EBU’L A’LÂ MEVDUDİ’NİN BAKIŞ AÇISIYLA YUNUS SURESİ 7. VE 9. AYETLER ARASI
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
7- Bizimle karşılaşmayı ummayanlar, dünya hayatına razı olanlar ve bununla tatmin olanlar ve bizim ayetlerimizden habersiz olanlar;
8- İşte bunların, kazanmakta olduklarından dolayı barınma yerleri ateştir.(12)
9- İman edenler ve salih amellerde bulunanlar da, Rableri onları imanları dolayısıyla altından ırmaklar akan nimetlerle donatılmış cennetlere yöneltip-iletir (hidayet eder) .(13)
AÇIKLAMA
12. Bu pasaj, hem bir iddiayı hem de bir delili ihtiva eder. İddia şudur: Ahiret öğretisini inkar edenler kaçınılmaz olarak Cehenneme gideceklerdir. Delil ise şu: İnkar edenler ya da gafil olanlar bu kötü amelleriyle kendilerine Cehennem ateşinden başka birşey hazırlamış olmuyorlar. Yüzbinlerce yıldır yaşanan tecrübelerin gösterdiği bir gerçek vardır; kendilerini sorumlu hissetmeyen ve Allah’ın huzurunda hesap vereceğini düşünmeyenlerin kendilerini kontrol edememeleri, ahlaksızlık etmeleri, Allah’ın arzını zorbalık ve kargaşayla doldurmaları yüzünden yoldan sapmışlar, dolayısıyla Cehenneme hak kazanmışlardır. Bu kaçınılmaz ve zorunlu bir durumdur. Eğer bir insan, hayatını, öte dünyanın olmadığı zannı üzerine kurarsa bu dünyadayken işlediği amellerin hesabını verme korkusunu hiç bir surette taşımayacaktır. Bu yüzden dünyadaki tüm amacı çalıp çırparak kazanmak, refah, mutluluk, iktidar ve şöhret olacaktır. Dolayısıyla bu maddeci tutumlar insanları Allah’ın ayetlerinden gafil kılacak ve onları cehenneme götüren yanlış yollara sokacaktır.
Ahiret hakkındaki bu son delil daha önceki üç delilden mahiyetçe farklıdır. Daha öncekiler akli düşünmeyi esas alırlarken, bu sonuncusu doğrudan insan tecrübesiyle edinilmiş bilgiyi temel almaktadır. Gerçi burada yalnızca bir ima söz konusudur ama aynı durum Kur’an’ın bir çok yerinde ayrıntılı biçimde vurgulanmaktadır. Bu kısa ve veciz bir delildir. İnsanlar Allah karşısında hesap vereceklerini yüreklerine nakşetmedikçe bu dünya hayatına yönelik doğru davranışlar sergileyemezler.
Ahiret duygusunun, inanç sisteminin zayıfladığı ya da tamamen ortadan kalktığı zamanlarda insanoğlunun yanlış davranmağa başladığı gerçeği uzun süren tecrübelerle desteklenmektedir.
Ahirete inanmanın gerçeğe ilişkin bir boyutu olmasaydı, bu inancı red ya da kabul etmenin sonuçları da asırlar boyunca zuhur etmemiş olacaktı. Bir öğretinin kabulu halinde sonuçlarının doğru, reddi halinde de yanlış olması, o öğretinin doğru olduğunu gösterir. Her ne kadar yukarıdaki delilin öncülleri ve bunlardan çıkarılan sonuçlar açık seçik ve birbiriyle yakın ilişki içindeyse de, bu önermeyi kabul etmeyen bazı insanlar bulunmaktadır. Böyleleri şuna benzer bir değerlendirmeyi benimserler: Ahireti inkar eden ahlak felsefelerini ve davranış kurallarını bu inkar üzere temellendiren bir çok insan vardır. Ama buna rağmen onlar hala yüksek ahlaki seciyyelere sahiptirler ve her türlü kötülükten kaçınmaktadırlar. Kısacası işlerinde erdemlidirler ve insanlara büyük hizmetleri dokunmaktadır. Fakat biraz durup düşünmek gösterecektir ki, bu zayıf bir iddiadır. Eğer maddeci felsefe ve sistemleri incelersek tüm bunların manevi kemal ile doğru ameller için sağlam temeller olmadığını görürürüz. Zira bu felsefeler, sırf ateist ve materyalistler itibar ediyor diye sözünü ettiğimiz kaliteleri meydana getiremezler. Gerçekten bu felsefelerde doğruluk, tevazu, hakbilirlik, adalet, şefkat, kerem, fedakarlık, muhabbet, munakabe, safiyet, görev ve yükümlülükleri icra, emanetleri ifa gibi ahlaki nitelikleri oluşturmak üzere itici hiçbir etken yer almaz. Bu öğretilerin yegane alternatifi “Tevhid” olduğu gibi, diğer felsefelerin salt teorik ve uygulanamaz oluşu gerekçesiyle uygulanabilir ahlakı bir sistem için temel olabilecek “faydacılık” (utilitarianism) ın da yegane alternatifi Ahiret inancıdır.
Apaçıktır ki, faydacılığın ahlak değerlerine sevkedici gücü oldukça sınırlıdır, çünkü kişiyi bizzat fayda kavramının sınırları içine hapseder. Böylece bu felsefeye inanan bir kimse gerçeği, yalnızca kendi yararına, ailesi ve toplumu vs. yararına gördüğü ölçüde “gerçek” kabul edecektir ve tüm çabasını refahını, mutluluğunu artırmaya hasredecektir. Aynı şekilde manevi-ahlaki nitelikleri, yalnızca kendisinin veya halkının çıkarlarına hizmet ettiği sürece benimseyecektir. Fakat bu “gerçek”lerin zararlı olmaya başladığını düşündüğü zaman, onları terkedecektir. Bunun nedeni faydacının mutlak bir manevi sisteme inanmaması, yalnızca amacına uygun ve çıkarlarına hizmet eden şeyleri doğru-yanlış, namusluluk-namussuzluk, güvenilir-güvenilmez… biçiminde “benimsemesidir”. İngiliz toplumu faydacı ahlaka, en çok yatkın toplumdur. Onların ortaya koyduğu örnek, amacımızı ortaya koymamıza yardım edecektir. Allah’ın varlığını ve Ahiret’i inkar etse bile bir insanın yüksek bir ahlaki seciyeye sahip olabileceğini ileri sürenler, iddialarını desteklemek üzere İngiliz toplumunu zikrederler. Çünkü onlara göre genelde İngilizler maddeci olmalarına rağmen diğer uluslardan daha hakkaniyetli, daha adil, daha güvenilir ve daha mütevazidir. Oysa gerçek şudur ki, İngiliz halkı faydacı ahlakın güvenilmezliği konusunda en canlı örneği teşkil eder. Nitekim uluslararası ilişkilerde İngiliz temsilcilerinin sefil ahlak şovları sergilemesi bunun kanıtıdır. Onlar insanın gözü içine baka baka yalan söylerler, düzenbazlık yaparlar; zorbalık, zulüm ve kaypaklık; ne ararsanız vardır onlarda. Bütün bir İngiliz ulusu bu ahlakın savunucuları olarak onlara arka çıkabilmektedir. Eğer onların sağlam ahlaki temelleri olsaydı bu diplomatların tek tek haktanır, mütevazi, adil, doğru, sözünde durur olmamaları mümkün müydü? Demek ki ahlak değerlerini ulus olarak terketmişler. Bu durum İngilizlerin ahlak değerlerine yalnızca kendi çıkarlarına hizmet ettiği zaman inandıklarının kesin delilidir. Aksi takdirde gerek birey gerekse ulus olarak iki zıt durumu birden benimseyememeleri gerekir. Oysa ahlak mutlak olduğunda ahlaktır. Aksi halde politikadır, makyavelizmdir.
Bütün bunlara karşılık Allah’ı ve Ahiret’i inkar edenler arasında mutlak ahlak prensipleri olduğunu savunanlar varsa, onlar bu değerleri faydacı felsefeden almamışlar, farkında olmadan yüreklerine yerleşip kalmış olması muhtemel olan gizli dini etkilerden çıkarmışlardır. Bu durumda olanlar manevi-ahlaki olgunluklarının her ne kadar sekülarizme ve materyalizme bağlıyorlarsa da, gerçekte dine borçludurlar. Çünkü bu felsefeler içinde kendilerini bu değerlere sevkeden bir dürtü (saik) göstermeleri mümkün değildir.
13. Bu ayeti aceleyle geçiştirmemiz doğru olmaz. Zikrediliş düzenine göre bu ayet üstünde derince düşünmek gerekir:
a. “Allah onlara (iman edip salih amel işleyenlere) niye Ahiret Yurdu’ndaki Naim Cenneti’ni bağışlıyor?” Çünkü onlar, bu dünyadayken Sırat-ı Müstakim’i izlediler ve dünya hayatının her cephesi içinde doğruyu benimsediler… Hem birey hem de topluluk olarak… Ve yanlış, hatalı yollardan sakındılar.
b. “Onlar nasıl yaptılar da, her adımda, her dönüm ve kavşak noktasında, doğru ile yanlış, hak ile batıl, hidayet ile dalalat arasını ayırırken sahih kriterler kullanabildiler? Ayrıca basiretlerini kullanıp yanlış yollardan titizlikle kaçınarak sürekli Sırat-ı Müstakim üzere kalabilme gücünü nereden aldılar?” Bu gücün kaynağı, herşeyin asıl kaynağı olan Rabbleriydi; onlara hidayet ve her kritik durumda salih ameller işleme gücü veren Rabbleri…
c. “Rabbleri onlara niye hidayet ve güç verdi?” Çünkü onlar iman etmişlerdi.
d. “Yukarıdaki sonuçlara ulaştıracak olan iman, nasıl bir imandır?” Böyle bir iman yalnızca bir ikrardan ibaret değildir. Bu iman, insan davranış ve seciyesinin muharrik ruhudur; insanın manevi ve ameli yapısını değiştiren bir güce sahiptir.
Bu noktayı tasvir etmek üzere insanın fiziksel hayatı içindeki beslenme, sağlık, enerji ve mutlulukla ilgili durumuna bir göz atalım. Apaçıktır ki, beslenme denen hadisenin oluşabilmesi için yalnızca herhangi bir besine değil, sindirilip kana karışabilen, damarlarda vücudun her köşesine taşınıp, vücut için gerekli enerjiyi sağlayabilen “besinler” gereklidir. Aynı düşünceyle hidayet, doğru tavır, salih amel ve gerçek başarı da akıl, kalb ve nefsin derinliklerine nüfuz ettirilmiş olan yahut da aklın ve kalbin bir köşesinde uyuklamakta bulunan itikatlar öngörülen sonuçları üretemez; çünkü onlar bir insanın davranışı, seciyesi, düşünce yöntemi için ve daha iyi bir hayat için tavır alabilmesi yolunda bir etkide bulunamaz. Tıpkı bir kimsenin bir takım yiyecekleri yeyip, Allah’ın koyduğu fiziksel yasalar gereği sindirmedikçe elde edemeyeceği sonuçları temin edememesi gibi, sahih itikatları yalnızca dil ile ikrar etmekle yetinip, onları aklının, kalbinin ve nefsinin bir parçası haline getirmeyen insan da, yalnızca bu itikatlara uygun amellerle kazanılabilecek olan karşılıkları elde edemez.