sohbetlerözlü sözleryazarlarmakalelervideolartefsir derslerikavram derslerimedaricus salikin

Beni  Kaynuka Ve Yahudiliğin Müslümanlara İlk Hıyaneti | Siyer Programı – 34. Bölüm

Beni  Kaynuka Ve Yahudiliğin Müslümanlara İlk Hıyaneti | Siyer Programı – 34. Bölüm
A+
A-

Beni  Kaynuka Ve Yahudiliğin Müslümanlara İlk Hıyaneti

İbn ishâk naklediyor:

Benî Kaynuka olayı şöyle olmuştur: Re sulu Hah (s.a.v.) onları, Kaynuka oğulları pazarında topladı. Sonra onlara: «Ey Yahudi top­luluğu! Siz, Allah tarafından Kureyş’in uğradığı azab gibi bir aza­ba uğramaktan korkunuz ve Müslüman olunuz! İyi bilirsiniz ki, ben Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberim. Bunu da kitabı­nız (Tevrat)’ta ve Allah’ın size olan ahdinde buluyorsunuz» dedi. Bunun üzerine Kaynuka yahucLleri:

«—Yâ Muhammedi Çarpışmayı bilmez, dağınık görüşlü bir kavimle karşılaşıp onları ezmek fırsatını bulman seni aldatmasın! Sen bizi kendi kavmin gibi mi görüyorsun? Eğer bizimle çarpışacak olur­san, nasıl adamlar olduğumuzu o zaman anlarsın» dediler.

İbn Hişâm’ın Abdullah bin Ca’fer’den, onun da Ebû Avâne’den rivayetine göre:

Bir Müslüman Arap kadını bazı şeyler satmak üzere, Kaynuka oğullan pazarına gidip, satacağını sattıktan sonra, bir kuyumcunun dükkânına oturmuştu. Orada bulunan yahudiler, kadının yüzünü açmak istedilerse de, kadın buna diretti. Kuyumcu, kadıncağızın el­bisesinin arka eteğini sırtına iliştirdi. Kadın ayağa kalkınca edeb yeri göründü. Yahudiler gülüşmeye başladılar. Kadın feryâd etti. O sırada oralarda bulunan müslümanlardan birisi, Yahudi kuyum­cunun üzerine atılıp, onu öldürdü. Yahudiler de toplanıp müslüma-nı öldürdüler. Öldürülen müslümamn ailesi de, yahudilere karşı, müslümanlardan imdad istedi. Müslümanlar yahudilere karşı öf­kelendiler. Bu yüzden Kaynuka oğulları yahudileri ile Müslümanlar arasında husûmet başladı. Resûlullah ile aralarında bulunan anlaş­mayı bozan yahudilerin ilki bunlar oldu[1][21].

Taberi ile Vâkıdi’nin rivayetlerine göre, bu olay Hicret’in ikin­ci yılında, Şevval ayının ortasında oldu[2][22].

Bunun üzerine, Resûlullah (s.a.v.), Kaynuka oğullarını bir müd­det kuşatma altında tuttu. Sonunda Resûlullah’ın kararına boyun eğdiler. O sırada Abdullah bin Ubey bin Selûl, Resûlullah’a baş vurarak: «Yâ Muhammedi Benim müttefiklerime Ve dostlarıma iyi­likte bulun!» dedi. Peygamberimiz ona yüz vermedi. Abdullah bin Ubey bin Selûl, elini Resûlullah’ın gömleğinin yakasından içeri sok­tu. Hz. Peygamber (s.a.v.) öfkelendi ve orada bulunanlar, Resûlul­lah’ın yüzünde kızgınlık belirtilerini gördüler. Peygamberimiz, onun bu küstahça davranışına karşı: «Yazıklar olsun sana, bırak yakamı» dedi. O da: Bırakmam vallahi! Beni Kızıl ve Karalara karşı koru­yan şu üçyüz zırhlı, dörtyüz zırhsız kişileri, bir sabahta kılıçtan mı geçirmek istiyorsun? Vallahi ben bu kadar insanların yüzünden fe­lâketin aleyhe dönebileceğinden korkuyorum, dedi. Resûlullah da: «Onları sana bağışladım. Onlara, Medine’den çıkmalarını ve civa­rında bile kalmamalarını söyle!» diye buyurdu. Bunun üzerine ya­hudiler çıkıp, Şam Ezraatı’na gittiler. Çoğunluğu orada helak oldu.

Abdullah bin Ubey gibi, Ubâde bin Sâmit de bu yahudüer ile müttefik idi. Hemen Resûlullah’a koşup:  «Yâ Resûlâllah!  Ben, Allah’ı, Peygamberini ve mü’minleri dost edindim, Şu kâfirlerin itti­fakından ve dostluğundan uzaklaştım», dedi.

Abdullah bin Ubey bin Selûl ile Ubâde bin Sâmit hakkında şu aşağıdaki âyetler indi:

«Ey iman edenler! Yahudileri de, hıristiyanları da kendinize dost edinmeyiniz! Onlar ancak birbirlerinin dostlarıdırlar. İçinizden kim onları dost edinirse, o onlardan olur. Şübhe yok ki Allah, o zalimler güruhunu doğru yola çıkarmaz.

Yüreklerinde hastalık bulunan kimselerin (devrin aleyhimize dönmesinden ve başımıza bir felâket gelmesinden korkuyoruz!) di­yerek, onların arasında (yardakçılık edip) konuştuklarını görürsün. Umulur ki, Allah yakında o fethi veya kendi tarafından bir emri ih­san ediverir de, onlar yüreklerinde gizledikleri şeye pişman olur­lar.[3][23]

Dersler ve İbretler

Bu olay, baştan sonuna kadar, Yahudilerde bulunan, hıyanet ve döneklik huyunu sergiliyor. Etraflarında komşu olan veya araları­na karışmış olan insanlara kötülük etmeden veya hıyanette bulun­madan onlarla birlikte yaşamak, yahudilerin hoşuna gitmez. Yahu­diler, hıyanet için bütün yolları ve metodları kullanmakta en mü­kemmel istidada sahiptirler. Biz, bu olayın genişçe açıklamasını araş­tırırken birçok dersleri ve prensipleri çıkaracağız. Onları aşağıda şöy­le özetliyoruz:

1- Müslüman kadının örtüsü:

Gördük ki bu hâdisenin sebebi, yahudilerin, Müslüman Arap ka­dınının yüzünü açmak istemeleri idi. Bu olay, Müslüman kadının kendi özel bir işini görmek için Yahudi çarşısına girdiği vakit ol­muştu. İbn Hişâm’ın naklettiği bu sebeb ile diğer seyircilerin ri­vayeti arasında tezad yoktur. Çünkü bu ikincilere göre, müslüman-lann Bedir savaşında kazandıkları zaferi, yahudiler çekemediğin­den bu tür taşkınlıklara girişmişlerdi. Yahudilerin, Peygamberimi­ze: «Eğer bizimle çarpışacak olursan, bizim nasıl adamlar olduğu­muzu sen o zaman anlarsın» diye sarfettiklen sözler, onların kinini ortaya koyuyor. Öyle görünüyor ki, iki sebeb de birlikte vukubulmuş-tur.  Onlardan biri diğerini  tamamlıyor.  Çünkü,  yahudilerin  sadece kinlerini kelimelerde ve yüzlerinde açığa vurmasından dolayı, Resûlullah’ın aralarındaki anlaşmayı bozması çok uzak bir düşün­cedir. İbn Hişâm’m rivayetine göre, bilâkis yahudilerin müslüman-lara karşı kötü davranmış olmaları gerekir…

Bu olay gösteriyor ki, İslâm’ın kadına farz kıldığı örtünme, ka­dının yüzünü de içine almaktadır.

          Yok eğer böyle olmasaydı, kadı­nın yüzünü örterek yolda yürümesine herhangi bir ihtiyaç kalmaz­dı. Müslüman kadının yüzünü örtmesi, kendisine emredilen dini bir hükmü yerine getirme duygusuyla olmamış olsaydı, elbette yahudiler, kendilerini bunu yapmaya iten birşey bulamazlardı. Çünkü Yahudiler bununla, kadındaki, açıkça görülen dini şuuru rencide et­mek istediler.

Denilebilir ki, îbn Hişâm’ın rivayetinde tek kaldığı bu olayda biraz zayıflık vardır. Bu gibi bir hükme, delil teşkil edecek kuvvet­te de değildir. Ancak buna şehadet edecek diğer sahih hadîsler çok­tur. Onları tenkid etmeye de imkân yoktur.

Buhârİ’nin Hz. Âişe (r.aJ’den, ihrama giren kişinin giyeceği el­bise bahsinde rivayet ettiği şu söz bunlardan biridir. Hz. Âişe şöy­le demiştir: «îhrama giren kadın ağzını burnunu örtemez, yüzünü peçe vs. ile örtemez, Za’feran veya Vers sürülmüş elbise de giye­mez.» Bunun bir benzerini de tmam Mâlik; Muvatta’ında Vâfi’den, o da Abdullah bin Ömer’den rivayet etmiştir ki, ihramlı kadın yü­zünü peçe ile örtemez, eldiven giyemez[4][24]..

Kadının, hacda ihram esnasında yüzünü yaşmaklaması veya pe­çe takmasının yasaklanmasının anlamı nedir? Bu yasak, erkeğe de­ğil de, niçin özellikle kdına konulmuştur? Bu yasağın, o zaman Müs­lüman kadının yüzünü peçe ile kapamasından ve yaşmaklamasından dolayı meydana geldiğinde şübhe yoktur. Öyle ise var olan bu hü­küm, hacda bu istisnayı gerekli kıldı.

Müslim’in ve diğer hadis imamlarının rivayet ettiği Fâtıma bin-ti Kays hadîsi de yine bunlardan biridir. Fâtıma binti Kays’ı kocası boşamıştı. Boşama işi kesinleşince, Resûlullah (s.a.v.) ona; Ümmü Şerîk’in evinde, iddetini beklemesini emretmişti. Sonra Resûlullah (s.a.v.) ona haber göndererek; Ümmü Şerik’in evini ashabının sık sık ziyaret ettiğini ona bildirdi. Ve ona, şöyle emretti: «Sen amca­nın oğlu İbn Ümmü Mektûm’un yanında iddetini bekle. Çünkü o, gözleri görmeyen bir adamdır. Sen, başörtünü bıraktığın zaman o, seni görmez», buyurdu.

Bu hadîs, kadının yüzünü ve vücudunun diğer kısımlarını, yaban­cı erkeklere karşı, setretmesinin farz olduğuna delâlet etmesi cihetiyle vârid olmuştur.

Erkeğin, kadının yüzüne bakmasının haram olmasına delâlet yönüne gelince; bu hususta da, birçok hadis-i şerifler vârld olmuş­tur :

imam Ahmed’in, Ebû Dâvud ve Tirmizî’nin de Berire’den riva­yet ettiği hadis-i şerif bunlardandır. Berire demiştir ki; Resûlullah (s.a.v.), Hz. Ali’ye şöyle buyurdu: -— Yâ Ali! Bir bakıştan sonra tek­rar bakma. Zira birinci bakış senin için caiz ise de, ikincisi değildir.» Yine Buhâri bu konuda İbn Abbâs’tan şunu rivayet eder: «Resû­lullah (s.a.v.) kurban gününde, Minâ’da Fadl bin Abbas’ı bineğinin arkasına almıştı. Bu esnada Has’am kabilesinden genç ve güzel bir kadın Resûlullah’a fetva sormak için gelmişti. Fadl bin Abbas bu kadına bakmaya başladı. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.), Fadl’ın çenesinden tutup, kadına bakmasın diye yüzünü başka tarafa çe­virdi».

Oukuyucu, bu hadislerde iki yasağın biraraya geldiğini görüyor: Biri, kadının yabancı erkekler karşısında yüzünü veya vücudunun bir başka yerini açmasının yasak oluşu. Diğeri ise; erkeğin kadına bakmasının yasak oluşu… Bu hadislerde, kadının yüzünün yabancı erkekler karşısında avret (kapanması gereken yer) olduğuna de­lâlet vardır. Ancak, öğrenme, şahidlik, tedavi zarureti g bi özel durum­lar bundan müstesnadır.

Kadının yüzünün ve ellerim avret olmadığı görüşüne sahib olan mezheb imamlarına göre, onları örtmek vâcib değildir. O imam­lar, bunun aksine delâlet eden yukarıdaki hadis-i şeriflerin, vücûb değil de mendûb olduğuna hamlettiler. Şu kadar var ki; bütün imam­lar, kadının vücudundan herhangi bir yere şehvetle bakmanın ca­iz olmadığında, günah işlemenin yaygınlaşıp, kadına bakan fûsık-ların ve kötü niyetlilerin çoğunluğu teşkil ettiği zaman ve zuminde, kadının yüzünü örtmesinin vâcib olduğunda ittifak etm şlerdir.

Bugünkü müslümanların durumu : Fısk u fücurun, kötü ahlâk ve terbiyenin yaygınlaştığı gözönündc bulundurulunca; bu durum­da, kadının yüzünü açmasının caiz olduğunu söylemeye imkân bu­lunmadığı anlaşılmış olur… Hakikaten bugün İslâm toplumunun gös­terdiği bu tehlikeli düşüş karşısında müslümanlara şu yaraşır; Bu tehlikeli dönemi atlatıncaya, dizginleri kendi ellerine alıncaya ka­dar, daha dikkatli yürümeleri, daha tedbirli olmaları…

Yukarıdaki açıklamalardan anlaşılıyor ki, imam şafii bir gözün haricinde yüzün avret olup tamamen örtülmesi gerektiğine; Hanefiler ise saçlar, kulaklar, boyun, gerdan, çene altı tamamen avret olup örtülmeleri lazım geldiğinde şafii ile aynı görüşte olmakla beraber, yalnız çenenin üstünden alına varıncaya kadar bütün yüz ve gözlerin avret olmadığına velakin fitneye yol açabileceği için genç kadınların bu yerleri örtmeleri gerektiği kanaatinde olup bu açıdan tesettürün keyfiyetinde ihtilaf etmişlerse de, her iki çeşit hicab ve tesettürün asıl ve esası kat’i naslar ve hadis-i şeriflerle sabit kesin bir hüküm olduğunda bütün müctehidler ittifak etmişlerdir. Bu sebeple oruç ve namazın farz olduğunu inkar edenlerin kafir olduğu gibi aynı şekilde tesettürün farz olduğunu da inkar edenler kafirdirler.[5]

2- Benî Kaynuka yahudileri yüzünden çıkan bu hâdise, on­ların müslumanlara karşı kalblerinde bulunan gizli kine işaret edi­yor. Fakat yahudilerin, müslumanlara karşı olan kinlerini gzleme-yi ve hilelerini saklamayı başardıkları bu üç yıl süresince, neden bu kinin belirtileri ortaya çıkmakta gecikti?

Cevab: Onların duygularını alevlendiren, içlerinde bulunan giz­li kini ortaya çıkaran asıl sebeb müslümanların Bedir savaşında elde ettikleri zaferdir. Bu zafer yahudilerin hiç beklemedikleri bir sonuçtu. Böyle olunca da, içlerinde taşıdıkları kin ve öfke onları sıkmaya başladı ve başvurdukları bu gibi şeylerle hasetlerini or­taya koymaktan başka bir yol bulamadılar. Nihayet onların kinle­ri, müslümanların Bedir’de elde ettikleri parlak zaferi müteakip or­taya attıkları sözlerde ve yorumlarda açık bir şekilde kendini gös­terdi…

îbn Cerîr, Medine yahudilerinden biri olan Mâlik bin Sayf’ın Bedir dönüşünde, bir kısım müslumanlara şöyle dediğini rivayet eder: «Savaşmayı bilmeyen bir Kureyş topluluğu ile karşılaşmanız sizi aldatmasın. Şayet biz, sizin aleyhinize aldığımız kararı uygula­ma alanına koysak, bizimle savaşmaya gücünüz yetmez.»

Eğer yahudiler, müslümanlarla kendileri aralarında bulunan an­laşma ve sözleşmelere saygı gösterselerdi, elbette müslümanlardan onlara bir kötülük gelmez, onları evlerinde ve yurtlarında rahatsız edecek bir kimse de çıkmazdı. Ancak onlar, şerre rızâ gösterdiler. Böylece de şer, dönüp dolaştı kendi başlarına geldi.

3- İslâm’da münâfık’a yapılan muamele :

Bu olay ve bunun ardından, Abdullah bin Ubey’in gördüğümüz şekliyle yahudileri savunması olayı, bu adamın münafıklık halin­den hiçbir şeyi hemen hemen gizli bırakmıyor. Onun bu durumun­dan anlaşılıyor ki, bu adam, islâm’a nifak sokmak istiyor, kalbinin derinliklerinde İslâm’a ve müslümanlara yalnızca kötülük besli­yordu.

Ancak Resûlullah ts.a.v.) buna rağmen ona bir Müslüman mu­amelesi yapıyordu. Onun hukukunu çiğnemiyor, ona verdiği sözden asla caymıyordu. Resûlullah (s.a.v.) hiçbir zaman ona bir müşrik veya bir mürted ya da müslümanhğında yalancı bir kişi muame­lesi yapmadı. Israr ettiği ve çok yalvardığı hususlarda Resûlullah, onun bu arzularını yerine getirdi.

Bu olay – bütün âlimlerin ittifak ettiği gibi – bir münafığa, şu dünyada müslümanlann bir müslümanmış gibi davranmaları ge­rektiğine işaret ediyor. Bir münafığın münafıklığı kesin olsa bile yine de böyle muamele görür. Bunun sebebi, îslâmî hükümlerin iki yönden oluşmasıdır. Biri bu dünyada uygulanma yönü. Müslü­manlar, kendi aralarında ve kendi toplumlarında bunu tatbik et­mekle mükelleftirler. Bunun denetiminin, halife veya devlet başkanı üzerine alır. Diğer yönü ise âhirette tatbik edilenidir ki, o da sadece Allah’a kalmıştır.

Birincisi dünyevi olup, maddi ve duyularla anlaşılabilen kazi deliller üzerine kurulur. Çünkü bu hükümlerin neticelerinden yal­nızca zahirin icabı ne ise o yapılır. Bu işte vicdani delillerin ve istin­taç edilen karinelerin hiçbiri etkisi yoktur.

İkincisi ise, vicdani kanaatlere dayanır. Bu konudaki karar Al­lah’a havale edilir. Bu kaideyi belirtmek maksadıyla Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor: «Şimdi biz, amellerinizin bize görünen ya­nıyla sizi değeıiend’riyoruz.» Bu hadisi Buharı rivayet etmiştir. Yi­ne Resûlullah (s.a.v.), Buhârİ ile Müslim’in rivayet ettiği hadîste şöyle buyurur: «Sizler dâvalarınızı bana arzediyorsunuz. Bazınız (hak­sız iken) hüccetini daha düzgün ifadelere göre (doğru zannederek) onun lehine hükmedebilirim. Binâenaleyh kimin lehine, bir Müslü­man kardeşinin hakkı ile hükmetmiş isem, sakın bu hakkı üzerine almasın. Ancak o, ateşten bir parçadır.»

Bu kaidenin meşru kılımşındaki hikmet; insanlar arasında, ada­letin, tam bir güven içinde, oyuncak haline getirilmeden ve haklar ihlâl edilmeden icra edilmesidir. Çünkü, bazan bir kısım hâkimler,

nefsanî ve şahsî içtihadlarına kapılarak,  bazı kişilere haksız yere zarar verme yolunu tutabilirler.

Bu şer’i kaidenin uygulaması olarak; Resûlullah (s.a.v.), müna­fıkların içlerinde gizledikleri ve görünürde bulunan birçok halleri­ni bilmesine ve Allah katından kendisine vahiyle bildirilmesine rağ­men, münafıklara ahkâm-ı şeY’iyyede hiçbir ayırım yapmadan; müs-lümanlara yaptığı muamelenin aynisini yapıyordu…

Bu durum, müslümanlann, münafıklara karşı daima dikkatli ol­malarına ve onların davranışları karşısında tam bir uyanıklık içinde bulunmalarına aykırı değildir. Bu, her yerde ve her zamanda müs­lümanlann başta gelen ödevlerindendir. [6][25]

Gayr-i Müslimleri Dost Edinmek –

Biz bu hâdisenin teşriî sonucu hakkında (ki, o da, bu olayı açık­lamak için inen Kur’an âyetleridir) düşündüğümüz zaman; herhangi bir Müslümanın, bir gayr-â müslimi kendisine dost (yâni aralannda yardımlaşma ve dostluk mes’ûliyetinin müşterek olduğu) bir arka­daş edinmesinin caiz olmadığını anlamış oluyoruz.

Müslümanlar arasında, üzerinde ihtilâfa düşülmemiş İslâmİ hü­kümlerden biri de budur. Çünkü bu konudaki sarih Kur’an âyetle­ri birçok yerde tekrar edilmiştir. Ayrıca bunları tavzih eden hadis-i şerifler de mânevi tevatür derecesine ulaşıyor. Bu delilleri burada serdetmeye imkân yoktur. Zaten onlar, herkes tarafından bilinen, araştırmacıya gizli kalmayan şeylerdir.

Bu hükümden yalnızca bir durum istisna edilmiştir. O da, müs-lümanların çok zayıf oluşları sebebiyle,  bu dostluğa mecbur bıra­kıldıkları zamandır. Çok zayıf olmaları, jstemiyerek onları buna sev-keder. Cenâb-ı Hak, bu konuda şöyle buyurarak izin vermiştir: «Mü’-minler, mü’minleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesinler. Kim böy­le yaparsa, Allah katında bir değeri yoktur. Ancak onlardan gelebile­cek  bir tehlikeden dolayı sakınmanız müstesnadır. Allah size asıl kendisinden   korkmanızı    emreder.    Nihayet   gidiş   de   ancak   Al­lah’adır[7][26]».

Şurasını bilmemiz gerekir ki, gayr-i müslimleri dost edinmeyi yasaklamak, onlara karşı kin gütmeyi emretmek anlamına gelmez. Zaten Müslümanın, insanlardan herhangi birine karşı kin taşıması yasaklanmıştır. Yalnız burada, insanın herhangi bir kişiye Allah için buğz etmesi Ue kin tutması arasında büyük bir farkın olduğunu bilmek gerekir. Birincisinin kaynağı Allah’ın razı olmadığı bir mün-kerdir ki; Yüce Allah’ın bir Müslümandan, onu işleyene karşı buğz etmesini istemesi kendi hakkıdır. Ama ikincisinin kaynağı, kişinin amellerine ve davranışlarına bakılmaksızın, bizzat kendi şahsıdır. İş­te tsîâm bunu yasaklıyor.

Allah için öfkelenmenin temelinde, öfkeyi hak etmiş bir kâÇi-re veya isyankâra karşı acımanın etkisi vardır. Çünkü kendi nefsi için istediği şeyi bütün insanlığa da istemesi, mü’minin şiarıdır. Bir mü’min, sadece kendi nefsini kıyamet azabından kurtarma ve ken­di nefsi için ebedi saadeti garanti etme gayret ve düşüncesinde ol­maz. Çünkü, mü’minin kâtirlere ve âsilere karşı öfkelenmesindeki etken, yalnızca onlara acıması, onların nefislerini ebedi azaba; âhi-rette Allah’ın azabına atmalarından duyduğu üzüntüsüdür. Aşikâr­dır ki, bu öfke herhangi bir husustaki kinden dolayı olmamakta­dır. Böyle olsa, mutluluğu ve iyiliği için, babanın oğluna veya kar­deşe kızması kin olurdu.[8]

Bu durum, birçok zamanlarda kâfirlere karşı muamelede katı dav­ranmanın meşruiyetine aykırı düşmez. Çok kerre, bu tür bir katı davranış, biricik ıslâh vesilesi olur, o da şefkat ve merhamet için ge­rekli olan neticedir. Nitekim şâir şöyle diyor:

«Islâh olmaları için sert davranmıştı.

O halde merhametli kimse,

Acıdığı kişiye bazen sert davransın.»

Böylece şunu da bilmek gerekir ki; kâfirlerle dostluğun yasak­lanması; onlarla müslümanların arasında çıkan anlaşmazlıklar da, adalet prensibini uygulamada veya müslümanlarla onların arasında yapılan anlaşmalara riayet hususunda, ihlâl edici davranışın ceva­zını gerektirmez. Çünkü sürekli olarak adaletin uygulanması gere­kir. Allah için öfkelenme ve nefretin, adalet prensibinin uygulanma­sı karşısında, asla engel olarak dikilmemesi gerekir. Bu konuda, Ce-nâb-ı Hak : «Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutanlar ve adaletle şahldHk edenler olunuz! Bir topluluğa karşı olan öfkeniz, sizi adaletli davranmaktan alıkoymasın! Adaletli davranın ki, O, tak­vaya daha çok yakın olandır. Allah’tan korkun. Şübhesiz ki, Allah ne yaparsanız hakkıyla haberdardır[9][27]» buyuruyor.                           Asıl maksad, müslümanların gayr-i müslimlere karşı bir tek ümmet olduklarını bilmektir.   Nitekim   önceki konularda açıklamasını yaptığımız (BELGE: Hz. Peygamber’in Anayasası) bu hususu kaideleştirmişlir. Durum böyle olunca, gayr-i müslimlerle dostluk ve kardeşliğin sınırlı olması gerekir. Ama bütün insanlarla birlikte, gayr-i müslimlerle olan muamelelerde de, adalet prensibinin hassas bir şekilde uygulanması gerekir. Ayrıca bütün insanlığın hayrım istemek, tüm İnsanlara, kurtuluşa ermeleri ve doğru yolu bulmaları için duâ etmek icabeder… [10][28] Dostluk konusunda yukarıda sözünü ettiğimiz iki olguyu birbirine karıştıranların eksiklikleri, inancın özüne ilişkin sağduyudan ve de savaşın bu kitap ehline karşı izlenecek tutumun niteliğini bilinçlice kavrayabilmekten yoksun oluşlarıdır. Onlar, Kur’an’ın bu konudaki son derece net olan buyruklarından habersizdirler. Bu nedenle de İslâm’ın, tüm hakları garanti altına alınmış olarak İslâm toplumunda yaşamakta olan kitap ehline karşı hoşgörülü davranılmasını ve onlara iyilik yapılmasını isteyen buyrukları ile dostluğun sadece Allah, peygamberi ve müslümanlara özgü kılınmasını isteyen buyruklarını birbirine karıştırmaktadırlar. Onlar Kur’an’da kitap ehline ilişkin yapılan tespitleri unutmaktadırlar. Onlar Kur’an’da belirtildiği üzere, onlar İslâm toplumuna karşı savaşma noktasında birbirlerinin dostudurlar. Bu, onlar için sabitleşmiş bir olgudur. Onlar, ne müslümandan hoşlanırlar, ne de onun dini olan İslâm’dan. Müslümandan, kendi dinini terk edip onların dinine geçmedikçe de hoşlanmayacaklardır. Onlar, İslâm’a ve müslümanlara karşı savaşmakta son derece ısrarlıdırlar. Onların bu noktada içlerinde gizledikleri öfke ve kin, ağızlarından çıkan sözlerdekinden çok daha büyüktür… Burada ele aldığımız ayetlerin bitimine dek, onların nitelikleri dile getirilmektedir[11]

[1][21] İbn Hişâm, 2/47.

[2][22] Taberî:  2/480, Tabakat:  3/67.

[3][23] Mâide sûresi, ftyef   51-52.

Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 239-241.

[4][24] Buhârî: 3/146, Muvatta’:  1/328.

[5] Medeniyet-i şer’iyye ve terakkiyat-ı diniyye – İskilipli Mehmet atıf

[6][25] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 241-246.

[7][26] Âl-i îmrân sûresi, âyet: 28.

[8] Fizilal  kuran ali imran 28

[9][27] Nisa sûresi, âyet:  135.

[10][28] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 246-248.

[11] Fizilal  kuran maide suresi 50

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.