KELİMELER VE KAVRAMLAR 61) HÜKÜM – HAKİMİYET
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd kendisinden başka ilah olmayan, mutlak manada tek güç ve kudret sahibi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam tüm peygamberlerin ve onları takip eden tabilerinin üzerine olsun.
Hükm ve Hâkimiyet; Anlam ve Mâhiyeti
“Hükm” kelimesinin sözlük anlamı, yargı ve yargıda bulunmak, hükmetmek, karar vermek, idare etmek, ata gem vurmak demektir. Hakkında âyet ve hadis olan itikada ve ibâdete ait bütün prensiplere “hüküm” denilir. Hükmün çoğulu “ahkâm”dır. Ayrıca, hâkimlik, âmirlik, tesir gücüne sahip olma gibi anlamlarda da kullanılır. Emir ve irâde demektir. Gerçekte hüküm, kelime anlamıyla önlemek, engel olmak, menetmek anlamındadır; hâkim kelimesi de haksızlığa engel olan demektir. Bir şeyin iyice araştırılıp soruşturulmasından sonra verilen karara “hüküm” denir. Mahkemelerde hâkimlerin verdiği karar gibi; filan adam, “bu konuda şöyle hükmetti”, “falancanın hükmü şöyledir” denilir. Sözü geçmek, hükmünü yürütmek, kuvvetli ve güç sahibi olmak anlamlarına da gelir. Bu mânâda; “Allah’ın dediği olur” anlamında “Allah’ın hükmü her şeye geçerlidir” deriz.
İslâm fıkhında hüküm, Allah’ın ve peygamberinin emir, yasak ve serbest bırakma gibi konulardaki prensiplerinin tümüne denir. İnsanların işlediği fiillere; farz, vâcip, sünnet, bâtıl, mekruh, fâsit, şart, rükün gibi özelliklerin verilmesine “şer’î hüküm” denir. Bunlardan emir ve yasak kapsamında olanlara “teklifî hüküm” denmektedir.
Kur’an-ı Kerim’de, insan fiilleriyle ilgili beş yüz kadar âyet vardır. Bunlara “ahkâm âyetleri” denmektedir. Peygamberimizin, ahlâk, öğüt, âhiret, ibâdet, muâmelât (insan ilişkileri) ve ukubat (cezalar) ile ilgili hadislerine de “hüküm-ahkâm hadisleri” adı verilir.
Bir konuda Allah’ın bir hükmü varsa ve O’nu gerek Kur’an’la, gerek peygamberi ile bize bildirmişse, insana düşen o hükme teslim olmak, tüm işlerinde Allah’ın hükmünü uygulamaktır. Allah’ın hükümleri dışındakilere “câhiliyye hükmü” denir. Mü’minler, câhiliyye ile hükmetmezler (5/Mâide, 50). İman edenler, dinî hükümlere teslim olurlar, bir konuyla ilgili veya insanlar hakkında hüküm verme durumunda olurlarsa, adâletle hükmederler (4/Nisâ, 58). Fıkıh Usûlüne göre hüküm, mükelleflerin (yükümlülerin) fiillerine bağlanan şer’î özelliktir. Şer’î hükmün kaynağı da yalnızca Allah’tır. Hüküm Allah’tan kaynaklandığı için Allah’ın güzel isimlerinden biri el-Hakem, biri de el-Hakîm’dir.
Sünnetullah gereği, insanlar toplum halinde yaşamak durumundadırlar. Cemiyetin düzeni ise, birtakım emirlerin ve hükümlerin çevresinde teşekkül eder. Bu noktada karşımıza; “hüküm nedir? Hükmetme hakkı kime aittir?” gibi sualler çıkacaktır. Araplar, atı gemlemeye de hukm derler. Dolayısıyla “hukm”ün “zapt u rabt altına alıp terbiye etme, boyun eğdirme” mânâsı sözkonusudur. Hâkim, mahkeme, hakem gibi günümüzde sık sık kullanılan kelimeler, aynı kökten gelir. Hüküm sahibi denildiği zaman, Türkçede kullanıldığı şekliyle, “hâkimiyet ve egemenlik” kelimeleri gündeme girer. “Hâkimiyet kayıtsız, şartsız ulusundur” sloganında; yönetme ve hüküm koyma hakkının kime ait olduğu noktasında bir tercih vardır. Bu tercih, “ulusun gücünün üstünde, hiçbir gücün olmadığı” iddia ve ifadesidir. İslâmî ıstılahta; “mükellefin fiillerine iktiza eden hitab-ı ilâhînin eserine hüküm denilir” şeklinde tarif edilmiştir.
Kur’an-ı Kerim’de, “(Ve şu emri indirdik:) İnsanlar arasında Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmet! Sakın onların (insanların) hevâ ve heveslerine uyma” (5/Mâide, 49) emri verilmiştir. Dolayısıyla hiç kimsenin, Allah’ın indirdiği hükümlere mukabil olmak ve o hükümlerin yerine geçmek üzere hüküm koyma hakkı yoktur. İnsanların hevâ ve heveslerinden kaynaklanan hükümlere câhiliyye hükmü denilmiştir. Müslüman, kayıtsız şartsız olarak, Allah’ın ve Rasûlü’nün hükümlerine tâbi olan kimsedir.
“Aralarında hüküm verilmek üzere Allah’a ve Rasûlü’ne çağrıldıkları zaman, iman edenlerin sözü, ancak ‘işittik ve itaat ettik’ demeleridir. İşte asıl murâdına erenler bunlardır.” (24/Nûr, 51)
Arzularını İslâm’a tâbi kılmayan kimselerin iman iddiaları bir vehimden ibarettir. Zira Rasûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur:
“Nefsim yed-i kudretinde olan Allah’a yemin olsun ki, arzusunu İslam’a tâbi kılmayan kimse iman etmiş olmaz.” (İbn Kesir, III/490)
Kur’an’da “Dinde zorlama yoktur. Hakikat, iman ile küfür apaçık meydana çıkmıştır. Artık kim tâğutu tanımayıp da Allah’a iman ederse, o muhakkak kopması mümkün olmayan en sağlam kulpa yapışmıştır. Allah, hakkıyla işiten ve her şeyi kemâliyle bilendir.” (2/Bakara, 256) hükmü beyan buyrulmuştur. Dolayısıyla insan için iki yol mevcuttur. Birincisi: Allah’a iman etmek ve hayatını İslâmî hükümlere göre düzene koymak. İkincisi: Tâğuta kalben teslim olup, hevâ ve heveslere göre yaşamak. Bu iki yolun dışında, üçüncü bir yoldan söz etmek mümkün değildir. Tâğut kelimesi, tuğyan etmek (azgınlaşarak isyan etmek) manasınadır. Kendisi için tayin edilmiş olan sınırın dışına taşan her şey tâğuttur. İslâmî ıstılahta; Allah’ın indirdiği hükümlere mukabil olmak ve onların yerine geçmek üzere hüküm koyan her güce tâğut ismi verilmiştir. Tâğut, sapıklıkta önderlik (liderlik) eden herkese şâmildir. Tâğutî güçlerin icad ettiği hükümlere câhiliyye hükümleri demek mümkündür. Nitekim Kur’an’da; “Onlar, hâlâ cahiliyye (devri)nin hükmünü mü arıyorlar? Şüphesiz, yakîn sahibi (gerçek iman ve ilim sahibi) bir kavim indinde, hükmedici olarak Allah’tan daha güzel kim vardır?” (5/Mâide, 50) buyrulmuştur. Câhiliyye devrinin hükmünden maksat, “darü’n-nedve” isimli mecliste, insanların hevâ ve heveslerinden (ideolojilerinden) yola çıkılarak hazırlanan ve bütün zümreleri bağlayıcı olan kanunlardır.
Hz. Adem’den itibaren bütün peygamberler, insanları, Allah’ın emirlerine ve hükümlerine göre yaşamaya dâvet etmişlerdir. Bu dâvet, peygamberlerin vârisleri olan âlimler tarafından kıyâmete kadar devam edecektir. Kur’an’da Hz. Yusuf kıssası beyan edilirken bütün insanlığa şu hatırlatma yapılmıştır:
“Sizin Allah’ı bırakıp da taptıklarınız kendinizin ve atalarınızın takmış olduğu (kuru) isimlerden başkası değildir. Allah bunlara hiçbir hüccet indirmemiştir. Hüküm sadece Allah’a mahsustur (ondan başkasına ait değildir). Allah, kendisinden gayrisine ibâdet etmenizi emretmemiştir. Dosdoğru din işte budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (12/Yûsuf, 40)
Hüküm ve emir, Allah’a mahsustur. Hesap gününü düşünen her insan yeryüzünde, Allah’ın emirlerini tebliğ ve hükümlerini infaza memur kılındığını asla unutmamalıdır. Kur’an’da, “Allah, hükmedenlerin en güzel hükmedeni değil midir?” (95/Tîn, 8) denilmektedir. Allah, mutlak hüküm koyucu, hükmeden, hükmünü geçirendir.[1]
[1] Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, s. 188-191
Kur’ân-ı Kerim’de Hükm ve Hâkimiyet
Kur’an’da “hukm” kelimesi, türevleriyle birlikte toplam 210 yerde geçer (Hukm kelimesi ise 17 yerde zikredilir). Hüküm kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de birçok anlamda kullanılmıştır:
- a) Hâkimiyet/egemenlik anlamında hüküm: Hüküm; hâkim olma, hâkimiyet-egemenlik sahibi olmak anlamına gelir. Hâkimiyet ise, hüküm sahibi olmak, en güçlü olmak manasına kullanılır. “Hüküm ancak Allah’ındır. O’ndan başkasına ibâdet etmemenizi emretti.” (12/Yûsuf, 40) âyetinde olduğu gibi. Allah’ın hükmü bütün evrende geçerlidir. O, emrini yani hükmünü evrende ve insan hayatında, hatta kıyâmetten sonra dilediği gibi yerine getirir. “O hiç kimseyi hükmüne ortak yapmaz.” (18/Kehf, 26)
- b) Allah’ın verdiği karar anlamında (13/Ra’d, 41),
- c) Allah’ın koyduğu kurallar, prensipler ve bunlara uymanın gerekliliği anlamında (5/Mâide, 44, 45, 47),
- d) Kıyâmet gününde Allah’ın insanları hesaba çekip onlar hakkında karar vermesi anlamında (2/Bakara, 113; 4/Nisâ, 141).
- e) Mahkeme kararı anlamında (21/Enbiyâ, 78).
Allah, insanların da kendi gösterdiği gibi hükmetmelerini istemektedir: “Kitabı sana hak olarak indirdik ki insanlar arasında Allah’ın sana gösterdiği gibi hükmedesin.” (4/Nisâ, 105) Allah, peygamberleri Allah’ın hükmünü yürütmek için göndermiştir. Adâletle hükmedebilmek için de Allah’ın gönderdiği Kitab’a uymak gerekir. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler ise, şüphesiz en azından zâlim ve fâsık olurlar (5/Mâide, 45, 47).
“…Allah, ihtilâfa düştükleri hususlarda kıyâmet günü onlar hakkında hükmünü verecektir.” (2/Bakara, 113)
“İnsanlar (aslında) bir tek ümmet (millet) idi. Bu durumda iken Allah, müjde verici ve uyarıcı olarak peygamberleri gönderdi. İnsanlar arasında anlaşmazlığa düştükleri hususlarda hüküm vermeleri için, onlarla beraber hak yolu gösteren Kitapları da indirdi…” (2/Bakara, 213)
“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine (ülü’l-emre) de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz, -Allah’a ve âhirete gerçekten inanıyorsanız- onu Allah’a ve Rasûl’e götürün (onların tâlimatına göre halledin); bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha iyidir.” (4/Nisâ, 59)
“Sana indirilene ve senden önce indirilenlere inandıklarını ileri sürenleri (münâfıkları) görmedin mi? Zira tâğutu inkâr etmeleri kendilerine emrolunduğu halde, tâğutun önünde muhâkemeleşmek (ve tâğutların kendilerine hükmetmesini) istiyorlar. Halbuki şeytan onları büsbütün saptırmak istiyor.” (4/Nisâ, 60)
“Onlara ‘Allah’ın indirdiğine (Kitab’a) ve Rasûl’e gelin (onlara başvuralım)’ denildiği zaman, münâfıkların senden iyice uzaklaştıklarını görürsün.” (4/Nisâ, 61)
“Hayır! Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda (ey rasûlüm,) seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam mânâsıyla kabullenip teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.” (4/Nisâ, 65)
“Allah’ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmedesin diye sana Kitab’ı hak ile indirdik; hâinlerden taraf olma!” (4/Nisâ, 105)
“(Yahûdiler ve münâfıklar) Hep yalana kulak verir, durmadan haram yerler. Sana gelirlerse ister aralarında hüküm ver, ister onlardan yüz çevir. Eğer onlardan yüz çevirirsen sana hiçbir zarar veremezler. Ve eğer hüküm verirsen aralarında adâletle hükmet. Allah adâletten ayrılmayanları sever.” (5/Mâide, 42)
“…İnsanlardan korkmayın, Benden korkun. Âyetlerimi az bir bedel karşılığında satmayın. Kim Allah’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.” (5/Mâide, 44)
“…Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar zâlimlerin, fâsıkların ta kendileridir.” (5/Mâide, 45, 47)
“Sana da, daha önceki Kitabı doğrulamak ve onu korumak üzere Kitab’ı (Kur’ân’ı) gönderdik. Artık aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet; sana gelen gerçeği bırakıp da onların hevâlarına/arzularına uyma. (Ey ümmetler!) Her birinize bir şeriat ve bir yol verdik. Allah dileseydi sizleri bir tek ümmet yapardı; fakat size verdiğinde (yol ve şeriatlerde) sizi denemek için (böyle yaptı). Öyleyse hayır işlerinde birbirinizle yarışın. Hepinizin dönüşü Allah’adır. Artık size, üzerinde ayrılığa düştüğünüz şeyleri (n gerçek tarafını) O haber verecektir.” (5/Mâide, 48)
“(Sana şu tâlimatı verdik:) Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet ve onların hevâlarına/arzularına uyma. Allah’ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmamalarına dikkat et. Eğer (hükümden) yüz çevirirlerse bil ki, (bununla) Allah ancak, günahlarının bir kısmını onların başına belâ etmek ister. İnsanların birçoğu zaten fâsıktır, yoldan çıkmışlardır.” (5/Mâide, 49)
“Yoksa onlar (İslâm öncesi) câhiliyye hükmünü (idaresini) mü istiyorlar? İyi anlayan bir topluma göre, hükmü, hükümranlığı Allah’tan daha güzel kim vardır?” (5/Mâide, 50)
“…Hüküm, ancak Allah’ındır. Çünkü O, gerçeğe uyar ve O, sağlam hüküm verenlerin en hayırlısıdır.” (6/En’âm, 57)
“…Dikkat edin, iyi bilin ki, hüküm, yalnız O’nundur ve O, hesap görenlerin en çabuğudur.” (6/En’âm, 62)
“(De ki:) Allah’tan başka bir hakem mi arayacağım? Halbuki size Kitab’ı açık olarak indiren O’dur…” (6/En’âm, 114)
“(Ey Muhammed!) Sen, sana vahyolunana uy ve Allah hükmedinceye kadar sabret. O, hâkimlerin en hayırlısıdır.” (10/Yûnus, 109)
“Siz Allah’ı bırakıp sadece sizin ve atalarınızın taktığı (birtakım anlamsız) isimlere tapıyorsunuz. Allah onlar hakkında herhangi bir delil indirmemiştir. Hüküm, Allah’tan başkasının değildir. O da kendisinden başkasına ibâdet/kulluk etmememizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (12/Yûsuf, 40)
“…Hüküm Allah’tan başkasının değildir. Onun için ben yalnız O’na tevekkül edip dayandım. Dayananlar yalnız O’na dayansınlar.” (12/Yûsuf, 67)
“…Bir toplum, kendilerini değiştirmedikçe Allah, onlarda bulunanı değiştirmez…” (13/Ra’d, 11)
“…Onların (göklerde ve yerde olanların) O’ndan başka bir yöneticisi yoktur. O, kendi hükmüne/hükümranlığına kimseyi ortak etmez.” (18/Kehf, 26)
“(Bazı insanlar) ‘Allah’a ve Peygamber’e iman ettik ve itaat ettik’ derler; ondan sonra da içlerinden bir grup yüz çevirir. Bunlar mü’min değildir. Onlar, aralarında hüküm vermesi için Allah’a ve Peygamber’e çağrıldıklarında, bakarsın ki içlerinden bir kısmı yüz çevirip dönerler. Ama, eğer (Allah ve Rasûlü’nün hükmettiği) hak kendi lehlerine ise, ona, gönülden bağlı olarak saygı ile gelirler. Kalplerinde bir hastalık mı var, yoksa şüphe ve tereddüt içinde midirler? Ya da Allah ve Rasûlünün kendilerine zulüm ve haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar? Hayır; asıl zâlimler kendileridir. Aralarında hüküm vermesi için Allah’a ve Rasûlüne dâvet edildiklerinde, ‘işittik ve itaat ettik’ demek, sadece mü’minlerin söyleyeceği sözdür. İşte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir. Kim Allah’a ve Rasûlüne itaat eder, Allah’a huşû (saygı) duyar ve ittika edip O’ndan sakınırsa, işte asıl bunlar bedbahtlıktan kurtulanlardır.” (24/Nûr, 47-52)
“İşte O, Allah’tır. O’ndan başka ilâh/tanrı yoktur. Önünde de, sonunda da hamd O’nundur; hüküm O’nundur. Ve ancak O’na döndürüleceksiniz.” (28/Kasas, 70)
“Yoksa kötülükleri yapanlar Bizden kaçabileceklerini mi sandılar? Ne kadar kötü (ve yanlış) hüküm veriyorlar!” (29/Ankebût, 4)
“Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, mü’min bir erkek ve kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” (33/Ahzâb, 36)
“…İnsanlar arasında hak ve adâletle hükmet. Hevâ ve hevese uyma; yoksa bu seni Allah yolundan saptırır. Doğrusu Allah’ın yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarına karşılık çetin bir azap vardır.” (38/Sâd, 26)
“Yoksa onların Allah’ın izin vermediği şeyleri dinden kendilerine şeriat yapan (kanun koyan, Allah’a eş koştukları) ortakları mı var? Eğer azâbı erteleme sözü olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilir (işleri bitirilir)di. Şüphesiz zâlimler için can yakıcı bir azap vardır.” (42/Şûrâ, 21)
“Yoksa, kötülük işleyenler ölümlerinde ve sağlıklarında kendilerini, iman edip sâlih amel işleyen kimseler ile bir mi tutacağımızı sandılar? Ne kötü hüküm veriyorlar!” (45/Câsiye, 21)
“…Allah’ın hükmü budur. Aranızda O hükmeder. Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir.” (60/Mümtehıne, 10)
“Size ne oluyor? Ne biçim hüküm veriyorsunuz?” (68/Kalem, 36)
“Allah, hâkimler hâkimi (hüküm verenlerin en üstünü) değil mi?” (95/Tîn, 8)
“…Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden böyle davrananların cezası, ancak, dünya hayatında rezillik/rüsvaylıktır. Kıyâmet gününde ise en şiddetli azâba itilmektir. Allah, sizin yapmakta olduğunuzdan asla gâfil değildir.” (2/Bakara, 85)
Hâkimiyet/Egemenlik Kayıtsız Şartsız Allah’ındır
Hukm kelimesi, sözlük anlamı olarak yargı ve yargıda bulunmak anlamındadır. Kelime, bütün kökleriyle, taraflar arasında ister anlaşmazlık bulunsun, isterse bulunmasın, belirli bir konunun gerçek değerinin anlaşılması için, bu konuda yetkili kabul edilen bir makama başvurma mânâsını içermektedir. Kur’ân-ı Kerim’de de bu anlamda kullanıldığı görülmektedir. Hukm kelimesinin Türkçede “egemenlik” anlamında kullanılan “hâkimiyet” şeklindeki söylenişi ise, hüküm koyma, hüküm verme yetkisi, yüksek egemenlik anlamıyla Arapçada yenidir.
Çağdaş hukukçular, hâkimiyeti şöyle tarif ederler: “Belli bir ülke ve o ülkede oturan hakiki ve tüzel kişiler üzerinde kullanılan ve devlet kişiliğine bağlı olan, ondan ayrılmayan aslî en yüksek hukukî iktidar veya kudrettir.” Kısaca, “aslî ve en yüksek kumanda ehliyet ve yetkisi” şeklinde tanımlanabilir. Mevdûdî, hâkimiyeti tanımlarken şunları söylemektedir: “Siyaset biliminde bu terim; en yüksek iktidar ve mutlak iktidar anlamında kullanılır. Herhangi bir kimse ya da topluluğun hâkimiyeti elinde tutmasından maksat şudur: Onun her hükmü kanun mâhiyetini taşır ve kanun olur. Böyle bir kimse ülkesinde yaşayan fertlerin üzerinde hüküm yürütür ve sınırsız tercih ve yetkilerin sahibi olur. Onun yetki ve tercihlerini kendi irâdesi altında hiçbir şey sınırlandıramaz ve kısamaz. Bireylere verilmiş bulunan herhangi bir hak varsa, bu hak da ancak onun tarafından verilmiş olur. Hâkimiyeti elinde bulundurması sebebiyle herhangi bir kanun kendisini bağlamadığı için böyle birisi tam mânâsıyla kadir-i mutlaktır.”[1]
Mevdûdî’ye göre “bundan daha az kudret ve imkâna “hâkimiyet” denemez. Ancak böyle bir hâkimiyet, bugün artık farazî bir kavram haline gelmiştir. Alanı o kadar küçülmüştür ki, gerçek bir hâkimiyet veya siyaset biliminde kullanılan terim anlamıyla siyâsî hâkimiyet (politik egemenlik) dahi kalmamıştır.
[1] Mevdûdi, İslâm’da Hükümet, s. 421-422
Kur’an’a Göre Hâkimiyet Türleri:
Her kavrama kendine has bir yorum getiren İslâm dini, hâkimiyet konusunda da İslâmî olan ve olmayan ayrımını gözetir. Kurân-ı Kerim, İslâmî ve câhilî olmak üzere iki tür hâkimiyet olduğunu kaydeder:
“Yoksa onlar (İslâm öncesi) câhiliyye hükmünü (idaresini) mü istiyorlar? İyi anlayan bir topluma göre, hükmü, hükümranlığı Allah’tan daha güzel kim vardır?” (5/Mâide, 50)
Başka âyet-i kerimelerde, Allah’ın hükümleri dışında kalan hükümlerin “hevâ, tâğut, dalâlet, şer vb. hükümleri” diye adlandırılmaları İslâmî olmayan hükümler arasında mâhiyet farkından kaynaklanmamakta; aksine İslâmî olmayan hükümlerin câhilî olmanın yanında, diğer olumsuz nitelikleri de kaçınılmaz olarak taşıdıklarını ortaya koymaktadır. Bu âyette geçen “hüküm” kelimesi, yalnızca siyasal anlam taşımakla kalmamakta, her türlü “yargı”yı da kapsamaktadır. Böylece, İslâm’a göre yapılanmış ve her türlü değer yargısı İslâm’a göre şekillenmiş olan toplumun hükmü İslâmî; böyle olmayan toplumun hükmü ise câhilî hükümdür.
İslâmî anlamıyla hâkimiyetin dışında kalan her türlü hâkimiyet ve İslâm’ın değer yargıları dışında kalan her çeşit değerlendirmeye ad olan “câhilî hâkimiyet”in mâhiyeti hakkında İbn Kesir, sözkonusu âyet ile ilgili olarak şöyle der: “Cenâb-ı Allah, (bu âyette) her türlü hayrı kapsayan ve her çeşit şerden uzak tutan Allah’ın sapasağlam hükmünü bırakıp onun dışında kalan ve şahıslar tarafından Allah’ın şeriatine dayanmaksızın konulmuş görüş, hevâ ve ıstılahlara yönelen kimselerin bu davranışını reddetmektedir. Nitekim câhiliyye dönemi insanları da böyle yapıyor, kendi görüş ve hevâlarından ortaya attıkları dalâlet ve cehâletlerle hüküm veriyorlardı. Moğolların da yaptıkları bu idi. Onlar kendilerine yasak (yasa) koyan kralları Cengiz Han’ın hükümlerine göre yönetiliyorlardı. Bu yasağ(y)ı Cengiz, yahûdi ve hıristiyan şeriatlerinden, İslâm dininden ve başka dinlerden yararlanarak meydana getirmişti. Orada sırf kendi görüşü olan ve hevâsından kaynaklanan hükümler de vardı. İşte onun bu yasağı (yasası), soyundan gelenler arasında uyulan bir şeriat olmuştu. Onlar Allah’ın Kitabı ve Rasûlünün sünneti ile hükmetmeyi bir kenara bırakıp “yasak” ile hükmediyorlardı. Her kim böyle yaparsa o kâfirdir; Allah’ın ve Rasûlünün hükmüne geri dönüş az ya da çok hiçbir konuda onların dışında hiçbir şeyle hükmetmemek çizgisine gelinceye kadar onunla savaşmak farzdır.”[1]
Görüldüğü gibi, burada İbn Kesîr, İslâmî ve câhilî hükmün mâhiyetini açıklamış; kendi döneminde câhiliyye hâkimiyetine örnek olmak üzere de Cengiz Han yasalarını göstermiş; Allah’ın hükümlerini bırakıp câhilî hükümlere, hevâlara yönelenlere karşı takınılacak tavrı da gayet açık bir şekilde belirlemiştir. Bundan şunu anlıyoruz: Hâkimiyet konusu teorik olup pratik ve hukukî birtakım sonuçları olmayan yorumdan ibaret değildir. Bu konu, doğrudan doğruya Allah’ın hükümlerine iman ve bu hükümlere aykırı hiçbir hükmü kabul etmemek şeklinde uygulama ile, böylesini kabul etmeyenlere karşı hukukî birtakım uygulamaları beraberinde getiren bir anlayıştır.
[1] İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l Azîm, II/67
İslâm’a göre hâkimiyet ve sınırlandırılamaz egemenlik yalnızca Allah’ındır. Bu konuda bütün gerçek müslümanlar arasında tam bir fikir birliği vardır. Hüküm koymak Allah’a has bir yetkidir. Başkalarının bu konuda herhangi bir ortaklığı yoktur. Hiçbir kimsenin Allah ile birlikte hüküm koyması sözkonusu değildir. O, hükmüne hiçbir kimseyi asla ortak etmez (18/Kehf, 26). İslâm’da gerçeğin ölçüsü ve yegâne hak, Allah’ın Kitabı ve Rasûlü’nün sünneti olduğundan, herkesin bu hükümleri kabul etmesi gerekir. Kim kendiliğinden birtakım sözler ortaya koyar ve kendi anlayışına göre bazı kurallar ortaya atarsa ve bunu kendi anlayışı, hatta dini yorumlayışı sonucunda ileri sürerse, bu söylenenler Rasûlün getirdiklerine arz olununcaya kadar ümmetin ona uyması ve anlaşmazlıklarında onun hükmüne başvurması gerekmez. Eğer Rasûlün getirdikleri ile çatışmaz ve uygun düşerse, doğrulukları belgelenirse ancak o zaman kabul edilir; fakat Rasûl’ün getirdiklerine aykırı olursa o zaman bunların reddedilmesi gerekir (İbn Kayyım el-Cevziyye, Zâdu’l-Meâd, 1/38). Çünkü Yüce Rabbimiz mü’minlerin geçerli bir imana sahip olmaları için aralarındaki anlaşmazlıklarda Rasûl’ün hükmüne başvurmayı şart koşmakla kalmamış; içlerinde herhangi bir sıkıntı duymaksızın ve tam bir teslimiyetle, verdiği hükme teslim olmayı öngörmüş bulunuyor (4/Nisâ, 65).
Kısacası, Allah ve Rasûlü herhangi bir konuda hüküm vermiş ise, hiçbir mü’minin o konuda istediklerini tercih etme yetkisi yoktur (33/Ahzâb, 36). “Allah’ın, Rasûlü Muhammed’e indirdiğinden başkası ile hüküm vermek helâl değildir; çünkü hak yalnız odur. Onun dışında kalan bütün hükümler ise zulüm ve haksızlıktır. Bu zulüm ve haksızlıkla hükmetmek helâl değildir. Herhangi bir hâkim (yönetici veya kadı), bu helâl olmayan hükümle hükmedecek olursa verdiği bu hüküm ebediyyen geçersiz kılınır, onunla amel edilmez” diyen İbn Hazm (el-Muhallâ, 9/362), buna delil olarak da Kur’ân-ı Kerim’deki: “Ve onlar arasında Allah’ın indirdiğiyle hükmet…” (5/Mâide, 49) âyetini göstermiştir.
Yüce Rabbimizin hâkimiyetinin boyutlarını ya da İslâm’ın hâkimiyet yorumunu daha iyi anlayabilmek; diğer taraftan Allah’ın beşer üzerindeki hâkimiyetinin gerekçelerini kavrayabilmek için “Allah’ın hâkimiyeti”nin çeşitli yönlerine dikkat çekmek gerekir.
Allah, bu kâinatın biricik yaratıcısıdır. Gördüğümüz, göremediğimiz; bildiğimiz, bilemediğimiz her şeyi yaratan, mutlak yaratıcı O’dur. O’ndan başka yaratan yoktur. O aynı zamanda yarattıklarının Müdebbir’i, Rabbi ve Mâlikidir. Kâinatın kanunlarına, varlık âlemindeki bu düzenin işleyişine O’ndan başka hiçbir kimse müdâhalede bulunamaz; O’nun irâdesine aykırı hiçbir şey gerçekleştirilemez:
“De ki: Düşündünüz mü hiç; eğer Allah, üzerinize geceyi tâ kıyâmet gününe kadar aralıksız sürdürse Allah’tan başka size ışık getirecek bir başka ilâh var mıdır? Hâlâ işitmeyecek misiniz? De ki: Düşündünüz mü hiç, eğer Allah gündüzü üzerinizde kıyâmet gününe kadar aralıksız devam ettirse, içinde dinleneceğiniz geceyi Allah’tan başka getirecek bir başka ilâh var mıdır? (28/Kasas, 71-72)
Bütün olay, nimet ve cezalarıyla âhiret hayatı da Allah’ın mutlak hâkimiyeti içerisindedir. Kur’ân-ı Kerim, Yüce Allah’ın âhirette tecellî edecek olan mutlak hâkimiyetine dair sayılamayacak kadar çok buyruk ihtivâ eder.
“Kâfir olanlar, kendilerine kıyâmet gelip çatıncaya, yahut kısır bir günün azabı gelinceye kadar o Kur’an’dan şüphe içindedirler. O gün mülk Allah’ındır; onlar arasında O hüküm verir…” (22/Hacc, 55-56)
“O günde onlar (kabirlerinden) çıkacaklardır. Onların hiçbir şeyi Allah’a gizli kalmaz. ‘Bu gün mülk (hâkimiyet ve her şeyin mutlak sahipliği) kimindir?’ (diye sorar.) Kahhâr ve tek olan Allah’ındır. Bugün herkese kazandığı ile karşılık verilecektir. Zulüm yoktur. Bugün Allah hesabı çarçabuk görendir.” (40/Mü’min, 16-17)
c- Genel Olarak Değer Yargılarında Hâkimiyet:
Bilindiği gibi eşya ve olaylar hakkında belirli birtakım değerlendirmeler yapmak ve onlara karşı bu değerlendirmelere göre tavır takınmak, istemek, ya da uzak durmak ve arzulamamak sözkonusudur. Bu her zaman, her toplum ve kişide görülegelmiştir. Kısacası insan, hayrı ister ve arzular, şerden ve kötülükten de uzak kalmaya çalışır. Bu tavır ise, onun sahip olduğu ya da benimsediği değer yargılarının bir sonucudur. Kur’ân-ı Kerim; bir bakıma baştan sona bazı değer yargıları, bu yargılara karşı takınılan tavırlar ve bu tavırların sonuçlarına dair açıklamaların yer aldığı ilâhî mesajdır.
Değer yargılarını belirleme ve koyma yetkisinin mutlak olarak Yüce Rabbimize ait olduğunu vurgulayan bazı buyruklara işaret edelim: Haram-helâl kılma yetkisi yalnız Allah’ındır: “De ki: Allah’ın kulları için yarattığı süsü ve güzel rızkı kim haram kıldı?” (7/A’râf, 32) “Ey iman edenler, Allah’ın size helâl kıldığı hoş ve temiz şeyleri kendinize haram kılmayın ve haddi aşmayın, çünkü Allah haddi aşanları sevmez.” (5/Mâide, 87) Câhilî düzenlerde zamanla oluşan ve Allah’ın emir ve hükümlerine aykırı câhilî değer yargıları reddedilmiştir. (Bkz. 5/Mâide, 103). İslâm’dan önce çeşitli helâl ve haramlara dair birtakım değer yargılarından etraflı bir şekilde söz eden buyruklardan (6/En’âm, 136-149) sonra, Yüce Allah, Peygamberine bu uydurma değer yargılarını Allah’a atfeden kimselere şöyle seslenmesini emretmektedir: “De ki: ‘Allah şunu haram kıldı’ diye şâhitlik edecek şâhitlerinizi getirin. Eğer şâhitlik ederlerse sen onlarla şâhitlik etme…” (6/En’âm, 150). Bundan sonraki âyette de Yüce Allah, bütün bu konulardaki hükümlerini oldukça özlü bir şekilde açıklamaktadır.
Cenâb-ı Allah şu âyet-i kerimede ve benzerlerinde bütün kapsamı ve boyutlarıyla hâkimiyetin yalnızca kendisinin olduğunu dile getirmektedir:
“Hüküm yalnız Allah’ındır. O, kendisinden başkasına ibâdet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur.” (12/Yûsuf, 40).
Burada “hüküm” kapsamına kanunî ya da hukukî, şer’î hâkimiyetin girdiği şüphesizdir. Diğer taraftan Allah’ın hâkimiyetini kabul etmek ve dosdoğru din üzere bulunmak arasındaki ilişki de kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Nitekim başka âyet-i kerimelerde Allah’ın izin vermediği yasamalarda bulunmanın şirk ve bu şekilde yasama yapanların bu yetkilerini kabul edip karşı çıkmamanın da onları Allah’a ortak kabul etmek olarak vurgulandığını görmekteyiz (42/Şûrâ, 21).
Aralarında hüküm vermek üzere Allah’a ve Rasûlüne çağrıldıklarında, münâfıklar bundan yüz çevirdikleri halde, mü’minlerin tavrı, dinleyip itaat etmekten ibarettir (24/Nûr, 48-52). Kitab, yani Kur’ân-ı Kerim, Hz. Peygamber’e insanlar arasında hak ile hükmetsin diye indirilmiştir (4/Nisâ, 105). Allah’a ve Rasûlüne iman etmek iddiası ile birlikte tâğutun hükmünü isteyenlerin iman iddiaları geçersizdir. Tâğut ve tâğutun hükmü; “Allah’ın karşısına dikilen, ayaklanan, O’nun emirlerine zıt yeni hükümler icat eden her varlık, Allah’tan başka itaat edilmesi istenen her şey, kendisine ister bilerek ve isteyerek uyulsun; isterse zorla, tehditle boyun eğdirilsin, her iki halde de itaat edilen konumuna girmektedir. Bu nesnenin insan olmasının, şeytan olmasının, put olmasının, yahut da bunlardan başka herhangi bir şey olmasının önemi yoktur.” (Taberî, Câmiu’l-Beyan, 3/13). Allah’a iman ile tâğutun hükmüne başvurmak bir arada bulunamaz. Bu gibi kimselerin bu tavırları münâfıklıklarının tescilidir. Onlar Allah’ın ve Rasûlünün hükmüne yanaşmazlar (4/Nisâ, 60-61).
Kısacası, anlaşmazlık konuları Allah’ın ve Rasûlünün hükümlerine, bu hükümlerin çerçevesine havâle edilmedikçe ve bu hükümlere râzı olunup tam bir teslimiyetle uyulmadıkça, imanın varlığından söz edilemez (4/Nisâ, 65). Hz. Peygamber’in hüküm verme yetkisi ve ülü’l-emr ile müctehidlerin çıkardıkları Allah’ın hükümleri çerçevesi içerisindeki ilmî ictihadlarının; esasen Allah tarafından tanınmış ve sınırları tayin edilmiş olduğundan, bağımsız bir teşrî (kanun koyma) olarak kabul edilemeyeceğini ve Allah ile birlikte ve O’nun hükmüne eş değerde hüküm koymak yetkisine sahip olmadıklarını ayrıca belirtmeye gerek yoktur. Onların bu yetkileri, sınırları ile birlikte yine Allah tarafından tâyin ve tesbit edildiğinden, O’nun kanunî hâkimiyeti yine mutlaktır ve ortaksızdır.
Kanunî hâkimiyete siyasal alanda yürürlük kazandırmak ve onun geçerliliğini sağlamak olarak tarif edebileceğimiz “siyasal hâkimiyet”i elinde bulunduran makama İslâm’da “hilâfet” denilmektedir. Şânı yüce Allah, ilk insan -ve dolayısıyla onun soyundan gelecek olanları da- yeryüzünde halife olarak yaratmıştır (2/Bakara, 30; 35/Fâtır, 39). Halifelik, başkasının yerine, onun adına görev yapmak veya tasarruflarda bulunmak demektir. Halife ise, başkası tarafından kendi adına iş görmek üzere görevlendirilen kişiye denir. İşte bu mânâda bütün insanlar Allah’ın tâyin ettiği yeryüzünün halifeleridir. Allah’ın hükümlerinin uygulanmasının ise belirli bir yapılanmayı gerektireceği açıktır. İşte bu yolla Yüce Allah’ın hükümleri yürürlük kazanır ve siyasal hâkimiyeti uygulama alanı bulur.
İlk peygamberden itibaren insanların bir bakıma Allah’ın hâkimiyetini kabul etmek üzere dâvet edilegeldikleri, Kur’an’ın bize bildirdiği gerçeklerdendir. Ancak insanların zaman zaman birtakım tâğutların câhilî egemenlikleri altında yaşadıkları, onların hükümlerine isteyerek ya da istemeyerek itaat ettikleri de bir gerçektir. Aynı vâkıa ile insanlık, günümüzde de karşı karşıya bulunmaktadır. Hâkimiyet Allah’ın olmayınca, hükümlerde adâlet ve değer yargılarında isâbet olmayacağı, yani “sırât-ı müstakîm” üzere gitmeye imkân bulunmayacağı gibi; insanlığın şeref ve haysiyetine yakışmayan, insanı alçaltan birçok durum da sözkonusu olacaktır. Bunların bazısına âyet-i kerimelerin ışığında işaret edelim:
- a) Hâkimiyet Allah’ın olmayınca, egemenler ilâhlık ve rablık konumunda, egemenlik altında bulunanlar kulluk konumunda olurlar. Kur’ân-ı Kerim, hıristiyan ve yahûdi din adamlarını Allah’ın dinini değiştirip O’nun hükümlerine aykırı hüküm koymalarının kabul edilmesini, onları “rab olarak” tanımak şeklinde değerlendirirken (9/Tevbe, 31); Hz. Peygamber (s.a.s.) de bu durumun, din adamlarının Allah’ın hükümlerine aykırı olarak helâl ve haram kılmalarının kabul edilmesi sûretiyle ortaya çıktığını belirtmiştir (Tirmizî, Tefsîr (9. Sûre), 10). Nitekim Hz. Mûsâ (a.s.) da Firavun’un İsrâiloğullarını egemenliği altında tutmasını, onları “kul edinmek” olarak nitelendirmiştir (26/Şûrâ, 22).
- b) Allah’ın hükmüyle hükmetmeyenler, egemenlikleri çeşitli gruplara böler; onları zaafa düşürür; yeryüzünde fesat çıkartır, bozgunculuk yaparlar.
“Firavun, gerçekten o arzda azmış, halkını parça parça etmişti. Onlardan bir zümreyi güçsüz düşürüyor, oğullarını boğazlatıyor, kızlarını ise sağ bırakıyordu. O gerçekten fesatçılardandı.” (28/Kasas, 4).
- c) Câhilî hükümlerle hükmeden tâğutlar; egemenlikleri altında bulunan kimselerin olayları sağlıklı bir şekilde değerlendirmelerine imkân bırakmayacak şartlar oluştururlar; gerçekleştirdikleri kültür yapısı ve eğitim ortamı ile insanları sağlam ve gerçekçi yargılarda bulunmak imkânından mahrum bırakırlar:
“İşte (Firavun) bu şekilde kavmini küçümsedi (hafife aldı); onlar da ona itaat ettiler; çünkü onlar yoldan çıkmış bir kavim idiler.” (43/Zuhruf, 54)
- d) Alah’ın hâkimiyetini, dolayısıyla ulûhiyet ve rubûbiyetini reddedenler; egemenliklerini kaybetmek korkusuyla gerçeklerin anlaşılmaması, ulûhiyetlerinin sahteliğinin ortaya çıkmaması için özel çaba harcarlar:
“Firavun; ‘Ey ileri gelenler, sizin için benden başka bir ilâh tanımıyorum. Ey Hâmân; benim için çamur üzerine bir ateş yak ve bana bir kule yap ki, Mûsâ’nın tanrısına çıkayım; bununla birlikte onun mutlaka yalancı olduğunu da sanıyorum.” (28/Kasas, 38)
Allah’ın Hâkimiyetini Kabul Etmemek:
İrâde sahibi ve tercih yetkisine sahip olan insan, kâinatın Allah’ın hükmüne boyun eğmekte olduğunu da görmektedir. Bu evren içerisinde böyle bir yetki yalnızca insan için sözkonusudur. İnsan, diğer yaratıklardan ayrı olarak Allah’ın değer yargıları ile hukukî ve siyasî alandaki hâkimiyetini kabul etmekle de yükümlüdür. Allah’ın bu alanlarda hâkimiyeti karşısında mü’minin tavrı, Kur’ân-ı Kerim’de şu şekilde belirlenmiştir: “Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, iman etmiş her bir erkek ve kadına, o işte kendi istediklerini tercih etme yetkisi yoktur.” (33/Ahzâb, 36) Mü’minler, kendi aralarındaki anlaşmazlıkları Allah’ın ve Rasûlünün hükmüne başvurarak çözüme ulaştırmak yükümlülüğünde oldukları gibi; onların hükmüne de tam bir teslimiyetle boyun eğmek zorundadırlar (4/Nisâ, 59, 65). Allah’ın hükmünü kabul etmemek, O’nun hükmü ile hükmetmemek ise, insanı iman dairesinin dışına çıkarır; kâfir, zâlim ve fâsık yapar (5/Mâide, 44, 45, 47).
Kur’ânî çerçevesi ile tanımlamaya çalıştığımız hâkimiyeti bu çerçeve ve mâhiyeti ile kabul etmek, aynı zamanda İslâm Dini’nin tabiatının bir gereğidir. Müslümanın Kur’an ve Sünnetin açık hükümleri ile belirlenmiş olan ve imanî bir yansıma olarak kabul edebileceğimiz müslümanca mantık ya da anlayış da, -belirtilen çerçevesi ile- Allah’ın hâkimiyetini kayıtsız ve şartsız olarak kabul etmesi gerektiğini tartışılmaz bir şekilde ortaya koymaktadır. Bunun ilmî ve mantıkî gerekçelerini şöyle özetleyebiliriz:
- Allah, her şeyi yaratan, var eden, her bir varlığın var olmasını takdir eden, eşyayı ve eşyalar arası ilişkileri düzenleyen, bu ilîhî nizam/düzen içerisinde bu ilişkilerin devamını sağlayandır.
- İnsan da Allah’ın yarattığı bir varlıktır. Eşref-i mahluktur. Mükellefiyeti ve halifelik makamına getirilmiş olması, onun diğer varlıklardan farklı yanını, yerine göre üstünlüğünü ortaya koymaktadır. İnsanı halifelik makamında ve birtakım mükellefiyetlerle sınayan Yüce Allah, insandan emir ve hükümlerine, kısacası şeriatine uygun olarak yaşamasını istemiş, kendisinden başka varlıkları, gerek yaratıcılık, gerek emir, kanun ve hüküm koyma yönleriyle kendisine eş tutmamasını, yani şirk koşmamasını özellikle emretmiştir. Yani, Allah’ın hükümleri dururken başka hükümleri kabul etmek, ya da herhangi bir hükmü Allah’ın dininin alternatifi olarak görmek, Allah’a şirk koşma şekillerindendir.
- İslâm’a göre Allah, mü’minlerin velîsidir. Onların yâr ve yardımcısıdır. Dolayısıyla Allah, mü’minleri dünyada başıboş ve herhangi bir hususta kendi hallerine terk etmez, kendisinden başkalarına da muhtaç etmez. Yüce Allah’ın bizleri hayatımızın herhangi bir alanı için hüküm ve şeriat koymak zorunda bırakmamış olması da, Allah’ın mü’minleri velî edinmiş olmasının ayrı bir göstergesidir. Mü’minler de bu geniş çerçevesiyle Allah’tan ve Allah’ın velî edinilmelerini emrettiği kimselerden başkasını velî edinemezler. Mü’minlerin velîsi, ancak Allah’tır, Rasûlüdür ve samimi mü’minlerdir (5/Mâide, 55).[1]
[1] M. Beşir Eryarsoy, İslâm’a Göre Laiklik, Demokrasi ve Hâkimiyet, s. 91-107
Allah’ın İndirdiğiyle Hükmetme:
“Şeriat”, Kur’an ve sünnette geldiği şekliyle değişmeyen ve kaynağı vahiy olan dindir. Bu anlamda, Kur’an ve sünnet dinin asıllarıdır. Allah’ın hâkimiyeti, bilfiil, ilâhî teşrîde ve şeriatin içerdiği emirler, yasaklar ve kendisine inanan toplum açısından uygulanması ve uyulması gerekli hükümlerde geçerlidir. Kendinden çıkarılan kanunlar ve ictihadlar ve gereğine göre hüküm verme şeklinde şeriati anlatma, son tahlilde, şeriatin hükmünü kanun kalıbına dökücü yasama faâliyeti anlamındaki düzenlemeleri uygulayan, bu düzenlemeye uygun olarak yargılama yapan ve hükümlerini yürüten insanların elindedir.[1]
[1] Nevin A. Mustafa, İslâm Düşüncesinde Muhâlefet, 80, 87-88
Dünyevî talebi bulunmayan, yani şeriatini hâkim kılmak, şeriatine uygun hukuk, iktisat, ahlâk, devlet, sosyal hayat, toplumlararası ya da devletlerarası ilişkileri bulunan bir sistemi hâkim kılmak ve bunu insanlığın istifadesine sunmak talebi, gayreti, cehd ve cihâdı olmayan bir İslâm, yani tevhidi Allah’ı bir tanımaya indirgemiş ve diğer yönleriyle içi tümüyle boşaltılmış, hıristiyanvari bir kimliğe büründürülmüş; dünyayı Sezarlara, tiranlara, tâğutlara, laiklere, demokratlara terk etmiş bir İslâm anlayışı, teori olarak topluma kabul ettirilmekte ve pratikte gerçek dinin hâkim olmasına müsaade edilmemektedir. Câmileri kileseye, Diyânet memuru imamları papaza, hayata bakışı hıristiyanlığa benzetilen bir din… (Geniş bilgi ve örnekler için bkz. Bu Din Benim Dinim Değil, Abdurrahman Dilipak, İşaret Ferşat Y.). Böyle bir İslâm, Allah’ın dini olan İslâm değildir. Böyle bir İslâm’ın Allah’ın Rasûlüne gönderdiği ve sahih olarak bize kadar nakledilerek gelmiş İslâm’la ilgisi yoktur. Böyle bir İslâm’ın, adından başka İslâm’la en ufak bir ilgisi bulunamaz. Ancak, “her türlü sapıklık ve saptırmaya rağmen, Allah’ın Dini’ni doğru olarak anlayan ve doğru şekilde ortaya koyan bir kesimin kıyâmete kadar varlığını sürdüreceğini, onlara muhâlefet edenlerin, hak yol üzere bulunan bu kesime asla zarar vermeyeceğini” müjdelemektedir Yüce Peygamberimiz. Allah’tan, bu hayırlı zümreyi her geçen gün güçlü kılmasını ve bizleri bunlardan eylemesini niyaz ederiz.
Hıristiyanlık, Bizansın resmî dini haline gelip devlet dini haline dönüşünce, Hz. İsa hakkında uydurulan ve tahrif edilmiş İncil’e geçirilen: “Sezar’ın hakkını Sezar’a, Tanrının hakkını da Tanrıya veriniz” cümlesinde ifadesini bulan anlayış, insanı iki efendili ve iki efendisinin de buyruklarını yerine getirmek zorunda bulunan, efendilerinin buyrukları çatıştığında duruma göre birisini tercih etmek gibi oldukça zor ve hatta riyâkârca ya da ciddiyetsizce tutumlara mahkûm eden bir hal almıştı. Tevhidden teslise, adâletten zulme dönen Kilisenin tahakküm ve saltanatı giderek güçlenmişti. İşte Kiliseye karşı, Kilisenin zulüm ve zorbalığına karşı ayaklanan insanların tavırları laiklikle izah edilmeye başlandı.
Uzun tarihî süreç ve her türlü olumsuz gelişmenin sonucu olarak; insanın hayatın her alanında ve tüm ilişkilerinde dini dışlamayı ve dini yalnızca vicdana hapsederek o çerçeve içerisinde kalması şartıyla dine saygılı olduğunu ifade etmek erdemliliğini (!) esirgemeyecek hale gelmiştir. İşte “laiklik” denilen şey budur.
“Laik” (laic), din adamları sınıfı dışında kalan; “laiklik” de, dinin ya da din adamları sınıfının devletteki nüfuz ve etkinliğini uzaklaştırmayı esas alan siyasal düzen demektir. İlk anda laiklik, yalnızca siyasal boyutu olan bir yaklaşım olarak görülüyorsa da, herhangi bir düzen ve sistemin tek boyutlu olarak pratikte var olmasına, varlığını sürdürmesine imkân yoktur. İnsan, ruh ve bedeniyle, düşünce ve duygularıyla, yapıp ettikleriyle, zaaf ve meziyetleriyle, İç dünyası ve bu dünyasının kâinat ile olan ilişkileriyle, fert olarak ahlâkî, siyasî, fikrî ve amelî bütün ilişki ve yaklaşımlarıyla, ruhu ve kalbiyle, aklı ve vicdanıyla bir bütündür. Bu bütünün, hikmeti sonsuz Yaratıcımız’ın takdiri gereği kendi arasında muazzam bir dengesi, bir âhengi vardır.
İnsanın güç ve imkânlarının değişik alanlar olarak görülüp farklı mekân, makam ve güçler arasında paylaştırılması, insanın görünmeyen keskin bir kılıçla biçilmesi, bölünmesi anlamına gelir; insandaki tevhidi bozar. Bununla birlikte böyle bir bölünmenin sonsuza kadar bu şekilde kalmasına imkân görünmemektedir. Yani böyle bölük pörçük bir hayat ve böyle bir anlayış fıtrî değildir. Laiklik, tezine uygun olarak dinin siyaset alanından uzaklaştırılmasının akabinde, insanın eğitiminde, ahlâkî ve siyasî ilişkilerinde, bunları düzenleyen hukukunda, kâinat ve hayat yorumunda, bilime yaklaşımda, sanatsal ve edebî yorumlarında… da ister istemez kendisini gösterecektir. Yani, bütün bu ilişkiler ve ilişkilerin dayandığı her türlü kurum da zorunlu olarak temel alınan bu siyasal teze uygun şekil alacaktır.
Çünkü insanın bir bölümünü dünyevî saltanat ve siyasal otoritenin simgesi demek olan “Sezar”a teslim ederken; bunun dışında kalanını -artık ne kalıyorsa- Tanrıya teslim edip bu diğer bölümünün ilişkilerini onun buyruklarına göre düzenlemeye kalkışmasının imkânı yoktur. İnsan, bütünüyle ve her türlü ilişkisiyle, tek bir otoriteye teslim olmak zorundadır. Bunu ister açıkça ifade etsin, isterse de etmesin; ister durumun böyle olduğunun farkında olsun, isterse de olmasın, değişen bir şey olmaz. Yani “insanın içinde iki ayrı kalp olmadığı” (33/Ahzâb, 4) gibi, onun hayatında da iki efendiye, iki zıt otoriteye yer yoktur. İnsanın fiilen böyle bir kaos yaşamaya tahammülü olmadığından, pratikte de buna imkân olmadığından dolayı, dinin hayatın herhangi bir alanından uzaklaştırılmaya çalışılması, zamanla dinin hayatta en ufak bir fonksiyon icrâ etmemesi sonucuna kadar varmıştır. Hıristiyanlığın tarihi, bu iddianın tartışılmaz bir delili olduğu gibi, günümüz “İslâm dünyası” adı verilen ülkelerin durumu da bunun açık bir delilini teşkil etmektedir. Şöyle ki: Bu dünyada yer alan ülkelerin büyük bir çoğunluğunda laik uygulamalar sözkonusudur. Bunun resmiyette böyle olup olmaması, esas itibarıyla pratikte ciddî farklılıklar ortaya çıkarmamaktadır. Bu laik uygulamaların sözkonusu olduğu ülkelerde yaşayan insanların önemli bir bölümü, egemen düzeni ve uygulamalarını, onun benimsediği ve telkin ettiği dünya ve hayat görüşünü kabul edip onaylamakta, buna bağlı olarak, dinin emir ve hükümlerini umursamayan bir hayat sürdürmektedir.
Bunlardan ayrı olarak, kendilerine dayatılan bu düzeni hiçbir şekilde benimsemeyen, kendi irâde ve istekleriyle düzenin hiçbir kural ve hükmünü yerine getirmemeye çalışan, içten gelen bir istekle itaat etmeyen ve boyun eğmeyen, aslı itibarıyla düzen karşıtı ya da muhâlifi büyük kitleler vardır. Bu kitleler, şu ya da bu şekilde laikliği reddeden söylemlerini herhangi bir şekilde ifade etmeye kalkıştıkları takdirde egemen düzenin yasal olsun olmasın her türlü engellemesine, zulüm ve terörüne, cezalandırmalarına, komplolarına, işkence ve her çeşit zulümlerine -kurulu düzeni korumak ve laikliğin elden gitmemesi adına- mâruz bırakılmaktadırlar. Kısacası, bu ülkelerde egemen düzenlerin baskı ve terörü altında yaşayan insanlar, pratiklerinde din ve dünya işlerini ayrı ayrı ele alıp değerlendirmemektedirler. Çünkü buna imkân yoktur. Devletler ve yönetimler de yalnızca devlet yönetimini dinin müdâhalesi dışında bırakmakla yetinmemekte, aksine, yeri geldikçe, gerek gördükçe dine müdâhale etmekte, dini kontrol altına almaya, yönlendirmeye çalışmaktadırlar.
Laikliği temel alarak, şöyle bir itiraz ileri sürülebilir: “Laiklik zaten insanların ferdî hayatlarına karışmamaktadır. Laiklik denilen şey, yalnızca dinin siyasal alandan uzaklaştırılmasını hedef alır. Dolayısıyla ferdî planda kişinin dinin esaslarına riâyet etmesi ile etmemesi arasında laiklik açısından bir fark bulunmamaktadır.” Bu itiraza cevap şudur: Zaten laikliğin çıkmazı ve bütün laik ve beşerî düzenlerin göz önünde bulunduramadığı, dikkatten uzak tuttuğu nokta budur. İnsan her şeyiyle hatta insan ve evren birlikte âhenkli bir bütün teşkil etmektedir. Siz bu bütünü ayırıp farklı otoritelerin emrine vermeye kalkışacak olursanız, ayrılmaması gerekeni ayırmış, bölünmemesi gerekeni bölmüş olursunuz. Üstelik bu bölme ve ayırmanın pratikte gerçekleştirilmesinin imkânı yoktur. Ya sizin bu ayırmanız fıtrata ve eşyanın tabiatına aykırı olduğu için havada, temelsiz bir iddia olarak kalacaktır, ya da pratikte ortaya çıkan durum ile iddia arasında bir tutarsızlık olacaktır. Sözkonusu tutarsızlık ise, fiilî durumun kasdı aşması, hatta onu geride bırakması şeklinde ortaya çıkar. Laik tezin uygulaması siyasal alanı aşarak eğitim alanına, hukukî, iktisadî, ahlâkî alana da taşacak, insan, hayat ve kâinat yorumunu, sanat ve estetik anlayışını, yönelişlerini belirlemeye kalkışacaktır.
O halde laikliğin yalnızca siyasal bir çerçeve ve boyutunun bulunduğunu ileri sürmek, eğer bir kandırmaca değilse, asılsız bir iddiadan öte değildir. Sözün burasında ister istemez şunu da hatırlıyoruz: Laiklik, esas itibarıyla; din, akîde, düzen ve sosyal hayatın tümüyle Allah’tan alınması tezini teklif ve emr eden İslâm’ın tam karşısında yer almaktadır. Laiklik, Allah’tan başka varlıkların ulûhiyetini esas alan bir anlayış ve bir sistem olduğu halde; laikliğin dinsizlik anlamına gelemeyeceğini söyleyerek, hem laikliğin anlamını kaydıran, hem de işin içyüzünü bilmeyenlere sevdiren yaklaşımlar ve yorumlarla asıl laikliğin İslâm’da olduğunu ileri süren ve bunun için birtakım âyetleri hiç de ilgisi olmadığı halde delil diye gösterenler İslâm’ı saptırmakta, Hak Din’i tâğutî düzene koltuk değneği yapmaktadır. Belki iyi niyeti dolayısıyla bunun farkında değildir; ama vâkıa budur. Bu iki zıddın birleşebileceğini, bir kimsenin hem laik hem de müslüman olabileceğini iddia eden bazıları da müslümanları kendi siyasî yaklaşım ve emelleri doğrultusunda yönlendirmeye gayret etmekte, yani kurulu düzenin İslâm’la çatışan bir düzen olduğunun fark edilmemesini sağlamaya çalışmaktadır.
Laiklik, esas itibarıyla şeytana ibâdetin genel adıdır. İslâm’ın ya da Allah’a ibâdet yolunun tam karşıtı ve İslâm dışı bütün beşerî sistemlerin ortak bir adıdır. İslâm dini dışında kalan ve Allah tarafından asla kabul edilmeyecek olan bâtıl dinlerin bir diğer unvanıdır. Bu bakış açısıyla konuya baktığımızda, laik düşüncenin kendisinin karşıtı olarak kabul ettiği ve din adamları sınıfının ya da bir hükümdarın yönetimi altındaki insanların, Allah’ın indirdiği şeriat dışında, kendi hevâsını tanrının irâdesi olarak telkin eden, kabul ettiren ve dayatan sistem olan “teokrasi” de bâtıl bir dindir ve sonuç itibarıyla şeytana ibâdetin birçok türünden bir çeşittir. Bu bakımdan teokrasi de Kur’ân-ı Kerim gözüyle laiklikle ve diğer bütün bâtıl din ve rejimlerle aynı kefededir. Teokrasi, kendini ilâh sayan veya tanrıların temsilcisi olarak görenlerin idaresidir. Meselâ Firavunların idaresi, teokrasidir. Laiklik, teokrasiye alternatif olarak ortaya çıkmış olsa da, aslında her ikisi de temelde aynı kaynağa, insanı tanrılaştırmaya dayanmaktadır.
Kur’an, inanılan düzenin pratiğe yansımasını “ibâdet” diye adlandırmakta ve ibâdetin de ya Yüce Allah’a ya da O’ndan başka kime yapılırsa yapılsın, sonuçta şeytana yapılmış olacağını gayet açık ve en ufak bir te’vile yer bırakmayacak şekilde ifade etmektedir. Cennetlikler cennete, günahkârlar da cehenneme girdikten sonra Yüce Allah, cehennemliklere azarlayıcı bir üslûpla şu şekilde hitap edeceğini bildirmektedir: “Ey Âdemoğulları, Ben size; ‘şeytana tapmayın, çünkü o sizin apaçık bir düşmanınızdır, yalnız Bana ibâdet edin; işte dosdoğru yol budur’ diye açıklamamış mıydım?” (36/Yâsin, 60-61) Laiklik de, diğer beşerî rejimler gibi şeytana ibâdet yollarından bir yoldur. Müslüman ise, “dini yalnızca Allah’a hâlis kılmakla ve yalnızca Allah’a ibâdet etmekle” (98/Beyyine; 5, 39/Zümer, 2-5) yükümlüdür.
Günümüzdeki laiklerle Mekke devrindeki câhiliyye mensubu insanlar arasında temelde pek bir fark yoktur. Çağdaş laikler, 14 asır önceki müşriklerin halefleridir. “Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine ve Rasûlüne gelin’ denildiğinde onlar: ‘Atalarımızı üzerinde bulduğumuz yol bize yeter’ derler. Ya ataları hiçbir şey bilmeyen ve doğru yolda gitmeyen kimseler idiyseler de mi?” (5/Mâide, 104). Görüldüğü gibi, tavır ve yaklaşımlar arasında, günümüzdeki atalar ile câhiliyye Araplarının atalarının izini takip etme anlayışında fark yok. Değişen yalnızca yasaların konusu olan objeler ile bu yasaların konuluş şekli. Câhiliyye dönemi müşrikleri bir ya da birkaç kişiden ibaret olan atalarının izinden gitmekte ısrarlı olduklarını belirtirlerken, çağdaş câhilî laikler ise, yasamalarının alanını alabildiğine geniş tutmaktadırlar. Zaman zaman atalarının yolunun izlenmesinin gerektiğinden söz etseler bile, halk irâdesinden, demokrasiden, hukukun üstünlüğünden, hukuk devletinden, parlamenter sistemden… dem vurmayı ihmal etmezler.
Hayat ve inanç düzeni bir bütündür. İnanç düzenini vicdana hapsedip bırakmanın imkânı yoktur. İnanç elbette hayatı da düzenleme safhasına er ya da geç mutlaka geçer. İnsanların fert ve toplum olarak inançlarıyla bağdaşmayan bir hayat sürdürmelerine imkân yoktur. İnsan, ya inandığı gibi yaşayacak veya yaşadığı gibi inanacaktır; üçüncü bir yol yoktur. Bu, böyle olduğu gibi, hayatın belirli alanlarını belirli güçlerin emirlerine terk etmemiz ve bunun âhenkli bir şekilde sürüp gitmesini beklememiz mantıkla da bağdaşmaz. Fıtrata aykırı bir beklentidir bu. Nasıl ki kâinatta Allah’tan başka bir ilâh bulunsaydı, göklerin ve yerin düzeni bozulacaktı, ya da bu ilâhlar birbirlerine gâlip gelmeye çalışacaktı (23/Mü’minûn, 91; 21/Enbiyâ, 22). Aynı şekilde insan, hayatını da Sezar ile Tanrı arasında paylaştırmaya kalkışıp birisine dünyayı, öbürüne dini teslim etmeye, birisini vicdana ve câminin dört duvarı arasına hapsetmeye kalkışırken; diğerine de bütün alanlarıyla, hatta hayat ve kâinat yorumları, dünya görüşleriyle birlikte dünya hayatını verecek olursa, hiçbir şey yerli yerinde kalmaz, kalamaz.
Kimi zaman vicdanî kanaat ve câmide ortaya çıkan Allah’ın hâkimiyeti, o mü’minler tarafından hayatın her alanında aynı şekilde hâkim kılınmak istenecektir. Çünkü inancı ve dört duvar arasında yaptığı ibâdeti ona bunu emretmektedir. O, câmide ibâdet ettiği Allah’a aynı şekilde câmi dışında da itaat etmek zorunda olduğunu, bütün beşerî otoriteleri red etmekle yükümlü olduğunu, namazından, câmiden, kalbindeki vicdanî kanaatinden ya da imanından, Kur’an’ından, mutlak doğru söylediğine ve doğruyu getirdiğine iman ettiği peygamberinden öğrenmektedir. Kimi zaman da Sezar’ın ifadesi olan devlet, kendisi için belirlenen alanla ister istemez yetinmeyecek, vicdanî kanaat ve ibâdetlerin kendisi açısından tehlike arzeden bir hale geldiğini sezerek mantığına uygun müdâhalelerde, hatta çeşitli engellemelerde bulunacaktır. Ayrıca, kendi anlayış ve kanaatlerine uygun olarak kurumlarını şekillendirecek, bu kurumlarda irâdesine aykırı herhangi bir uygulama olmamasına, eğitim sisteminden ve hatta emrindeki câmi görevlilerinden kendi laik anlayışına ters insanlar yetişmemesine de dikkat edecektir. Yani Sezar, Sezarlığının herhangi bir şekilde tehlikeye düşmemesi, sonunu hazırlayacak herhangi bir gelişmenin olmaması için elinden gelen her türlü tedbire başvurmayı ihmal etmeyecektir. Toplumun laikliğe ters bir şekilde örgütlenmesine, yapılanmasına fırsat tanımadığı gibi, fertlerin de egemen laik düzeni her şeyiyle benimseyen kişiler olarak yetişmesini sağlamaya çalışacaktır.
Bütün bunların anlamı şudur: İnsanlar kendi irâdeleriyle inançlarını seçme imkânına erişemeyeceklerdir. Kendilerine dayatılan düzeni seçmekten başka ciddî bir alternatife sahip olmayacaklardır. Bu ise, laik düzenlerin dillerinden düşürmedikleri “fikir ve inanç özgürlüğü”nün, temeli olmayan, pratikte varlığından söz edilemeyen salt bir iddiadan ibaret olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Nitekim, laik düzenlerin yakın ve uzak geçmişteki uygulamaları ile halihazırdaki laik sistemlerin tümünün müslümanlara, inandığı gibi yaşamak isteyenlere yaptıkları uygulamalar, baskılar, bütün boyutlarıyla açık ve gizli devlet terörü bunun açık bir göstergesidir. İnsanın kalbinde, kafasında yer eden inanç ile yaşadığı hayat arasında mutlaka bir uyum sağlamak ve bunun arayışı içerisinde olmak, insan olmanın bir gereğidir. Laikliğin Sezar ve Tanrı ikilemi, fıtrata ve eşyanın tabiatına aykırıdır. O nedenle insanı böyle bir ikilemle karşı karşıya bırakmak, insanın insanlığına zulümdür. Âdil olan, insanın Kur’ân-ı Kerim’in açıkça ifade ettiği şekilde, iman ve küfürden istediği birisini tercih edebilecek hür bir ortamda bulunmasıdır, bunun sağlanmasıdır. İşte “dinde zorlama yoktur” hükmünün anlamı budur. Zaten bu ifadenin akabinde, “artık, doğru yol ile eğri yol birbirinden açık seçik bir şekilde ayırdedilecek hale gelmiştir.” (2/Bakara, 256) diye buyurulması da net bir şekilde bunu ifade etmektedir.
Hükmetmek hakkı Yaratanındır. Her şeyin yaratıcısı olan Allah, aynı zamanda yarattığı her şeyin varlığını sürdürmesi için gerekli kanunları da koymuş bulunmaktadır. İnsanlar ve cinler gibi mükellef yaratıkların dışında kalan bütün varlıklar, Allah’ın kendileri için belirlemiş olduğu yasalara ister istemez uymakta, Allah’ın kendileri için belirlemiş olduğu bu değişmez kanunların (sünnetullahın) dışına hiçbir şekilde çıkmamaktadır. İnsan ise, zaman zaman Allah’ın kendisi için tayin ettiği ve irâdesini ona uymak doğrultusunda kullanmasını, tercih etmesini istediği şeriatinin dışına çıkmakta, şeriati hayatının her şeyini belirleyici ve yönlendiricisi bir düstur kılmayı kabul etmemektedir. Böylelikle insan, başka birtakım mercilerin yasalarını, teşrîlerini kabul etmektedir. Kur’an, hukuk belirleme konumunda başka birtakım varlıkların kabul edilmesini, o varlıkları Allah’a şirk koşmak olarak değerlendirmektedir.
Laik yaklaşımın tek kusuru ve biricik musîbeti, din adamları sınıfı dışında kalanların Allah’ın şeriatine rağmen değer, yargı ve yasalar koymalarından ibaret değildir. Laik yaklaşım, zihniyet ve yöntemlerin, yaklaşım ve uygulamaların bir diğer musîbeti ve sakıncası, siyasetin dışında bırakıldıkları kabul edilen din adamları sınıfının da şu veya bu şekilde değer, yargı ve yasalar koymaya kalkışmalarıdır. Laik ülkelerdeki din görevlilerinin devlet memuru olması, maaşlarını ve emirlerini Sezarlardan alması, laikliğin din-devlet ayrımı iddiasında da samimi olmadığını göstermektedir. Dinin devlete ve hatta sosyal hayata hâkim olmamasına aşırı titizlik gösteren laik rejimler, dini devletin emrine ve yönlendirmesine vermekte sakınca görmemekteler. Bu yüzden laik devletlerde laik bir din, devlet dini ortaya çıkmakta, İslâm dışı ilkelerle uyuşan, ilâhî alanları son derece sınırlanmış, kuşa çevrilip tahrif edilmiş bir din ortaya çıkarılmaktadır. Deve kuşu misali, din özgürlüğü konusunda laiklik hatırlanırken; devletin dine müdâhale etmemesi konusunda ise, helvadan putları olan laiklik, laik rejimler tarafından yenilip yutuluvermektedir. Nasıl putperest düzenlerde put adına konuşan mâbet hizmetkârları, kâhinler ya da büyücüler, put adına tasarruflarda bulunuyor, çeşitli yasalar, yargı ve değerler vaz ediyor idilerse, laik sistemlerin din adamları sınıfı da aynı tasarruflarda bulunabilmekte, temsil ettiklerini iddia ettikleri dinin aslî mesajı ile bağdaşmayan hükümleri, kendi hevâ ve arzularına göre, inananlarına “din” diye takdim edebilmektedirler.
Kur’an, din adamlarının yaptıkları bu işin, dini red edenlerin yaptıkları işe mâhiyet itibarıyla uygunluğunu esas alarak, bunu da Allah’ın şeriatine rağmen teşrî diye nitelendirmekte, bu eylemde bulunmayı rablik iddiası, bu eylemleri meşrû kabul etmeyi de din adamlarını rab kabul etme olarak değerlendirmektedir.
“Onlar Allah’ı bırakıp hahamlarını ve rahiplerini, bir de Meryem oğlu Mesih’i rabler edindiler. Halbuki tek bir ilah’tan başkasına ibâdet etmekle emrolunmamışlardı…” (9/Tevbe, 31).
Haham ve râhiplerini nasıl rabler edindiler? Onları rab edinmeleri sonucunda onlara ibâdet şekillerinden herhangi birisiyle ibâdet etmedikleri muhakkaktı. Çünkü herkesin de bildiği gibi, yahûdiler de hıristiyanlar da din adamlarının önünde secdeye kapanmıyorlardı. İşte Hâtem-i Tâî böyle bir şey bilmediğini söyleyince, Hz. Peygamber: “Allah’ın hükümlerine aykırı olarak bilginlerinin helâlı haram, haramı helâl yapmalarına rağmen onlara tâbi olmalarının, bunu kabul etmelerinin onlara ibâdet etmeleri demek olduğunu” (Tirmizî, Tefsir (9. Sûre) 10) açıklamıştı.
İşte, Allah’ın şeriatinin tümüyle kabul edilmemesi halinde, fesat, şirk ve inkârın belli bir alana hasredilmesine imkân olmadığını, bu buyruklardan ve onların tanığı durumunda olan tarihte ve günümüzde yaşananlardan açıkça anlayabilmekteyiz. İnsanın Allah’tan müstağnî olması, O’na şu ya da bu şekilde muhtaç olmadığının iddiası diye de ifade edilebilecek olan laiklik, her bakımdan bir çıkmazdır, her yönüyle bir tutarsızlıklar yığınıdır. Laiklerin: “din gibi kutsal bir değeri, siyaset gibi bir çamura bulaştırmamak gerekir” şeklindeki dini himâye eden havârilikleri, en hafifinden bir riyâkârlık, iki yüzlülük olarak değerlendirilmelidir. Bu sahtekârlara demek gerekir ki: Dini dört duvar arasına ve vicdanlara hapsetmek, onun hayata hükmetmesini engellemek, dine yapılabilecek en büyük hakaret, ona karşı işlenebilecek en büyük zulümdür. “Siyaset”i bir çamur görmekte gerçekten samimi iseniz, ne diye o çamura gırtlaklarınıza kadar batmaktasınız? Çamurdan gerçekten kurtulmak istiyorsanız, kendinizi Rahman ve Rahim olan Allah’ın dininin şefkat ve müsâmaha, adâlet ve hakkaniyet, fazilet ve ahlâk simgesi kucağına teslim ediniz, kurtulursunuz…
Laiklik, geniş ve basit tanımı ile, dinin siyasal hayatın dışına itilmesi, din adamları sınıfının devletin siyasal hayatında din adına etkin olmalarının engellenmesi diye ifade edilecek olursa, peşinen şunu hatırlatmamız gerekmektedir: Evvelâ İslâm’da batıda bilinen şekliyle bir “din adamları” sınıfının varlığı sözkonusu değildir. Dolayısıyla böyle bir sınıfın din adına siyasal etkinliklerde bulunmalarından ve devletin siyasetinde aktif bir rol oynamalarından söz edilemez. Çünkü böyle bir sınıf yok ki, bu sınıfın icrâ edeceği fonksiyon kabul veya redde konu olsun.
İslâm inancına göre Allah her şeyi yaratandır. O, her şeyi bilendir. İnsanı yaratan olduğu gibi, her asırda, nelere muhtaç olduğunu, dünya ve âhirette mutlu olmasının nelere bağlı olduğunu tam ve en kâmil anlamıyla O bilir. Dolayısıyla O’nun insanların dünya ve âhiret mutluluğunun elde edebilmeleri için teklif ettiği düzen olan İslâm’da, dünya ve âhirette her bakımdan huzurlu olabilmeleri için insanların gerek duyabilecekleri her şey vardır. Bugün için gerek duymadıkları fakat zamanla ihtiyaç hissedecekleri şeyler de, günümüz müslümanları tarafından bilinse de bilinmese de, ellerinde bulunan Kur’an ve Sünnette yeteri kadarıyla mevcuttur. Kıyâmete kadar gelecek bütün insanların ihtiyaçları için de durum, aynen böyledir. Diğer taraftan, Kur’an’ın içeriğine gelişigüzel dahi olsa bir göz atılacak olursa, görülür ki, Kur’ân-ı Kerim müslümanların ibâdet ve âhiret hayatıyla ilgilendiği kadar, dünyadaki ilişkileriyle de ilgilenmiştir. Hatta dünyevî ilişki olarak değerlendirilen birçok alana dair açıklamaları, dinî ya da uhrevî ya da vicdanî olmakla nitelendirilen ilişkilere kıyasla daha etraflıdır.
Elbette İslâm, bu hükümler arasında laik bir düşünüşün etkisi ile ayrım yapmaz, dünya işi, âhiret işi; din işi, devlet işi gibi ayırmaları kabul etmez. Çünkü Kur’an, bunların hepsinin aynı şekilde ve hepsine ayrım gözetmeksizin müslümanların aynı önemi vermelerini ve aynı gayreti göstermelerini istemiş ve hepsini birlikte uygulamaya geçirmelerini emretmiştir. O yüzden İslâm’da dünya işi, âhiret işi yoktur. Her şey ibâdet ve cihaddır; ya Allah’a ya da tâğuta kulluk. Siyâseti ibâdet, ibâdeti siyâset olan bir dindir İslâm. Dini devletten ayırdığınızda devlet dinsiz; devleti dinden ayırdığınızda din, devletsiz ve güçsüz olur. Dinle devlet, etle kemik gibidir. Devlet, vücut ise, din de o vücudun canıdır, ruhudur. Bu ikisini birbirinden ayırmak, insanı/insanlığı katletmektir, cinâyettir.
Kur’ân-ı Kerim’de, meselâ miras hükümlerine, evlenme ve boşanmalara, alışverişe ve diğer akidlere, savaşa, suç ve cezalara dair açıklamalar, sözgelimi namaza ve hacca dair açıklamalara göre daha ayrıntılıdır. Ama hepsine riâyet etme gereği, aynı titizlik ve tâvizsizlikle vurgulanmaktadır. Kur’an’ın en azından bir defa, başından sonuna kadar ciddî bir şekilde anlamıyla birlikte okunması, bu sözün isbatı için yeterlidir. Durum bu iken, Kur’an’ın “Dinde zorlama yoktur” ilkesi ile, “Sen onlar üzerinde bir zorba değilsin” gibi buyruklarının İslâm’ın da laikliği kabul ettiğine delil olarak gösterilmesinin, gaflet değilse, ancak ihânetle izahı sözkonusudur. Safça, riyâkârca veya bazılarının münâfıkça niyetlerle bu tür delillendirmelere kalkışmasının ilmî değerinden söz edilemez.
Laiklik, Yasama Gücünün Bölünmesidir:
Eğer İslâm’ı, bütün muhtevâsıyla temsil eden bir terim ile ifade etmek istersek, hiç şüphesiz bunun için en uygun terim “Tevhid”dir. Tevhid de, yalnızca yaratıcı olarak Yüce Allah’ın bilinmesinden ibâret değildir. Aynı zamanda, mutlak hâkim ve mutlak kanun koyucu, mutlak müdebbir olarak da Allah’ın bir ve tek kabul edilmesidir. O’na hiçbir şekilde denk, eş ve ortak koşulmamasıdır. Laiklik ise, Allah’ın dünya hayatını ilgilendirdiği kabul edilen ve “siyaset” ya da “devlet işleri” diye ifade edilen alana herhangi bir şekilde müdâhale etmesine imkân tanınmamasıdır. Yani din adamları şahsında, dinin sosyal, siyasal, ekonomik, hukuksal ve hatta ahlâkî alanların tümünden uzaklaştırılmasını hedef alır. Hatta bu kadarla da kalınmayarak, hayat görüşü, kâinat yorumu, değer yargıları, estetik ve fikrî alanlarda, eğitim ve kültürel alanlarda da bu yaklaşım kendisini hissettirir. İster istemez, farkında olunarak veya olunmayarak bu yaklaşım, dinî değer, prensip ve yaklaşımları alan dışına iter, uzaklaştırır. Sonunda öyle bir durum ortaya çıkar ki, dinin herhangi bir alanda, hatta vicdan planında bile var olup olmadığı dahi tartışılacak bir konu haline gelir. Durum bu noktaya varsa da, varmasa da; İslâm, hayatın az yada çok, dar ya da geniş herhangi bir alanında, Allah’ın hükümlerine aykırı hükümlerin konulmasını onaylamaz. Böyle bir eylemi “şirk koşmak”la eş bir tutum olarak değerlendirir:
“Yoksa onların Allah’ın izin vermediği şeyleri dinden kendilerine şeriat yapan (kanun koyan, Allah’a eş koştukları) ortakları mı vardır?” (42/Şûrâ, 21)
Görüldüğü gibi, teşrî alanlarının, ya da hüküm ve değer belirleme alanlarının laik anlayışa göre açıkça ayrıştırılması ve birbirlerinden kesinlikle ayrılmaları, dinin devlet yönetiminden tümüyle uzaklaştırılması, laiklik için ne kadar vazgeçilemez ve sorunlu bir ilke ise; İslâm açısından da böyle bir ayrım, en dar sınırlar içinde kalsa dahi, Kur’an’ın kabul edebileceği, benimseyebileceği bir yaklaşım değildir. Laiklik, çok tanrılı olmak demektir. Câmideki ilâhın başka; sokaktaki, mahkemedeki, meclisteki… ilâhın başka olduğu bir düzendir. İslâm, ne kadar Tevhidi esas almakta ise; laiklik de o derece şirki esas alır. Tevhid ve şirkin bir arada bulunup barınmasının imkânından söz edilemez. Çünkü Kur’an, her alanda yalnızca Allah’a ibâdete dâvet eder ve bunu esas alırken; laiklik de diğer tüm beşerî düzenler gibi, şeytana ibâdet yollarından bir yoldur. Şeytanın insanları bölmeyi, darmadağın etmeyi esas alan ve dosdoğru yol olan sırât-ı müstakîm dışında kalan yollarından bir yoldur.
“Ve (de ki:) Şüphesiz ki bu, benim dosdoğru yolumdur. O halde ona uyun. Diğer yollara uymayın. Sonra o yollar sizleri O’nun yolundan ayırıp darmadağın eder. İşte sakınasınız diye size bunları emretti.” (6/En’âm, 153)
Müslüman her şeyiyle, her şeyini Allah’ın emrettiği şekilde ve Allah için yapan ve düzenleyendir.
“De ki: Benim namazım (haccım, kurbanım) ve diğer ibâdetlerim, hayatım ve ölümüm, âlemlerin Rabbi Allah içindir. O’nun ortağı yoktur. Ben, bununla emrolundum ve ben müslümanların ilkiyim.” (6/En’âm, 162-163)[1]
[1] M. Beşir Eryarsoy, İslâm’a Göre Laiklik, Demokrasi ve Hâkimiyet, s. 22-47
Demokrasi, bilindiği gibi batı kültürünün ürünü olan bir sistemdir. Batı medeniyetinin en önemli özelliği, insanın kendini ilahlaştırarak, tanrıya başkaldırı, nefse, hevâya ve şeytana tâbi olmaktır. Demokrasi anlayışında da bu özelliği görürüz: Yüce Allah’ın nizamını kabul etmeyip, yönetimde insanların hüküm koyması ve Allah’ın indirdiğini bırakıp kendi hükümleriyle kendilerini yönetmek istemeleridir. Bunu demokratların ifadeleriyle (daha doğrusu, hal dilleriyle) söyleyecek olursak: “Sen kim oluyorsun ey tanrı! Biz kendi hayatımızı kendimiz düzenleyebiliriz. Kendimiz düzenlemek için yöntemler buluyor ve uyguluyoruz” demekteler; dilleriyle veya tavırlarıyla. -Basite indirgeyecek olursak- demokratik söylemin içeriği ve anlamı işte budur. Haliyle, başka bir bâtıl gâye için, insanı/halkı putlaştırma amacıyla bâtıl tanrılara başkaldırılınca, hak ilâh olan Allah Teâlâ’ya da başkaldırılmış oluyor. “Hevâsını ilâh edinen kimseyi gördün mü? Onun koruyucusu (bekçisi, vekili) sen mi olacaksın?” (25/Furkan, 43) İster “hümanizm” adıyla, ister “demokrasi” ideolojisiyle, Batının anlayışı, insanı Tanrı yerine koymaktır; insanı, yani kendi hevâsını tanrılaştırmak. Batıda düşünce, inanış, ideoloji ve sistemlerin hepsi hakkında bu yargı geçerlidir; bu hüküm, ortak bir değerlendirmedir.
Batı uygarlığının karşısında İslâmî dâvet vardır. İslâmî mesaj, Allah’a başkaldırı yerine ibâdeti öngörür. Fakat birilerine de başkaldırmayı emreder. Bu da nefsi, hevâyı ve şeytanı kapsamına alan “tâğut”a başkaldırmaktır. “De ki: Şüphesiz ki bu, benim dosdoğru yolumdur. O halde ona uyun. Diğer yollara uymayın. Sonra o yollar sizleri O’nun yolundan ayırıp darmadağın eder. İşte sakınasınız diye size bunları emretti.” (6/En’âm, 153) Âyet-i kerime, gerçekten müslümanın hayatını, herhangi bir gedik bırakmaksızın tamamıyla Allah’a tahsis etmiştir. İşte Allah’a teslimiyet bu demektir. Ölüm ile noktalanıncaya kadar, hayatımızın tümünü, inanç ve kanaatlerimizden başlayarak tüm eylemlerimizi Allah için, Allah’a teslimiyet sûretiyle ortaya koyacağız. İslâm budur; böyle bir teslimiyettir.
Bütün siyasî sistemlerin, ideolojilerin olduğu gibi, demokrasinin de can alıcı noktası; hâkimiyet/egemenlik meselesidir. Yukarıda da belirtildiği gibi, hâkimiyet, daha ilerisi düşünülemeyen, siyasal bir güç ve etkinliği ifade eder. Yani siyasal güç ve etkinliğin, iktidar ve muktedir oluşun en ileri derecesini ifade eder. Bu en üstün kabul edilen otorite, kanunları yapar. Yöneticiler ona göre belirlenir. Yönetimin nasıl olacağını ve bu esasların ayrıntılarını o belirler. Hâkimiyet anlayışı itibarıyla İslâm bir tarafta, diğer bütün sistemler bir taraftadır. İslâm, hâkimiyeti mutlak olarak sadece Allah’ta kabul eder; Allah’ın hakkı olarak bilir. Bunun dışındaki diğer bütün sistemler, hâkimiyeti kimde görüyorlarsa ona göre isim alırlar.
Demokrasi, hâkimiyetin halkın elinde olmasının adıdır. Krallık, hâkimiyetin kralın elinde olmasıdır. Teokrasi, hâkimiyetin Allah adına konuştuğunu iddia eden din adamı sınıfının ya da kendini tanrı yerine koyanların elinde olmasıdır. Buna benzer diğer bütün sistemler de böyledir. Yani siyasî sistemler, hâkimiyeti elinde bulunduranlara göre tanımlanır ve ona göre isimlerini alırlar. Yalnız İslâm, hâkimiyeti Allah’ta görür, hâkimiyeti Allah’ın bir hakkı olarak kabul eder. Bunun dışındaki diğer bütün beşerî sistemlerin (dinlerin) özelliği ise, hâkimiyeti Allah’ta görmeyip insanda görmeleridir. Hâkimiyeti insanda görmek gibi ortak bir paydaya sahip olduktan sonra, bu insanların “kim veya kimler?” sorusuna verdikleri farklı cevaplara göre isim alsalar da, müslümana göre bütün bunlar tâğutî ideoloji ve şeytanî düzenlerdir.
Hâkimiyet noktasında demokraside yetki; halkın veya milletindir; Yani, toplumun geneli, egemenliğe sahip kabul edilir. Hangi inanca sahip olurlarsa olsunlar, fertler birbirlerine eşit olduklarına göre de, her bir şahıs, o hâkimiyetin bir birimine, bir parçasına sahiptir. Yani 70 milyonluk bir ülkede hâkimiyet, 70 milyon eşit parçaya bölünmüş demektir. Bunun Kur’ânî ifadesi 70 milyon ilâh kabul ediliyor, demektir. Herkes hâkimiyetin eşit bir parçasına sahip olduğundan, zamanı gelince hâkimiyet parçalarının sahipleri oylarını bir tarafta toplar ve ittifakın mümkün olmadığı halde, çoğunluğu teşkil eden parçaların toplamı doğrultusunda icraatlar yapılır, kararlar alınır. Bu noktada hâkimiyetin kullanılması gündeme gelir. Demokrasi, çok tanrıcı Grek kültürüne dayalı, ondan kaynaklanan bir sistemdir. Yani, irticânın esasıdır. Şu irticâya karşı dayatılmak istenen demokrasi, asıl irticânın kendisidir; asıl mürtecî de demokratlar. Çünkü onlar, kökü, tarihi itibarıyla eski Yunan’a kadar uzanan bir mürtecîlik yapıyorlar. Ondan da eski bir kökü var; şeytana kadar uzanan bir başkaldırıya kadar devam edip uzanıyor, kökleri oraya kadar varıyor, Allah’a başkaldırı ve şeytana itaat olan bir siyasî sisteme tâbi oluyorlar demokrat mürtecîler.
Demokrasi, halkın çoğunluğunun hâkimiyeti diye ifade edilse bile, bu iddianın kandırmacadan ibâret olduğu uygulamalardan anlaşılmaktadır. Demokrasilerde çoğunluğun ittifakı bile yoktur. Demokrasi ile yönetilen bir rejimde yaşayan insanların çoğunluğunun sözü nerede ve nasıl geçerli oluyor? Parti aritmetikleri içinde, % 25-30 oy alan her parti iktidar olur. Nerede çoğunluk? % 70-75 muhâlefette kaldı. Yani, demokraside demokrasi yoktur. Demokrasiler, kendi mantıkları açısından bile sağlıklı bir hâkimiyetin kullanılma yöntemini dahi icat etmekten âcizdirler. Şimdiye kadar Batıda ve coğrafyamızda birçok seçim sistemi uygulanmıştır. Ancak, bunların hiçbirisinin asgarî düzeydeki çoğunluğun irâdesini iktidar olarak yansıtabilecek yeterlikte olduğu ileri sürülememektedir. Demokrasi, uygulamaya geçtiği tarihten günümüze kadar, sadece iki partinin olduğu yerlerde bile, hiçbir zaman, hiçbir parti çoğunluğu sağlayarak iktidar olmuş değildir. Çünkü seçimlere katılmayanlar vardır; yönlendirilenler, kandırılanlar, halka sorulmadan aday gösterilenler, kendisini tam olarak temsil etmediğinden, mecbûren kendisine en yakın olduğunu sandığı veya ehven kişiyi seçmek veya küsmek zorunda bırakılanlar vardır.
Dolayısıyla demokrasi, uygulanması imkânsız bir tezdir, bir ütopyadır. Şimdiye kadar batı felsefelerinde ortaya çıkmış olan ütopyalardan bir ütopya. Fakat bu demokratik sihirbazlar, medya ve diğer imkânlar (bilim adamları, eğitim kurumları ve düşünürler) vâsıtasıyla, demokrasinin ütopya olma özelliğini insanların gözlerinden saklıyorlar. İnsanların bunu görmelerine mümkün mertebe imkân ve fırsat tanımamaya çalışıyorlar. Gerçeğin görülmesine sebep olacak herhangi bir şey olduğu zaman, birtakım oyalamalar icat edilerek insanlar onlarla meşgul edilir ve gerçeğe nüfuz etmeleri böylelikle önlenmiş olur. Kanaatleri samimi olarak kabul görmeyen azınlık ise demokraside her zaman bir küskünler kitlesi meydana getirir. Dolayısıyla yapılan uygulamalara bu muhâlefettekiler hiçbir zaman katılmazlar.
Bu eleştirilerimiz, demokrasinin kendi mantığı ile demokrasiye bir reddiyedir. Görülüyor ki demokrasi, hiçbir zaman için demokrasiyi savunanların ileri sürdükleri gibi, insanlığın en ideal sistemi, ya da en az yanlışı olan sistemi olamaz. Çorçil’e atfedilen bir söz vardır. “Demokrasi, dünyadaki en güzel ikinci sistemdir.” Sormuşlar; “demokrasiyi neden ikinciliğe indirdin?” diye. “Birincisi yok ki!” diye cevap vermiş. Gerçek öyle değil; demokrasi öyle ikinci, üçüncü sıradaki bir düzen filân değil; bir curcunadan ibârettir. Eflâtun’un tâbiriyle; “demokrasi, şarlatanlar düzenidir.” Demokrasinin babası sayılan Jan Jack Russo da benzer bir şey diyor: Demokrasiyi uzun uzun anlattıktan sonra; “Emil” adlı kitabında “doğrusunu söylemek lâzımsa” diyor, “insanlar kendi kendilerine kanun yapamazlar. Bize kanunlar verecek ilâhlar lâzım.”
İnsan hayatı çok yönlü ve çok boyutludur. Bütün bu yönleri ve boyutları ile insan hayatını tamamıyla kuşatmış hiçbir beşerî sistem yoktur. İnsan hayatını bütünüyle kuşatmak iddiasında olan beşerî hiçbir ideoloji ve dünya görüşü de ortaya çıkmamıştır. Sadece İslâm, insan hayatını bütün yönleriyle ve boyutlarıyla kuşatmayı hedeflemiş ve gerçekten kuşatmış kâmil bir din hüviyetine sahiptir. Sadece İslâm, inanç, davranış, sosyal ve siyasal düzen, ahlâk, dünya görüşü ve âhiret anlayışı, düşünce ve yaşama biçimi, insanın kendisiyle, çevresi ve Rabbiyle tüm ilişkilerini tanzim eder. Tüm bu alanlarla ilgili kuşatıcı hükümler koyar. Bütün beşerî ideolojiler, tüm ahlâk görüşleri, sosyal ve siyasal insanî görüşler, hangisi olursa olsun, İslâm’ın bakışına göre esas itibarıyla birer dindir. Fakat bu dinlerin hiç birisi insanın hayatını bütün boyutlarıyla kuşatmak iddiasında olmadığı için bazen müşterek birkaç beşerî ideoloji veya beşerî din bir araya gelir ve insan hayatını kuşatmaya çalışırlar. Beşerî sistemlerin herhangi birisini bir yerde kabul ettiğiniz zaman, siz sadece o kadarıyla hayatınızın tamamını tanzim edemezsiniz.
Hayatınızın diğer açıklarını, diğer yönlerini de uygun göreceğiniz veya o kabul ettiğiniz sistemle uyuşabilecek başkalarıyla doldurursunuz. Bütün beşerî sistemlerin en büyük ortak paydası ise, laikliktir. Siyasî hayatınıza demokrasiyi getirip hâkim kıldığınız takdirde, hukukunuz ne olacak? Ahlâkınız, iktisadî ilişkileriniz ne olacak? İşte bu noktada, demokrasi bütün bunları “hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” diyerek millet ve milletin yetkili gördüğü kimseler yoluyla temsili sûretiyle, temsilî sisteme uygun olarak seçilen kimseler aracılığıyla bu sorunları çözmeye çalışır. Temsil yetkisine sahip bulunan kişi ve kurumlar, onların hukukunu belirler. Hukukun bünyesi içerisinde iktisadî ilişkileri ortaya koyar. Bunların sonucu olarak bir ahlâk anlayışı da oluşur. Toplumsal hayatın gerekli diğer bütün kurumları bu yapı ile uyumlu olarak ya da en azından çelişki arzetmeyecek şekilde ortaya çıkar.
Bütün sistemler ilk ortaya konuldukları zaman, hangi çerçeve için konulmuş olurlarsa olsunlar, sadece orada kalmazlar; insan hayatının tamamını kapsarlar; en azında pratikte bu böyledir. Hiçbir beşerî sistem, kâmil olamaz ve insanlar, beşerî sistemlerde deneme yanılma yoluyla mesafe alabilirler. O bakımdan beşerî sistemler esas mâhiyetleri itibarıyla bir yaz boz tahtasıdırlar. Bunu, içinde yaşadığımız beşerî sistemin meselâ kanunlarında çok rahat bir şekilde görebiliriz.
Beşerî Sistemlerin Dünyevîliği; İslâm’ın Uhrevîliği:
Beşerî sistemler eksiklerini başka sistemler vâsıtasıyla tamamlasalar bile âhirete yönelik hiçbir şey söylemezler. İnsanın ölümünden sonrasıyla ilgilenmezler. Dolayısıyla beşerî sistemler ne kadar ileri olurlarsa olsunlar, ilgilendikleri özel alanda bile mükemmel olamazlar ve insanın ölümden sonraki hayatı için bir şeyler verme iddiasında bulunamazlar. Müslüman ise, âhireti hesaba katmadan en ufak bir davranışta bulunamaz. Müslüman, dünya hayatıyla âhireti hedefleyendir. Dünyadaki olumlu veya olumsuz gelişmeler, imtihan kabul edildiğinden, müslümanın istikameti üzerinde etkili değildir.
“Tâ ki, elde ettiğinizle sevinmeyesiniz, kaybettiğiniz dolayısıyla da üzülmeyesiniz.” (57/Hadîd, 23)
Dünya hayatında ele geçirdiklerimize sevinmeye değmez; kaybettiklerimiz için üzülmeye değmediği gibi.
Önemli olan, müslüman olarak kişinin kendi sorumluluğunu yerine getirmesidir. Müslüman için en mühim şey, amellerinin sâlih olması, eylemlerinin kabul edilecek vasıfta bulunmasıdır. Bu gerçekleşince, önde veya arkada olmak önemli değildir. Netice almış, dünyada başarılı olmuş veya mağlup düşmüş, marjinal kalmış, hiç önemli değildir. Bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur: “Kıyâmet gününde kimi peygamber yanında iki üç mü’minle birlikte gelecek.” Yani iki üç tane, hatta tek başına gelen peygamberleri biz marjinal kaldı diye dâvetlerini tebliğ etmede kusurlu davrandıklarını mı kabul edeceğiz? Nuh (a.s.) 950 yıl istikamet üzere yaptığı tebliğde dünyevî açıdan netice alamadı veya çok küçük bir sonuç aldı diye, yaptıklarını küçümseyecek, marjinal kaldı diye tenkit edebilecek miyiz?
Dolayısıyla biz hakkı ve hakikati başarılarda, çoklukta, azlıkta, önde ve arkada olmakta değil; Allah’ın kitabına ve Rasûlün sünnetine mutabakatta ararız. Allah’ın Kitabına ve Rasûlün sünnetine uygun oldumu bir iş güzeldir; neticesi dünyevî olarak hiç olsa bile. Önemli olan Allah’ın vereceği değerdir. Dünyevî sonuçları Allah verirse ne âlâ, vermezse vermez. Hayatımız ve ölümümüz, Allah için olabiliyorsa, netice odur. İşte bu anlamıyla hayatı kuşatan biricik sistem, kâmil din, sadece Allah Teâlâ’nın dinidir.
İslâm’ın Eksizliği ile Beşerî Sistemlerin Yetersizliği:
Bütün beşerî sistemler eksiktir, parçacıdır. Çözüm getiremeyişleri, insanları mutluluğa ulaştıramayışları, bunun en açık göstergesidir. Kendilerinin kendileri için belirledikleri hedefleri dahi gerçekleştiremeyişleri bir tarafa, müslüman olarak bizim onlara yönelteceğimiz en büyük eleştiri, bu sistemlerin eksik olduğuyla ilgilidir. Bu sistemler, yamalı bohçadır; insanı kuşatamazlar, kâmil din olamazlar, âhiretle ilgili söyleyecek sözleri de yoktur. Yalnız Allah’ın dini olan İslâm’dır, hayatı bütünüyle kuşatan, dünyayı ve âhireti içeren. Mevcut sistemler bize Allah’ın rızâsını kazandıramaz. Dolayısıyla biz, insanların tümüne Allah’ın rızâsının nasıl kazanılacağını öğretmeyi, böyle bir yükümlülüğü üzerimize almış kimseler olarak ortadayız.
İslâm’ın kemâli vahye dayalı olmaktan kaynaklanır. Buna karşılık batının zevâli, böyle bir dinden mahrum oluşundan kaynaklanmaktadır. Felsefeleri, ideolojileri, rejimleri ve hevâları hepsi şeytanın insanlara telkin ettiği lehviyattandır. Kur’ân-ı Kerim’in belirttiğine göre şeytanlar da dostlarına telkinatta bulunurlar. Demek ki dünyada ezelden beri, Âdem (a.s.)’den beri, iki şey çarpışıp durmaktadır. Allah’ın vahyi ve şeytanın, dostlarına telkin ettiği vahiyler; Hak ile bâtıl. İslâm’ın kemâlinin bir neticesi olarak İslâm, her zaman ve mekânda bütün insanlığın her türlü ihtiyacını karşılayabilecek vasfa sahiptir.[1]
Çokluk veya çoğunluk, ya da çoğulculuk denildiğinde, temelinde yatan birey, yani bir tek insandan bahsedildiği bilinmelidir. Bir’inde doğruları veya eğrileri tesbit yetkisi bulunmayanların çoğunluğunun nasıl bu yetkiye sahip olabildikleri hâlâ açıklanamamıştır. Sadece sıfırların veya yalnız eksilerin yanyana gelmesiyle tatmin edici rakamların veya artıların çıktığı, çıkabildiği izah edilememiş bir kandırmacadır. Yol göstereni bulunmayan insanın şaşkınlık içinde kaldığını, bilmediklerinin öğretilmemesi halinde bir şey bilmez durumda devam ettiğini her ne hikmetse düşünemeyen insan, bir Rabb’e (eğitici, terbiye edici mürebbî’ye) hep ihtiyaç duymuştur. Bütün mesele, bu mürebbînin (terbiyecinin) kim olması gerektiği hususudur. İşte insan bu noktada hep yanılmış, bir türlü gerçek terbiyecisini bulamamış, insana acıyan yaratıcısı merhameti ile ona sürekli olarak terbiye esaslarını bildiren elçileriyle yol göstermiştir. Çoğunun, çoğunluğun bu yolu kabul etmemesine, hevâsına uymasına rağmen yaratıcı Allah tekrar elçiler göndermiş ve kullarına gerçekten acıdığını, mağfiret ediciliğini göstermiştir. Kur’an bu yol göstericiliğin en son eseri olarak elimizde, önümüzdedir.
Birçok âyetinde, hevâsına tâbi olan insanın nasıl azgınlaştığını, kendi dengesini nasıl bozduğunu, sağlıklı bir ruh yapısına sahip olamadığını açıklayan Rabbimiz (terbiyecimiz) Allah, kendini bozanın çevresini de bozduğundan defaatle söz etmekte, yeryüzünü ifsâdından bahsetmektedir. Yeryüzü, halîfelik görevinin icrâ edileceği, îmar ve ıslah tavrıyla yaklaşılması gerekn insanın bir çevredir. İnsan, bu çevre ile vardır. İnsan, doğasını, ancak, bu doğanın sahibince bildirilen esaslara uyarak koruyabilir. Korunamamış doğa, ister insan tabiatı olsun, ister insanın içinde yaşadığı ortam olsun, insan için sağlıksız bir ortam olarak kişiliğini koruyamamanın, giderek korkmanın, kokuşmanın ortamı olacaktır. Öyle de olmuştur.
Analarının karnından bir şey bilmed halde çıkarılan insanların, çıkışlarını takip eden bir süre sonra “küllü şey’in kadîr” bir varlık haline dönüşmesi mümkün değilken, insanın temel yanılgısı, böyle olabildiğini sanması, yani kendini, hevâsını, kendi gibi insanları tanrılaştırmasıdır. Bu sanı ve değerlendirme, insanı azgınlaştırmakta; tuğyânı, bağyi ve fesâdı giderek kendinden çevresine, çevresinden kendine ve diğer insanlara yönelmiş; yaşadığı dünyayı, içinde kendisi de bulunduğu halde berbat etmektedir.
Kaynağı insan aklı olan, bu aklın yaşadığı ortamdan etkilenmişliğinin ürünü olan fikirleriyle biri, diğerinden farklı yerlere varan akılların çoğunluğunun veya azınlığının varacağı yer, kendine ters düşen yerdir. Kendini yadsıyan yerdir. İnsanı kendinden uzaklaştıran, kendinin farkına varmasını engelleyen yolda kullanılan akıl, insanoğlu var oldu olalı kendi başına doğru yolu bulamamıştır. Ancak Yaratan Rabbi insana sırât-ı müstakîmi, bu doğru yolu göstermiştir.
“Ne yapacağını bilmez halde bulup da doğru yolu göstermedi mi?” (93/Duhâ, 7).
İnsan, kendine gösterilen yolu bile koruyamazken, bu yoldan ayrılmamayı bile beceremezken, kendi başına tümüyle doğru bir yol bulmasını ondan beklemek, olmayacak şey beklemektir. Zaten kendi de, kendi bulduğu yoldan memnun olmamış, olamamıştır.
Aklını, hevâsını tanrı edinen insan, bu tanrısından râzı değildir. Aklın ve arzuların tanrı kabul edildiği demokrasiler, insanların kendiğe gelmelerini önleyen bir uyuşmuşlukla, kendilerine gelmelerini engellemektedir. Afyonun insanı uyuşturduğu gibi insanları uyuşturan, bu uyuşturup uyutmada müzik, futbol ve medyadan da yararlanan demokrasiler, onlar için yalnız ekonomik insan, seksolojik insan tanımı getirebilmekte, insanı bir türlü bu yönleri de bulunan ama, asla bunlardan ibaret olmayan bir varlık olduğunu görebilmesine imkân bırakmamaktadır. Demokrasiler insanları; insan olmaktan, insanlıklarının farkına varmaktan alıkoyan insanların önünde aşılması güç bir büyük engel olarak durmaktadır. Bu engeli aşamayan insanın, insanlığının farkına varabilmesi mümkün değildir.
Çokluğu da, çoğunluğu da, çoğulculuğu da demokrasi bütününe güvenmemesi için yaşamının sağlamasını yapmakla varacağı nokta, insana, kendinin farkına varmasına yardımcı olacaktır. Teslim olmadan, bir rabbe kul olmadan yapamadığı görülen insanın, teslim olmaması değil; kime ve neye teslim olacağı ile ilgili tercihleri sözkonusudur. İnsan, “kendi hevâsına mı, başkalarının (çoğunluğun) hevâsına mı, yoksa Allah’a mı teslim olmalıdır?” sorusuna verilecek isâbetli cevap insanın ufkunu açacaktır. Açılan şuuru, insanın bütünü görmesini, kendinin farkına varmasını sağlayacaktır. Önü açılan insanın görebildiği bütün karşısında yapacağı seçim elbette daha isabetli olacaktır. Hayat, kendisine hayat verene teslim olmakla anlamlanacaktır. Teslim olamadan yapamayan insan, en güvenilir (el-Mü’min) teslim olmakla (müslümanlıkla) ancak tatmin olabilir.[2]
[1] M. Beşir Eryarsoy, İslâm’a Göre Laiklik, Demokrasi ve Hâkimiyet, s. 53-90
[2] Ercümend Özkan, İnanmak ve Yaşamak, c. 2, s. 147-150
“Ver oyunu, gör oyunu!” “Kim daha oy alıyor/oyalıyor?” “Oy, oy!” diye halktan rey dilenenler, iş başına geçtiklerinde halkı “of, of!” diye inletirler. Buna rağmen oyun devam eder. Demokrasi sâyesinde insan, ısırıldığı delikten bir değil; on kez ısırılır. Tahterevallidir demokrasi; partilerin biri iner, biri çıkar. Ama bu tahterevallinin üzerine binilip oturulan yerinde gıcırdayan tahta kalas değil; inleyen halk vardır. Hangi doktrin, rejimde hâkimse, onun koyduğu kurallar işlemekte, hâkim gücün çarkının işlemesi için halkın desteğine ihtiyaç duyulduğundan, senaryosu önceden yazılmış oyunda, halka sadece figüran roller verilmektedir. Halkın seçmek mecbûriyetinde olduğu düzenin memurları, isteseler bile hâkim gücün/derin devletin sistemini değiştirme hakkına sahip olmadıklarından, halkı temsilen seçilenlere düşen iş, mevcut sistemin çarkının başında durmaktan öteye gitmez. Bu olayda halka düşen ise, düzenin bazı yerlerine idareciler tâyin ederek onların suçuna ortak olmaktır.
Demokrasi bir yönetim biçimidir; yönetimleri belirleme biçimi değil! Kendisi bir düzendir; başka düzenlere kapı değil! Davul tutanları seçme işidir; tokmakları değil! Egemen güçler tarafından kuralları belirlenmiş oyundur; oyun kurallarını belirleme işi değil! Demokrasi, kitabına uydurma rejimidir; Kitab’a uyma değil! Demokrasi ile disiplini esas alan rejimler arasındaki fark, önemsizdir: Totaliter rejimlerde kral veya general; “Ben böyle istiyorum!” der; Demokrasi ise, “sen böyle istiyorsun!” der.
Din kurumlarının bağımsız olmadığı düzen nasıl demokrat olabilir? Anayasanın bazı maddelerinin değiştirilmesi teklif bile edilemez, halk kendi istediği sistemi seçemez, kurulu düzenin uygulayıcıları olarak kendi önlerine çıkarılan isimler arasında bir tercih yapmak, içinde kendine benzeyen bulamadığı için dayatılan adaylardan ehven-i şerri tercih etmeye çalışırsa, buna oyun denilmez mi? Halk idaresi diye, halkın inancına, yaşayış ve ahlâkına saldıran düzenin adıdır bu ülkede demokrasi. Başta Kemalizm ve onun ilkeleri olmak üzere, laiklik vb. tabuların bulunduğu düzen, nasıl halkın yönetimi olabilir? Demokrasilerde egemenlik kayıtsız şartsız paranındır, medyanındır, derin devletindir; ama halkın değildir. Halk, rüzgâr ne yönden esiyorsa onun gücüyle savrulan yaprak gibidir. Ulusal ve uluslararası istihbârât örgütleri, kartel ve holding patronları, siyonizm, ağalar, şeyhler, hizmet adı altında devlet rüşvetleri, reklâm, aldatmaya dayalı propaganda, seçim kanunu vb. adla seçim hile ve aldatmacaları, büyük partilerin devlet yardımı vb. yollarla avantajları… bütün bunların halkı yönlendirmediğini kim iddia edebilir? Öyleyse, gerçekten halk mı yönetiyor halkı?
Güçlünün hâkim olduğu rejimin adıdır demokrasi. Çağdaş bir masaldan ibarettir. Her ne kadar tersi iddia ediliyor olsa bile, seçenlerin ve hatta seçilenlerin değil; seçtirenlerin ve derindekilerin irâdesi önemlidir. Demokrasi, bir Truva atıdır. Halka, oy vermeme hürriyeti bile vermeyen çağdaş dayatma rejimidir. %51 delinin % 49 akıllıya gâlip getirilmesinin adıdır. Müslümanla kâfirin, mücâhidle İslâm düşmanının, âlimle câhilin, aydınla avamın eşit olduğu adâletsiz rejimin adıdır demokrasi. Demokrasi açısından, oy veren insanlar, eşit olmasına eşittir, ama bazıları daha çok eşittir. Elli bir pirenin kırk dokuz file gâlip getirilmesidir demokrasi. Kazanan ve kaybedenin maçtan önce belli olduğu şikeli bir karşılaşmadır. Hakka rağmen halk idaresi olmasının yanında; aslında halka rağmen egemen çevrelerin halkın inancına ters dayatmalar rejimidir. Teorisiyle pratiği birbirine bu denli ters bir anlayış, başka hiçbir ideolojide bu kadar sırıtmaz.
Kimler parti kurabilir? Partiler kanunu, hangi mecbûriyetler getirmektedir? Meselâ İslâm partisi kurulabilir mi? Hani, halkın idaresi idi demokrasi; ya halk İslâm’ı istiyorsa? Buna fırsat vermeden, yolu açmadan halkın isteyip istemediği nasıl belli olacaktır? Kimleri seçebilir vatandaş? Partiler ve adaylar her görüşe açık mıdır? Rejim, Atatürk ilkelerini tâvizsiz uygulamaya çalışır. Gerçekten halk mı istemektedir bu kadar heykeli? Halk Kemalist midir de, halkın yönetimi denilen demokrasi rejiminde yönetim onun ilkelerinin dışına çıkamaz? Halkın inanç ve ibâdetleri, halkın seçtiği yöneticilere ve onların yönettikleri düzene ne kadar yansıyabilmektedir? Halkı etkilemede medyanın, propagandanın ve kaynak olarak paranın gücü nedir?
Ve bir düdük öttürülünce halkın irâdesi ne durumlara düşmektedir? Demokrasi, demokrasinin raylarına oturtulmak adına katledilerek demokratik (!) darbeler yapılır her on senede bir. Demokrasiye kimler ve ne adına balans ayarı yapmaktadır? Partileri halka rağmen kim kapatmakta ve kapatmakla tehdit etmektedir? Bunun demokrasi ile neresi bağdaşmaktadır? Milyonlarca oyu kim, hangi gerekçeyle geçersiz/etkisiz saymakta, daha az oya daha büyük yetkiyi kim, nasıl vermektedir? Demokrasi ile ilgili bu tür sorunları ve soruları çoğaltmak mümkün…
Kapitalizmin sömürüsünü perdeleyen bir simgedir demokrasi. Demos-kratos: Yunanca; Halkın yönetimi anlamına geliyor, yani halkın hâkimiyeti. Batılıların helvadan putudur demokrasi; istedikleri zaman yiyip yutarlar. Batılılar niçin Kuveyt’te, körfez ülkelerinde, Suudi Arabistan’da vb. yerlerde demokrasi istemez? Bazı yerler içinse zorunludur demokrasi. Batının, demokrasi kavalıyla kolay güdebileceği ülkelerde her konunun demokrasiyle ilişkisi kurulurken, Batı, işine gelmediği yer ve zamanlarda, emir kulları aracılığıyla demokrasiyi askıya alır veya aldırtır, darbeler yaptırılır. Meselâ Türkiye’de müslümanlara zulüm gündeme getirilmezken Apo’nun idamı bir demokrasi meselesi kabul edilir.
Demokrasi, monarşinin egemenliğine göz dikmiş, krallık veya padişahlığın yanlışları üzerine antitez olmuştur. Gerçi demokrasinin beşiği denilen yerlerde, Batıda kral ve kraliçeler hâlâ en üst yöneticilerdir; bu tezat bile değerlendirilmez. İngiltere, Belçika, Hollanda, Danimarka, Lüksemburg gibi ülkelerin başında hâlâ kral veya kraliçeler vardır. Padişahlığa alternatif olarak kabul edilen demokraside 550 tane padişah ve arkalarında sayısını kimsenin bilmediği gizli padişahlar bulunan bir anlayış mıdır halkın istediği yönetim? Câhiliyye dönemindeki müşrikler de demokrattı. Mekke’de de demokrasi vardı: İsteyen istediği putu serbestçe seçebiliyor, kimse karışmıyordu. Aynı özgürlük çağdaş câhiliyyede de vardır: Zulümlerden zulüm beğenebilir, tâğutlardan bir tâğut seçebilir insan, günümüzdeki çağdaş demokrasilerde. Hakkını yemeyelim: Tavuklara kümeslerini, bekçilerini ve kurtlarını seçme hakkı verir demokrasi. Hileli yollarla da olsa, halka gardiyanlarını seçme hakkı verir.
“Demokrasilerde çare tükenmez” mi acaba? Bugüne kadar ülkedeki çaresizliklere ne demeli? Doğrusu şöyle olmalı: “Demokrasilerde çene tükenmez!” Politika, iş üretmeye değil; laf üretmeye dayanır bu ülkede, demogoji, laf yarışı, kandırma tükenmez bu düzende. Halk seçime katılabilir ama, yönetimi hiçbir zaman ele geçiremez. Yönetim ve halk ayrımı vardır halkın idaresi denilen demokraside.
İslâm’da halkın değil; Hakkın hükmü önemlidir. Halk Hakka kul olmalı, O’nun hükmüne teslim olmalıdır. Çünkü,“insanların çoğu bilmezler” (45/Câsiye, 26), “insanların çoğu şükretmezler” (40/Ğâfir, 59), “insanların çoğu nankördür” (25/Furkan, 50) ve “insanların çoğu mü’min değildir, iman etmezler” (40/Ğâfir, 59). O yüzden halkın çoğunluğuna uymak, dalâlettir/sapıklıktır. “Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tâbi olmaz, yalandan başka (söz de) söylemezler.” (6/En’âm, 116). İnsanların çoğunun bilmediğini, şükretmediğini, akıllarını kullanmadığını, yoldan çıkmışlığını, günah ve haram peşinde koştuklarını, insanların mallarını haksız yere yediklerini, çokluğu ve çoğunluğu ile böbürlenip üstünlük tasladığını, bu yüzden mallarının ve evlatlarının çokluğu ile övündüklerini, daha çok ve daha zengin oldukları halde kendilerinden önce nice toplulukları yok edildiğini, bütün bunlardan ders almayan insanların yine pek çoğunun yoldan çıktığını Kur’an, sayılamayacak kadar çoklukta ve ısrarla anlatmaktadır. Çokluğun ancak Allah’ı zikredip anmada, şükretmede, kulluk ve ibâdet etmede, takvâda işe yarayan bir şey olduğu da yine Kur’an’da ısrarla üzerinde durulun hakikatler olarak ifade edilmektedir.
Çoğunun akılsızlıklarından bahsedilen insanlar, Allah’ın hükümlerine itibar etmeyen, Rab olarak sadece Allah’ı kabullenmek istemeyen kalabalıklardır. Sürüleştirilen, sömürülen, köleleştirilen yığınlardır. Çalışan kafalar, akl-ı selîm sahipleri, kendilerinin farkına varan kafalardır. Kendinin farkına varanlar, Allah’ın farkına varırlar; Allah ile kendileri arasındaki farkı farkederler. Hadlerini bilirler ve O’na ait olan, olması gereken hâkimiyeti kendi zimmetlerine geçirerek haksızlık edip ilâhlık taslamazlar. “Onların (İnsanların) çoğu zandan başka bir şeye uymaz. Şüphesiz zan, haktan/gerçekten hiçbir şey ifade etmez.” (10/Yûnus, 36). Haktan, hakikatten bir şeyin ifadesi olmayan zanna uyanlar, ister çoğunluk, ister azınlık olsun, gerçekten bir şeyin ifadesi olmayana uyduklarına göre akletmiyorlar demek değil midir?
Halk deyimiyle “nerede çokluk, orada …” Kendi taraftarları ve ideologları bile, demokrasinin görmezlikten gelinemeyecek zaaflarından haberdardır: “İyi hükümetler arasında demokrasi en kötüsü, fakat kötülerin en iyisidir.” (Aristoteles) “Hükümetlerin en iyisi, bize kendimizi yönetmemizi öğreten hükümetlerdir.” (Goethe)
Demokrasilerde mutlak doğru, çoğunluğun tespit ettiği (ya da öyle farzedilen) görüştür. Doğru, parmak sayısına göre belli olur. Halktır hakem, o ne demişse doğrudur. Serbest kılma veya yasaklama (helâl ve haram kılma) yetkisi, halkındır, seçilmişlerindir. Bunun uygulamada böyle olup olmadığı da, doğru olup olmadığı da tartışılmaz.
Aynı coğrafyada yaşayan insanlar olarak hepimiz, aynı geminin yolcularıyız. Gemide delik açanlar, sadece kendilerini batırmış olmazlar. Gâfil, hâin, ehil olmayan, güvenilmez (mü’min olmayan) kaptanın, elindeki bozuk pusula ve yanlış harita ile gemiyi sürmesine rızâ göstermek, tüm yolcular için hayatî tehlike demektir. Kaptan ve tayfaların yanlış rotalarına seyirci kalmak, tüm yolcuları da gitmeleri gereken yere ulaşmalarına engel olacaktır. “Devlet gemisinin sorumlu kaptanı, sadece bu gemiyi yöneten değil; aynı zamanda bu gemiyle yolculuk edenlerdir.”
Yöneticilerin amaç ve çıkarları ile onları seçenlerin amaç ve beklentilerinin aynı olduğunu kim iddia edebilir? Enflasyon, devalüasyon, vergi vb. adlar altında halk, kendi cebindeki paraları soydurmak, bazılarına hortumlatmak için mi seçmektedir seçtiklerini? Halk yargılanırken, halkın vekillerinin yaptıkları niye yanlarına kâr kalmaktadır? Kaç parlamenter bugüne kadar suçlanabilmiş ve kaç tanesi cezasını çekmiştir? Partilerin başında kapatılma korkusu Demokles’in kılıcı gibi durur; her on yılda bir darbeler âdet olduğu için, buna sebep olmamak, fincancı katırlarını ürkütmemek gerekmektedir. Demokratik düzenin vazgeçilemez unsurları olan partiler, kendi içlerinde sahi ne kadar demokrasiye uygun davranıyorlar? Lidere rağmen farklı görüş bildirilebilir, o istemeden birisi onun partisinden aday olabilir mi dersiniz?
Demokrasi, sözüm ona müslümanların bazıları tarafından kutsallaştırılır, batılı cadı mankene başörtüsü taktırılır: “Halkın irâdesi Hakkın irâdesidir.” “Halka hizmet, Hakka hizmettir.” “İslâm, demokrasinin ta kendisidir…”
Konuyu özetlemek gerekirse; Her yönüyle kendisine has bir muhtevâya sahip olan İslâm Dininin, esas gayesini teşkil eden “dini yalnızca Allah’a has kılma”yı gerçekleştirmek için, diğer bir ifade ile İslâm’ı hâkim kılmak için kendine has bir yol ve yordamının olacağı da açıkça bilinen hususlardandır. İslâm’ı hâkim kılmak için yapılacak her bir doğru eylem, hatta zihinsel faâliyetler bile birer sâlih ameldir. Yani bu maksatla yapılacak işlerimizin kabul edilebilmesi için, bir ameli, sâlih kılan özellikler şunlardır:
1) Yapılacak amel ile birlikte sahih bir akîdenin bulunması,
2) Yapılacak amelin ihlâsla, yani yalnızca Allah’ın rızâsı gözetilerek yapılması,
3) Bu amelin, şeriatin o amel için belirlemiş olduğu şekilde yapılması, yani Kitaba ve Sünnete uygun olması (ittibâ). Dolayısıyla İslâm’ı hâkim kılmak için izlenecek yolun, İslâm’ın kendi bünyesinden alınmış olması, yahut en azından İslâm’ın açıkça yasaklamış olduğu gâye ve maksatlara götüren bir yol olmaması gerekmektedir. Buna bağlı olarak, şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Demokrasi, esas itibarıyla, hâkimiyeti Allah’ın bir hakkı olarak kabul etmeyip bu hakkı kayıtsız şartsız olarak halkta ya da millette gören bir rejimin adıdır. Demokratik yöntemler de bu amacı gerçekleştirmek için ortaya konulmuş yollardır. Müslüman bir kimse, İslâm’ı egemen kılmak için çalışma ibâdetini îfa ederken, hiçbir yönüyle İslâm’la bağdaşmayan bu yöntemleri, İslâm’ı egemen kılmanın vâsıtası olarak kullanamaz. Çünkü böyle bir durumda en azından sâlih amelde aranan “ittibâ” şartı bulunmayacaktır. Dolayısıyla böyle bir amel, en azından red edilmiş olacaktır.
Kaldı ki, her bir sistemin yöntemi de ancak kendi tabiatına uygundur. Amaç ile yöntem arasındaki tabiat farlılıklarının varlığının sağlıklı birtakım sonuçlara ulaştıramayacağı da hem mantıkî bir gerçektir; hem de artık gerek İslâm âleminde ve gerekse coğrafyamızda yaşanan deneyimleri göz önünde bulunduracak olursak, vâkıa daha açık ortaya çıkacaktır. Laiklik ise; en azından İslâm’ın devlet ve toplum hayatına dair hükümlerini red ve iptale dâvet ettiğinden, müslüman açısından kabul edilmesi imkânsız bir siyasal yaklaşımdır.
Allah’ın indirdiği hükümleri ve öncelikle de Allah’ın hâkimiyetini (hangi çerçevede olursa olsun) red etmek de, İslâm dışında bütün sistemlerin ortak yönünü teşkil eder. Dolayısıyla hâkimiyeti bütün kapsam ve boyutlarıyla Allah’ın hakkı olarak görmeyen bir sistem ve din de, müslüman tarafından red edilmeye mahkûmdur. Allah’ın hüküm ve hâkimiyetini kısmen ya da tamamen red eden sistemlerin, İslâm’a göre başka bir şekilde değerlendirilmeleri mümkün olmadığı gibi; müslümanın da bunları red etmekten başka bir tavır takınacağını beklemek mümkün değildir.
Müslümanlar Allah’ın Dini’ni gerçek mâhiyetiyle kavrayıp küllî ve cüz’î hiçbir alanda İslâm’dan başka herhangi bir sisteme ihtiyaç duymayıp yalnızca Rablerinin dini ile yetinerek, sadece o dinin gösterdiği doğrultuda, gösterdiği hedefe doğru ilerleyecek olurlarsa, hem kendi aralarındaki anlaşmazlıkları ıslah edip birbirleriyle ilişkilerini düzeltecek, hem de Rableriyle aralarını düzelterek O’nun rahmet ve inâyetine mazhar olacaklardır: “Uğrumuzda cihad edenleri, elbette Biz Onları, yollarımıza iletiriz. Muhakkak ki Allah, ihsân edenlerle beraberdir.” (29/Ankebût, 69)
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
- Kur’an’da Siyasî Kavramlar, Vecdi Akyüz, Kitabevi Y. s. 41-62
- Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 164-171
- Kur’am’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 279-281
- Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. s. 188-191
- Fikrî Tevhide Doğru, Halil Atalay, Ribat Neşriyat, s. 11-23
- Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 298-301; c. 3; 33; c. 6, s. 29-30
- Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 7, s. 236-245; c. 9, s. 5-38
- İslâm Siyaset İlişkileri, Süleyman Uludağ, Dergâh Y. s. 149-156
- Nurdan Cümleler, Alâaddin Başar, Zafer Y. c. 1, s. 68-72
- Dinde Ölçülü Olmak, Abdurrahman b. El-Luveyhık, Kayıhan Y. s. 260-278
- İnanmak ve Yaşamak, Ercümend Özkan, Anlam Y. c. 2, s. 187-196
- Kur’an’da İnsan Psikolojisi, Hayati Aydın, Timaş Y. s. 203-207
- İman ve Tavır, M. Beşir Eryarsoy, Şafak Y.
- İslâm Devlet Yapısı, M. Beşir Eryarsoy, İşaret/Bunuc Y.
- İslâm’da Siyasî Düşünce ve İdare, Harun Han Şirvani, Nur Y.
- İslâm’ın Anlaşılmasının Önündeki Engeller, Abdurrahman Çobanoğlu, İhtar Y.
- Câhiliyenin Hükmünü mü İstiyorlar? Ziyâeddin el-Kudsi, Hak Y.
- Hâkimiyet Allah’ındır, Ziyaüddin el-Kudsi, Hak Y.
- Hükmüllah, Heyet, Hilâl Y.
- Hâkimiyet Allah’ındır, Âyetullah eş-Şiran, İhtar Y.
- İnanç Sorunları, Hudaybi, İnkılâb Y.
- İslâm Siyaset İlişkileri, Süleyman Uludağ, Dergâh Y.
- İslâm Şeriatı, Abdülkadir Udeh, Nur Y.
- İslâm ve Siyasi Durumumuz, Abdülkadir Udeh, Pınar Y.
- İslâm Siyasi Düşüncesinde Muhalefet, Nevin A. Mustafa, İz Y.
- İslâm’ın Siyasi Yorumu, Ebu’l-Hasan Ali Nedvi, Akabe Y.
- Siyasi Hutbeler, Şeyh Said Şaban, Endişe Y.
- Devlet ve Devrim, Münir Şefik, Dünya Y.
- Modern Çağda İslâm’ın Politik Sistemi, Lokman Tayyib, İlke Y.
- Anayasa ve Demokrasi, Abdurrahman Dilipak, Emre Y.
- Laiklik, Demokrasi ve Hâkimiyet, M. Beşir Eryarsoy, Buruc Y.
- Siyasi Hutbeler, Şeyh Said Şaban, Endişe Y.
- İslâm’da Hükümet, Mevdudi, Hilal Y.
- Gelin Bu Dünyayı Değiştirelim, Mevdudi, Özgün/İnkılâb Y.
- İslâm İnkılâbının Süreci, Mevdudi, Özgün Y.
37- İslâm Nizamı, Mevdudi, Hilal Y.
- İslâm’da Siyasi Sistem, Mevdudi, Özgün Y.
- Kur’an’a Göre Dört Terim, Mevdudi, Beyan Y.
- İslâm Kapitalizm Çatışması, Seyyid Kutub, Bir/Arslan Y.
- Yoldaki İşaretler, Seyyid Kutub, Fecr/Dünya/Özgün/Pınar Y.
- İslâm’ın Dünya Görüşü, Seyyid Kutub, Arslan Y.
- İslâm Toplumuna Doğru, Seyyid Kutub, İslâmoğlu Y.
- Yaşasın Şeriat, Abdurrahman Dilipak, Görüş/Risale Y.
- İslâm – Laiklik, Yusuf Kardavi, Denge Y.
- İslâm, Laiklik ve Kenan Evren, N. Yücel Mutlu, Rehber Y.
- İslâm ve Laisizm, Nakib Attas, Pınar Y.
- Laik Düzende İslâm’ı Yaşamak, 1-2, Hayreddin Karaman, İz Y.
- Laiklik Yargılanıyor, Rauf Pehlivan, Gonca Y.
- Laik Vahşet, Faruk Köse, Mektup Y.
- Laiklik Çıkmazı, Ahmed Taşgetiren, Erkam Y.
- Laiklik Devrini Kapamıştır, İsmail Kazdal, İhya Y.
- İslâm Açısından Laiklik, Muhammed İslâmoğlu (Sadreddin Yüksel), Özel Y.
- Laikliğin Neresindeyiz? Safâ Mürsel, Yeni Asya Y.
- Laik Demokratik Cumhuriyet İlkelerine Bağlı Kalacağıma, Abdurrahman Dilipak, Risale Y.
- Laisizm, Abdurrahman Dilipak, Beyan Y.
- Din ve Laiklik, Ali Fuad Başgil, Yağmur Y.
- Türkiye’de Laiklik İdeolojisi, Ahmet Parlakışık, Objektif Y.
- Türkiye’de Laiklik ve Fikir Özgürlüğü, Fehmi Koru, Beyan Y.
- Müslüman Laik Olamaz, Ali Kemal Saran, Şelale Y.
- Sosyalizm Bitti Laiklik Alır mıydınız? Yavuz Bahadıroğlu, Nesil Basım Y.
- Osmanlı ve Safevîlerde Din-Devlet İlişkisi, Vecih Kevseranî, Denge Y.
- Medenî Vahşet, Hüsnü Aktaş, Ölçü Y.
- Çağdaş Truva Atı Demokrasi, İsmail Kazdal, İhya Y.
- Demokrasi Risalesi, Yaşar Kaplan, Timaş Y.
- Alaturka Demokrasi ve Alaturka Laiklik, İhsan Süreyya Sırma, Beyan Y.
- Demokrasi ve Totalitarizm, Raymond Aron, Kültür Bakanlığı Y.
- İzmlerin Çöküşü ve İslâm’ın Yükselişi, M. Emin Gerger, Şelale Y.
- İslâm Işığında Hareketler ve İdeolojiler, Fethi Yeken, İslâmoğlu Y.
- Değişim Sürecinde İslâm, J. Esposito, J. Donohue, İnsan Y.
- Câhiliye Düzeninin Ruh Haritası, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
- İlahlar Rejiminin Anatomisi, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
- Lâ 1-2, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
- İslâm’a Göre Partinin Hükmü, Muhammed Fatih, Tevhidî Çekirdek Y.
- Siyasal Katılım, Zübeyir Yetik, Fikir Y.
- İslâm’da İmâmet ve Hilâfet, Hasan Gümüşoğlu, Kayıhan Y.
- Hilâfet: Modern Arap Düşüncesinin Eleştirisi, Fehmi Şinnavi, İnsan Y.
- Halifesiz Günler, Hakan Albayrak, Denge Y.
- Hilâfet ve Şehâdet, Muhammed Bâkır es-Sadr, Objektif Y.
- Hilâfet ve Halifesiz Müslümanlar, Sadık Albayrak, Araştırma Y.
- Hilâfet Nasıl Yıkıldı? Abdülkadim Zellum, Hizbü’t-Tahrir Y.
- Hilâfet ve Kemalizm, Şeyhülislâm Mustafa Sabri, Âlem Y/Araştırma Y.
- Hilâfetin İlgâsının Arkaplanı, Şeyhülislâm Mustafa Sabri, İnsan Y.
- Hilâfet-i İslâmiyye ve T.B.M. Meclisi, İsmail Şükrü, Bedir Y.
- Hilâfet (Geçmişi ve Geleceği ile), Kadir Mısıroğlu, Sebil Y.
- Hilâfet ve Saltanat, Mevdudi, Hilâl Y.
- Hilâfetin Saltanata Dönüşmesi, Vecdi Akyüz, Dergâh Y.
- Hilâfet Hareketleri, Mim Kemal Öke, T. Diyanet Vakfı Y.
- Hilâfetin Kaldırılması Sürecinde Cumhuriyetin İlanı, 1-2, Murat Çulcu, Kastaş Y.
- Halifeliğin Kaldırılması ve Laiklik, Seçil Akgün, Turhan Kitabevi Y.
- İslâm Siyasî Düşüncesinde Muhalefet, Nevin A. Mustafa, İz Y.
- Devlet ve Din, Çetin Özek, Ada Y.
- Ceza Hukuku ve Demokratik Düzenin Korunmasında Laiklik İlkesi, Çetin Özek, 1978, İstanbul
- Türk Hukukunda Laikliği Koruyucu Ceza Hükümleri, Çetin Özek, 1961, İstanbul