan her münafığın düşüncesi, İbn Ubey’in düşüncesiyle aynı olacaktır. Hiçbir münafık, iman gerçeğini kavrayamayacaktır. Ama öte yandan Ubade bin Samit, yahudilerin yapıp ettiklerini görünce onlara dostluktan nefret ediyor. Çünkü kalbinde iman vardır. Bunun için yahudilerle dostluğu tamamen bıraktı. O kalbini Allah’ın’ buyruklarına açarken Abdullah bin Ubey bin Selul ise onun bu tutumuna tepki olarak öfkeyle dişlerini gıcırdatıyordu.

İşte iki farklı anlayıştan, iki farklı duygudan kaynaklanan iki faklı tutum. İman eden kalpler ile imanı bilmeyen kalpler arasında, bu iki olgu tarih boyunca sürgit yaşanacaktır.

Kur’an, dinlerine düşman olan kişilerle yardımlaşanları, onlarla sıkı fıkı olanları, Allah’a içtenlikle inanıp, bağlanıp güvenmeyen münafıkları tehdit ediyor. Onları fethin yaklaşmasıyla, Allah’ın, onların tutumlarını ortaya koyacak, gizledikleri nifak tohumlarını açığa vuracak buyruğuyla tehdit ediyor.

“Olur ki Allah yakında size fetih nasib eder ya da kendi tarafından sürpriz bir gelişme gösterir de o zaman bu kimseler, kalplerinde gizli tuttukları duygulardan pişman olurlar.”

İşte o zaman (yani ister Mekke’nin fethi, ister konumların açığa vurulması, isterse Allah katından gelen bir buyruk anlamında olsun, “fetih” gerçekleştiği zaman, kalplerinde hastalık bulunanlar, yahudilerle ve hristiyanlarla yarışırcasına dostluk kurabilmek için çabalamalarından ve de bozgunculuklarının açığa çıkmasından ötürü pişman olacaklardır. Müslümanların durumuna imrenecekler, yaptıkları bozgunculuktan ve sonuçta içine düştükleri utanç verici durumdan ötürü kendilerini kınayacaklardır!

“O zaman müminler onlara, `Bütün güçleriyle sizin yanınızda olacaklarına Allah adına yemin edenler bunlar mı?’ derler. Onların bütün çabaları boşa gitmiş ve hüsrana uğrayanlardan olmuşlardır.”

Nitekim Allah sonunda, fethi nasip etmiştir. Onların niyetleri açığa çıkmış, amelleri boşa gitmiştir. Kaybedenler onlar olmuştur. Allah’ın vaadi hâlâ geçerlidir. Sadece Allah’ın ipine sarılırsak, sadece Allah’ı dost bilirsek, Allah’ın sistemini gözetir ve düşüncelerimizi, tavırlarımızı ona göre belirlersek, Allah tarafından gösterilen doğru yol üzere mücadeleye devam edersek Allah, bizlere de zaferi nasib edecektir. Yeter ki Allah ve Rasulü ile iman eden kimseler dışında hiç kimseyi dost bilmeyelim.

Ayetlerde iman edenlere yönelik ilk çağrı, yahudiler ve hristiyanlarla dostluğun kesilmesi, bu dostluğu sürdürerek -farkına varıp anlayamadan İslâm’dan çıkıp onlardan biri haline gelmekten kaçınılması isteniyor. İkinci çağrıda ise, Allah’ın dininden -Bu tür bir dostluk ya da başka bir nedenle dönenler, tüm amellerinin boşa çıkarılacağı gerçeği ile tehdit ediliyor. Onların bu tutumlarıyla, Allah’ı aciz bırakamayacakları, O’nun dinine bir zarar veremeyecekleri, çünkü Allah’ın dini için -O’nun ezelî ilminde mahfuz- dostların ve yardımcıların bulunacağı, dolayısıyla insanların dinden dönmeleri durumunda, onların yerine başkalarının getirileceği belirtiliyor. Ardından, -Allah’ın ezelî ilminde mahfuz- bu seçkin insanların, özelliklerinden söz ediliyor. Onlar, sevimli, iyi ve pırıl pırıl özelliklere sahiptirler. Sonra, müslümanların dostluklarını yöneltecekleri yegane yön açıklanıyor. Ve bu ikinci çağrının sonunda, Allah’ın taraftarları ile karşıt güçler arasındaki savaşın kaçınılmaz sonucu dile getiriliyor. Söz konusu savaşı kazananlar, Allah’ı, Rasulünü ve müminleri içtenlikle dost bilenler olacaktır.

 

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.