sohbetlerözlü sözleryazarlarmakalelervideolartefsir derslerikavram derslerimedaricus salikin

SEYYİD KUTUB’UN BAKIŞ AÇISIYLA EN’ÂM SURESİ 12. VE 13. AYETLER

SEYYİD KUTUB’UN BAKIŞ AÇISIYLA EN’ÂM SURESİ 12. VE 13. AYETLER
11.05.2020
627
A+
A-

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.

GÖKLER VE YER

12- De ki; “Göklerde ve yerde olanlar kimindir?” De ki; “Allah’ındır. O merhametliliği üzerine görev yazdı. Sizleri geleceği kuşkusuz olan Kıyamet günü kesinlikle biraraya getirecektir. Kendilerine kıyanlar var ya, buna sadece onlar inanmazlar.

13- Gecenin ve gündüzün barındırdığı her şey O’nundur. O her şeyi işiten ve bilendir.

Bu ayette önce gerçek anlatılıyor, açıklanıyor ve arkasından yolların ayrıldığı, karşıt tarafla ilişkilerin kesildiği belirtiliyor. Bundan dolayı Peygamberimiz müşriklere bu şekilde karşı koymaya yöneltiliyor. Bilindiği gibi bu ayetin muhatap aldığı müşrikler her şeyin yaratıcısının yüce Allah olduğuna inanıyorlardı, fakat bu inançlarının arkasından O’na yaratma gücü olmayan putları denk tutarak hayatlarına yön verme konusunda bunları yüce Allah’a ortak koşuyorlardı. İşte Peygamberimiz bu inanç kargaşası içindeki müşriklere göklerde ve yerdeki tüm varlıkların mülkiyetinin kime ait olduğunu, bu varlıkların yaratıcısı olduktan sonra onların maliki olanın kim olduğunu soruyor. Soruda “göklerdeki ve yerdeki tüm varlıklar” denmek sureti ile söz konusu mülkiyetin yaygınlığı vurgulanmış oluyor. Üstelik bu soruda dile getirilen gerçeğe müşriklerin kendileri de karşı çıkmıyorlardı. Kur’an onların bu gerçeği tartışmasız biçimde onayladıklarını birçok yerinde açıklamıştır. Evet;

“De ki; `Göklerde ve yerde olanlar kimindir?’ De ki; `Allah’ındır.”

Gerçi eski Araplar cahiliye döneminde sapık düşüncelere sahiptiler ve bu sapık düşünceler bozuk bir hayat tarzı ortaya çıkarıyordu. Fakat onlar bu bakımdan günümüzün sözde “bilimsel” cahiliye uygarlığından daha ileri düzeyde idiler. Onları günümüzdeki yoldaşlarından daha ileri düzeye çıkaran nokta “Göklerin ve yerlerin yüce Allah’a ait olduğunu” bilmeleri ve onaylamaları idi. Oysa onların günümüzdeki yoldaşları fıtratlarını, gözeneklerini bu gerçeğe karşı sımsıkı kapatıyorlar, onu bu alandaki fonksiyonunu yerine getirmekten alıkoyuyorlar.

Gerçi cahiliye dönemi Arapları bu gerçeği kabul ediyorlardı, ama bu gerçeğin doğal sonuçlarını onaylamıyorlardı. Yani yüce Allah’ın, mülkiyeti altındaki bu varlıkların ortaksız egemeni olduğunu, bu varlıklara ilişkin her türlü tasarruf girişiminin mutlaka O’nun iznine ve şeriatine bağlı olması gerektiğini benimsemiyorlardı. Onlar işte bu yüzden müşrik sayılıyor ve yine bu yüzden hayat tarzlarına “cahiliye hayatı” adı veriliyordu.

Peki hayatları ile ilgili her konuyu yüce Allah’ın egemenliği dışına çıkararak bu egemenliği kendilerine yakıştırmaya yeltenenlere ne demeli? Gerek kendilerine ve gerekse hayat tarzlarına hangi adı takmalı, hangi sıfatı vermeliyiz? Onlara mutlaka müşriklikten başka bir sıfat vermek gerekiyor. Bu sıfat bizzat yüce Allah’ın ifadesi ile kâfirliktir, zalimliktir, fasıklıktır. Bu tür kimseler istedikleri kadar müslüman olduklarını iddia etsinler, kimlik belgelerinin kendilerine yakıştırdığı sıfat istediği kadar bu olsun, bu gerçeği değiştiremezler!

Tekrar ayete dönelim. Görüyoruz ki, burada “göklerdeki ve yerdeki tüm varlıkların, mülkiyetinin yüce Allah’a ait olduğu” gerçeği yanında bir de şu gerçeğe dikkatler çekiliyor:

“Allah merhametliliği üzerine görev yazdı.”

Yüce Allah, bu mülkün kesin malikidir. Bu konuda hiçbir rakibi, hiçbir ortağı yoktur. Fakat O kendi bağışlayıcılığının, kendi kereminin sonucu olarak merhameti üzerine görev yazdı. Bu kararı kendi iradesi ile, kendi dileği ile verdi. Bunu ona hiç kimse zorla benimsetmedi, hiç kimse önermedi ve hiçbir zorunluluk dikte etmedi. Bu karar, bu görev yazma eylemi sadece O’nun özgür iradesinin ve yüce ilâhlığının eseridir.

Öte yandan O’nun kendi üzerine görev olarak yazdığı bu rahmet, O’nun yaratıklarına ilişkin takdirinin, dünyada ve Ahirette onlara karşı takındığı tavrın temel kuralıdır. Buna göre bu kurala inanmak, İslâm düşüncesinin temel ilkeleri arasında yer alır.

Yüce Allah’ın kullarına yönelik merhameti her konuda ve her olayda geçerli bir prensiptir. Hatta bu prensip kulların zaman zaman sıkıntılarla, zorluklarla sınavdan geçirildikleri durumlarda da yürürlüktedir. Çünkü yüce Allah kullarının bir bölümünü, emanetini taşımaya elverişli düzeye çıkarmak için onları böyle sınavlardan geçirmektedir. Bu tür sınavlar aracılığı ile o kulların içtenliğini, bağlılığını, kendini tanımasını, bilincini, hazırlığını ve yatkınlığını geliştirmek istemektedir; özleri itibarı ile kimlerin temiz, kimlerin kirli olduklarını ortaya çıkarmayı dilemektedir; Peygamberlerin peşinden gidenler ile onlara sırt çeviren döneklerin ayırd edilmesini murad etmektedir; mahvolanların da hayat bulanların da hak ettikleri sonuçlarla bile bile karşılaşmasını uygun görmektedir. Bunların hepsinin ayrı birer rahmet türü oldukları açıktır.

Aslında ilâhi rahmetin sonuçları ve göstergeleri ömürleri ve kuşakları kapsayacak oranda yaygındır. Kulların her anı yüce Allah’ın rahmetinin kapsamı, şemsiyesi altındadır. Biz az önce sadece yüce Allah’ın zorluklarla sınavdan geçirme kuralına ilişkin rahmetine değindik. Çünkü bu nokta kalblerin kayabildiği ve gözlerin yanlış gördükleri tehlike noktalarından birini oluşturur!

Biz burada ilâhi rahmetin sonuçlarını ve göstergelerini ayrıntılı biçimde saymaya kalkışacak değiliz. Sadece bu sonuçların ve göstergelerin birkaç tanesine kısaca değineceğiz. Yalnız daha önce bu ayetin hayrete sürükleyici ifade tarzı üzerinde birazcık durmak istiyoruz:

“O merhametliliği üzerine görev yazdı.

Bu surenin ilerisinde bu ifadenin şöyle bir benzeri ile yeniden karşılaşacağız: “Rabbiniz merhametliliği üzerine görev yazdı.” (Ën’am Suresi: 54)

Bu ifadede dikkati çeken nokta az yukarda değindiğimiz bağışlayıcılık gerçeğidir; yaratıcı, mülk sahibi, kulları üzerinde kesin ve tartışmasız egemenliğin elde bulundurucusu olan Allah’ın bağışlayıcılığıdır; kullarına yönelik merhametini bu şekle büründüren, onu kendi üzerine yazılmış, kullarına karşı taahhüd edilmiş, sırf özgür iradesi ve serbest dileği ile üstlenilmiş bir görev konumuna oturtan tek taraflı bağışlayıcılığıdır. Bu dehşetli bir gerçektir. İnsan onu bu boyutları içinde düşünmeye, zihninde canlandırmaya durduğu zaman onu düşünmeye, kavramaya, etkisini algılamaya dayanamaz, zelzeleye tutulmuş gibi sarsılır.

Bu ifadede somutlaşan bir başka ilâhi bağış daha dikkatimizi çeker. Bir öncekinden daha az önemli olmayan bu ikinci bağış, yüce Allah’ın merhametli olma görevini üzerine yazdığını kullarına bildirmesidir. Kullar kim oluyorlar ki, ilâhi iradenin yücelikler aleminde cereyan eden bir işlemi hakkında kendilerine bilgi verilsin? Kullar kim oluyorlar ki, peygamberler aracılığı ile bizzat yüce Allah’ın sözlerine yüklenen bu konudaki bilgi kendilerine ulaştırılsın? Onlar bu denli ilgiye lâyık mıdırlar ki? Değil. O halde bilgiyi vermeyi sağlayan tek faktör, kerem sahibi yüce Allah’ın kullarına yönelik yaygın bağışı ve taşkın faziletidir.

Eğer bu gerçeği bu şekilde düşünüp kavrayabilirsek kalblerimiz bir yandan hayrete ve dehşete kapılırken bir yandan da çapını ve ayrıntılarını kelimelerin dar kalıplarına sığdıramayacağımız bir huzura ve güvene kavuşur.

Bu tür gerçekleri ve bu gerçeklerin kalblerde uyandıracağı duyguları insan dili ve insan kalemi ifade etmeye elverişli değildir. İnsan kalbi onların sadece hazzını duyabilecek nitelikte yaratılmıştır, o kadar. Yoksa onları bilecek yeteneğe sahip değildir.

Bu gerçeğin İslâm düşüncesinde somut bir ifadeye kavuşması ilâhlık gerçeğine ve kullar ile bu yüce gerçek arasındaki ilişkiye ilişkin düşüncenin önemli bir boyutunu oluşturur. Bu düşünce hoştur, güzeldir, güven vericidir, sevecen ve zariftir; aynı zamanda bu konuda İslâm düşüncesi ile bağdaşmaz görüşler ileri süren bazı dar görüşlü kulların zorlamalı saçmalıkları karşısında insanı hayrete sürükleyecek bir nitelik taşır. Sebebine gelince bu düşünce Hıristiyan kilisesinin sapık görüşlerinde ileri sürüldüğü üzere hiçbir kulun yüce Allah’ın oğlu-evlâdı olduğunu söylemiyor. İslâm düşüncesi bir yandan bu tür çocukça düşüncelerin üzerine yükselirken aynı zamanda yüce Allah ile kulları arasındaki ilişkiyi böylesine insanın kelimelerin kalıplarına sığdıramayacağı, kalbleri hazzı ile doldurup taşıran ve heybeti ile ürperten yüksek bir ifade düzeyine çıkarıyor.

Yüce Allah’ın rahmet yağmuru tüm kulların üzerine yağar, onları tümü ile etki alanı içine alır. Onların varoluşları ve hayatları bu engin kaynaktan beslenir. Bu rahmet, varoluşun her anında ya da varlıkların hayatlarının her saniyesinde somut biçimde belirir. Özellikle insanoğlunun hayatını ele alırsak karşılaşacağımız ilâhi rahmet sonuçlarını ve göstergelerini saymaya nefes ve ömür yetiştiremeyiz. Burada yapabileceğimiz şey, bu sonuçların bazı karakteristik nitelikte olanlarını kısaca hatırlamaktır.

Yüce Allah’ın rahmeti, her şeyden önce insan soyunun varoluşu olayında somutlaşır, insanların hiç bilmedikleri bir kaynaktan meydana gelmelerinde tecelli eder. Yüce Allah’ın insanlara bu onurlu varoluşu sunması, onları diğer birçok canlılar karşısında üstün kılan karakteristik niteliklerle donanmış olarak yaratması, ilâhi rahmetin insan soyuna yönelik en önemli göstergesidir.

İlâhi rahmetin diğer bir tecelli alanı, insan soyunun emrine ve yararına sunulmuş bunca evrensel gücün ve enerji kaynağının yaratılışıdır. Bu evrensel güçlerin ve enerji kaynaklarının insan yararına sunulması, geniş anlamı ile “rızk” teriminin kapsamını oluşturur. İnsanlar hayatlarının her anında bu rahmet türünün uçsuz-bucaksız bolluğu içinde yüzerler.

İlâhi rahmetin diğer bir somut yansıma alanı yüce Allah’ın insana verdiği “bilgi” alanıdır. Yüce Allah -(c.c)- insana bu alanda her şeyden önce “bil i edinme” yeteneğini ve bu bilgiye yönelik yetenekleri ile evrenin mesajları ve verileri arasındaki uyumunu kavrama sezgisi sunmuştur. Tuhaftır ki, insanoğlu bu bilgiyi kullanarak yüce Allah’a karşı birtakım zorlamalı küstahlıklar seslendirmektedir. Oysa O’na bu bilgiyi öğreten, ona bu bildiklerini -terimin geniş anlamı ile- “rızık” olarak sunan O’dur.

İlâhi rahmetin bir başka tecelli biçimi yüce Allah’ın insanları yeryüzü halifesi sıfatı ile dünyaya yerleştirmesinden sonra kendini gösterir. Bu da insanoğlunun her doğru yolu unutup eğri yollara sapışında onu doğru yola iletecek bir peygamber göndermesi ile; ısrarlı sapıklıklarına, uyarılarına kulak asmazlığına, doğru yol çağrılarını dinlemezliğine karşı yumuşak ve toleranslı davranması ile ortaya çıkar. Oysa bu durumlarda insana hak ettiği cezayı vermek yüce Allah için son derece basittir. Fakat sırf rahmeti sayesinde bu tür sapık kullarına mühlet tanır, sadece yüce hoşgörüsünün eseri olarak onlara meydan verir.

İlâhi rahmetin bir başka tecelli biçimi bilmeyerek kötülük işleyip de arkasından tevbe eden günahkâr kulların affında somutlaşır. Yüce Allah bu durumlarda işledikleri kötülüklerden vazgeçen kullarına merhameti ile karşılık vereceğini üzerine görev olarak yazmıştır.

İlâhi rahmetin bir başka tecelli biçimi insanların davranışlarına, karşılık biçerken gözettiği ilkede somutlaşır. Yüce Allah kötülüğe sadece hak ettiği cezayı verirken iyiliğe, karşılığının on katı kadar, hatta dilediğinde daha yüksek katlarda ödül veriyor, bunun yanısıra kötülükleri iyilikler aracılığı ile siliyor, hesaptan düşürüyor. Bütün bunlar yüce Allah’ın ayrı birer bağışıdır. Yoksa hiç kimse sırf kendi iyi amelinin karşılığında cennete girmeyi hak edemez. Ancak yüce Allah’ın rahmetinin kapsamı altına aldığı bahtiyar kullar cennete girebilirler. Bu kural Peygamber efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- için bile geçerlidir. Nitekim Peygamberimiz, insanın yetersizliğinin ve yüce Allah’ın faziletinin tam anlamı ile bilincinde olan bir kul sıfatı ile bu gerçeği bizzat kendisi dile getirmiştir.

İlâhi rahmetin sonuçlarını ve göstergelerini izlemeyi bu kadarlıkla noktalayarak bu işi yapmaya gücümüzün yetmeyeceğini, takatimizin böyle bir çabaya yetişemeyeceğini açıkça söylememiz en doğru ve en yerinde davranış olacaktır. Yoksa bu konuda bir yere varamayız, bir başarı elde edemeyiz. Yüce Allah her an, mümin kulunun kalbine rahmetinin çeşitli kapılarını açıyor, insan da bu rahmet esintilerinin bağışlayıcısı ile ilişki kuruyor, O’nu tanıyor, O’nun varlığında huzura eriyor, himayesinde güven buluyor, gölgesinde dirliğe kavuşuyor. İnsanın gücü bu alanlardan bir tekini bile kavrayamaz, mahiyetini seçemez. Nerede kaldı ki, o anı anlatabilsin, dile getirebilsin.

Şimdi Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- bu ilâhi rahmeti kalblere mümkün olduğu oranda tanıtacak bir somutlukla nasıl dile getirdiğini görelim:

Sahabilerden Hz. Ebu Hureyre’nin bildirdiğine göre Peygamber Efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- buyuruyor ki:

“Yüce Allah yaratma eylemini sona erdirince- Müslim’de yeralan rivayete göre `Yüce Allah varlıkları yaratınca- Arşın üzerinde, yanında bulunan bir kitabta’ Benim rahmetim, gazabımı geride bırakmıştır! Buhari’de yeralan başka bir rivayete göre “Benim rahmetim, gazabıma üstün gelmiştir”- diye yazdı. (Buhari, Müslim)

Yine Ebu Hureyre’nin bildirdiğine göre Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsan- şöyle buyuruyor:

“Yüce Allah rahmetini yüz bölüme ayırmış, bunun doksan dokuzunu yanında alıkoyarak sadece bir tanesini yeryüzüne indirmiştir. İşte yavrusuna basmamak için ayağını yukarı kaldıran ana hayvana varıncaya kadar bütün canlılar bu bir tek rahmetten aldıkları pay sayesinde birbirlerine karşı merhamet gösterirler.” (Buhari, Müslim)

Sahabilerden Selman-ı Farisi’nin bildirdiğine göre Peygamber Efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- buyuruyor ki:

“Yüce Allah’ın yüz tane rahmeti vardır. Bunlardan biri sayesinde tüm canlılar birbirlerine karşı merhametli davranıyorlar. Bu yüz rahmetin doksan dokuz bölümü Kıyamet günü için ayrılmıştır.” (Müslim)

Yine Müslim’de yeralan bir başka rivayete göre Peygamber Efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- şöyle buyuruyor:

“Yüce Allah gökleri ve yeri yarattığı gün yüz rahmet yarattı. Bu rahmetlerden her biri gökle yer arası büyüklüğündedir. Bu rahmetlerden sadece bir tanesini yeryüzüne ayırdı. Bu tek rahmetten aldıkları pay sayesinde analar yavrularına, vahşi hayvanlar ve kuşlar birbirlerine karşı şefkâtli ve sevecen davranmaktadırlar. Kıyamet günü gelince yüce Allah bu yüz bölümlü rahmetini tamama erdirir.”

Peygamberimizin bu somutlaştırıcı ve duyguları harekete geçirici ifadesi yüce Allah’ın rahmetinin tasarımını insan idrakine yaklaştırıyor. Sebebine gelince, insan gündelik hayatında bütün canlıların analarının yavrularına yönelik şefkatini görür, seyreder ve bu manzaralar karşısında duygulanır. Aynı şekilde insan kalblerinin küçüklere, yaşlılara, güçsüzlere, hastalara, akrabalara, arkadaşlara ve dostlara yönelik merhametini ve cana yakınlığını izler. Bu arada çevresindeki kuşların, yırtıcı hayvanların birbirlerine karşı gösterdikleri ve zaman zaman kendisini hayrete ve dehşete sürükleyen gösterilere dönüşen merhameti, sevecenliği gözler. Sonra da bütün bu merhamet gösterilerinin, yüce Allah’ın rahmet bütününün bir tek parçası sayesinde ortaya çıktığını düşünür. İşte o zaman yüce Allah’ın ölçüler-üstü büyüklükteki rahmet tasarımının idrakine bir dereceye kadar yaklaşmış olur.

Peygamberimiz bu ölçüler-üstü büyüklükteki ilâhi rahmeti arkadaşlarına anlatmak için hiçbir fırsatı kaçırmıyordu.

Nitekim Hz. Ömer, bize bu sürekli çabanın şöyle bir kanıtını sunuyor:

“Bir keresinde Peygamberimizin huzuruna bir grup savaş tutsağı getirilmişli. O sırada memelerini ovalaya ovalaya bir yere doğru koşan bir esir kadın dikkatimizi çekti. Kadın esirler arasındaki bir çocuğu buldu, onu tutup bağrına bastı ve emzirmeye başladı. Bunu gören Peygamberimiz bize ‘Bu kadının çocuğunu ateşe atacağını düşünebiliyor musunuz?’ diye sordu. Kendisine `Hayır, Allah’a yemin ederiz ki, onu ateşe atmamak elindeyken böyle bir şey yapmaz’ diye cevap verdik. Bunun üzerine bize şöyle buyurdu; Yüce Allah’ın kullarına yönelik merhameti bu kadının yavrusuna karşı beslediği şefkatten daha güçlüdür.” (Buhari, Müslim)

Nasıl öyle olmasın ki, söz konusu kadının yavrusuna karşı beslediği analık şefkati, yüce Allah’ın engin rahmetinin tek bir parçasından payına düşen rahmetin tezahüründen ibarettir.

Peygamberimizin bu Kur’an kaynaklı gerçeği bu duygulandırıcı üslupla `arkadaşlarına öğretmesinin sonucunda sahabiler, yüce Allah’ın merhamet ahlâkı ile ahlâklanmak yolunda her gün yeni bir adım atıyorlar, hem kendi aralarında ve hem de tüm canlılara karşı merhametliliği benimsiyorlar, nasıl ki daha önce yüce Allah’ın kendilerine yönelik merhametinden haz duymuşlar ise kalbleri bu uygulamanın sonucunda merhametli davranışlarının hazzı ile besleniyordu. Nitekim Abdullah b. Amr İbn-il As’ın bildirildiğine göre Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- şöyle buyuruyor.

“Merhametlilere yüce Allah da merhamet eder. Siz yeryüzündekilere karşı merhametli olunuz ki, gökte bulunan da size merhamet etsin.” (Tirmizi, Ebu Davud)

Sahabilerden Cerir’in bildirdiğine göre Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- şöyle buyuruyor:

“İnsanlara karşı merhametli davranmayanlara Allah da merhamet etmez.” (Buhari, Müslim, Tirmizi)

Sahabilerden Hz. Ebu Hureyre’nin bildirdiğine göre Peygamberimiz şöyle buyuruyor:

“Merhamet duygusu sadece kötülerin kalbinden çıkarılır.” (Tirmizi, Ebu Davud)

Yine Ebu Hureyre’nin bildirdiğine göre Peygamberimiz bir gün Akra b. Habis’in yanında torunu Hz. Hasan’ı öptü. Bunu gören Akra “Benim on çocuğum var, şimdiye kadar hiçbirini öpmüş değilim” dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz bakışlarını Akra’ya çevirerek “Merhamet etmeyene merhamet edilmez” buyurdu. (Buhari, Müslim)

Peygamberimizin sahabelere yönelik merhamet dersleri sadece insanlara merhamet etme telkinleri ile sınırlı kalınıyordu. Tersine onlara yüce Allah’ın merhametinin her şeyi kapsamı altına aldığını ve müminlerin de ilâhi ahlâkı ahlâk edinmekle görevli olduklarını, buna göre ilâhi ahlâkı ahlâk edinmiş olabilmek için insanın tüm canlılara karşı merhametli davranması gerektiğini, ancak böyle yapınca tam anlamı ile insan olabileceğini öğretiyordu. O’nun bu konuda izlediği öğretim-eğitim yöntemi hep bildiğimiz duyguları harekete geçirici yöntemdi.

Nitekim Ebu Hureyre’nin bildirdiğine göre Peygamber Efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- buyuruyor ki:

“Adamın biri yolda yürürken oldukça susamıştı, karşısına bir kuyu çıktı, hemen aşağı inerek su içti ve yukarı çıktı. O sırada birden gözüne aşırı susuzluktan dilini sarkıtıp soluyan ve toprak yiyen bir köpek ilişti. Bunun üzerine içinden `Anlaşılan bu köpek de benim az önce susadığım kadar susadı’ diyerek az önce suyundan içtiği kuyuya indi, ayağındaki mestin tekine su doldurdu, dolu mesti dişleri arasında sıkıştırarak yukarı çıktı ve köpeğe su verdi, bunun üzerine yüce Allah adamı, bu hoşnut edici davranışı karşılığında affetti.”

Peygamberimizin bu sözlerini dinleyen sahabiler “Ya Resulallah, hayvanlar yüzünden sevap kazanabilir miyïz?” diye sordular. Peygamberimiz bu soruya “Her yaş ciğer (canlı) sizin için bir sevap kazanma sebebidir.” buyurdu. (Buhari, Müslim)

Başka bir rivayete göre Peygamberimiz bu olayı şöyle anlatmıştı:

“Günahkâr bir kadın bir defasında bir kuyu etrafından dönüp duran bir köpeğe rastladı. Hava sıcaktı. Köpek susuzluktan dilini sarkıtmıştı. Bunu gören kadın ayağından mestini çıkardı ve içine kuyudan su doldurarak köpeğe içirdi, bunun üzerine Allah o kadını affetti.”

Oğlu Abdurrahman’ın bildirdiğine göre sahabilerden Abdullah şöyle diyor:

“Peygamberimiz ile birlikte bir seferdeydik. Bir yerde bir kuş gördük, iki yumurtası vardı, kuş uçunca yumurtalarını aldık. Az sonra kuş geldi, tepemiz üzerinde uçuyordu, nerede ise kanatlarının üzerimize değdirecekti. O sırada çıkagelen Peygamberimiz bize `Kim bu kuşu yavrusundan ayırdı, yavrusunu ona geriveriniz’ buyurdu. Bu arada tarafımızdan yakılmış bir karınca yuvası görünce bize `Bunu kim yaktı?’ diye sordu. Kendisine `Biz yaktık’ diye cevap vermemiz üzerine şunları söyledi; `Ateşin Rabbinden başka hiç kimse ateş ile azap etmemelidir.” (Ebu Davud)

Öte yandan Hz. Ebu Hureyre’nin bildirdiğine göre Peygamber Efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- şöyle buyuruyor:

“Vaktiyle karıncanın biri bir peygamberi ısırmıştı. Bunun üzerine o peygamberin emri ile karıncanın yuvası yakılıverdi. Hemen arkasından yüce Allah o peygambere vahiy yolu ile şöyle buyurdu; `Bir karınca seni ısırdı diye tesbih eden bir canlılar topluluğunu yakıverdin.” (Buhari. Müslim)

İşte Peygamberimiz sahabilere Kur’an’ın eğitim metodunu böyle öğretti. Onları merhametli davranmaya alıştırırken yüce Allah’ın rahmetinin tadına vardırdı. Öyle ya, onların birbirlerine karşı gösterdikleri bu merhamet yüce Allah’ın çok sayıdaki rahmet dilimlerinden birinin eseri değil miydi?

Bu gerçek müslümanın zihnine iyice yerleşince mutlaka onun duygu dünyasında, hayatında ve ahlâkında derin etkiler meydana getirir. Bu etkileri de ayrıntılı biçimde belirlemek zordur. Biz şimdi bu etkilere kısaca değinmekle yetinmek durumundayız. Yoksa bu tefsir kitabının dengeli olması gereken çerçevesini aşarak bağımsız bir konuya dalmış oluruz.

Bu gerçeğin bu düzeyde bilincinde olmak, müminin kalbine Rabbine ilişkin güven aşılar. Bu güven kalbleri kaydıran ve gözleri şaşırtan sıkıntılı sınav dönemleri için de geçerlidir. Çünkü mümin, emindir ki; her gelişmenin, her durumun ve oldu-bittinin ardında yüce Allah’ın rahmeti vardır; mümin kesinlikle biliyor ki; Rabbi kendisini yüzüstü bıraktı diye ya da onu rahmetinden kovdu diye sıkıntıya düşürmüyor. Sebebine gelince yüce Allah, rahmetini dileyen hiç kimseyi rahmetinden kovmaz. İnsanları Allah’ın rahmetinden kovanlar, yoksun bırakanlar yine insanların kendileridirler. Onlar yüce Allah’ı inkâr ederek, O’nun rahmetini reddederek, bu rahmetten uzaklaşarak ondan kendilerini yoksun bırakırlar.

Bu güven duygusu müminin kalbini dayanma gücü ve sabırla, umut ve iyimserlikle, rahatlık ve huzurla doldurur. Çünkü kalbi bu duygular ile dolu olan mümin sevecen bir koruyucunun himayesindedir, bu himayeden uzaklaşıp başıboşluğa düşmedikçe sürekli olarak onun gölgesinde huzur içinde yaşar.

Bu gerçeğin bu düzeyde bilincinde olmak müminin duygu dünyasında Allah’dan utanma (haya) hissini kamçılar. Çünkü yüce Allah’ın bağışlayıcılığına ve rahmetine bağlanan umut, bazılarının sandığı gibi, insana günah işleme cüreti aşılamaz, tersine bağışlayıcı ve merhametli olan yüce Allah’dan utanma duygusunu güçlendirir. İlâhi merhametin günah işlemeye cüretlendirdiği kalb, gerçek anlamda imanın hazzına varamamış olan bir kalb olabilir. Bundan dolayı bazı sözde tasavvufçuların yüce Allah’ın hoşgörüsünün veya bağışlayıcılığının ya da rahmetinin hazzını tadabilmek için bile bile günah işledikleri biçimindeki saçmalıklarına anlam veremiyorum, bunların aslı olabileceğine inanamıyorum. Çünkü ilâhi rahmet karşısında sağlıklı fıtratın mantığı bu değildir!

Yine bu gerçeğin bu düzeyde bilincinde olmak, müminin ahlâk anlayışını güçlü bir biçimde etkiler. Çünkü mümin, yüce Allah’ın ahlâkını kendi ahlâkı haline getirmekle, Allah’ın huylarını huy edinmekle görevlidir. Bunun yanısıra bütün kusurlarına, günahlarına ve yanılgılarına rağmen ilâhi rahmet tarafından çepeçevre kuşatılmış olduğunu görüp duruyor. Bütün bunlar kendisine nasıl merhametli olacağını, nasıl hoşgörü göstereceğini, nasıl başkalarının kusurlarını bağışlayacağını somut örnekler halinde öğretiyor. Biz yöntemini bu büyük gerçeğe dayandıran Peygamberimizin, sahabilere yönelik eğitiminde bu ilâhi örneklerden nasıl yararlandığını az yukarda görmüştük.

Okuduğumuz ayetin belirlemesine göre yüce Allah’ın insanları Kıyamet günü biraraya getirecek olması O’nun rahmetinin göstergelerinden, sonuçlarından biridir. Tekrarlıyoruz:

“De ki; ‘Göklerde ve yerde olanlar kimindir?’ De ki; Allah’ındır.’ O merhametliliği üzerine görev yazdı; sizleri geleceği kuşkusuz olan Kıyamet günü kesinlikle biraraya getirecektir. Kendilerine kıyanlar var ya, buna sadece onlar inanmazlar.”

Gerçekleşeceği kuşkusuz olan o büyük toplantı, yüce Allah’ın üzerine görev yazdığı bu rahmetin bir parçasıdır. Bu toplantı olayının arkasında yüce Allah’ın kullarına yönelik bir ilgisi bulunduğu bellidir. Çünkü yüce Allah, insanları belli bir iş için yarattı, onları belli bir amaçla yeryüzünde halifeliğe getirdi, onları boşu boşuna yaratmadı, amaçsız ve başıboş bırakmadı. Tersine onları Kıyamet günü biraraya getirecektir. Bu gün insanların ulaşacakları son aşamadır. Tıpkı yolcuların varmak istedikleri son durak gibi. Yüce Allah o gün insanlara kendisine yönelik çabalarının, rızasına dönük emeklerinin karşılığını verecektir, dünyadaki çalışmalarının titiz değerlendirmesi sunulacaktır. Onların hiçbir emeğini boşa çıkarmayacak, hiçbir ücretlerini kesmeyecektir. Tersine Kıyamet günü insanlara ücretleri, ödülleri tastamam verilecektir. Bu uygulama başlı başına ilâhi rahmetin göstergelerinden biridir. Ayrıca yüce Allah, kötülüğe sadece karşılığı olan cezayı verirken iyiliğe on katı kadar ve dilediklerine daha yüksek katlarda ödül veriyor, bunun yanısıra dilediği kimselerin dilediği günahlarını siliyor ki, bütün bu uygulamalar söz konusu büyük toplantıda tecelli edecek olan birer ilâhi rahmet göstergesidir.

Cahiliye döneminin Arapları müslüman olma şerefine erip bu dinin yüce düzeyine yükselmeden önce Kıyamet günü olgusunu inkâr ediyorlardı. Bu konudaki tutumları tıpkı günümüzdeki yoldaşları olan sözde modern cahiliye bağlılarının tutumları gibi idi. İşte bu gerekçe ile ayetin bu kısmında çeşitli pekiştirme yöntemleri ile donatılmış bir anlatıma yer verildiğini görürüz. Bundan maksat, müşrik Arapların ısrarlı yalanlamalarına karşı koymaktır. Tekrar okuyoruz:

“Sizleri geleceği kuşkusuz olan Kıyamet günü kesinlikle biraraya getirecektir.”

O gün kayba uğrayacak olanlar, zarara sürüklenecek olanlar sadece dünyada iman etmemiş olanlar olacaktır. Bunlar bir yandan zarar ederken öbür yandan kâr edecek değildirler, her şeylerini tümü ile yitirecekler, kesinlikle zarara batacaklardır. Çünkü kendi özlerini yitirecekler, kendi benliklerine kıymış olacaklardır. Bu yüzden herhangi bir şeyi kazanma imkânını tamamı ile yitireceklerdir. İnsan kazandığı şeyi özü için, benliği hesabına kazanır, öyle değil mi? Eğer benliğini kaybederse, özüne kıyarsa artık neyi, kimin hesabına kazanabilir’? Okuyoruz:

“Kendilerine kıyanlar var ya, buna sadece onlar inanmazlar.”

Bu kimseler kendi özlerine kıymışlar, onu yitirmişlerdir. Artık ellerinde iman edecek bir öz kalmamıştır. Bu ifade pratik bir durumu anlatan gerçekçi bir deyimdir. Bu din insan fıtratına yönelik derin ve etkili mesajlar, inandırıcı kanıtlar içerir. Böyle olduğu halde ona inanmayanlar, mutlaka daha önce fıtri özlerini yitirmiş olmalıdırlar. Mutlaka bünyelerindeki fıtri karşılık verme ve benimseme cihazları dumura uğramış, işlemez olmuş ya da perdelenmiş, maskelenmiş olmalıdır. Onlar bu durumda öz benliklerini kaybetmişlerdir. Çünkü öz benliklerinin yapısında saklı duran canlı fıtratlarının reaksiyon gösterme ve kabul etme cihazlarından yoksun kalmışlardır. Bundan dolayı onlar inanmıyorlar. Sebebine gelince inanacak bir öz benlikleri kalmamıştır artık. Çevrelerinde inanmaya çağırıcı kanıtların ve mesajların bol olmasına rağmen bu kimselerin iman etmemiş olmalarının anlamlı açıklaması budur. İşte Kıyamet günü onların akıbetlerini bu çarpıklıkları belirleyecektir. Bu akıbet, daha önceki öz benlikleri ile ilgili kayıplarının doğal sonucu olarak ortaya çıkacak olan büyük kayıp ve onarılmaz yıkımdır.

Daha sonraki ayette varlıklar zaman boyutu içinde inceleniyor. Oysa deminki ayette varlıklar mekân boyutu içinde ele alınmıştı. Böylece yüce Allah’ın varlıklar üzerindeki rakipsiz mülkiyeti, onları bilgisinin ve işiticiliğinin kapsamı altında tutuşu vurgulanıyor. Okuyoruz:

“Gecenin ve gündüzün barındırdığı her şey O’nundur. O her şeyi işiten ve bilendir.”

Ünlü tefsir bilgini Zımahşerî’nin “Keşşaf” adlı tefsir kitabında belirttiği gibi buradaki “barındırdığı” kelimesi “barınmak” kökünden gelir. Buna göre ayetin ilk cümlesinin en akla yakın yorumu “geceyi ve gündüzü barınak edinen her şey” şeklindedir ki, bu da “varlıkların tümü” anlamına gelir. Böylece ayet, tüm varlıkların mülkiyetinin Allah’ın tekelinde olduğunu belirtmiş oluyor. Bir önceki ayette de O’nun bütün varlıkları içeren ortaksız mülkiyeti dile getirilmişti. Fakat bu iki ayetin anlatımları arasında şu kadarcık bir fark vardır. “De ki; `Göklerde ve yerde olanlar kimindir?’ De ki; `Allah’ındır.” ayeti varlıkları mekân boyutu açısından ele alırken şimdi incelemekte olduğumuz “Gecenin ve gündüzün barındırdığı her şey O’nundur.” ayeti varlıkları zaman boyutunda gündeme getirmektedir. Kur’an belirli bir meseleyi ayrıntılı biçimde irdelerken bu tür ifade çeşitlemelerine sık sık başvurur. Bu iki ayete ilişkin birçok farklı yorumlar içinde beni en çok tatmin eden yorum bu olmuştur.

Ayetin sonundaki Allah’ın her şeyi bildiğini ve her şeyi işittiğini vurgulayan yorum cümlesi bir yandan O’nun tüm varlıkları kapsamı altında tuttuğunu ve bir yandan da bu ayetin muhatabı olan müşriklerin bu varlıklara ilişkin çeşitli saçma sözlerinden haberdar olduğunu ifade eder. Bilindiği gibi o günün müşrikleri yaratıcı ve mülkün sahibi Allah’ın birliğini kabul ettikleri halde bu surenin sonlarında göreceğimiz üzere bir kısım meyvaları, hayvanları ve insan yavrularını düzmece tanrılarına ayırıyorlardı. İşte bu yüzden burada bu müşrikler her şeyin yüce Allah’ın mülkiyet tekelinde olduğu gerçeği ile yüzyüze getiriliyor, bu gerçek -yeri geldiğinde- yüce Allah’ın izni olmaksızın O’na koştukları ortaklara ayırdıkları varlıklar konusunda kendilerini hesaba çekme gerekçesi olarak kullanılacaktır. Bu rakipsiz mülkiyet ilkesinin belirtilmesi, bunun yanısıra, az sonra incelediğimiz ayetlerde dile gelen yüce Allah’ın ortaksız dostluğunu onaylama ilkesine zihinleri hazırlayan bir bağlantı oluşturup, o ilkeye gerekçe sağlıyor. Sebebine gelince madem ki, yüce Allah tüm varlıkların ortaksız malikidir; her şey her zaman ve her yerde O’nun mülkiyeti altındadır; madem ki, O’nun bilgisi ve işiticiliği her şeyi ve her şey hakkında söylenen sözlerin tümünü kapsamaktadır; o halde O’nun ortaksız biçimde dost ve veli edinilmesi kesin bir gerekliliktir.

ALLAH DOSTLARI

Yüce Allah’ın rakipsiz yaratıcı ve ortaksız mülk sahibi olduğu belirtildikten sonra şimdi de Allah’dan başkasından yardım isteme, O’ndan başkasına kulluk sunma ve O’nun dışında dost edinme girişimlerine yönelik sert bir azarlama ile karşılaşıyoruz. Böyle bir tutumun yüce Allah’a teslim olmakla çelişeceği ve müslüman olmakla bir arada barınamayacak bir şirk oluşturacağı vurgulanıyor. Bu arada yüce Allah’ın “göklerin ve yerin yoktan var ediciliği”, “yediriciliği, fakat bir yediricisinin bulunmadığı”, “yarar ve zarar dokunduruculuğu”, “güçlü ve karşı konulmaz iradeli”liği gibi sıfatları gündeme getiriliyor. Arkasından korkunç ve tüyler ürpertici azabı hatırlatılıyor. Böylece sahneye tümü ile yüksek frekanslı ve derin ürpertili yücelik ve dehşet imajları hakim oluyor. Okuyalım:

 

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.