sohbetlerözlü sözleryazarlarmakalelervideolartefsir derslerikavram derslerimedaricus salikin

Benî Kurayza Kuşatması | Siyer Programı – 44. Bölüm

Benî Kurayza Kuşatması | Siyer Programı – 44. Bölüm
A+
A-

Benî Kurayza Kuşatması

Sahihayn’de nakledildiğine göre; Resûlullah Cs.a.v.) Hendek gaz­vesinden dönünce silâhını bırakıp boy abdesti aldı ki, hemen Ceb­rail (a.s.) geldi. Ona: «Silâhını bıraktın mı? Vallahi biz bırakma­dık. Yürü onların üzerine, diyor ve Resûlullah da, kimin üzerine de­yince; şunlar işte diyor ve Beni Kurayza yurdunu gösteriyordu.» Ve Resûlullah (s.a.v.) derhal onlara doğru yola çıktı[1][123]. Bütün müslüman-lara da şöyle çağrıda bulundu: «Benî Kurayza’ya varmadan kimse ikindi namazını kılmasın!..» Halk yürüdü.

Ama bazısı daha yoldayken ikindi vakti girmişti. Bir takımları, namaz kılamayız, oraya varmadan derken, bir kısmı da hayır kıl­malıyız. Çünkü bizden bunu istemedi, dediler. Bu durumu daha son­ra Nebi (s.a.v.)’ye anlattılar. O da, hiçbirini tenkid edebilecek birşey söylemedi o anda[2][124].

Onlar kalelerine sığınıp savunmaya geçmişlerdi. Resûlullah (s.a v.) da onları yirmi beş gece süreyle, bir rivayete göre ise, on beş gün kuşattı[3][125].

Nihayet kuşatmadan sıkıldılar ve Yahudilerin gönlüne korku düştü.

İbn Hişâm’ın rivayetine göre, Yahudilerin liderlerinden Kâab bin Esed, Resûlullah (s.a.v.)’in bırakıp gitmediğini görünce: Ey ya-hudi cemaatı, başımıza şu gördüğünüz hal geldi işte. Ama ben size uç tane çıkış yolu teklif edeceğim. Hangisini isterseniz onu uygula­yın… Onlar; neymiş o dediler. O da; ya bu adama uyar ve onun pey­gamberliğini tasdik ederiz. Zaten doğrusu, onun Allah elçisi bir pey­gamber olduğu apaçık anlaşılıyor. Ona dair belirtiler aynen kita­bınızda da var. Böylece de kanlarınızı, evlâd ve namusunuzu koru­muş olursunuz, onlara: Hayır, biz Tevrat Ahkâmından asla sap-mıyacağız deyince, o da:   İyi öyleyse devam edin. Gelin evlâd ve kadınlarımızı toptan öldürelim önce; sonra da yalın kılıç Muhammed ve yandaşlarının üstüne yürüyelim. Böylece, arkada gözümüz kalmaz. Allah onunla bizim aramızda hükmünü verir. Bakalım Al­lah, ya Muhammed’e, ya bize verir. Yenilir ölürsek arkada endişe edeceğimiz birşey bırakmamış oluruz bari.

Peki, bu zavallıların günahı ne ki (öldüreceğiz) diye çıkıştılar… O da: Eh bundan da çek iniyorsanız, o halde bu gece Cumartesi ge-cesidir. Zannımca Muhammed ve arkadaşları da, böyle anda bizden saldın beklemezler. Haydin inip saldn^alım. Umarım ki, gafil basıp başarı elde ederiz… Ama onlar buna da razı olmadılar.

            Nihayet, onlar Resûlullah (s.a.v.)’m kendileri hakkında vereceği karara boyun eğmek zorunda kaldılar. Benî Kurayza ötedenberi Evs kab:iesiyle dostluk içinde olduğundan, Resûlullah (s.a.v.) onlar hak­kında Evs’li liderlerden birinin hüküm vermesi için vekil tâyin etmek istedi. Sa’d bin Muâz’ın hüküm vermesine yahudiler de razı oldular ve o işe vekil kılındı… Sa’d ise Hendek savaşında aldığı ok yarasın­dan ötürü ağır hasta olup, orada bir çadırda tedavi görmekteydi. Resûlullah onu, Beni Kurayza hakkında hakem tâyin edince, oraya çağırttı. O da bir merkeb üstünde hasta halde geldi. Oradaki Mes­cide yaklaşınca[4][126]. Ensâr’a hitaben Resûlullah (s.a.v.) : «Efendiniz ve en hayırlınız için kıyam edin» buyurdu. Sonra da Sa’d îbn Mu âz’a dönüp, bu adamlar (yahudiler) senin hükmüne razı oldular, deyince: Sa’d, «O halde erkeklerini idam edin, kadın ve çocuklarını da esir alın» diye cevab verdi. Bunun üzerine Resûlullah tam da Allah’ın hükmü ile karar verdin[5][127] dedi. Daha sonra Sa’d îbn Mu âz (r.a.) şöyle duâ etti: «Allah’ım, sen bilirsin ki, senin Resulüne karşı yalancılık ya­pan ve onu yurdundan çıkaran bir milletle yine senin yolunda sa­vaşmaktan benim için daha sevimli birşey yoktur. Allah’ım, benim kanaatimce sen onlarla bizim aramızda harbi meşru kıldın, o halde Kureyş ile savaşmak hususunda hâlâ bir yol varsa beni bunun için yaşat ve savaşmayı nasib et. Harbi sona erdirdinse, o zaman bu yara ile bana şehadeti nasib et…» Bu esnada yarası yeniden açıldı, kan akmaya başladı. Yandaki çadırda bulunan Gıfar oğullarından bazı kimseler, kendilerine doğru kan akıp geldiğini görünce; «Komşu ça-dırdakiler, nedir sizden bu yana akan?» diye seslendiler. Sa’d Îbn Muâz bu seferinde fazla kan kaybetmeden dolayı vefat etmiştir. Al­lah rahmet eylesin[6][128]. Ahmed’in rivayetinde ise yarası patladığında esasen ufacık halka kadar bir arıza kalmıştı, iyileşmeye yüz tut­muştu, deniyor…

            Daha sonra yahudiler kalelerinden indirilip Medine’deki Hendek kıyısına getirildiler. Savaşabilecek erkekleri idam edildi, kalanları ise esir alındı. Bu meyanda katledilenler arasında Beni Kurayza ka­bilesini ahdini bozup hıyanet etmeye razı etmek için en çok gayret sarfeden Hudey bin Ahtab da vardı. îbn tshâk’ın rivayetine göre; bu adam elleri boynuna iple bağlı olarak Resûlullah’m huzuruna getirildi. Resûlullah’m yüzüne bakınca; vallahi sana düşmanlığım­dan ötürü hiç de pişman değilim ve kendimi ayıplamam. Fakat ne var ki Allah kimi yendirmek isterse o yenilir dedi ve hemen yere çöktü, boynu vuruldu. [7][129]

Dersler Ve İbretler

Hadis ve Siyret âlimleri Beni Kurayza olayından şu mühim hü­kümleri çıkarmaktadırlar:

1- Ahdini bozanların idamının caiz olduğu:   Nitekim,   îmam Müslim de «Beni Kurayza Gazası» ‘nı bu başlık altında işlemiştir. De­mek oluyor ki; barış, mütareke veya emân verme işlemleri; müslü-manların kendi arasında dat öbürleriyle  de olsa,  rnüslümana,  bu sözleşmelere riayet ve saygı göstermesi yakışır. İster sulh, ister mu­ahede, ister emân tanıma olsun, karşı tarafa rağmen bunlardan dön-memeli, ahdini bozmamalıdır. Yine bu olay, müslümanlarm ne hal­de, hangi zaruretle savaşa girişebileceklerini de belirtmektedir.

2- Müslümanların bazı meselelerde ve lüzumu halinde hakem tâyin edebileceği îmam Nevevî (Rahimehullah). «Bu olay ve sünnet-i Resûl’den anlaşılıyor ki: Müslümanların fevkalâde önemli özel durumlarında; yine müslüman, âdil, sâlih ve hüküm vermeye ehil kimseyi hakem tâyin etmesi, hakem usulüne başvurması caizdir. Nitekim, Haricî­lerin haksızlığında ulemâ icrna’ yapmıştır. Çünkü onlar, Hz. Ali’yi hakem tâyin etti diye (Sıffîn savaşı sırasında) itham edip yaptığı işi boykot etmişlerdi.

Yine bu olaydan; bir köy halkı veya bir kalede oturan halk ile; müslüman, âdil ve öyle önemli bir işte hakemlik yapabilecek ehliyet ve güvenli kişinin hakemliğinde anlaşma yapmanın caiz olacağını da anlıyoruz. Ve tabiî müslümanların maslahatına uyacak bir ka­rar verebilecek kimse… Hüküm verilince de, o hükmün ilzam edi­ci olduğu; ne îslâm reisinin, ne de karşı tarafın bu hükümden dö-nemiyeceğl; dönüşün ancak hükümden önce olabileceği, prensipleri de anlaşılıyor[8][130].

3- Fer’i mes’elelerde içtihadın caiz, böyle hallerde ihtilâfın ise kaçınılmaz olduğu: Nitekim sahabe, Resûlullah (s.a.v.)’ın, «Beni Ku-rayza yurduna varmadan hiç kimse ikindiyi kılmayacak!..» sözünü anlamakta ihtilâfa düşmüş, (yukarıda bunun tafsilâtı geçti) Resû­lullah (s.a.v.) da hiçbirini ayıplayıp, muahaze etmemişti. Bu da, şe­riatın en önemli ve büyük prensibine işaret ediyordu: Bu da, fer’i mes’elelerde ihtilâfın ilke olarak benimsenmesidir. Aynı zamanda muhalefet edenin de, edilenin de sevaba lâyık olduğunu anlatıyor. Tıpkı şer’î ahkâmı içtihadla çıkarırken konulan prensip gibi; ister­se isabetli hüküm veren tek kişi olsun veya çok sayıda olsun!

Yine burada, zanni delâletlerden kaynaklanan fer’i mes’eleler deki ihtilâfın, tamamiyle giderilmesinin, mümkün olmadığına işaret vardır. O durumda Hak Teâlâ hazretleri kulunu iki tür tekliften biriyle karşı karşıya bırakır. Birisi; itikad ve amelle ilgili; açık, ke­sin emirleri uygulamak. İkincisi: Muhtelif umumi delillerden fer’î hüküm ve prensipleri sezip çıkarmak için gayret ve dikkatle araş­tırmak.

O halde çölde namaz vakti girince, bir kimsenin kıbleyi şaşır­ması halinde, ondan beklenen, Allahü Teâlâ’ya kulluktan başka bir-şey değildir. Elindeki (aklî ve maddi) İmkânları ve bütün gücünü harcadıktan sonra kıblenin ne yönde olduğu hususunda edindiği ka­naate göre dönüp namazını kılar, tşte burada; kafi olmayan, şer’i nass’lardan edinilen zanni delillerden çıkacak birçok çarpıcı hik­metler var. Çok belli bir şey; değişik içtihadların var oluşu. Bu içti-hadların hepsi de aynı veya değişik, ama önemli olan meşru ve şer’an muteber delillere bağlı olması. Bunların da birçok mcs’eleyi hallet-nvş olması… Böylece, müslümanın şartlar ve ihtiyaçlar hangisini al­mayı gerektiriyorsa, ona uymakta muhayyer bulunması İşte Al­lah’ın kullarına her asır ve dönemde rahmetinin apaçık ortaya vur-masıdır bu!..

Şimdi bunu iyi düşünelim : Biliyorsunuz ki, fer’i mes’elelerde ihtilâfı kaldırmaya teşebbüs, kanun koymada ilâhi tedbir ve Rabbani hikmetlere karşı bir direnme, daha doğrusu bâtıl ve abes iş-t;r. Çünkü, delil zannî olduğu müddetçe mes’eledek”. ihtilâfın gide­rilmesi söz konusu olmaz…

Eğer bu mümkün olsa, daha başlangıç dönemi olan ResûluIIahin çağında tamamlanırdı. Ve yine dinin ilk muhatabları olan saha­be ihtilâf etmezdi. Peki onlara ne oldu da gördüğünüz gibi, bütün bunlara rağmen ihtilâfa düştüler?.. (Demek yukarıdaki işaretimizle, mü’mine rahmettir bu.

4- Yahudilerin Muhammed (s.a.v.l’in Peygamberliğini te’kid etmeleri: Kâab bin Esed’in, Yahudi ırkdaşı (ve dindaş)larıyla konuş­ması sırasında, Muhammed (s.a.v.)’in nübüvvetine kesinlikle inan­dığı, Tevrat’ın bu konuda verdiği haber ve delillere muttali olduğu, O’nun bi’setinin belirtilerini açıkça tanıdığı, yukarıdaki nakillerde görülmüştü. Ama onlar kendi taassub ve kibirlerinde esirdi Zaten birçok kimsenin imansız ve idraksiz kalmasının sebebi bu hallerdir. Yine bu gösteriyor ki, İslâm gerek akidesinde, gerek ahkâmında, be­şeriyetin fıtratına tam uyan asıl dindir. Akidesinde akılla bağdaşır, Ahkâmı ise tamamiyle insanın ihtiyaç ve faydasını karşılayacak bi­çimdedir.

Bu haliyle bir ferdi düşünülemez ki; akl-ı selim sahibi olsun da, İslâm’ı duyup asliyyet ve özüyle tanısın da, ciddi ve akli mânâda onu inkâr etmiş olsun. Mutlaka iki ihtimâlden biri vardır, bir in­kârda. Ya İslâm’ı alelade ağızlardan sığ bir şekilde duymuş veya onun aleyhinde sözlerle tanımıştır. Yahut müslümanlara düşmanlığı, ki­ni yüzünden nefsaniyetçl bir tutumla veya dünyevi imkânlarını kay­betme endişesiyle onu reddetmiştir.

5- Gelen kimseye karşı ayağa kalkmanın hükmü: Sa’d bin Mu-m hayvanı ü?ennde gelirken Resûlullah (sa.v.), ona saygı anla­mında Unsâr’ın ayağa kalkmasını istemiştir. Bunu da onun, efendi­niz için veya hayırlınız için sözü göstermektedir. İşte bu ve benzeri nakillere dayanarak, bütün ulema; sâlih kimselere ve âlimlere kar­şı, alelade ilişkilerde, âdet halinde, ayağa kalkmanın meşru olduğu­nu istidlal etmiştir.

îmam Nevevî, bu hadis üzerine yaptığı tâlikde şunları söyler: Burada faziletli kişilerin yüceltilmesi ve bir yere geldiklerinde on­lara kıyam tavsiyesi vardır. Bu yüzden de, Cumhûr-u ulema böyle kıyamı müstehab görmüşlerdir. Kazi şöyle der: Şu yasaklanan kı­yam bu değildir. O, kendisi otururken çevresindekilerin sürekli ayak­ta durmaları şeklidir. Bence, gelen faziletli kişi için ayağa kalkmak

müstehabdır. Nitekim bu konu hadîslerde nakledilmiştir. Hadîsler­de bunu nehyeden hiçbir sarih ifade de yoktur[9][131].

Yine bu konuya işaret eden bazı sahih hadislere bakalım. Kâ’b bin Mâlik’ten ittifakla nakledilen bir hadiste o, Tebük gazvesinden geri kalışının hikâyesini yaparken, şunları söylüyor: Ben Resûlul-lah ile yeniden bey’at için gidiyordum. Grup grup halka rastlıyorum, onlar da beni hep, tevbemin kabulünden ötürü tebrik ediyorlar; «Allah’ın tevbeni kabulünden ötürü seni kutlarız» diyorlardı. Niha­yet mescide varınca Resûlullah’ın çevresinde insanlarla oturduğunu gördüm. Onlardan Talha bin Ubeydullah (r.a.) kalktı, bana doğru koşup musafaha yaptı ve beni tebrik etti. Vallahi muhacirlerden başka kimse kalkmadı. (Burada Kâ’b, Talha’nm yaptığını unutamı­yor).

Yine Tirmizi, Ebû Dâvud ve Buhârî’nin Edebü’l-Müfred’de Hz. Âişe (r.a.)’den naklettiği de bu cinstendir: «Ben halk içinde Resû-lullah (s.a.v.)’a söz, sohbet ve oturuş kalkışta Fâtıma (r.a.) kadar benzeyen kimseye rastlamadım. Nebi sallâllahü aleyhi ve sellem O’nun (r.a.) geldiğini görünce ona merhaba der ayağa kalkıp onu alnından öperdi. Elinden tutar getirir kendi yerine oturturdu. Aynı şekilde Nebi aleyhisselâm da ona gittiğinde o da selâmlar, ayağa kalkıp onu öperdi[10][132]».

Anlarsınız ki, bütün bunlar, Resûlullah’ın sahih hadîsinde: -Kim kendisini karşılamak için önünden kalkılmasını taleb ederse, cehen­nemdeki yerine hazırlansın» buyurmasına ters düşmez. Çünkü, fa­zilet sahibi kimselere saygı sadedinde ayağa kalkmanın meşru ol­ması, onların gönlünde bunu arzu etmesini isbat edecek bir yoruma yol vermez. Aksine öyle faziletli ve sâlih kişiler zaten alçak gönül­lü ve arkadaşlarına karşı bu tür şeyleri taslamaktan uzaktır… Muh­taç fukaraya baksana: İslâm terbiyesi ona; dilencilikten uzak ol­mayı; halka boyun eğip, ihtiyaçlarını belirtmeyi meneder. Ama aynı İslâm terbiyesi; böyle iffetli fakirleri arayıp bulmayı, ikramda bu­lunmayı, malının fazlasını onlara vermeyi öğütler zenginlere…

O halde bunları birbirine karıştırmadan ve birini öbürüyle or­tadan kaldırmaksızın; herkesin vazifesi ve bu vazifenin ölçüsü var­dır. Aksi halde, cehalet ve aceleciliğin en çirkin örneğini sergilemek olur bu.

Şurasını da çok iyi bilmek gerek ki, bu ikramın meşruiyeti de bir ölçüye bağlıdır ve bir sınırı vardır. Bu husus aşıldı mı, iş haram noktasına varır. Ve artık onu benimseyen de, menetmeyip susan da günahtan pay alır!..

Bu türden bazı tutumları, bazı tarikatçılarda görürsünüz. Bir kısmı oturur, öbürleri ayakta intizar ederler. Meselâ şeyhin önünde bir mürid boynu bükük ve sefil vaziyette himmet bekler, ona otur­ma izni verilmesini bile beklemez. Bazıları da şeyhin dizlerine secde eder nerdeyse. Ya da meclise gelişinde elini taparcasına öper. Ya da mecliste bir coşku oluşunca ona sürünerek yaklaşır… Bunun bir terbiye metod ve üslûbundan ibaret olduğunu söyleyen, cevaz ve­renlerin yorumu seni aldatmasın. Çünkü İslâm, eğitiminin metodu­nu da, ölçüsünü de belirtmiştir. Onun ötesine geçmekten de men et­miştir. Artık Resûlullah (s.a.v.)’m eğitim üslûbu dışında herhangi bir usûl kurmak ve ona teşvik doğru olamaz.

6- Sa’d İbn Muâz’ın Özel meziyetleri: Bu olayda dikkat edilir­se, en çok Hz. Sa’d bin Muâz (-r.a.) Efendimizin büyük meziyetleri­dir göze çarpan. Tabii bu meziyetlerin başında, Resûîullah Cs.a.v.)’-m ona Beni Kurayza hakkında karar verme yetkisini vermesini de göreceksiniz. Ki O, Allah’ın Resulü olduğu halde, (düşmana karar biçme) mevkiine onu çıkarıyor. Hani ya, risâlet öyle makam üstü bir makam ki; her hüküm desteğini ondan alıyor… Tabiî ikinci ola­rak da Sa’d (Radıyallahü anh)’ın meziyetlerinden; Resûlullah’m En-sâra, kudümü sırasında, onun için kıyam emretmesini gördünüz.

Eh, bu kudüm ve emir Resûlullah’tan sâdır olduğuna göre, bu meziyet de paha biçilmez b> seviyedir…

Bundan sonra da tabii, Hendek gazvesinde kolundan aldığı ya­ra mes’elesini bulursunuz. Ve ardından da elini kaldırıp böyle bir yara alışından ötürü Allah’a şöyle dua edişini: «Yâ Rabbi!.. Bilirsin ki, senin Resulünü yalanlayıp, onu yurdundan çıkaran milletle sa­vaşmaktan benim için daha sevimli birşey yoktur. Yâ Rabbi! Eğer bundan sonra da Kureyş ile bir hesaplaşma olacaksa, benim haya­tımı devam ett’r de onlarla çarpışayım, senin yolunda.» Ve Sa’d’m duası da makbul olup, yarası iyiliğe döndü. Nihayet Benî Kurayza gazası da oldu. Resûlullah (s.a.v.) O’nu, onlar hakkında hakem seç­ti. Allah böylece Yahudi belâsını mü’minlerden kaldırıp, onların pis­liğini de Medine’den giderdi. Ve Sa’d ikinci kez ellerini açıp duâ etti. «Yâ Rabbi! Kanaatımca, bizimle onlar (müşrikler ve Kureyş) ara­sında savaşı sen meşru kıldın. O savaşı sen takdir ettiğine göre, ora­dan aldığım yarayı azdır da o yaradan ölmüş olayım». Ve duâası yi-

ne kabul görüp, yarası o gece aniden patladı. Ve Hakk’ın rahmetine kavuştu.

îbn Hâcer  «Fethü’İ-Bâri» isimli eserinde şöyle yazar:  Bana öy­le geliyor ki: Sa’d bu olayda yaptığı duada isabet etmiştir. Ve bu , yüzden de duası makbul olmuştur ve nitekim de Hendek savaşın­dan sonra, Kureyş’in kendi teşebbüsüyle müslümanlar ve müşrikler arası bir çatışma olmamıştır.

Arkasından da Resûlullah, Mekke’ye umre için hazırlanıp git­miş, Mekke’ye girmek isteyince de neredeyse savaş çıkacakken, ya­tışmıştı. Cenâb-ı Hakk’ın beyânı üzere : «Sizin onlara galebenizden hemen sonra; Mekke’nin göbeğinde çıkacak arbedede, sizi onlardan, onları sizden alıkoyan O’dur!» Sonra bir anlaşma olmuş, Resûlullah öbür yıl umre yapmıştı. Bu anlaşma da, ta Mekkelılerin bozmasına kadar sürmüş. Onlar ters gidince de, O da üzerlerine yürümüş, böy­lece de Mekke fetholunmuştu.

Yine Resûlullah Cs.a.v.) Hendek gazasından dönerken, Buhâri’-nin rivayetine göre şöyle buyurmuştu : «Şimdi artık biz onlara sa­vaş açabiliriz ama onlar açamaz. Biz onlar üzerine yürüyeceğiz». Bezzâr da, hasen senedle Câbir’den şu hadîsi nakletti: «Resûlullah Ahzab günü bir topluluğa şöyle seslendi: «Artık onlar bundan son­ra asla bize s al d ıram azlar. Ama siz onlara savaş açabileceksiniz».

Nihayet: Sa’d İbn Muâz’ın bu kıssası, ona bağlı olarak anlat­tıklarımız; şunları hissettîrse gerektir: Yukarıda da izah ettiğimiz üzere, savunma harbi îslâm’da, islâm’a da’vctın bir devresidir. Re­sûlullah (s.a.v ) buna böyle teşebbüs etmiştir. Ve tabii hemen ar­dından topyekûn insanlığı İslâm’a da’vet devresi gelir. Çünkü îs­lâm’da şirk ve dinsizlik asla tasvip edilmez. Sonuçta sadece İslâm’a teslimiyet istenir. Ehl~i kitabdan, mutlaka İslâm’a girmesi beklen­mez. Sadece ehl-i kitaba, genel ahkâma itaat şartıyla kendi dininde kalma yetkisi tanınır.

Bunlardan hiçbirine yanaşmayana ise savaş açılır. Tabii bu müm­kün olduğu takdirde… ve artık mâruf şekliyle islâm’a boyun eğme­leri için zorlanır. Son devirlerde bazı araştırmacıların diline dola­dığı «savunma harbi»  tabiri ne  ifade edebilir?  islâm’ın tekâmülü döneminde «cihad ve da’vot» neyi anlatır? Resûlullah’ın: «Fakat siz savaş acaraksmız»  sö/ü boşa mı çıkacaktır;.. Demek ki; cihad sü­rekli ve tslâm d umumidir’.. [11][133]

[1][123] Müttefekun aleyh olup, hadis metni Buhâri’ye aittir.

[2][124] BuhârI böyle nakletmİştir.

[3][125] İbn Hışam 25, tbn Sa’d ise 15 diyor. (Tabakat)

[4][126] Bu, Medine’deki Mescid-i Nebi  değil. Hadîs sarihlerinin de dediği  gibi; o an için ResûluIIah’ın mescid ittihaz ettiği yerdir.

[5][127] Müttefekun aleyh.

[6][128] Müttefekun aleyh. Lâfzı İse Buhârî’ye aittir.

[7][129] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 321-323.

[8][130] Nevevfnin Müslim üzerine şerhi, 12/92.

[9][131] Nevevi’nin Müslim şerhi: 12/93.

[10][132] B. M. ve ötekilerin rivayeti. Metin Buhârl’ye âit. öbürleri de sadece lâfızlar­da ve az fazlalıkla ayrılıyorlar…

[11][133] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 323-328.

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.