SEYYİD KUTUB’UN BAKIŞ AÇISIYLA EN’ÂM SURESİ 19. AYET
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
19- De ki; “En büyük şahitlik kiminkidir?” De ki; “Benimle sizin aranızda Allah şahittir. Bu Kur’an, gerek sizi gerekse ulaştığı herkesi uyarayım diye bana vahyedildi, sizler Allah ile birlikte başka ilâhlar olduğuna mı şahadet ediyorsunuz?” De ki; “Ben buna şahadet etmem; ‘De ki; “O tek bir ilahtır ve ben sizin O’na koştuğunuz ortaklardan uzağım “
Bu tek ayette bu kadar kesitin ve imajın birbirini izlemesi, ardarda sıralanması şaşırtıcı bir şey! Bu izleme ve sıralanma an-be-an, tablo tablo bu sahneyi canlandırıyor. Öyle ki, neredeyse sahnede yeralan insanların mimikleri dile gelecek ve nefes alıp vermelerinin sesi duyulacak.
Meselâ işte şu Peygamberimiz! Rabbinden bu emri alıyor. Arkasından müşriklerin karşısına dikiliyor. Yüce Allah’ın dışında başka ilâhlar edinen, ilâhlığın bazı vazgeçilmez karakteristiklerini bu düzmece ilâhlarına yakıştıran ve Peygamberimizin getirip kendilerine tanıttığı İslâm’a girmelerinin karşılığında O’ndan bu tutumlarını onaylamasını isteyen müşrikler ile yüzyüze geliyor. Sanki onların istedikleri olabilirmiş gibi! Sanki onların düşündüğü tarzda müslümanlık ile müşriklik birbirleri ile bağdaşabilir, aynı kalbde buluşabilirmiş gibi! Gerçi şimdi de böyle düşünenler, müşriklerin o günkü zihniyetini devam ettirenler var! Böylelerine göre hayatın yönlendirmesine ilişkin konularda yabancı kaynaklardan mesajlar alınırken, yüce Allah’tan başkasına boyun eğilirken, yüce Allah’dan başkası dost ve dayanak edinilirken, bütün bunlar yapılırken bir yandan da müslüman olmak mümkündür!
İşte Peygamber Efendimiz, şu müşriklerin karşılarına dikilerek onlara tanıtımını üstlendiği kendi dini ile dinleri arasında, kendi inandığı Allah’ın birliği ile onların müşrikliği arasında, kendi İslâmı ile onların cahiliye zihniyeti arasında yol ayrımı olduğunu açıklıyor. Onlar sapık dinlerinden çıkıp kendi dinine girmedikçe aralarında hiç ortak nokta bulunamayacağını anlatıyor, bu konuda uzlaşmanın söz konusu olamayacağını belirtiyor. Çünkü daha işin başında yolları birbirinden ayrılıyor.
Aha işte, Peygamberimiz ile müşrikler arasındaki “tanık getirme” sahnesinin herkese açık perdesi gözler önüne geliyor:
“De ki; `En büyük şahitlik’ kimindir?”
Yani şu evren bütününde tanıklığı en büyük olan şahit kimdir? Tanıklığı bütün tanıklıklara baskın gelen şahitlik kiminkidir? Kimin tanıklığı meseleyi köklü çözüme bağlar ve başkasının tanıklığına yer bırakmaz?
Tüm evrende şahitliğinin ağırlığı olabilecek başka hiçbir “şey” olmadığını vurgulamak, mutlaklığın yaygınlığını ifade edebilmek için böylesine bir soru üslubuna başvuruluyor:
“En büyük şahitlik kiminkidir?”
Peygamberimize nasıl bu soruyu sorması emrediliyorsa cevabını kendisinin vermesi emrediliyor. Çünkü bu sorunun başka bir cevabı yoktur. Bu hem sorunun muhataplarının Hirafı ile hem de aslında böyledir:
“De ki; `Allah’ınkidir.”
Evet. En büyük şahitlik Allah’ınkidir. Gerçeği O açıklar, meseleyi en iyi o çözüme bağlar. O’nun şahitliğinden sonra başka bir şahitliğe, O’nun sözünden sonra başka bir söze yer yoktur. O bir şey söyleyince söylenecek başka bir şey kalmaz, mesele bitmiş olur.
Bu gerçek, yani yüce Allah’ın şahitliğinin en ağırlıklı şahitlik olduğu gerçeği açıklanır-açıklanmaz hemen arkasından kendilerine bildiriliyor ki, Peygamberimiz ile aralarında bizzat yüce Allah şahittir:
“Benimle sizin aranızda Allah şahittir.”
Yani “Aramızdaki davada şahidimiz Allah’dır.” İbarede gördüğümüz bu kesiklik, bazı sözlerin düşmüşlüğü sahnenin heyecanlı havasına son derece uygun düşüyor. Bu ifade tarzı gizli kelimeleri açığa çıkarmak sureti ile “Allah sizinle benim aramda şahittir.” şeklinde bir cümle kurmaktan çok daha etkileyicidir.
Peygamberimiz temel ilkeyi, yani bu meselede yüce Allah’ın karar mercii olduğu ilkesini ortaya koyduktan sonra müşriklere açıklıyor ki, yüce Allah’ın şahitliğini şu Kur’an içeriyor, yüce Allah ona kendisine müşrikleri uyarsın diye indirdi, gerek Peygamber’in sağlığında ve gerekse ölümünden sonra bu Kur’an ulaşabildiği herkes için bir uyarıcı görevi yapacaktır. O gerek o günkü müşrikler ve gerekse bilgisine ulaşabildiği diğer herkes aleyhine kanıttır. Çünkü yüce Allah’ın bu temel konuya ilişkin şahitliğini içeriyor. Gerek dünya ve Ahiret, gerekse evrenin ve insanın varoluşu bu temel meseleye dayanır. Okuyoruz:
“Bu Kur’an gerek sizi ve gerekse ulaştığı herkesi uyarayım diye bana vahyedildi.”
O halde şu Kur’an, kime anlayabileceği bir dille anlatılır da adam onun içeriğini anlayabilirse artık o aleyhine delil olmaya başlar, uyarı mesajını almış olur, eğer bu mesajı aldıktan sonra gerçeği yalanlarsa azaba çarpılmayı hakkeder.
(Fakat eğer bir kimse Arapça bilmediği için Kur’an’ı anlayamıyorsa, araya giren dil yabancılığı engeli yüzünden Kur’an’ın içeriğinden haberdar olamıyorsa Kur’an o kimsenin aleyhinde tanık olma işlevini yüklenmez. Bu durumda bu şahitliğin içeriğini, yani Kur’an’ın anlamını o kimseye anlayabileceği bir dil aracılığı ile tanıtmamış olan müslümanlar sorumludur. Tabii ki, eğer Kur’an-ı Kerim adamın ana diline çevrilmemiş ise bu böyledir.)
Peygamberimiz müşriklere Kur’an’ın ilâhi tanıklığı içerdiğini açıkladıktan sonra bu şahitliğin içeriğinin ne olduğunu açıklıyor. Bu açıklamayı yaparken meydan okuyucu ve onların ters doğrultudaki şahitliklerini, yüce Allah’ın şahitliğine taban tabana zıt nitelikteki şahitliklerini kökten reddedici bir dil kullanıyor. Onlara açık açık söylüyor ki, karşıt şahitliklerini reddediyor, olduğu gibi geri çeviriyor, onun tersini ilân ediyor, zıddını açıklıyor, açıkça Rabbinin mutlak birliğine ve ortaksız-rakipsiz ilâhlığına şahitlik ediyor, bu yol ayrımında onlarla arasındaki bütün ipleri koparıyor, vurgulamalı ve pekiştirici bir dille onların müşrikliklerinden uzak olduğunu, bu ağır günahlarının sorumluluğuna katılmaktan kaçındığını haykırıyor. Okuyoruz:
“Yoksa siz Allah ile birlikte başka ilâhlar olduğuna mı tanıklık ediyorsunuz?” De ki; `Ben buna şahitlik etmem.’ De ki; `O tek bir ilâhtır ve ben sizin O’na koştuğunuz ortaklardan uzağım.”
Kur’an’ın ayetleri bu canlı kesitleri ile ve bu imajları ile kalblere öylesine dehşetli bir ürperti salıyor ki, insan sözünün bunu yapabilmesi söz konusu değildir. Bu yüzden herhangi bir yorumla araya girerek bu ayetlerin kalblere akıyı, fışkırışını durdurmak istemiyorum.
Yalnız bu ayetler kesitin içerdiği ve bu dalganın köpüklerinde somutlaşan meseleden söz etmek istiyorum. Bu ayetlerin dikkatlerimize sunduğu mesele dost edinme, Allah’ı birleme ve müşrikler ile ilişki kesme meselesidir. Bu mesele bu inanç sisteminin temel meselesi, onun içerdiği en büyük gerçektir. Günümüzün müslüman camiası bu ilâhi dersin üzerinde uzun uzun durmak zorundadır. Çünkü bu ayetlerin inişine muhatap olan o günün müslüman camiası ne tür bir cahiliye zihniyeti ile karşı karşıya idi ise bu günün müslüman camiası da aynı tür cahiliye zihniyeti, aynı cinsten olan bir cahiliye tutumu ile karşı karşıyadır. Bu yüzden günümüzün müslümanları tutumlarını bu ayetlerin ışığında belirlemekle, bu ayetlerin gösterdiği yoldan gitmekle yükümlüdürler. Bu gerekçe ile bu ayetler üzerinde uzun uzun durup rotalarını onların kılavuzluğu altında çizmelidirler.
Zaman döndü, dolaştı ve bu dinin insanlığa geldiği ilk günkü noktaya geldi. İnsanlık, şu Kur’an’ın Peygamberimize indiği günlerdeki durumunun bir benzerine döndü. İslâmiyet’in, en büyük temel kuralı olan “lâilâhe illellah (Allah’dan başka ilâh yoktur)” ilkesini yerleştirmek üzere geldiği günlerin ve sosyal şartların benzerlerini yaşıyoruz neredeyse.
Yalnız bu şahadet cümlesinin anlamını İslâm orduları başkomutanının elçisi Rebii b. Amir’in anladığı ve anlattığı gibi anlamak gerekir. Bilindiği gibi Rebii b. Amir, Pers orduları başkomutanı Rüstem ile görüşmesi sırasında komutanın “Sizi buralara getiren sebep nedir?” şeklindeki sorusuna şu cevabı veriyordu; “Bizi buralara gönderen yüce Allah’dır. İsteyenleri kula kulluk boyunduruğundan kurtarıp yüce Allah’ a kul olma düzeyine, dünyanın dar kalıpları içinde tutsak olmaktan kurtarıp dünya ve Ahiret enginliğine ve çarpık dinlerin baskısından kurtarıp İslâm’ın adaletine kavuşturmak için geldik.”
Rebii b. Amir bu sözleri söylerken Rüstem ile soydaşlarının imparator Kisra’ya tapmadıklarını, onu evrenin yaratıcısı ve ilâhı olarak görmediklerini, bilenin ibadet amaçlı davranışları kendisine sunmadıklarını biliyordu. Yalnız imparatorun yasa koyma yetkisin. onaylıyorlar, bu anlamda ona tapıyorlardı ki. bu tutum İslâm’a aykırı idi, hatta onunla çelişiyordu. Bu yüzden Rüstem’e bildirdi ki, yüce Allah kendilerini insanları kulun kula kulluk ettiği, rejimlerin ve sosyal düzenlerin pençesinden kurtarıp ortaksız Allah’a kul olma düzeyine ve İslâm adaletinin dirliğine çıkarmaya göndermişti. Bu rejimlerin ve düzenlerin savunucuları ilâhlığın belli-başlı özelliklerini oluşturan egemenliği, yasa koymayı, söz konusu ayrıcalıklı kullara yakıştırıyor ve halktan bu egemenliğe boyun eğmesini ve bu yasalara uymasını istiyorlardı ki, bunlar çarpık dinlerin sözcüleri idiler.
Zaman döndü, dolaştı ve bu dinin insanlığa “lailâhe illellah” ilkesini getirdiği günkü noktaya geldi. İnsanlık tekrar kulun kula kul olduğu döneme geri döndü, tekrar çarpık dinlerin baskısı altına düştü, “lailâhe illellah” (Allah’dan başka ilâh yoktur)” ilkesini çiğnedi. Gerçi bazı kimseler minarelerden “lailâhe illellah” cümlelerini seslendirmekte devam ediyorlar. Fakat bu seslendirmeyi söz konusu cümlenin anlamını kavramadan ve ağızlarından dökülen bu kelimelerin bilincinde olmadan ve birtakım ayrıcalıklı kulların kendilerine yakıştırdıkları “egemenliğin” meşruluğunu reddetmeden yapıyorlar. Oysa egemenlik, ilâhlıkla eş-anlamlıdır. Buna göre gerek bazı ayrıcalıklı fertlerin gerek yasa koymakla görevlendirilmiş kurumların ve gerekse hakların bu yetkiyi kendilerine yakıştırmaları gayri meşrudur. Çünkü ne bu imtiyazlı fertler ne yasama kurumları ve ne de halklar ilâh değildirler ve buna göre egemenlik yetkisini kullanma hakları yoktur.
Ne var ki, insanlık tekrar cahiliye dönemine döndü, “lailâhe illellah” ilkesine sırt çevirdi ve bunun sonucu olarak sözü geçen kimselere ilâhlık özelliklerini yakıştırdı, artık yüce Allah’ın birliğini unutuverdi, sırf O’nu dost edinme, sırf O’na dayanma ilkesinden uzaklaşıverdi.
İnsanlık tümü ile böyle oldu. Bu hüküm, yeryüzünün doğusunun ve batısının minarelerine çıkıp oralarda “lailâhe illellah” cümlelerini haykıranlar için, bu kelimeleri anlamsız ve pratik uygulamasız olarak seslendirmekle yetinenler için de geçerlidir. Aslında bunların günahı daha büyüktür ve Kıyamet günü çarpılacakları azap daha ağırdır. Çünkü onlar doğru yolu tanıdıktan ve uzun bir süre müslüman olarak yaşadıktan sonra kula kul olma sapıklığına geri döndüler.
İşte bu yüzden günümüzün müslüman topluluğu bu açık anlamlı ayetler üzerinde uzun uzun durmaya ne kadar çok muhtaçtır!
Meselâ bu kitle, bağlılık ve dost edinme ilkesini belirten şu ayet üzerinde durmaya ne kadar çok muhtaçtır!:
“De ki; `Allah’dan başkasını mı dost edineyim ki, o göklerin ve yerin yoktan var edicisidir, yedirir, fakat yedireni yoktur.” De ki; `Müslümanların ilki olmam emredildi, bana `sakın Allah’a ortak koşanlardan olma’ denildi.”
Günümüzün müslümanları bu ayet üzerinde uzun uzun durup düşünmelidirler ki, şu gerçekler kafalarına iyice yerleşebilsin: İster boyun eğme ve itaat etme, ister yardım isteme ve medet umma anlamında olsun, yüce Allah’dan başkasını dost ve dayanak edinmek İslâm’a taban tabana zıddır. Çünkü bu tutum İslâm’ın insanları pençesinden kurtarmaya geldiği müşrikliğin ta kendisidir. Yüce Allah’dan başkasını dost edinmenin ilk somut uygulaması, ilk açık belirtisi gerek vicdanda ve gerekse pratik hayatta yüce Allah’dan başkasının egemenliğini kabul etmektir. Oysa günümüzün insanlığı istisnasız olarak tümü ile bu tutumu benimsemiştir. Günümüzde müslümanın ana amacı tüm insanlığı kula kulluk boyunduruğundan kurtarıp yüce Allah’a kul olma özgürlüğüne kavuşturmaktır. Günümüzün müslümanı bu uğurda mücadele ederken tıpkı Peygamberimizin ve bu ayetlere muhatap olan ilk müslüman cemaatın karşı karşıya bulunduğu cahiliye zihniyetinin aynısı ile karşı karşıyadır.
Günümüzün müslümanları cahiliye zihniyetine karşı mücadele verirken aşağıdaki ayetlerin mümin kalblere kazandıracakları gerçeklere ve duygulara sahip olmaya ne kadar çok muhtaçtırlar!
“De ki; `Eğer Rabbimin buyruklarına karşı gelirsem büyük günün azabından korkarım.’
`O gün kim azaptan uzak tutulursa Allah onu kayırmış olur. İşte kesin kurtuluş budur.
Eğer Allah başına bir musibet verirse onu O’ndan başka hiç kimse gideremez. Eğer sana bir iyilik verirse, kuşkusuz O’nun gücü her şeye yeter.
O kulları üzerinde kesin egemendir. O’nun yaptığı her şey yerindedir ve O her şeyden haberdardır.”
Günümüzün müslümanı cahiliyeye karşı vereceği savaşta bu zihniyetin acımasızlığını, zorbalığını, baskısını, sırt çevirmesini, inatçılığını, bozulmuşluğunu, kokuşmuşluğunu tümü ile karşısında bulur. Müslüman bütün bu iğrençliklere karşı dururken bu gerçeklerin ve bu duyguların kalbinde yerleşmiş bulunmasına ne kadar çok muhtaçtır! Bu gerçekleri ve bu duyguları bir kere daha hatırlayalım: Yüce Allah’ın buyruklarını çiğnemekten ve O’ndan başkasını dost-dayanak edinmekten korkmak. Yüce Allah’ın buyruklarını çiğneyenleri bekleyen korkunç azaptan çekinmek. Zarar ve fayda dokunduranın sadece Allah olduğuna kesinlikle inanmak. Yüce Allah’ın kulları üzerinde kesinkes egemen olduğunun, O’nun hükmünü hiç kimsenin geriye atamayacağının, kararını hiç kimsenin önleyemeyeceğinin her zaman bilincinde olmak.
Bu duyguları ve bu gerçekleri içinde barındırmayan kalb, şu azgın cahiliye zihniyeti karşısında İslâmı yeniden “kurma”nın gerektireceği yükümlülükleri omuzlarında taşıyamaz. Bu yükümlülükler dağların bile taşıyamayacağı kadar ağırdır!
Bu günün müslümanı önce yeryüzündeki görevini gerçek anlamı ile ve kesin olarak bilecek, insanlara benimsetmeye çalıştığı inanç sisteminin mahiyetini kavrayacak, yüce Allah’ı -dostluğun her anlamı ile- yalnız başına dost edinmeyi inancının gereği bilecek ve bu zor görevi sırasında hangi gerçekleri ve duyguları kalbinde taşıması gerektiğinin bilincinde olacaktır. Bütün bunlardan sonra şiddetle muhtaç olduğu bir tutum vardır ki, o da şudur. Eski zamanların cahiliye zihniyeti gibi günümüzün cahiliye zihniyetinin de pençesinde kıvrandığı müşriklik hastalığı ile aradaki bütün bağları koparacak, bütün ipleri kesecek, onunla hiçbir anlamda ilişiği kalmayacak, ona karşı yüce Allah’ın şahidliğine sığınacaktır. Bunların yanısıra Peygamberimizin söylemekle emredildiği sözün aynısını söyleyecek, bu sözü tıpkı Peygamberimizin yaptığı gibi cahiliye zihniyetinin suratına çarpacak ve böylece Peygamberimizi izleyerek yüce Allah’ın bu konudaki buyruğunu yerine getirecektir. Tekrarlıyoruz:
“De ki; `En büyük şahidlik kiminkidir?’ De ki; `Benimle sizin aranızda Allah şahiddir, bu Kur’an gerek sizi ve gerekse ulaştığı herkesi uyarayım diye bana vahyedildi, sizler Allah ile birlikte başka ilâhlar olduğuna mı şahidlik ediyorsunuz?’ De ki; `Ben buna şahidlik etmem’ De ki; `O tek bir ilâhtır ve ben sizin O’na koştuğunuz ortaklardan uzağım.”
Günümüzün müslüman camiası yeryüzünü çepeçevre saran cahiliye zihniyetine karşı bu tutumu takınmak zorundadır. Bu gerçek sözleri bu zihniyetin yüzüne karşı mertçe, erkekçe, dobra dobra, kesin, hiçbir pazarlık beklentisine yer bırakmayan, yüksek frekanslı, titretici ve ürkütücü bir ses tonu ile haykırmalıdır. Sonra yüce Allah’a sığınmalıdırlar. O’nun her şeye gücünün yettiğini, kulları üzerinde kesinkes egemen olduğunu, zorba ve diktatör taslakları da dahil olmak üzere şu insanların sineklerden bile güçsüz olduklarını, sinek üzerlerinden bir parça koparacak olsa o parçayı ondan geri alamayacaklarını, onların yüce Allah’ın izni olmadıkça hiç kimseye zarar veremeyeceklerini ve Allah’dan izinsiz olarak hiç kimseye fayda sağlayamayacaklarını, yüce Allah’ın dilediğini üstün iradesi ile önünde-sonunda yürüteceğini, fakat çoğu kimsenin bunun farkında olmadığını bilmenin rahatlığında huzur bulmalıdırlar.
Yine günümüzün müslümanları kesinlikle bilmelidirler ki, bu yol ayrımı noktasında cahiliye zihniyetinden tamamen ayrılıp hakka sarılmadıkça; doğru sözü tağutların, zorbaların yüzüne karşı açıkça haykırmadıkça, cahiliye zihniyetine karşı yukardaki ayetin öğrettiği gibi yüce Allah’ı şahit tutmadıkça, cahiliye savunucularına burada dile gelen uyarıyı yöneltmedikçe, onlara bu gerçekleri açık açık söylemedikçe, onlarla bu derece kesin bir biçimde ilişkiyi kesmedikçe ve bu oranda onların tutumundan uzaklaşmadıkça müslümanların zafere ulaşmaları, yeryüzünde egemen olacaklarına ilişkin ilâhi vaadin ellerinde gerçekleşmesi mümkün değildir.
Bu Kur’an, tarihe karışmış belirli bir durumun şartlarına cevap olsun diye gelmedi. Tersine o zaman ve yer kayıtlarından bağımsız, sürekli geçerliğe sahip bir sistem olarak geldi. Herhangi bir dönemin müslüman toplumu Kur’an’ın indiği şartların benzeri olan şartlarla karşılaşınca bu sisteme başvuracak, bu yöntemi kullanacaktır. Günümüzde tamamen Kur’an’ın indiği günlerin şartları ile karşı karşıyayız. Zaman döndü, dolaştı ve şu Kur’an’ın yepyeni bir İslâm toplumu kurmak için indiği günlerdeki noktaya döndü. O halde bu dinin gerçek olduğuna ilişkin kesin inanç, yüce Allah’ın takdirinin ve üstün iradesinin geçerliğine’ ilişkin derin bilinç, eğri yol ve eğri yol tarafları ile araya konmuş kesin mesafe bu savaşta müslüman cemaatin cephane birikimi olmalıdır. Hiç kuşkusuz yüce Allah en etkili koruyucudur ve merhametlilerin en merhametlisidir.
Aşağıda okuyacağımız ayetler grubu -ya bu surede kullanmayı uygun gördüğümüz deyimle ayetler dalgası- Kur’an-ı Kerim’i yalan sayan, öldükten sonraki dirilişi ve Ahireti inkâr eden müşriklerle yeni bir karşılaşmaya girişiyor. Fakat bu defa daha önceki ayetler grubunda olduğu gibi onların şımarıklıkları, kör inatçılıkları tasvir edilmiyor, eski yoldaşları olan yalanlayıcıların başlarına gelen toplu kırım sahneleri gündeme getirilmiyor.
Bu karşılaşmada müşrikler yalanladıkları yeniden diriliş günü kendilerini bekleyen akıbetle, inkâr ettikleri Ahirette çarpılacakları ceza ile yüzyüze getiriliyorlar. Bu akıbet ve bu ceza elle tutulur, canlı sahneler halinde karşılarına getiriliyor. Bu sahnelerde kendilerini hep biraraya toplanmış; susturucu, azarlayıcı, teşhir edici ve hayrete düşürücü sorular karşısında ter dökerlerken görülüyor:
“Hani nerede Allah’ın ortakları olduklarını sandıklarınız?”
Müşrikler büyük bir korku, dehşet, eziklik ve yaltaklanma içinde yüce Allah’a yemin ederek ortaksız ilâhlığını itiraf ediyorlar:
“Vallahi, ey Rabbimiz, biz müşrik değildik.”
Yine bu sahnelerde onları cehennem ateşi başında durdurulmuş, başka tarafa doğru adım atamamanın çaresizliği içinde korku, dehşet, pişmanlık ve hayıflanma dolu bir ifade ile şöyle dediklerini izliyoruz:
“Ah, ne olaydı, dünyaya geri gönderilsek de bir daha Rabbimizin ayetlerini yalanlamasak ve müminlerden olsak.”
Yine bu sahnelerde onları yüce Allah’ın karşısına dikilmiş olarak seyrediyoruz. Adamlar duydukları utanç, pişmanlık, korku ve dehşet karşısında eriye eriye ufalırlarken yüce Allah kendilerine “Yeniden dirilmek gerçek değil miymiş!” diye soruyor, onlar da büyük zavallılık ve yerin dibine geçmişlik için de bu soruya “Rabbimiz hakkı için, evet” diye cevap verirler. Fakat bu itiraf onlara hiçbir şey kazandırmaz.
“O halde inkârcılığınızdan dolayı azabı çekiniz.”
Yine bu sahnelerde onlar öz benliklerine kıymış ve bu yüzden sahip oldukları her şeyi kaybetmiş olarak kendilerini gözlüyorlar. Adamlar günahlarını sırtlamışlar, bu ağır yükleri altında sendeleye sendeleye ilerlemeye çalışırlarken Ahirete boş vermiş, bu konuda zararlı bir değiş-tokuşa girişmiş olmalarından dolayı hayıflanarak inliyorlar!
Ardarda gelen sahneler karşısındayız. Sahnelerin hepsi de kalbleri ürpertici, vücudun eklemlerini yuvalarından dışarıya uğratıcı, insan varlığını sarsıcı, yüce Allah’ın dilediği kimseler hesabına gözleri ve kalbi açıcı, Peygamberimizin tanıttığı gerçekleri ve müşriklerin yalanladıkları kutsal kitabı benimsetici bir nitelik taşır. Zaten bu müşriklerden önceki kitap ehli, bu kutsal kitabı çocuklarını tanıdıkları kadar kesin bir berraklıkla tanıyorlar.
Şimdi ayetleri incelemeye geçiyoruz: