Adiy Bin Hatimin Müslüman Olması | Siyer Programı – 61. Bölüm
Adiy Bin Hatimin Müslüman Olması
Adiy bin Hatim hristiyandı. Meşhur cömert insan. Hatim Tâİ’nin oğlu idi. Kavminin de ileri gelenlerindendi. Ve halkında mirba (yâni savaş ganimetlerinin dörtte birini pay olarak) alırdı. Bu Arapların, liderlere karşı yaptığı şeydi. Bu zât, Resûlullah (s.a.v.)’m adını ve da’vetini işitince bu işe kızıp kendi ülkesini terkederek Şam hristiyanlanna sığındı. Adiy kendisi anlatıyor: Resûlullah’ın o anki vardığı seviye ve itibar karşısında kendimi kıyaslayınca hiç de iyi durumda olmadığımı anladım. Dedim ki, şayet ona varırsam, melik mi, yalancı peygamber mi bunu anlarım. Eğer gerçekten peygamber ise o zaman da ona uyarım.
Bu niyetle yola çıkıp Medine’de Resûlullah’a ulaştım. O, mescidindeydi, yanma girdim. Selâm verdim. O da, «Kim bu adam?» diye sordu. Ben de Adiy bin Hatim dedim. Resûlullah (s.a.v.) hemen ayağa kalkıp beni aldı ve evine götürdü. Tam evine varacaktık ki, bir zayıf, yaşlı kadın onu engelledi. O bu kadını dinliyor, o da dert anlatıyordu, uzun uzun… O an anladım ki, o bir melik falan değil. Tekrar yürüdük. Resûlullah ile eve girer girmez, deriden bir minder aldı, içi lif dolu idi. Onu bana uzatıp otur dedi. Ben hayır, sen otur dedim. Hayır sen oturmalısın diye ısrar edince, ben oturdum, kendisi ise toprağa oturdu.
Ben kendi kendime vallahi bu bir hükümdar davranışı olamaz diyordum. Sonra Resûlullah: -Ee, Adiy bin Hatim, sen Allah’tan başka ilâh tanır mısın?» buyurdu. Hayır, dedim. «Peki, Allah’tan büyük bir varlık tanır mısın?» dedi. Ben yine hayır, dedim. «Peki sen hiç Rukûsî oldun mu?» (Hristiyanlık ve yıldızlara tapıcılık karması bir din) Evet, dedim. «Peki, sen kavminden Mirba almaz miydin?» buyurdu. Evet dedim. «Ama bu senin dininde helâl olmaz» buyurdu. Ben, evet doğru vallahi dedim.
Bunun üzerine ResûluUah şöyle konuştu: «Ey Adiyi Belki de senin bu dine girmemen, bu dine bağlıların ihtiyaç içinde olduğunu görmendendir. Unutma ki Allah öyle bolluk verecek ki onlara, mal -mülk dağıtsan alacak kimse bulamıyacaksın. Yine belki onların düşmanlarının çokluğu engelliyor seni. Ama Allah öyle lütfedecek ki, ta Kadisiye’den kalkan bir kadın, Beytullah’ı ziyaret için buraya emniyet içinde devesine binip gelecek.
Yine belki de senin bu dine girmemen şundandır: Hani bakıyorsun krallar ve sultanlar hep onların dışında kalıyor. Vallahi, Allah sana işittirecek. Babil’deki beyaz saraylara kadar hepsi fethedilecektir. Bunun üzerine hemen müslüman oldum der Adiy…
Adiy şunu da söylüyor: Ben ikisini gördüm: Binekle emniyet içinde gelen kadım gördüm. Kisrâ hazinelerine akın eden atlıların da önündeydim. Vallahi üçüncü de mutlaka gelecektir[1][165].
İbretler Ve Öğütler
Adiy bin Hâtim’in, ResûluUah (s.a.v.)’a gelişi ve müslüman oluğu, tam da hey’etlerin her taraftan akın akın geldiği esnadaydı. Biz bunu da o koşup gelen ve îslâm’a teslim olan hey’etler cümlesinden sayabilirdik.
Ancak, bunu ayrı bir bahis olarak alışımız onun islâm akidesi yönünden, özellik belirtmesinden ötürüdür. Burada birçok dersler gördük ve tahliline lüzum hissettik. Esasen burada ResûluUah canlı bir hüviyet ve şahsiyet ortaya koyuyor. Adiy bin Hâtim’e takdim, edilen açık bir hüviyet. Makam, azamet, emirlik ve krallık şübhe-lerinden ve heveslerinden arınmış bir şahsiyet. Yalnız âlemlerin Rab-bi tarafından bir elçi olduğu, bütün insanları uyarmakla vazifeli olduğu ayan beyân görülüyor. İmanın temeli bu, gösterdiği yolun sır ve hikmeti bu… Şimdi Adiy bin Hâtim’in düşündüklerini onun yerine kendimizi koyarak düşünüp tartalım. Göreceğiz ki Muhammedi Risâlete dair imanımız şahlanacak tır. Ve İslâm alemindeki fikir seviyesinin nasıl bir sebebe bağlı olarak hızla yükselmiş olduğunu daha bir yakından tanıyacağız.
Evet, biraz Adiy bin Hâtim’in tasvir ettiği ve son derece etkilendiği peygamberi şahsiyet, sonra da teslim olduğu bu hüviyyet karşısında düşünelim. Adiy diyor ki; «Vallahi o beni evine giderken bir müddet ayakta bekletti. Çünkü yaşlı ve düşkün bir kadın ona rastlamış, onu söze tutmuştu. O da ayakta hayli zaman bu kadının derdini dinlemişti. îşte o zaman kendi kendime bu asla melik falan değildir dedim.
Evet o krallık gibi dünyevi şan – şöhret ve büyüklük kaprisinden ne kadar uzaktı. Bu kadar ayakta dert dinlemesinden elbette anlaşılır. Bu yüzden de son derece sabır gösteriyor, nefsine ağır gelecek şeyleri bile hazmediyor, hiçbir sıkıntı ve bunalma alâmeti de görülmüyor onda. Elbette, Resûlullahtır ve her halinde bu seviye ve tabiat billûrlaşmıştır. Dahası var, o sahabesi arasında da kendisine bir özellik tanımaz, fakir ve miskinlerden hiç farkedilmeyecek bir maişet ve hayat biçimi sürdürürdü. O hiçbir gün mükemmel bir sofraya oturmamıştır. Ashabına hiçbir ağır iş teklif etmemiştir ki, kendisi de beraber aynı işe koşmasın. Bu onun değişmez özelliğiydi. Ve dünyayı terkedip Refik-i a’lâya varıncaya kadar da bu hâl üzerindeydi. Peki hangi sırdır onu, böylesi bir kral hayatından men’ eden? (Ki istese her imkân ayağına gelecek, hem hiçbir melike na-sib olmayan kolaylıkla en üstüne ulaşabilecekken dünyalığın) îşte o, Allah’ın kendisine ikram ettiği nübüvvet sırrıdır. Adiy devam ediyor: Beraber evine girdiğimizde, lifle dolu deriden bir minder alıp bana uzattı, «Otur bunun üzerine» buyurdu. Ben oturdum. Kendisi ise toprağa oturdu. Yine ben kendi (kendime dedim ki: Vallahi bu asla kral falan değil.
Belki de Adiy (ki o kendi kavmi içinde üstün makama sahipti). Resûlullah’m evini bambaşka tahayyül etmiştir. Ondan da bir anlam çıkaracaktı belki. Ama aksi durumla karşılaştı. Resûlullah’m da karşısında kuru yere bağdaş kurup oturuşuyla şoke oldu. Ve baktı hayâlinde kurduğu şeylerden hiçbir iş ve görüntü yakalayamayınca, hiçbir sözü kalmamıştı. Nasıl diyecekti, bu zâtın, şân – şöhret, dünyalık veya krallık peşinde olduğunu?
Zaten Adiy tarafından hemen anlatıyor, Resûlullah’ın geleceğe âit gaib haberleri görür gibi tanıtışını. Müslümanların ve İslâm’ı istikbâlini nasıl çizip ortaya koyduğunu…
Buyurdu ki: «Kısa zaman sonra, öyle zenginlik ve mal geçecek ki müslümanlarm eline, isteklisi bulunmayacak». Resûlullah doğru söylemiştir. Gerçekten Halife Ömer bin Abdülâziz zekât memurunu zekât dağıtmak için Afrika ülkelerine göndermişti de memur geriye getirmişti bu mallan. Çünkü zekât alacak kimse yoktu (herkes refah içindeydi). Bunun üzerine bu paralarla bir sürü köle alıp âzâd etti, hürriyetlerine kavuşturdu. Yine demişti ki; «Öyle gün gelecek ki, Kadisiye’den bir kadın tek başına devesine binip, korkusuzca, Beyt’İ ziyarete gelecek». Besûlullah doğru çıktı, öbür hadislerinde de buyurduğu gibi, daha bu sözün akisleri kesilmeden İslâm’ın güven ve barış ortamı hâkim olmuş, bir yolcu yol boyunca Allah’tan başka hiçbir korkacağı şey olmaksızın yürür hâle geldi. Bir de çobanın sürüsü için kurttan endişesi vardı belki, başka korku yok.
Yine buyurmuştur ki: «Allah’a yemin olsun ki, Babil’deki beyaz köşklere kadar herşey müslümanlarm eline geçecek». Yine haklı çıktı Resûlullah ts.a.v.). Çünkü, biz bunları da gördük veya duyduk. Allah va’dini yerine getirip, Peygamberini te’yid etti!…
Adiy, Kesûlullah’ı hayat ve maişetinde de tam Risâletine mutabık durumda müşahede etmişti. Bu üstün hali, söz ve ifadesinde de bulmuştu. Bunun doğrulayıcı ölçüsünü de daha sonra görecekti, tarih ve zaman içinde. Zaten bu müşahedeleri sonundaydı, İslâm’ı kabullenirken aynı zamanda kavminin kendisine verdiği şan ve mevkiden sıyrılıp çıkışı…,
Düşünen insan hür ve peşin hükümsüz, düşüncesini bu konuda yoğunlaç tırırsa, ne kadar engel bulunursa bulunsun, bu gerçeği kabul edip imana gelmesini önleyemiyecektir. Ama aklın kudsiyyeti, fikrin hürriyeti iptal edilmişse, yerinde kin ve kaba şehvet bitmişse, artık bâtıla saplanıp kalmaktan başka sonuç beklenemez. Ve artık cehalet ve cahillerden başka sığınak, üstün gelme, kör deve gibi çiğneyip geçmekten başka da bir davranış, ya da bile bile körlük ve anlamazlık göstermekten başka akıbet beklenemez…
Bu tiplerin sıfatlarını bize Cenâb-ı Hak, sâdık kelâmında anlatıyor: «Dediler ki, senin çağırdığın şeye karşı, bizim kalblerimizde bir engel var, kulaklarımızda tıkaç. Yâni seninle aramızda perde var. Sen işine bak, biz de kendi işimize bakarız…[2][166]»
[1][165] İbn İshale, Ahmed ve Beğavî yakın ifadelerle nakletti.
Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi:448-449.
[2][166] Fussılet sûresi, Ayet: 5.
Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 449-451.