sohbetlerözlü sözleryazarlarmakalelervideolartefsir derslerikavram derslerimedaricus salikin

BİR ÜLKENİN FETHİ

BİR ÜLKENİN FETHİ
16.02.2021
5.577
A+
A-

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

ÖNSÖZ

Hamd, kendisinden başka ilah olmayan Allah’adır(cc). Salat ve selam son rasul,son peygamber Hz. Muhammed (sav)’ehli Beytine, Ashabına ve gayesi Allah (c.c.)‘nın rızası rehberi Kur’an önderi Hz. Muhammed(S.A.V.) olan tüm Müslümanların üzerine olsun.

İçerisinde bulunmuş olduğumuz çağda hepimizin malumu olan sorunlar mevcut. Genellikle gündem olan sorunlar toplumsal alanda kendisini gösteren şeylerdir. Müslümanların günümüzdeki durumu, insanların içinde bulunmuş olduğu hal, ülkelerinin mevcut durumu gibi sıkıntılar herkesin dilinde olan şikayetlerdir. Ama kimse kendi sorununu mesele haline getirmemekte ve buna aldırış etmemektedir. Eğer toplumsal alandaki sıkıntıları mesele haline getirmişseniz ve derdiniz “ONLAR” olmuşsa bu kitap size fayda vermeyecektir. Çünkü bu kitap “SİZDEN” bahsediyor. Sizdeki bir “ÜLKE” den. Oranın fethinden ve asıl sıkıntıların kaynağının ORASI olduğundan bahsediyor. İnsanın ilk ve değişmeyecek derdi ORASI dediğimiz ÜLKE dediğimiz KALBİdir. Çünkü burası değişmeden inkılap gerçekleşmeyecek ve istenen elde edilmeyecektir. İlk buradan başlanmalı ve hep burası kontrol edilmelidir. Zira Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmaktadır; “Ey kalpleri halden hale evirip çeviren Allah’ım, benim kalbimi de dinin üzere sabit kıl.”[1]

Şimdi arkanıza yaslanın bir geziye çıkacağız. Bir ülkeyi ziyaret edecek orayı tanıyacağız. Eminim orayı çok seveceksiniz. O ülkenin içi sizi hayretler içeresinde bırakacak. Mevsimiyle, iklimiyle sakinleriyle çok sıcak bir bağ kuracaksınız. İyi bir gözlem yapmaya çalışın çünkü hiçbir detayı kaçırmamalısınız. Her manzarasıyla bir ibret veren bu ülke sizi kendisine hayran bırakacak. Ölmeden önce görülmesi gereken yerlerde bugün; “YÜREK ÜLKESİ”

Bu yolculuğunuzda bizi rehber olarak tercih ettiğiniz için Allah (cc)’a hamd ediyor ve O’na minnettarlığımızı bildiriyoruz…

5 Muharrem 1441

4 Eylül 2019

 

İNSAN VE KÂİNAT

İlk bakışta bu iki varlık birbirinden çok farklı şeylermiş gibi gözükse de asılda aralarında büyük benzerlikler mevcuttur. Bu benzerliğin yanı sıra birbirleriyle olan ilişkileri de aralarında kopmaz bir bağın olduğunu gösterir. Birini tanımaya çalıştıkça elde edilen bilgilerin kıyaslanmasıyla diğeriyle olan dengeli bir uyum keşfedilecektir. Böylelikle insan kâinat içindeki yerini ve kendi içerisindeki kâinatın hikmetini fark edecektir. Netice olarak insan kendini tanıyacak ve kâinat içeresindeki görevini anlayacaktır. Bu fark ediş insanı Rabbini tanımaya ve neticesinde de O’na  kulluğa götürecektir. Bu gibi sonuçlardan da anlaşılacağı üzere ne insan kâinata ne de kâinat insana yabancıdır. Aralarında bir aykırılığın tenakuzun olmadığını fark eden insan İlahi planlamadaki yerini içtenlikle merak edecektir. Gayet tabiidir ki bu merak bir araştırmaya ve istenileni ortaya koyma adına bir isteğe sebebiyet verecektir.(İrade)

Bu meraklı ve heyecanlı varlığı Kur’an’dan başka hiçbir kaynak tatmin edemeyecektir. Kur’an ona bu kritik soruların ve heyecanın karşılığını onun hevesini kırmadan, kafasını kurcalamadan, şüphelere mahal vermeden en doğru şekilde en tatmin edici cevaplarla verecektir. Ondan belli başlı kıyaslamalar ve tefekkürler isteyerek ondaki kıymetli bir nimeti(aklı) harekete geçirecek ve kendisindeki cevheri ortaya çıkararak doyumsuz bir senaryo çizecektir. Almış olduğu cevapların itminanıyla her sahnede kendisinden istenilen rolü sergileyecektir. Bu sonuca varmasında kendisine yardımcı olan kâinatın parolasını(işittik ve itaat ettik) çözmüş olup bu parolayla uyum içerisinde yaşamaya gayret edecektir. Bu kusursuz düzene hayranlıkla bakmaya devam eden insan çok fazla zaman geçmeden; Karşısında hayranlığını gizleyemediği şu koskoca evrenden daha üstün olduğunu (eşref-i mahlûk) ve bu muhteşem düzenin kendisinin hizmetine sunulduğunu öğrenecektir. Hayranlığı ve heyecanı bir kat daha artan insan artık görevi noktasında kesin sonuca yaklaşacaktır. Kuşkusuz bu şerefi bahşeden her şeyden üstün olan Yaratıcı’dır. Bu şerefi bahşetmekle kalmamış bu şereften yoksun olmasına ve şerefli konumdan aşağıya düşmesine razı olmamıştır.

لَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنْسَانَ فِي أَحْسَنِ تَقْوِيمٍ

ثُمَّ رَدَدْنَاهُ أَسْفَلَ سَافِلِينَ

“Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık. Sonra onu, aşağıların aşağısına indirdik.”(Tin/4-5)

Bu iki ayet insanın ahsen-i takvim(en güzel suret) ile esfel-i safilin(aşağıların aşağısı) arasındaki ince biz çizgiye tabi tutulduğunu beyan etmektedir. Bu aradaki ince çizgi için çok şey söylenebilir fakat biz konumuz gereği insan ve kâinat arasındaki ilişkiyi temel alarak bu çizgiyi idraklere sunmaya çalışacağız.

Ahsen-i takvim üzere yaratılıp kendisine yüce bir değer ve görev verilen insan nasıl olur da bu değer ve görevden yoksun bir tutum sergileyerek aşağıların aşağısına iner?

Eşyanın (kainatın) kendisinin hizmetine verilmesiyle ve kendisine bir görev yüklenmesiyle şeref kazanan insan, bu sıralamanın yerini değiştirmesiyle mevcut konumundan kendisini aşağıya doğru yuvarlar. Bu sıralamanın yerini değiştirmek ise; kendisine hizmet için verilen eşyaya kul olmaya başlamasıdır. Bu kulluk eşyaya tutkuyla bağlanması sonucunda gerçekleşir. Kendi varlığını eşyaya feda etmesiyle bu eşrefiyyetine gölge düşürür itibarını zedeler. Böyle bir tavır sergileyen insan gayet tabiidir ki görevini unutacak hatta çok zaman geçmeden bu görevi inkâr edecektir.

İnsanın kendisini bu duruma getirmesi, öncelikle kendisine şeref bahşedene görev yükleyene ardından bizzat kendisine bir hakarettir. Paranın, malın, yeryüzünün teknolojinin hülasa maddenin efendisi olması gereken insan, bunların kölesi olarak haddini aşmış ve yeryüzündeki en büyük suça kalkışmıştır.

Her şeyin yerli yerinde tutulması, istenildiği şekilde icra edilmesi hikmete uygun hareket etmektir. Bu hikmet belli başlı sonuçları doğurarak bir hedef belirlemiş ve insanın dünyada vermesi gereken mücadeleyi ortaya koymuştur. İnsanın dünyada verdiği mücadelenin yanında bir de kendi dünyasında verdiği bir savaşı yani mücahedesi vardır. İnsana dünyada vereceği savaş için ilim gerekirken kendi dünyasında vereceği savaş için ise irfan(zekâ, tecrübe) gerekir. Etrafına bakarak bir denge kuramına şahit olan insanın bu ilim ve irfan arasındaki dengeyi sağlayıp icraata geçirmesi kendisine muttaki olma yani takva sahibi olma özelliğini kazandırır.

Sakınması ve yerine getirmesi gereken şeylerin olduğu gerçeğine varan insan bilmelidir ki; kâinattaki her şey bir hikmet çerçevesinde görevini yerine getirmektedir. Fakat kâinatın içerisinde barınan ihtiyaçlarını karşılayan bu insana, yaratılış gayesine aykırı hareket edebilme ve bu uyuma aykırı davranma gücü verilmiştir. Ki bu da ilahi bir hikmet gereğidir(imtihan). Bu da insana verilmiş olan iradeye işaret etmektedir. Bu irade de isyan edebilme kabiliyeti mevcuttur. İşte insan kendisine verilmiş olan bu isyan kabiliyetine aldanıp aşağıların aşağısına düşmüştür.

İnsana verilmiş olan isyan edebilme kabiliyeti onu aşağılama değildir. Zira bu isyan kabiliyetiyle aşağıların aşağısana düşse de insanın itaati; kendisinde var olan isyan edebilme kabiliyeti sebebince diğer varlıkların itaatinden üstün tutulmuştur. Çünkü bu şerefli mahlûk isyan etme gücü olduğu halde itaat etmiş ve kendisindeki eşrefiyetin sırrını bir nebze de olsa ispat etmiştir. Ki bu itaatin karşılığının Cennet olması bir diğer sırrı da keşfettirmiştir. İşte tam burada insanın kul olma imtiyazına sahip olmasının keyfiyeti karşımıza çıkmaktadır.

Fizyolojik olarak dahi insan vücudunun dengesiz beslenme neticesinde aldığı yaralar ve bedeni rahatsızlıklar bilinen bir konudur. İnsanın iç yetenek ve kabiliyetler ile donatılan bir varlık olduğunu düşünürsek buradaki dengesiz eğilim ve faaliyetlerin ruha vereceği zararı varın siz düşünün. Bedenin son raddede uğrayacağı en büyük zarar bedenin infilak edip ölmesidir ki bu dünyanın onun adına sonudur. Ancak ruhun uğrayacağı zararı tahmin etmek içten bile değil. Çünkü onun son durağı ahiretti. Ahiret sorumluluğu olmayan varlıklar için ölüm son olsa da insan için böyle değildir. Dış dünyamızda yaşadığımız ölüm, hastalık, enerji vs. gibi mukabilini iç âlemimizde de keşfedebilmeliyiz. Dış dünyaya alınan tedbirler iç âlem için alınmadıkça, dış dünyamızda yapmaya çalıştığımız ıslah çalışmalarını iç dünyamızda yapmadıkça fert ve toplum olarak saadet içerisinde yaşayan insanların varlığı mümkün olmayacaktır.Allah(c.c.) Kur’an-ı Kerim de şöyle buyuruyor;

 

لَهُ مُعَقِّبَاتٌ مِنْ بَيْنِ يَدَيْهِ وَمِنْ خَلْفِهِ يَحْفَظُونَهُ مِنْ أَمْرِ اللَّهِ ۗ إِنَّ اللَّهَ لَا يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ حَتَّىٰ يُغَيِّرُوا مَا بِأَنْفُسِهِمْ ۗ وَإِذَا أَرَادَ اللَّهُ بِقَوْمٍ سُوءًا فَلَا مَرَدَّ لَهُ ۚ وَمَا لَهُمْ مِنْ دُونِهِ مِنْ وَالٍ

’Bir topluluk kendinde olanı değiştirmedikçe Allah onları değiştirmez.’ (Rad/11)

VAROLUŞ AMACI

İnsanı değerlendirmeye tabi tutan her görüş, insan için şu üç soruya cevap bulmak zorundadır; “Ben Kimim? Niçin Varım? Nereden Gelip Nereye Gidiyorum?”. Bu insanın temel soruları ve sorunlarıdır. Bu sorulara cevap bulamamış her görüş, geçerliliğini kaybetmeye yani yok olmaya mahkûmdur.

Sonuç olarak tüm görüşler insanın saadetini, mutluluğunu amaçladığını iddia eder. Geçmişte ve çağımızda bütün batıl dinlerin ve görüşlerin ortak iddiasıdır bu. Bu iddiada bulunurken insanı tanımak, onun temel sorularına doğru cevap bulmak gibi olmazsa olmaz kaideleri gözden kaçırırlar. Bu temel kaidelerin gözden kaçırılması ile mutluluğu sağlamaları imkânsızlaşır.

Bunun bugüne kadar mümkün olmadığını bugünden sonra da mümkün olmayacağı en basitinden insanlık tarihinin bize aktardığı tecrübeyle kesinlik kazanmıştır. Bu soru ve sorunlara doğru cevap veremeyen her görüş, fikir, din insanlığa saadeti değil felaketi getirmiştir. Bu felaketi körükleyen felsefik yaklaşımların menşei olan Putperest Yunanın ve ilah ve din hakkındaki saçmalıkların yaygınlaşmasında etkin rol oynayan muharref Hristiyanlığın bir araya gelmesinden doğan Batı Uygarlığı, insanlığın pırıl pırıl dünyasını felakete sürükleyen en son ve belki de en dehşetli oluşum olmuştur.

İslam evrensel saadetin adı olduğu gibi, Batıl Sistemler (Batı Uygarlığı, vs.) de evrensel felaketin adıdır. Bu batıl sistemler çağın gerektirdiği yöntemlerle insanlığın başına bela olurlar. Kimi dönemde emperyalizmi, kimi zamanda marxizmi, günümüzde de demokrasiyi insanların başına bela ederek, intiharlarına tüm insanlığı ortak ederler. Adına uygarlık, çağdaşlık özgürlük dedikleri bu aldatmacanın insanın mutluluğuna ilişkin iddiaları şarlatanlıktan öte bir değer ifade etmemektir.

Çağdaş sistemler, boyundurukları altında yaşayan insanların varlıkları ve sonlarıyla alakalı temel soruları sormasına fırsat tanımaz. Bunun için ellerindeki bütün imkânları seferber ederler. Teknolojinin geldiği son nokta ve getirdiği sonuçlar hangi amaca hizmet ettiği hususunda kesin bilgi vermektedir. Temas etmediği kimsenin kalmadığı teknoloji; çağdaş sistemlerin emellerine ulaşmasında maşa görevi görmektedir. Teknolojinin insanlara teması beraberinde büyük yıkımları getirmiştir. Sorgulama yeteneğini kaybeden insan bu duyarsızlığını teknolojiye borçludur.

Ekolojik dengeye verdiği zarar bir yana insanın maneviyatına verdiği büyük hasar iç dünyasını köreltmiş böylelikle insan için temel teşkil eden soruların sorulmasına mani olmuştur. İnsanın manevi açlığını teknoloji narkozuyla kapatan çağdaş sistemler; insanın tabiatını bozup fıtratından uzaklaştırmayı başarmışlardır. Çağdaş sistemleri böylesi mücadeleye sevk eden, insanların neden ve niçin sorularını sormalarından dolayı duydukları korkudur. Bu yüzden sorgulama özelliği olan insanı yönlendirme ve en önemlisi duygu ve düşüncelerini kontrol etmeleri için iletişim araçlarıyla ve eğitim yoluyla olağanca gayret sarf etmektedirler. Bu çarkı döndürmek için müziği, sporu, eğlenceyi hatta dinin bizzat kendisini uyutmak için kullanmaları bu denli gayretlerdendir.

Bütün bu mücadeleler insanın asıl kimliğini yani İslam’ı bulmamaları için tezgâhlanan oyunlardır. Tevhid’i temsil eden bir inanca karşı, batılı temsil eden sapık inançları çıkarmaktadırlar. Helak edilen toplumları özendirerek (Ad, Semud, Lut, vs) yaratılış gayesini hatırlatan peygamberlere karşı şüphe uyandırarak, onları yalanlayarak “batı modernizmi” enjekte edilmeye çalışılmaktadır.

Ben Kimim? Niçin Varım? Nereden Gelip Nereye Gidiyorum? Gibi temel sorular, aklın tek başına cevabını verebileceği sorular değildir. Çünkü bu sorular aklın çözebileceği âlemin dışında kalmaktadır. Bu gibi varlık sorularını ancak Vahiy çözebilir.

Nitekim Rasulullah (sav)’e vahiy gelmeden önce, inzivaya çekildiği hepimizce bilinmektedir. Bu inziva esnasında varlığını sorguladığını, derin düşüncelere daldığını sorularına cevap bulmaya çalıştığını ilk nazil edilen vahyin muhtevasından anlıyoruz. Onun yüklendiği sorumluluğu mükemmel bir şekilde yerine getirebilen bir davetçi olabilmesi için iç dünyasındaki zenginliğine ulaşması gerekiyordu. Bu yüzden Hira’da geçirdiği günler dışarıdan bir inziva gibi görünse de, bir keşif, seyahat ve en önemlisi büyük bir göreve hazırlıktı aslında.

O (sav) farkında olmadan yeryüzün en ağır işini üstlenmeden önce kalbini elverişli bir hale getiriyordu. O’na yalnızlık sevdirilerek bu inzivası sıklaşıyor ve adeta oradan çıkmak istemeyecek dereceye kadar ulaşıyordu. Rabb’i tarafından inzivaya yönlendirilen Peygamber (sav) sonradan fark edeceği büyük bir hazırlığın içindeydi. Dağların üzerine inmesiyle haşyetten paramparça olacağı(Haşr/21) ağır söze (Müzzemmil/5) muhatap olacak olan kalbin böylesi bir hazırlıktan geçmesi gerekiyordu.

Peygamber (sav), Hira’ da hikmete talip olmuş ve onu elde etmek için uçsuz bucaksız keşfe çıkmıştır. Araması, araştırması gerektiğini öğrenen Peygamber (sav) bu sorgulamalarıyla insanlara iç dünyasındaki zenginliğe nasıl kavuşacaklarını öğretmiş ve her insanın hayatında bir Hira Mağarası’nın olduğunu, olması gerektiğini ispat etmiştir. Bu sorulara cevap bulmaya çalışırken Rabbi’ nin kontrolünde olan Peygamber (sav)’e ilahi yardım yetişmişti(hidayet). Bu yardım bir başka sorgulamaları beraberinde getirerek neyi sorgulaması gerektiği öğretiliyordu.

O (sav), kendisini arıyordu, bu koskoca evren içeresindeki yerini. Kendini bulmak, kendini bilmek, kendini tanımak adına uzun keşiflere çıkıyordu. Bu keşifler başka arayışları başka soruları gündeme getiriyordu. Bu arayışlar en sonunda kendisini öyle bir noktaya getirdi ki bu artık ‘vahyin’ eşiğiydi. Sorduğu sorulara ancak vahiy cevap verebilirdi. İlahi irade tıkır tıkır işliyor insanın ilme(vahye), doğru bilgiye olan ihtiyacı muazzam bir şekilde gözler önüne seriliyordu. İnsanın gücünün aklının bittiği yerde Allah’ın kuluna yardımı ilişiyor ve insanlık için müthiş bir gelişme meydana geliyordu;

اقْرَأْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِي خَلَقَ

خَلَقَ الْإِنْسَانَ مِنْ عَلَقٍ

اقْرَأْ وَرَبُّكَ الْأَكْرَمُ

الَّذِي عَلَّمَ بِالْقَلَمِ

عَلَّمَ الْإِنْسَانَ مَا لَمْ يَعْلَمْ

 

“Oku

Yaratan Rabbinin adıyla.

İnsanı alaktan yarattı O.

Oku, Rabbin en keremli olandır.

O, kalemle öğretti.

O, insana bilmediğini öğretti.”(Alak/1-5)

Evet, O insana bilmediğini öğretmişti, sorularına cevap vermiş ve onu engin bir tecrübeden geçirmişti. Böylelikle insan Ben Kimim? Sorusunun cevabını bulmuştu. Kendi kimliğini, neden varlık sahnesine çıkarıldığını öğrendi. Bundan da önce kendisini kimin yarattığını öğrendi. Sorularına nasıl cevap bulacağını, öğrenmenin yollarının ne olduğunu öğrendi(Okumak, kalemle öğrenmek). Dahası vahyin hakikatin tek öğreticisi olduğunu öğrendi. Kısaca insan, bilmediği, cevap bulamadığı sancısını çektiği şeylerin cevabının Allah’ta olduğunu, O’nun vahyinde olduğunu öğrendi. Kendisine ilahi yardımın geleceği garantisiyle yaşamayı öğrendi.

Aldığı bu cevaplarla varlık sancısı gitmiş yerine sorumluluk bilinci, kulluk vazifeleri gelmişti. Sorumluluğun ağırlığı ve hakikat aşkı gelmişti. Müminler en güzel örnekleri olan Allah Rasulu (sav)’nun bu engin tecrübesinden istifade edeceklerdi. O’nun davetini mesajını kavramanın anlamanın Onun takip ettiği süreçle mümkün olacağını fark etmeleri gerekecekti. Kur’an’a muhatap olan fertlerin vahiyden istifade edebilmeleri, vahyin ilk muhatabının vahiy gelmeden önceki elde ettiği yakine yaklaştıkları oranla mümkün olacaktır.

Vahyi ölçü almamış fikirlerin, görüşlerin, çağdaş sistemlerin varlıkla ilgili temel sorulara cevap verdiğine rastlanmaktadır. İnsan kimdir? Sorusuna bu kesimden bazılarının bu sorulara verdiği cevaplardan yola çıkarsak onlar hakkında söylediklerimizde ne kadar haklı olduğumuz anlaşılacaktır. Körün fili tarif etmesi gibi insanı tarif etmeye kalkışarak bahsi geçen felaketlerin fitilini ateşlemiş ve bocalayıp duran bir nesil ortaya çıkarmışlardır. Vahyi ölçü almadıkları her hallerinden belli olan bu sözde çağdaş ve aydın fikirlerin aslında abartıldıkları kadar bir zihin kabiliyetine ya da ilme ve irfana sahip olmadıkları anlaşılacaktır.

Bu sözde aydın fikir babalarından bazıları “insanı düşünen bir canlı”[2] olarak tanıtıp ne kadar sığ bir bakış açısıyla değerlendirdiği, insanı bir parça olarak görmesinden anlaşılmaktadır. Kimisi de “insan hisseden bir hayvandır”[3] diyerek daha kendi sorularına bile cevap veremediği gerçeğini gizleyememiştir. Bu da parçayı bütün sanıp gözünün içine kadar sokulan özelliklerini göremeyecek kadar körleşmiştir. İnsanın diğer boyutlarını bütün olarak göremeyen bu fikirlerin özgürlük adı altında savunduğu şey ahlaksızlıktan başka ne olabilirdi ki. Irkçılığın fikir babalığını yapanlar da bu tanımlamaya dahil olarak insanı “sosyal hayvandır”[4] diye tanıtmışlardır. Toplumu putlaştıran bu fikir babalarının aksine bireyciliği ve bireyselliği savunan fikir babaları da “insan isyan eden bir canlıdır”[5] diyerek işi içinden çıkılmaz bir hale sürüklemişlerdir. Bu tanımlamaların insana yaklaşımı farklı gibi gözükse de aslında ortak bir yanı vardır; o da intihara felakete meraklı olmaları. Bu hasta tipleri kâşifi oldukları fikirleriyle kendilerini çıkmaza sokmakla kalmamış kendisinden sonra gelecek olan nesilleri de büyük bir çukurun içine atmıştır. Nasıl bir çıkmazın içinde olduğunu “insan, alet kullanan hayvandır”[6] sözüyle haykıran çağdaş, aydın fikir babası evlere şenlik bir tanımlama yaparak, felaketin mimarları arasındaki yerini almıştır.

Bunun gibi onlarca örnek mevcuttur. İnsanların kendileriyle iftihar ettiği, yere göğe sığdıramadığı isimlerin, en temel sorulara dahi tutarlı ve dengeli bakamadıkları dolayısıyla saçmalayıp bocaladıkları net olarak görülmektedir. Her ne kadar insan hakkında söyledikleri sıfatlar insanda bulunsa da hakikati ortaya koyamadıklarından hakikatin bir parçasını fark etmeleri fayda sağlamamıştır. Zira, hakikat; parçalanmasıyla, hakikat olmaktan çıkar. İnsan düşünür, topluluk halinde yaşar, hisseder, yer, içer, alet kullanır. Bütün bunları insanın kendi dünyasından birkaç parçadır sadece. Bu gibi tezler insanı hiçbir zaman bir bütün olarak tanımlayamamaktadır. Onu adeta bölüp parçalamaktadır. Böylesine hastalıklı ve sakat bir düşüncenin hâkim olduğu sistemlerin insanlığa saadet sunacağı nasıl düşünülebilir ki?

Bu gibi tanımlamalar insanı aslından uzaklaştırmakta ve onun bir amaç üzere yaratıldığı gerçeğine yabancılaştırmaktadır. Allah insanı ahsen-i takvim(Tin/4) üzere yaratmış ve insan adına verilen tek doğru cevap olma özelliğinin yanında insana verilen değeri de beyan etmiştir. Onu, kendisine hakaret niteliği taşıyacak şekilde tanıtmayıp bu tanımlamayla keşfe çıkmasını irade etmiştir. Kendisinin böyle tanımlandığını gören insan birçok sorusuna cevap bulacak ve kendisinden istenenleri yerine getirebileceği özelliklerini fark edecektir. Nedir ahsen-i takvim? “Ona en iyi cisim ve diğer mahlûklardan daha iyi özellik verilmiştir. Ayrıca ona düşünce, anlayış, ilim ve akıl gibi yüksek kabiliyetler de bağışlanmıştır. Bunlar diğer mahlûkatta bulunmamaktadır.”[7] “En güzel yapıda, en güzel biçimde ve en güzel şekilde yaratılmanın insana özgü kılınması bu yaratığa daha fazla önem verildiğini göstermek içindir.”[8]

Ama ne yazık ki, insanı hayvana benzeten, onu aşağılayan, bu tanımlamayla onu değersizleştiren, eşyalaştıran düşüncelerden, sistemlerden medet umulmuştur. İnsanı insan yapan özellikler katledilmektedir. İşe yarar organları dumura uğratılarak, paslandırılarak; insan et yığını bir canlıya dönüştürülmek isteniyor. Yıllardır alın teri, zihin teri sömürülen insanın yüreklerine de el atmayı es geçmeyerek insandaki savunma mekanizması zayıflatılarak ticaret metaı haline getiriliyor. İnsandaki savunma mekanizması olan duygu ve düşünceleri bilinçaltına uygulanan operasyonlarla kendi amaçlarına hizmet ettiriliyor. İnsan, gerek ticarete gerekse de yönlendirmeye müsait duruma böyle getirilmektedir.

Batı modernizmi insanı insana kırdırma yöntemini insanı insanın kurdu olarak tanıtmakla gerçekleştirmektedir. Bunu yaparken de insana bunu süsleyerek servis edip cazip gelen ambalajlarla onlara sunmuştur. Alın teri, zihin teri, yürek teri sömürülen insan ne yazık ki kafasına, bileklerine ve yüreklerine vurulan şeffaf zincirlerin farkına varmıyor. Asıl özgürlüğe ulaşmasına müsaade edilmeyen insan yalancı özgürlüklere kanmakla ömrünü geçiriyor. Bu da insanların zincirleri kolye kafesleri de saray olarak görmesine sebep oluyor. İnsanı sömüren düzenler için bu tarz köleler tam istedikleri özelliğe sahiptir. Köleliğini özgürlük zanneden köle olduğu halde köle olduğunu kabul etmeyen. Eski çağlardaki köleler köle olduklarının ve sömürüldüklerinin farkındaydılar ve bu durum az da olsa efendiler için tehlike arz etmekteydi. Bu tehlikeyi onlar üzerindeki kurdukları baskı, zulüm işkence ile bastırabiliyorlardı. Bugünkü kölelere ise köle olduğunu kabullendirmek bir hayli zor. Hatta Kraldan çok kralcı olan bu insanlar yaptıkları kölelikle efendilerini bile şaşırtmaktadırlar.

Günümüzde bu köleleştirme politikasının karşısında ancak, yüreklerini, zihinlerini, bileklerini zincirlerden arındırmış olanlar durabilir. Vaat edilen geçici dünyalık metalara aldanmayıp ölümsüz değerlere kendisini adayan bu fertler, böylesi bir toplumun içinde özgür olduklarını savunabilirler. Köleleşmiş olan ve özgürlüklerini bu sömürü düzenlere satmış olan insanların kurtuluşu da bu özgür şahsiyetlerin sayesinde olacaktır biiznillah. İlahi planlamadaki yerini muhafaza eden bu özgür şahsiyetler bu kokuşmuş düzenlerin ortadan kalkmasına öncülük ederek içinde yaşamış olduğu toplumların uyanmasına sebep olarak onların asıl benliklerine dönmesini sağlayacaktır.

İnsanın varlıkla ilgili temel sorularına cevap veren İslam; gayet tabiidir ki ona huzuru ve saadeti sağlayacaktır. İslam sadece dünyada huzuru ve saadeti sağlayan tek din olduğu gibi bunu ebedi hayatta da huzur ve saadeti getirecek tek dindir.

İslam ve insan et ve tırnak, tohum ve toprak gibidir. Asıl hürriyetin adı olan İslam’ı insansız, insanı İslam’ sız bırakmakla başlar büyük felaket.

İslam, insanın evrenle tabiatla bir uyum içeresinde yaşamasıdır. İnsana insan olduğunu hatırlatan ona şeref ve izzet katan değerler bütünüdür. Sonradan çıkan bir din değil özde ve hakikatte var olan bir dindir. Beşerin eklediği, çıkardığı düzenlediği bir din değil, aksine insana ekleyen, ondan çıkaran ve onu düzenleyen bir dindir. Kirlenmiş fıtratları temizleyen, kir ve pas tutmuş zihinleri aslına kavuşturan dindir. İslam ve insan arasında değişmez bir kaide daha vardır ki insanın ona göstereceği teslimiyettir. İslam’ın aradığı insan insanın aradığına İslam’dır. Bu ikisi bir araya gelip buluştuğunda iman ortaya çıkar. İman ortaya çıkınca bir bilinç elde eden insan ona teslim olanların elde edeceği vasıfları bu dinin gerekliliklerine bağlı kaldıkça elde eder. İslam’ın bilincine varan insanda meydana gelen takva bilinci kendisini koruma ve muhafaza etme özelliğidir. Bu takvalı olma özelliği geniş kapsamlı olup ameli bağlamda değil akidevi bağlamdadır. İslam’dan ayrılmasına müsaade etmeyen bu bilince zarar verecek etkenlerden uzak durmasını sağlayan bir vasıftır.

İnsan başıboş bırakılmamıştır.(Kıyamet/36) İnsan seçer fakat müdahalede bulunamaz. İnsanı yaratan, muhakkak ki ona bir hayat programı belirlemiştir. Bazı Yunan Filozofları gibi Yaratıcı ’nın bir hayat programı belirlemediğine inanmak en azından ahmaklıktır. Allah yerleri, gökleri ve ikisi arasında bulunan şeyleri boşuna yaratmamıştır.(Duhan/38)

Acıkmayan, susamayan, darda kalmayan kısacası bunlardan münezzeh olan Allah’a karşı insanın yapabileceği bir iyilik de söz konusu değildir. Yaratıcı’ nın isteği bu tarz şeyler değildir.

وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْإِنْسَ إِلَّا لِيَعْبُدُونِ

مَا أُرِيدُ مِنْهُمْ مِنْ رِزْقٍ وَمَا أُرِيدُ أَنْ يُطْعِمُونِ

“Ben, cinleri ve insanları yalnızca bana kulluk etsinler diye yarattım. Ben, onlardan bir rızık istemiyorum ve onların beni doyurup-beslemelerini de istemiyorum.” (Zariyat/56-57)

İşte Yaratıcımız’ın bizden tam olarak istediği bu… Ubudiyet… Yani kulluk vazifeleri. İşte insanı insan yapan değer. Ona şeref katan izzet veren karanlıklar aydınlığa çıkaran yegâne vasıf. Ne yazık ki bu vasfı elde etmenin önünde büyük engeller mevcuttur. Bu engelin ‘Başlangıç Noktası’ bilinirse ve gereken tedbiri alırsa bu vasfı elde etmesi kaçınılmaz olacaktır. Şimdi bu ‘Başlangıç Noktasını’ irdeleyelim.

BAŞLANGIÇ NOKTASI

İslam’ın hayranı, İslam’ın seveni, İslamı beğenen birisi olmak ile İslam’a ittiba eden İslam’ın insanı olmak aynı şeyler değildir. Bu manada insanların çoğunluğu hayranlık ve slogandan öteye geçememektedir. İslam kendi eğitiminden geçmiş ve yetişmiş bir insana kendi insanım der. Başka düzenlerin, kültürel normların ve ahlaki ögelerin çerçevesinde yetişmiş bir ferdin kendisini İslam’a nispet etmesi çok uzak bir olaydır. Gerçekçi ve geçerli olması, yani inancını, şahsi davranışlarını, ahlakını ve diğer bütün alanlarıyla kendisini İslam’a nispet edebilmesi kendi düzeninde İslam’ın otoritesini oluşturmasıyla mümkün olabilir.

Düzen deyince ilk anda toplumun içindeki konum kastedilmiş değildir. Bilakis ferdi planda kişinin düzenini oluşturan prensipler, ilkeler ve kanunlar kastedilmiştir. Düzenin değiştirilmesi gerektiğine dair sayısız kelimeler kullanan bizler korkarız ki öncelikle değişmesi gerekenin kendi düzenimiz olduğundan habersiziz. Üstüne üstlük bu düzenin de baş mimarı bizler olmaktayız. Dolayısıyla İslam ile aramızdaki en büyük engel yine bizleriz.

Haydi, hep birlikte bütün batıl düzenleri yıkmaya çağırıyorum sizleri. Bu çağrı İslam’a girişin ilk şartı olan ve kendisinde La İlahe yani nefy edatı bulunan bütün düzenleri yıkacak bir balyozdur. Kelime-i Tevhid yani La İlahe(İlah yoktur) İllallah(Ancak Allah İlah’tır). İslam’ın tebliğ edilmeye başladığı cahiliye Mekke’sinden beter hale gelen kalp ve yüreklerimize La diyebilmeliyiz. Yıkılacak ilk düzenin kişinin ruhunda oluşturduğu eneler olduğunu unutmamalıyız. Ardından İllallah’ın gereği olan düzeni kalp ve kalıplarımıza hâkim kılmaya çağırıyorum. Kendi düzenimizi kurmaktan kastımızın yüreğimizi imar olduğunu anlamışızdır umarım.

Sahabe neslinin hayatları gözlemlendiğinde onlar önceleri şirk düzeninin insanıydı. Sonraları Allah Resulü’nün kendilerine yaptığı çağrıya tanık oldular; “Kulu La İlahe İllallah tuflihu” (Allahtan başka İlah yok deyiniz kurtulunuz). Onlarda “La İlahe İllallah” dediler ve kurtuldular. Aynı kelimeyi bizde defalarca belki de binlerce kez söyledik ama biz İslam’ın kendisinden sakındırdığı cahiliye ahlakı ve yaşantısından kurtulamadık peki neden diye sormalıyız, sormalıydık.

Bunun cevabına geçmeden önce şu gerçeği görmezden gelmemeliyiz; Ashabı Kiram Tevhid kelimesini Bir slogan, bir dua cümlesi, kurban merasiminde okunan bir söz olarak görmüyordu. Onlar bu kelimenin üzerine hayatlarını bina ettiler ve gerçekten de onlar hayat biçimi, yaşam şekli ve her şeyin uğruna feda edileceği bir inanç olarak görüyorlardı. Zaten böyle olursa bu kelimenin hâkim olduğu bir yürek ıslah olur ve Resulün çağrısındaki “kurtulunuz” kelimesi o yürek sahibi adına mümkün olabilir.

Tevhidin bireysel yansıması olan Kalp, kalıp ve kafa birlikteliğinin sağlanması gerekiyor. Yani muvahhid olmak gerekiyor. Öncelikle kendisini şüpheden, bölünmüşlükten, aykırılıktan kurtarması gerekir müminin. Kendi hayatında hakim kılamadığı tevhidi dil ile söylemenin bir anlamı yoktur. Çünkü tevhidin ilk hedefi insanın bizzat kendisi ve hayatın gerçekleştireceği inkılaplardır. Dolayısıyla uygulayacağı ilk alan toplum değil kişinin bizzat kendi alanıdır.

Her tülü ahlaksızlığın ve fuhşun yaygın olduğu, haramların meşrulaştığı, kız çocuklarının diri diri toprağa gömüldüğü ve bununda maharet sayıldığı bir dönemde Allah Rasulu (sav) bu çağrıyı yapmıştı. Genelevi temsil eden kırmızı bayraklı çadırlardaki ahlaksızlığı değil zihinlerde ve kalplerde yer alan putları hedef almıştı Allah Rasulu (sav). Bilumum çağırdığı kelimenin hedefi buydu. Onları ahlaka çağırmadı eğer öyle olsaydı bir grup müşrik bu daveti kabul edebilirdi.

Ya da o dönem iç savaşlarla boğuşan ve anlaşmazlıklarla dolu olan bir çevrede ki bu dış ülkeler için kolay lokma olmalarını ve istilaya açık olmalarını sağlıyordu. Böylesi bir çevrede siyasal birlik ve sosyal statü vaad eden çağrı büyük yankı uyandırabilir ve bir o kadar da taraftar toplayabilirdi. Çünkü devlet putunun önünde bugünde olduğu gibi milliyetçiler ulusalcılar büyük destek verebilirdi. Vatan, bayrak, millet aşkına sevdasına davet etseydi daha kolay bir davet daha konforlu bir hayat olabilirdi. Ama öyle olmadı. Davet bu değildi, çağrı aynıydı; “La ilahe illallah, tuflihu”…

Buna benzer Mekke’nin diğer sosyo-politik durumundan istifade edip Mekke sokaklarında sloganlar eşliğinde geniş bir alana yayılabilirdi. Çünkü Mekke’nin mevcut durumu buna müsaitti. Köleler ayaklandırılabilir ya da efendiler pohpohlanabilirdi. Ama O (sav) sadece Tevhid’e çağırdı. Ya da Tevhid’e davet etmek için Mekke’nin bu durumunu maşa olarak kullanabilirdi, bir basamak olarak değerlendirebilirdi. Bugünkü çarpık anlayışın hâkim olduğu düşünce gibi ‘yavaş yavaş’ getirebilirdi İslam’ı ama O (sav) gene öyle yapmadı. Ki kendisine başkanlık dahi teklif edildi. Ama O (sav) ilahi metodu terk etmedi bu kelimenin dışına çıkmadı. Bu ilahi metod gereği önce nefislerdeki putlar kırılmalıydı ve bu ilerleyiş tavizsiz ve müşriklerden, müşrikleşmekten bağımsız bir şekilde olmalıydı, öyle de oldu.

Mekke’yi mevcut durumundan kurtarmak güzel bir şey olabilir, birliği sağlamak zulme dur demek, adaletsizliğin önüne geçmek ahlaksızlığı engellemek. Evet bunlar takdire şayan hamleler. Fakat hepsi hakikatin birer parçası tam olarak bütünü yansıtmıyor. Tevhid burada sayamadıklarımızla birlikte saydığımız güzellikleri tesis edecek bir bütünüdür. Haksızlığı, çirkinliği, adaletsizliği kökten halledecek bir çözüm, tek çözüm. Onlar bunu kavradıkları için kelime-i tevhidi ikrar ettiler.

Bu kelimenin kendilerinden bir kimlik tespiti istediğini ve bir davranış, tavır beklediğini hatta emrettiğini anladılar ve kabullenip yaşamlarına geçirdiler. Böylelikle de kurtulmuş oldular. Yoksa söylemekten ibaret olsaydı bu kelime hayatı değiştirmek manasına gelmeseydi, telaffuz eder, evlerine dağılır hayatlarına kaldıkları yerden devam ederlerdi. Ama öyle kolay değildi. Bunu Kur’an’da net bir şekilde görebiliyoruz;

أَحَسِبَ النَّاسُ أَنْ يُتْرَكُوا أَنْ يَقُولُوا آمَنَّا وَهُمْ لَا يُفْتَنُونَ

“İnsanlar, “İnandık” demekle imtihan edilmeden bırakılacaklarını mı zannederler.”(Ankebut/2)

Onlar Tevhid’i bir akide olarak yüreklerinde, bir düşünce olarak akıllarında, bir eylem olarak bedenlerinde, bir hayat tarzı olarak yaşantılarında, bir dünya görüşü olarak toplumlarında hâkim kıldılar. Onlar yaptığı için değil Tevhid bunu emrettiği içindi tüm bunlar. Yoksa Tevhid bunlar yerine gelmediğinde fonksiyonunu kaybedecek kişiyi harekete geçirmeyecektir. Tevhidin tevhid olabilmesi fertlerin kendi hayatında her birimini yürürlüğe koymasıyla mümkündür. Cahiliyeyi, şirki kökten söküp atmak ondan iz bırakmamak. Bunu yapamayanlar kelime-i tevhidin güzelliğini intizamını; Ebu Cehil, Velid b. Muğire gibi aklıyla bilse de, Abdullah b. Ubeyy gibi diliyle söylese de, Umeyye b. Ebi’s Salt gibi aklıyla bilip, diliyle söyleyip, kalbiyle inandığını ihsas etse de, eğer kendini bu kelimenin kendisine çağrısına teslim etmemişse muvahhid olmamışlar ve bu güzellikten dışlanmışlardı…

İşte Saadet Çağı İslam’ın İnsanı olmayı; sözlerine, fiillerine, duygu ve düşüncelerine Kelime-i Tevhid’i nakış nakış işlemiş olmalarından dolayı başarmışlardı…

İslam’ın hayranlığından, kurbanlığından ziyade O’nun insanı olabilmek için, Allah’ın insanın üzerinde yarattığı ulvi düzeni bulmak şarttır.

الَّذِي خَلَقَكَ فَسَوَّاكَ فَعَدَلَكَ

فِي أَيِّ صُورَةٍ مَا شَاءَ رَكَّبَكَ

“O Rabbin ki, seni yarattı, sonra seni düzeltti de mutedil bir halde kıldı. Dilediği bir surette seni terkip etti.”(İnfitar/7-8)

EKSİK ANLAYIŞIN DOĞURDUĞU KURBANLAR

İçerisinde bulunduğumuz toplum İçi ve dışı arasında dengeyi kuramamış sayısı meçhul insanlarla doludur. Akide, düşünce ve hareket alanında birlikteliği saylayamamanın neticesi olarak ta, hakikatten bir yönünü kendisinde bulunduranlar, kendilerini tek doğru yolun tek müntesipleri zannetmektedir. Yani hakikati aramak ve bulup tabi olmak yerine kendi sahip olduklarını hakikatin kendisi zannetmek. Bu söz konusu durum çarpık anlayışın tabi bir sonucuydu. Tevhidi bölmek, bir kısmını benimserken kalan kısımlarını düşünce ve pratikte hayat sahnesinden uzaklaştırmak olsa olsa kişinin kendisini vahiyden izale etmesidir. Herhangi bir maddeyi elementlerine ayırmak o maddeden istifade edememeyi de beraberinde getirir. Yani Su= 2 Hidrojen 1 Oksijen. Bu bölmeyi yaparsanız artık sudan bekleyebileceğiniz menfaat sizin için söz konusu değildir. Serinlemek, gıda, söndürme, temizleme vs. gibi birçok faydası bulunan bu madde artık yakıcı, uçucu bir varlık haline dönüşmüştür. Dolayısıyla Tevhidi bölmek, parçalamak bundan çok daha vahim sonuçlara sebep olur. İnsan fıtratını en iyi bilen Allah Azze ve Celle fıtratın kendisi ile tatmin olacağı bir din ile bizleri mükellef kılmıştır ki bu da Tevhid dinidir. İşte tevhidi bölmek fıtri duyguların bir kısmının İslam’a bir kısmını dünya görüşlerine bir kısmının aileye bir kısmının önder kabul edilenlere bir kısmının ona buna ve neticede mikronlarına bölünmeye çalışılan ve çekişmelerle ömrü heba edilen bir fert ortaya çıkarmaktadır. Kendi iç savaşında çekişmelerle boğuşan, organları arasında vahdeti ve birlikteliği sağlayamayan kimselerin İslam üzere birlik ve beraberlikten bahsetmesi abes kaçmaktadır. Çünkü vahdetin oluşabilmesi fertlerin içlerine sindirmeleri gereken İslam düşüncesinin bir eseridir.  Kalbi ve ruhu sayısız kavga ve didişmelere sahne olan duygu ve düşüncelerini İnancın kontrolüne verememiş ve bunlar arasında uzlaşmayı sağlayamamış bireylerin ilk hedefi sloganik olmaktan çıkıp tevhidi yüreklerine hâkim kılmaktır. İslami çalışma içerisinde ki fertler farklı düşüncelerin kurbanı olup çıkıyorlar. Yetişme ve eğitimdeki eksiklik sebebiyle birçok topluluk hakikat namına keşfettikleri bir parçayı hakikatin tamamı zehabına kapılabiliyor. Bu keşiflerin doğru olduğunu savunmak ve muhafaza etmek adına da diğer gerçekleri görmezden gelebilmektedirler. Her ne kadar art niyet taşımaksızın yapılmış olsa da kalplerin zedelendiği ve hakikatten uzaklaşıldığı gerçeğini değiştirmiyor. Hakkı ve gerçekleri kavramakla ondan herhangi bir parçayı keşfedip kavramak farklı şeylerdir. İşin en acı yönü ise keşfedilen gerçeği en yükseklere çıkarırken diğerini keşfedenleri yerin dibine geçiriyoruz ki asılda görmezden gelinen fert ya da topluluklar değil hakikatin ta kendisidir. Dolayısıyla çarpık anlayışın meydana getirdiği kurbanların varlığı ise kaçınılmaz oluyor. Bunlara ilişkin birkaç hatayı ortaya koyarak meseleleri anlamaya çalışalım. Ama unutmayalım ki buna dair örnekler pek çoktur. İslam’ın hakikatini kavradıkça, arızalar daha net gözlerimizin önüne serilecektir. Bu Kurbanlardan bazılarını; Kitap kurbanları, tesbih kurbanları, slogan kurbanları vs. biraz inceleyelim.

KİTAP KURBANLARI

ذَٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَ ۛ فِيهِ ۛ هُدًى لِلْمُتَّقِينَ

“Doğru olduğu kuşkusuz olan bu kitap, takva sahipleri için hidayet kaynağıdır.”(Bakara/2)

إِنَّ هَٰذَا الْقُرْآنَ يَهْدِي لِلَّتِي هِيَ أَقْوَمُ وَيُبَشِّرُ الْمُؤْمِنِينَ الَّذِينَ يَعْمَلُونَ الصَّالِحَاتِ أَنَّ لَهُمْ أَجْرًا كَبِيرًا

“Hiç kuşkusuz bu Kur’an insanları en doğru yola iletir ve iyi ameller işleyen mü’minlere, kendilerini büyük bir ödülün beklediği müjdesini verir.”(İsra/9)

Kur’an’ın doğruya ileten bir kitap olmasında şüphe yoktur. Fakat bu doğruya iletme bir şarta bağlanmıştır. O şart ise muttaki olma gerekliliğidir. Kur’an kendisine teslim olanı doğru yola iletecektir. Yoksa kendisine teslim olmayanlar doğruya iletilme nimetinden faydalanamayacaklardır. Bunun yanı sıra daha da çok sapmalar gerçekleşecektir.

Onu okuyor olmak ya da raflarda ona bir yer ayırmış olmak teslim olmuşluğun ifadesi değildir. Ezberinde olması da bir teslimiyet ifadesi değildir. Onu ancak Allah’tan sakınanlar, ulûhiyet, ubudiyet, rububiyet şuuruna ermiş olanlar rehber edinebilir. Aksi takdir de müminler için şifa, kılavuz olan Kur’an, zalimlerin ise hüsranını artırır.

وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْآنِ مَا هُوَ شِفَاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنِينَ ۙ وَلَا يَزِيدُ الظَّالِمِينَ إِلَّا خَسَارًا

“Kur’an’da mü’minler için şifa ve rahmet olan ayetler indiriyoruz. Fakat bu ayetler zalimlere sadece yeni yıkımlar, yeni kayıplar getirirler.”(İsra/82)

“Yani, “Kur’an’ı rehber edinen ve hüküm kitabı olarak kabul eden kimseler Allah’ın rahmetine mazhar olurlar ve her tür zihnî, psikolojik, ahlâkî ve kültürel hastalıklardan şifa bulurlar. Diğer taraftan Kur’an’ı reddeden ve onun hidayetine sırtını dönen günahkâr kimseler, gerçekte, kendilerine adaletsizce davranmaktadırlar. Bu nedenle Kur’an, onların kendisinin indirilmesinden veya bilgisinin onlara ulaşmasından önceki kötü durumda kalmalarına izin vermez, onları öncekinden daha büyük bir kayba sokar. Çünkü Kur’an indirilmeden veya onlara ulaşmadan önce onlar sadece cehaletten çekiyorlardı. Fakat Kur’an onlara gelip Hakla bâtılı birbirinden ayırdıktan sonra artık onların önceki cehalet konumlarında kalmalarını gerektiren hiçbir özürleri kalmamıştır. Bundan sonra eğer onlar Kur’an’ın hidayetini inkâr eder ve sapıklıkta ısrar ederlerse, bu onların cahil değil, Hakkın zıddı olan zulmün uygulayıcıları ve bâtılın kulları olduklarını gösterir. Çünkü o zaman onların durumu, önüne zehir ve iksir konulan, fakat zehiri seçen kimsenin durumu gibidir. Bu nedenle, bu durumda sapıklıklarından dolayı sadece kendileri sorumludurlar ve işledikleri tüm günahların cezasını çekeceklerdir. Tabii ki isyanın kaybı sonuç bakımından cehaletin kaybından daha büyük olacaktır. Hz. Peygamber (s.a.v.) bunu şu kısa ve anlamlı cümlede ifade etmiştir: “Kur’an ya sizin aleyhinize ya da lehinize bir delildir.””[9]

Kur’an’a yaklaşım yine onun istediği şekilde olmalıdır. Eğer Kur’an’a doğru yaklaşım olmazsa yeni fikirlerin ve oluşumların oluşması ve bu uğurda binlerce kurbanın meydana gelmesi kaçınılmazdır. İstediğini anlamak ve isteklerine fetva bulmak gayesiyle Kur’an’a yaklaşmak bir nevi Yahudileşme temayülüdür. Zira onlar Tevrat’ta işlerine gelmeyen yerleri tahrif ve tevillerle asıl manasından uzaklaştırıp bir kısmına inanıp bir kısmını inkar ediyorlardı. Bunu beyanla;

أَفَتُؤْمِنُونَ بِبَعْضِ الْكِتَابِ وَتَكْفُرُونَ بِبَعْضٍ ۚ…

“…Yoksa siz, Kitabın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz?…”(Bakara/85) buyrulmuştur.

Kitabı tahrife kalkışmak onda meydana gelen bir (haşa) eksiklikten dolayı değil kişilerdeki eksikliklerden kaynaklanmaktadır. Anlayış eksikliği, okumakla yetinmek, telaffuz etmek, manasından yoksun değerlendirmeler yapmak gibi sebeplerle Kur’an’ın asıl gayesinden uzaklaşmışlardır. Dışarıdan Kur’an ile zahiri bir beraberlik söz konusu olsa da vahye karşı takınılması gereken tavır bu olmamalıdır.

Geçmişi kitaba boyun eğen bir medeniyetin kitapsız yaşayan çocukları olduk. Kuran hakikatin tek, yegâne, değişmeyen ve eskimeyen kaynağıdır. Kitabın en önemli vasfı Allahtan (cc) gelmiş olmasıdır. Dolayısıyla her meselenin doğrusu ve yanlışını açıkça ortaya koyar ve bunu uygulayan fert ve toplumlar üzerinde tamir ve tedavi gücü çok fazladır. İslam eylem dinidir, söylem dini değil. Bu tamir ve tedavi vahyin amellere yön vermesiyle gerçekleşir. Kitaba sahip olduğu halde cahiliyenin bataklığında yüzen bir kitleden bahsediliyorsa bu o insan topluluğunun kabukta takılıp kaldığının açık bir alametidir. Cehaletten sıyrılmakta yüzeyselden öze yani manaya inmekle mümkündür. Bu zafiyet ve noksanlığın meydana gelişinde elbette ki kitaplar sorumlu değildir. Az evvelde temas etmiş olduğumuz veçhiyle gerekleri uygulanmıyorsa sorumlu olan şuur ve bilinçten azade edilmiş toplumdur. Bu kurbanlar, toplumda yerleşmiş olan örf-adet ve sözde dini iyi bilen ilahiyatçı profesörlerin eseridir. Kendileri gibi okuduğu bilgileri sindirememenin kabızlığını yaşayan bir medeniyet meydana getirdiler. Ya zır cahil yada kısmen sahip olduğu lakin amel etmediği bilginin altında ezilip kaldılar. Hayat bakış açısında oldukça lakayt tavırlar takınır. Çünkü hayatı kendisinden öğreneceği kaynağı sadece kıraat eder durur. Bu nedenle kendisi, ailesi ve çevresiyle olan ilişkilerinde isabetsiz davranır. Bizzat insan, evren ve her şey Allah’ın ayetlerinden bir ayettir. Az evvelki bakış açısı ile evrene, kendisine bakıp ta Kuran ile arasında ilişki kuramadığı için de yani hikmetten yoksun olması sebebiyle hayat sahnesindeki konumu hep problemlidir. Konuşmak mı? İşte bu tiplerin işidir. Kurana yaklaşımı Kültürel bilgisini arttırmak, ya da üniversite sınavındaki soruların cevabını verebilmek yahut ta maaş alabilmek olan kimselerin özelliğidir konuşmak.

Kur’an’a hayat kaynağı edinmeksizin yaklaşmak kişiyi kısır bir döngünün içerisine sokacaktır. Kur’an’ın üzerinde gerçekleştirdiği birkaç fiille yetinip kalmak(okumak, düşünmek vs.) kendisiyle çelişen bir karakter sahibi olmasını sağlamıştır. Toplumun her kesiminden insan için geçerlidir bu hakikat. İlimlisinden ilimsizine, mevki sahibinden işçisine herkesi etkilemiştir bu yaklaşım. İlimli olanlar rant sağlama uğruna teslimiyet göstermezken, ilimsizler başlarına bela olan taassupla bocalamaktadır. Mevki sahipleri ise makamlarının elinden alınacağı korkusuyla Hakk üzere hareket etmezken, işçiler aldıkları maaş ile elde edecekleri zevklere engel olma korkusuyla hak ile batılı birbirinden ayıramamaktadır. Kimileri düşünmekle yetinip çok iyi bir iş yaptığını zannederken, kimileri de Kur’an’ı matematiksel bir hale dönüştürüp şifreler, formüller bulmaya çalışarak yeni bir çığır açtığını düşünmektedir. Örnekleri çoğaltmak mümkündür. Bu gibi örnekler bize göstermektedir ki Kur’an, ancak kendisine teslim olan, ittika eden kimselere keşfolmaktadır. Farklı bir gaye ile yaklaşan kendisini sapkınlıktan ve çelişkiden kurtaramamıştır.

TESBİH KURBANLARI

Tesbih deyince akla ilk gelen şey; tesbih hakkındaki mevcut bilgiyi ortaya koyar. Eğer ki tesbih deyince akla tesbih çekilen alet geliyorsa tesbih hakkında eksik bilgi olmasından ziyade yanlış bir bilgi olduğu anlaşılmaktadır. Ya da dil ile telaffuz edilen virtler olarak da anlaşılıyorsa bu seferde eksik bir bilgi olduğu anlaşılmaktadır. Bunun böyle olmasının sebebi kavramları yüzeysel olarak bilip özüne inememekten kaynaklanmaktadır.  Bu yüzeysel yaklaşım maalesef birçok kurbanın peyda olmasına sebebiyet vermiştir.

Bunu sık sık diline dolayanların bile zikirden ne kadar gafil olduklarını görmek mümkündür. Çünkü bunu yaparken de Kur’an’a danışılmamış aksine akıllarını teslim etmiş oldukları şahıslara danışarak, bakarak öğrenmişler ve tesbih hakkında saydıklarımızdan öteye geçememişlerdir. Zikir gibi Kur’an’ın sık sık üzerinde durduğu bir kavramı ondan öğrenmemek en hafif tabiriyle ağır bir gaflettir. Zira bu konuda Kur’an’da şöyle buyrulmaktadır;

فَإِنْ خِفْتُمْ فَرِجَالًا أَوْ رُكْبَانًا ۖ فَإِذَا أَمِنْتُمْ فَاذْكُرُوا اللَّهَ كَمَا عَلَّمَكُمْ مَا لَمْ تَكُونُوا تَعْلَمُونَ

“…Allah’ın size öğrettiği gibi Allah’ı zikredin.”(Bakara/239)

Kur’an’da cihad gibi geniş anlamlı bir kavram olan zikir; bazı kimselerce çok yanlış ve tehlikeli bir şekilde diğer anlamlarından soyutlanarak sadece dil ile telaffuz etmeye tahsis edilmiştir. Oysa ki Kur’an’da zikir; Allah’ı anmak, tebliğ, öğüt ve uyarı, şükür gibi bir çok manaya gelirken bazı ayetlerde de dil ile anmak manasında kullanılmıştır. Zikrin sadece tesbih olmadığını daha kapsamlı bir manası olduğunu Kur’an’ın şu ayetinden öğreniyoruz;

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اذْكُرُوا اللَّهَ ذِكْرًا كَثِيرًا

وَسَبِّحُوهُ بُكْرَةً وَأَصِيلًا

“Ey iman edenler, çokça zikretmek suretiyle Allah’ı zikredin. Ve O’nu sabah ve akşam tesbih edin.(Ahzab/41-42)

Müslümanlara hem zikrin hemde tesbih etmenin emredilmesi bu ikisinin aynı şey olmadığını göstermektedir. Bu gibi sebeple zikiri ve tesbihi küçümsemek, manasını ucuzlatmak mümine yakışır bir davranış değildir. Cihad kavramının içerisinde kıtal(savaş)ın yeri neyse zikir kavramının içinde de tesbihin yeri odur. Her yaptığına cihad adı verenler nasıl kıtal emrini göz ardı ediyorsa zikrin yalnızca tesbih olduğunu söyleyenlerde, tesbihin zikirden ayrı olarak emredildiğini göz ardı etmektedir.

Kendilerini zikir ehli olarak addedenlere gelince; aslında onlarında gerçekten zikir ehli olmadığı net bir şekilde ortadadır. Kendilerini nispet etmiş oldukları kıymetli âlimin şu sözünü göz ardı etmektedirler. “Şeriattan bir taş düşse müritlerimin tüm virtleri düşer.”

Müslümanların tüm değerleri ayaklar altındayken, değil bir taş şeriatın binası yıkılmışken oturdukları yerden hurafelerle nefislerini tatmin etmektedirler. Enteresan olanı ise İslam Coğrafyası bu haldeyken kılını kıpırdatmayan bu tipler, bidat ve batıl amellerle büyük cihad yaptıklarını zannetmektedirler. Ne zikir ehli oldukları doğrudur ne de cihad ettikleri.

Oysaki Kuran’ı Kerim bütün çağ mekân ve şartlarda gerçek cihadı muhataplarına hatırlatmaktadır;

فَلَا تُطِعِ الْكَافِرِينَ وَجَاهِدْهُمْ بِهِ جِهَادًا كَبِيرًا

“Öyleyse kâfirlere itaat etme ve onlara (Kur’an’la) büyük bir cihad(Cihaden kebira) ver.”(Furkan 52)

İşte gerçek cihad budur. Gerçek cihad edenler hem içlerinde hem dışlarında düşmana karşı cephe alıp, ıslah ve emniyeti önce kendi iç ülkelerinde başarabilenlerdir. Aklını ve ruhunu hayvani hislerine kurban eden bir toplum Kuranı hareket kaynağının merkezi olarak değilde uyuşturucu bir afyon zannetmişlerdir. Neticede düşünce, akıl ve kalp kavramlarını sadece vicdaniyat ve hissiyat olarak algılamışlardır. Dolayısıyla sevgi-düşmanlık, ümit ve korku gibi iç olgular dumura uğramış ve başkalarının kontrolüne girmiştir. Artık kendisi olmaktan çıkıp kendi benliğini birkaç kanaat önderi ve topluma yön veren sahtekârların kontrolünde hiçe saymaktadır. Bu tesbih kurbanlarının itaat anlayışı görerek ve bilinçli bir itaat değildir. Kurban, emredilenin dışında kimseyi dinlememek ve hiçbir kitabı okumamakla kalmaz artık Kuran’a ve onun ayetlerine karşı da kör ve sağırdır. Sebep olarak zikir çekiyor, Allah’ı anıyoruz derler. Hatta Kuran’a kör ve sağır kesilmek bu nasıl olur biz bunu yapmayız derler. Fakat hayatlarını selim akılla tahlil edersek vahyin yönlendirici mesajlar içeren ayetleri hakkında hiçbir bilgileri olmadığını anlarsınız. İşte bu aldanmanın ve kurban olmanın ta kendisi değilmidir. Hareket olması gerekirken sükûnet, Sükûnet olması gereken yerde hareket varsa zaten istikametten sapılmıştır.

SLOGAN KURBANLARI

Bir gecede devlet kurup bir gecede devlet yıkan slogan kurbanları, İslam’ın pratik yaşantısında sınıfta kalmış olmanın açığını bu gibi hayalleriyle bastırırlar. Dilleriyle mücahid olup amelleriyle müteahhit olurlar. Düdüklü tencere misali içindeki heyecan beynine doğru baskı yaptığında savurduğu birkaç slogan ile gazlarını alırlar. Büyük bir rahatlama sonucunda görevlerini yerine getirdiklerini düşünürler. Cihadı sağa sola lanet okumak ve kahır yağdırmak olarak anlayan bu kurbanlar tevhidi inkılabın mahiyetini kavrayamamışlardır.

Slogan kurbanlarının heyecanı geçicidir. Bir dönemler o heyecan ile naralar atan ve sağı solu yıkıp devrimci rolüne büründüklerini düşünürler. Hâlbuki daha sabah namazındaki yorganına savaş açamamış olup gerçek devrimi gerçekleştiremediğinin farkında değildir. Bu gibi eksikleri gördüğü halde bir hayıflanma ya da tedavi etme gibi bir yöntem pek tercih edilmez. Çünkü amellerin önem sıralaması çıkıp bağırıp naralar atıp ahkâm kesmek olduğundan eksiklik olarak gördüğü şey belki sesinin daha az çıkmış olması ya da daha az yer kırıp dökmüş olmasıdır. Genelde sermaye hayaldir. Acı gerçeklerin yanında bu hayaller ona sevimli gelmektedir. O hayallerin gerçekleşmesi için kalbi, fikri, fiili hazırlıkları yapmamış olduğundan heyecanı kısa sürede etkisini kaybedecektir, kaybetmiştir.

Bu heyecanını kanalize edememiş olması küçük sorumluluklara tenezzül etmemesine ve büyük işlere kalkışmasına ve gerçek inkılabı gerçekleştiremediği için de o yükün altında ezilmesine sebep olmuştur. Geriye sermaye olarak cesaret kalmıştır ki bu en büyük sermayesidir. Fikirlerine aykırı düşen herkesi suçlamaya hatta harcamaya hazırdır. Gereksiz cesaret örnekleri ve aşırı gidişlerine dur dediğinizde suçlanma hatta tekfir edilme olasılığınız oldukça yüksektir.

Bu gibi tavırları nebevi metoda aykırı olduğundan bu heyecanlı ve cesaretli slogan kurbanımız nihayetinde sonuç alamayacak ve o heyecanını kaybedecektir. Bu heyecanı kaybetmenin sonucunda ya küsüp içine kapanır ya da davayı dünya ile takas ederek dün ihanetle suçlamış olduğu kişilerin durumuna düşer. Bu durumun farkındadır ve içindeki vicdan mahkemesinde bir sonuca varmak zorundadır. Vardığı sonuç gerçekten içler acısıdır. Heyecanlı dönemi bitip çoluğa çocuğa ticarete kapılan bu slogan kurbanımız vicdanındaki çıkmış olduğu mahkemenin sonucunu büyük bir hakikati tespit etmişçesine kendisi gibi olduğunu düşündüğü kimselere; “Biz de bir zamanlar böyleydik, sizin bildiğiniz gibi değil.” Der.  Buna benzer birçok cümlesi vardır bu slogan kurbanının. İhanetinin, geri adım atmışlığın vicdan acısını bastırmanın en basit yoludur bu. Slogan kurbanı yanılgıyla dolu mücadelesinin faturasını böylelikle inancına yükler.

Çıkmış olduğu yolculuğu hak zannedip karşılaştığı problemlerin de bu hak yoldan kaynaklandığını düşünür. Hâlbuki bilgiye değil kurguya, sebata değil hevese, salih amele değil sloganlara, muhasebeye değil heyecana tabi olmanın bir sonucu olduğunu düşünmez. Gelmiş olduğu son durumun acısını da gene kendine değil hak yolun yolcularına kesmeye çalışıp onlara akıl verdiğini düşünerek bu yoldan vazgeçmelerini söyler. Vicdan rahatlamak, karakterine yapışan bu slogan kurbanı şunu anlayamamıştır yıllar boyu; “Bu din hararet dini değil hareket dinidir, bu din slogan dini değil inkılap dinidir.”

Bu üç kurban ne yazık ki dengesizliklerinin ve ölçüsüzlüklerinin kurbanı olmuşlardır. Hayata çeki düzen veren, davranışları düzenleyen dengeden yoksun oluşları kendilerinin böylesi bir sonuca uğramalarına yani kurban olmalarına sebep olmuştur.

DENGENİN DAVRANIŞLARDAKİ YANSIMALARI

Kusursuz işleyişi ve düzeni ile kâinat yaratıldığı günden beri insanlığı hayretler içerisinde bırakmaktadır. Şüphesiz ki kâinatın bu denli düzeni kendisi için sağlanmış olan denge sebebincedir. Söz konusu bu denge zerreden kürreye her varlık ve madde için geçerlidir. Bu denge bütün evrende geçerli olan bir yasadır. Şüphesiz bu düzenin bozulması gene ilahi kanun gereği ölüm ile yani kıyamet ile gerçekleşecektir.

İnsanoğlunun maddi dengesini bozan da manevi ölümlerdir. Manevi ölümün gerçekleşmesiyle, çığırından çıkan insanoğlu her geçen gün üstünde geçerli olan dengesizliği ispatlamaktadır. Şüphesiz ki tarih, dengeyi bozmak isteyenler ve kurmak isteyenlerin savaşlarıyla doludur. Ki bu savaş kıyamete kadar devam edecektir. İşte dengeyi kurmak isteyenler deyince karşımıza peygamberler çıkmaktadır. Çünkü onlar, ilahi dengeyi tavır ve davranışlarında sembolleştiren ideal örneklerdir. Vahiyler ise, denge öğretisinin ilahi metinleridir.

Zira Kur’an baştan sona dengenin çarpıcı örnekleriyle dolu. Daha ilk sayfalarından itibaren bu denge göze çarpmaktadır. Hamd ile başlayan bu ilk öğreti ardından Alemlerin Rabbi’ nin iki sıfatıyla devam ediyor. Rahman ve Rahim. O’nun Rahman ve Rahim oluşu okuyucu rahatlatıyor, sevindiriyor, kalbindeki ümitleri yeşertiyor. Çünkü merhamet görmek ve bağışlanmak güzel bir şey. Tam bu esnada okuyucu sonrasında gelen sıfat ile içinde yeşeren duyguların, içinde bulunduğu halin dengesizliğe ve rehavete kapılmaması adına kendisi için denge sağlanıyor. Din Günü’nün sahibi. Kundaktaki bebeğin saçını ağartan, hesap gününün sahibi olduğu hatırlatılıyor. Önceki umudunuz bir korkuyla, sevinciniz havf ve haşyet ile dengeleniyor.

Bu, insandaki psikolojik dengenin sağlanması için gerekli olan iç donanımın birbiri ile çatışma halinde olmaması bir yönünün diğer yönüne baskın gelip mekanizmayı sarsmaması adına çok hemde çok önemlidir. Fatiha suresindeki ümit ve korku ile alakalı örnek bunlardan sadece bir tanesidir. Donanımsal olarak bütün insanların yetenek ve kabiliyetleri çok daha fazla olmakla, mesela; insandaki korku ve ümit ile beraber, sevgi ve nefret, itaat ve isyan, güç ve zayıflık, yumuşaklık ve sertlik vs. gibi bir çok özellik bulunmaktadır. İşte bu gibi olguların her şeyin en doğrusunu ve yanlışını faydalısını ve zararlısını iyisini ve kötüsünü bilen bir zat tarafından kontrol altına alınması gerekiyor ki küçük kâinatta denge bozulmasın. İslam’ın insan toplumlarına yönelik hükümleri sadece bireyselde değildir. Kuranda bireysel, toplumsal, siyasal, ekonomik ve evrensel dengenin yasalarını bulmak mümkündür.

Bakara suresinin ilk ayetlerinde konu ile alakalı örnekler mevcuttur. Mesela “Onlar ki gayba iman ederler” buyurulduktan sonra muttakilerin iki özelliği sıralanıyor; 1) Namazı ikame ederler 2) Kendilerine verdiğimiz rızıktan infak ederler. İki özelliğin birisi bireysel, diğeri ise toplumsal. Bir tarafta kulun Rabbine olan bağlılığı ve boyun eğişinden bahsedilirken diğerinde ise kendisi gibi olan topluma ait sorumluluklarından bahsediliyor. Kendilerine verdiğimiz rızıktan, yani ellerindeki mallar kendilerinin kazancı değil Allah’ın vergisidir. Dolayısıyla verirken Allah’ın malından vermektedirler. Yine onlar verirken rastgele vermezler. Kendi nefsine ailesine sırasına göre diğer haklar konusunda da Allah Azze ve Celle’nin kendisine hibe ettiği gibi oda cimrilik yapmadan vermekten kaçınmaz. Bu ve buna benzer Kuran’ın bir çok ayetinde iç ve dış dünyaya ait bireysel ve toplumsal planda yönlendirmeler bulunmaktadır. Kuran’ı Kerim Ashab’ı Kiram’ın üzerine iniyordu. Dolayısıyla yaşanan olaylara binaen Allahu Teâla konuyu açıklıyor dengenin ancak kendileriyle sağlanacağı evrensel hükümlerini indiriyordu. İzahat mahiyetinde şu ayetleri inceleyelim;

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا أَطِيعُوا اللَّهَ وَأَطِيعُوا الرَّسُولَ وَلَا تُبْطِلُوا أَعْمَالَكُمْ

“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin ve amellerinizi boşa çıkarmayın.” (Muhammed 33)

Bu ayetin nüzul sebebi olarak sahabe arasında bazılarının iman ve amel dengesini tam olarak sağlayamadıkları zikredilir. İbn Kesir’in Ebul Aliye’den rivayetle; “Allah Resulünün ashabı şirk ile beraber hiçbir amelin fayda vermediği gibi “La İlahe İLLALLAH’ı” kabul etmekle de hiçbir günahın fayda vermeyeceğini düşünüyordu. Tabi Ashab bu görüşe kendiliklerinden ulaşmamışlardı. “Allah şirki bağışlamaz, bundan başka günahları dilediğini bağışlar (Nisa 48)” Ayetini böyle anlamışlardı Bunun üzerine Muhammed 33 Ayeti Kelime nazil oldu. Kuran’ı Kerim iniyorken dengesizliğin her türlüsüne müdahale ediyor ve onu düzeltiyordu. Onları sevgi ve nefretlerinde dahi aşırılığa kaçmaktan men ediyordu. Hepimiz için mümkün olan dengesizliğe şöyle parmak basıyordu;

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا كُونُوا قَوَّامِينَ لِلَّهِ شُهَدَاءَ بِالْقِسْطِ ۖ وَلَا يَجْرِمَنَّكُمْ شَنَآنُ قَوْمٍ عَلَىٰ أَلَّا تَعْدِلُوا ۚ اعْدِلُوا هُوَ أَقْرَبُ لِلتَّقْوَىٰ ۖ وَاتَّقُوا اللَّهَ ۚ إِنَّ اللَّهَ خَبِيرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ

“Bir kavme olan kininiz, sizi adaletsizliğe sevk etmesin. Adaletli olun, çünkü o, takvaya daha yakındır.” (Maide 8)

Allah Resulü “Ahsen’i Takvim” olarak yaratılan insan için dengenin en güzel örneğiydi. Ona(sav) bakan, Onun emirlerine uyan için dengesizlik mümkün değildir. Aşırılık ve gevşeklik durumuna düşmemek Onun direktiflerine uymak ve Onu örnek edinmekle mümkündür. Duygu düşünce ve amel arasındaki dengeyi kurmak isteyen Ona bakmalıdır. Zira Onda ve Onun terbiyesinden geçmiş olan sahabesinde bunun eşsiz örneklerini bulacaktır. Denge eş anlamlısı olan adalet ve itidali sahabe arasında nasıl tesis ettiğinin örnekleri bir hayli fazladır. Birkaç tanesinden örnek verecek olursak; Said b. Hişam anlatıyor; “Önce karımı boşamak, sonra kendime ait malları satmak, elime geçenlerle at ve silah alarak ölünceye kadar cihad etmek için Medine’ye göç ettim. Kavmimden karşılaştığım bir grup, daha önce de altı kişilik bir ekibin Allah Rasulü zamanında böyle bir işe teşebbüs ettiklerini, Allah Rasulü’ nün “Ben size güzel bir örnek değil miyim?” diyerek onları bu işten men etti­ğini haber verdi. Ben de evime, ailemin yanına geri döndüm.”[10]

Yukarıda anılan altı kişilik grubun Allah Rasulü tarafın­dan reddedilmesinin gerekçesi yine dengesizliğe meyil. İçe­risinde Selman, Süheyb, Ebu Zer (R.a.) gibi isimlerin de bulunduğu bu grup, Rasulullah’ a gelerek, kendilerini iğdiş ettirip ıssız bir yere çekileceklerini, orada -kendi aile ve çocuk­ları da dâhil dünyevi her şeyden el-etek çekip ibadet ve taatla meşgul olacaklarını söylemişler, bunun üzerine Allah Rasulü kendisinin Nebi olduğunu hatırlatarak “Ben size güzel bir ör­nek değil miyim?” buyurmuş ve kızmıştı.

Biri dengenin üstü (ifrat) diğeri dengenin altı (tefrit) olan bu iki olayın sahabe tarafından birlikte değerlendirilmesi de oldukça manidar. Bilek ve yürek dengesinin sağlanmasına örnek teşkil eden bu olayları bir başka zaman ve zeminde ger­çekleşen şu olay tamamlamakta:

Allah Rasulü bir seriyye göndermişti. Abdullah b. Reva­ha’ nın da o seriyyede gitmesini istemişti. Günlerden cumaydı. Namazdan sonra Allah Rasulü, Abdullah b. Revaha’yı orada görünce sordu:

– “Niçin arkadaşlarınla birlikte erkenden gitmedin?” Abdullah:

– “Cumayı, Rasulullah’ ın ardında kılmak istedim. Nasıl olsa onlara tekrar yetişirim.” dedi.

Allah Rasulü:

– “Yeryüzündeki her şeyi infak etseydin yine onlarla birlikte çıkmanın sevabına erişemezdin.” Buyurdu.[11]

Yukarıda geçen hadiseyi Kütüb-i Sitte’nin rivayet ettiği şu olayla birlikte düşündüğümüzde dengenin mahiyeti otaya çıkar;

Adamın birisi Peygamber (sav)’in huzuruna gelerek, ondan savaşa katılmak için izin istedi. Allah Rasulu; “Anan baban sağ mı?” diye sordu. “Evet” diye karşılık verdi. Bunun üzerine Rasulullah (sav) şöyle buyurdu; “O halde git onları razı et.” Benzer bir olay Taberani’nin haber verdiğine göre Ebu Hureyre’nin de başından geçmiştir.

Evet, bütün bu örnekler, Allah Rasulu (sav)’nun güzel örnekliğinde dengenin tuttuğu önemli yeri işaret etmektedir.

DENGESİZLİK NASIL BAŞLADI?

Maide süresinin 8. ayetinde belirtildiği gibi tam anlamıyla ” muttaki” olmak demeye gelen denge, bireysel ve toplumsal bir davranış biçimi olarak Rasulullah’tan sonra çok uzun sür­medi. Kafa, yürek ve bileğin dengeli bir biçimde kullanıldığı günler çabuk tarihe karıştı. Bu altın dengeyi kişiliğinde oluş­turabilmiş kâmil insanlar yetişmedi değil. Ama onlar bu den­geyi bir daha, asr-ı saadet gibi, topluma mal edecek ortamı ye fırsatı yakalayamadılar.

Bütünden ilk ayrılan parça ‘bilek dengesiydi. Adına saadet denilen denge çağında, cihad bir meslek olarak değil bir iba­det olarak yapılıyordu. Dahası İslam’la insan arasındaki engelleri kaldırmanın mücadelesiydi cihad. Ölmenin ve öldürmenin in­sancasını çoktandır unutan insanlığa güzelce ölmeyi ve güzelce öldürmeyi öğretmenin adıydı. Barışın en kalıcı yöntemiydi.

Evet, bütün bunlarla birlikte cihad kulun Rabbine karşı verdiği sınavların en çetiniydi. Çünkü savaş, meydanlarda de­ğil, önce yüreklerde başlıyordu. Yüreğindeki savaşta yenilenler mücahit olma vasfını ta baştan kaybediyorlardı. Çünkü onları cihad alanına binitleri değil imanları götürüyordu. Gözünde fer, dizinde derman kalmamış bir iman, sahibine can bağışla­tacak enerjiyi pompalayamayacak, bunun doğal sonucu ola­rak da o, mücadeleyi başından kaybedecekti.

Dengesizlik nebevi metottan ayrılmakla yavaş yavaş peyda olmakta ve büyük yıkımları da beraberinde getirmekteydi. Bu ayrılış sirayet ettiği her yeri kurutmuş ve atılan her adımda meyvesini vermeye başlamıştır.

Nebevi siyaset sultani siyasete, adalet istibdada dönüşün­ce, cihad da meslekleşti. Çünkü saltanatlar hakka ve halka yaslanamazdı. Ayakta kalması için bir “güç” e ihtiyacı vardı. Bu güç de ordudan başkası değildi. Bu şekilde bütünden ay­rılan silah, ganimet hırsının da tesiriyle kurumlaştı. Her ku­rumun kendine özgü bir mekâna ihtiyacı vardı. Silah için o mekân “kışla” oldu. Mücahid için mü’min olmak yetmiyor bir de “kışlacı” olmak gerekiyordu.

Ardından, mü’mini derinlik sahibi kılan ve Rabbanileş­tiren çeşitli Kur’ ani fakülteler olan ittika, edep, ihsan, zikir, şükür özetle İslam irfanı bütünden ayrıldı. Hâlbuki bu sayı­lanlar, müslümanlar içerisinde belli bir zümreyle ilgili ‘şeyler değildi; iman ve takva ile doğrudan ilgisi olan talim ve terbiye yöntemleriydi. Bu fakültelerin tümünün esaslarını -hatta de­taylarını- Kur’an’da bulmak mümkündü. Çünkü insanı “ah­sen-i takvim” üzere yaratan Allah’ın onun en büyük iki değeri olan kalbini ve ruhunu ihmal etmesi düşünülemezdi.

Yukarda sayılan değerlere sahip olmak için müslüman ol­mak yetmeyecek artı “tekkeci” olmak gerekecekti. İslam’ın şah­siyetli insanı, bir yara daha almıştı. Kurumlaşan her yapı bera­berinde bir bütün olan dinden bir parça alıp götürüyordu.

“Tesbih” kendisine mekân bulur da “kitap” bulamaz mıy­dı? Elbet o da buldu.

Resmi olmayan tarihi çok öncelere dayanmakla birlik te ilmin kurumlaşması resmen Nizamiye Medreseleri eliy­le oldu. Selef, ilmi Allah rızası için kesbederlerdi, Aynı za­manda bir ibadetti ilim; ebedi saadetin bir aracıydı. Çünkü “Allah’tan gereği gibi âlimler sakınır”dı. İlk medreseler açıldığında bunu duyan Maveraunnehir ulemasından biri, “Eyvah ilim öldü” demiş ve eklemişti: “ Biz ilmi dünya geçimi için değil Allah rızası için öğreniyorduk. Bunun için de ilme samimi ve ihlaslı insanlar talip oluyorlardı. Çünkü ucunda zahmet ve meşakkat vardı. Hiç bir dünyevi karşılığı yoktu. Ama bundan sonra, medreseler aracılığıyla sultanların satın aldığı bir araç olacak. İlmin para ettiğini gören insanlar onu elde etmeye çalışacaklar. İlmi elde edecekler ama ihlas ve takvayı kaybedecekler.”

Evet, bu tahminlerin tümü gerçekleşmişti; ilim artık “ahi­ret azığı” değil “dünya azığı” idi.

Dengesizlikle kurumlaşma arasında kurduğumuz ilişki­den, bir genelleme yaptığım sonucu çıkarılmamalı. İslam’ın bütüncül insan tipinin parçalanışını açıklamak için kurum­laşmanın olumsuzluklarına dikkat çekmek zorundaydık. Ku­rumlaşma gerçekleşmeden önceki örneklerin tümü müspet olamayacağı gibi, kurumlaşmadan sonraki örneklerin tümü de menfi olamaz.

İslam’ın Saadet Asrındaki altın dengesinin parçalanış hikâyesi aşağı yukarı böyleydi. Ardından bunun felsefesi yapıl­dı. Taraflar, taraftarlar ortaya çıktı. Bölünme kısa zamanda tüm dini ve toplumsal alanlara yayıldı. Akide bile kendisini bundan kurtaramadı. Zahir-batın tartışması ve tekke-medrese atışması bazen vahim boyutlara ulaştı. Bu bağlamda kimi bölgeler çatışmalara sahne oldu. Her kesimin eyyamcıları sırt­larını sulta sahiplerine dayayarak ellerinde bulundurdukları hakikat parçasını kutsamaya, diğerlerini de yok saymaya ça­lışıyorlardı.

Özetle duygu, düşünce ve hareket birbirinden ayrılmış, her biri kendisine bir isim bularak hizipleşmişti. Sonraları bu ekoller kendilerine mahsus ilmi disiplinler oluşturdular. Her birinin kendine özgü lügat ve ıstılahları vardı. İşin kötüsü

“Her hizip kendi yanındakiyle övünüyordu!” (Rum/32) “Bu haki­kattendir.” yerine “Hakikat budur!” diyordu. Herkesi, elinde bulunduğunu sandığı hakikatin o parçasına çağırıyor, o par­çayı elinde bulunduranın kurtulduğunu (necat), geride kala­nın sapıttığını (dalal) iddia ediyordu.

Bu şekilde başlayan parçalanma giderek insanımızın tabia­tı haline geldi. Günümüzde yaşadığımız vahim durumun tarihi arka-planı kısaca böyleydi.

Bu arka-planın etkisi olanca şiddetiyle günümüzde de sü­rüyor. Meziyetlerin tarihte kalanı olmuştur belki, ama hiç bir rezilet tarihte kalmadı. Günümüze değişik yöntem ve isimler altında taşındı.

Bugün insanımızın duygusuna, düşüncesine ve eylemine musallat olan dengesizliğin temelinde, bu olumsuz gelenek ya­tıyor.

Aslında dengeyi bozmak isteyenlerin planları tıkır tıkır işledi. Bu planı kuranlar, insanları peygamberi metottan uzaklaştırarak emellerine ulaşacaklarını anladılar da sözde müslümanlar bu metotla dengeyi sağlayacağını anlayamadılar. Bu metottan aykırı da hareket edebileceklerini düşünerek çağın değişmesi gibi sebeplerle bu yanlışlarına kılıf uydurdular. Tek bir çatı altındayken ihtişama kavuşan insanoğlu bu çatıyı bırakıp yeni çatılar inşa edince hizipler, gruplar peyda oldu. Bir çok olumsuzluğun meydana gelişinden bahsedebiliriz, örnekleri çoğaltmak mümkündür. Bu metottan sıyrılış beraberinden büyük yıkımları getirmiştir ki yıkımın gerçekleştiği ve gerçekleşmeye de devam ettiği yerde dengeden bahsetmek beyhudedir.

DENGESİZLİĞİN ÇAĞDAŞ YANSIMALARI

وَإِذَا تَوَلَّىٰ سَعَىٰ فِي الْأَرْضِ لِيُفْسِدَ فِيهَا وَيُهْلِكَ الْحَرْثَ وَالنَّسْلَ ۗ وَاللَّهُ لَا يُحِبُّ الْفَسَادَ

“O, iş başına geçti mi (ya da sırtını çevirip gitti mi) yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya, ekini ve nesli helak etmeye çaba harcar. Allah ise, bozgunculuğu sevmez.” (Bakara/205)

Günümüz insanında denge, yürek aleyhine bozulmuştur. Kalp ihmal edilince ortada bir şey kalmamaktadır. Mahlûkatın eşrefi insan, insanın eşrefi ise kalptir. Hiç bir şeyin fayda vermediği bir günde “selim bir kalbin fayda vereceği gerçeğini Kur’an’dan öğreniyoruz. (Şuara/88-89)

Allah Rasulünün beyan ettiği gibi kalp, insanın merkezi, vücudun komuta mahalli, imanın meskenidir. Kalp, Allah’ ın tecelligahıdır; Allah’la insan arasındaki ilişkinin koordine edildiği ulvi bir mekândır. Özetle kalp, bir nükleer güç merke­zidir. Kaç kişi içerisinde böylesine müthiş bir imkân taşıdığı­nın farkında?

Aldığımız Batı kaynaklı rasyonalist ve pozitivist eğitimin tahribatına uğrayan organlarımızın başında kalp gelmektedir. Amaç imanları öldürmek ya da etkisiz hale getirmekse, elbet hedef de yürek olacaktır. Mekânı başına yıkılmış bir iman, kendisine saray olması gerekirken kendisine zindan edilen bir yürekte ne yapabilir ki?

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِنْ تُطِيعُوا الَّذِينَ كَفَرُوا يَرُدُّوكُمْ عَلَىٰ أَعْقَابِكُمْ فَتَنْقَلِبُوا خَاسِرِينَ

“Ey müminler, eğer kâfirlere itaat ederseniz sizleri topuklarınız üzerinde geriye döndürürler de hüsrana uğrarsınız.”(Al-i İmran/149)

Çağdaş eğitimin hedefi, imanın iktidarını elinden almaktır. İktidarı elinden alınmış bir iman, sadece bir yürek aksesuarıdır. Şimdilerde yaşanılan açmazların kaynağı da bilim ve teknolojiyle radyasyonlanmış imanların iktidarsızlığı değil mi­dir? İmanlar, “vehn” (uyuşukluk, pısırıklık) illetine tutularak dişi-tırnağı sökülmüş uysal bir arslana benzetildi. Kalp imana mesken olması gerekirken ona mahbes oldu.

Tuzu kuru bir İslamcılık moda şimdilerde. Kişiye sadece İslam’ ın kazandırabileceği en güzel sermaye olan duygudan, derinlikten, iç zenginliğinden yoksun garip bir ‘tip’ çıkarılma­ya çalışılıyor. Duygusu ve yaşantısı bir “lord” ya da bir “kont” gibi olduğu halde bir müslüman gibi düşünen; imanını aklı­nın eline verip aklıyla iman eden hilkat garibesi tipler. Mü­nafıklar suresinde anıldığı gibi, İslamı kavrayışına, düşünce­lerinin parlaklığına ya da ayetlerin arasında zekâ oyunları ve mantık bilmeceleri çözer gibi dolaşmasına, yani konuşmasına hayran kalıyorsunuz. (Münafikun/4)

Müslümanın en güçlü organı yüreğidir; -Allah’la olsun kullarla olsun- her türlü ilişkiyi oradan başlatır. Örneğin iki marxistle iki müslüman arasındaki ilişki arasında fark olmalı. “Gardaş”lık “yoldaş”lığa dönüşmemeli. Dava vs. adını koy­duğumuz mevhum şeyler, böylesine bir tatlı su İslamcılığının bahanesi olamazlar. Hissetmeyen, ürpermeyen, yanmayan, hüzünlenmeyen kalple taş arasında ne fark var? Kitab’ a göre taşlar bile böylesi bir kalpten daha iyi:

ثُمَّ قَسَتْ قُلُوبُكُمْ مِنْ بَعْدِ ذَٰلِكَ فَهِيَ كَالْحِجَارَةِ أَوْ أَشَدُّ قَسْوَةً ۚ وَإِنَّ مِنَ الْحِجَارَةِ لَمَا يَتَفَجَّرُ مِنْهُ الْأَنْهَارُ ۚ وَإِنَّ مِنْهَا لَمَا يَشَّقَّقُ فَيَخْرُجُ مِنْهُ الْمَاءُ ۚ وَإِنَّ مِنْهَا لَمَا يَهْبِطُ مِنْ خَشْيَةِ اللَّهِ ۗ وَمَا اللَّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ

“Sonra kalpleriniz yine katılaştı; taş gibi, hatta daha katı. Çünkü taşlardan öyleleri vardır ki onlardan ırmaklar fışkırır, öyleleri vardır ki yarı/arak ortasından sular çağlar, öyleleri de var ki Allah korkusundan, yuvarlanır. Allah yapmakta olduklarınız­dan gafil değildir.” (Bakara/74)

Eğer taşıdığın kalp böyleyse, daha fazla hamallığını yapma onun. Bir ömür göğsünde granitten bir parça taşımaya seni kim ve ne mecbur ediyor? Kaldır, at!

Müslüman gençliğin manevi alanda düştüğü sefalet diz boyu. Bunun sonucu olarak dini ideoloji, Kitab’ ı manifesto, Rasul’ü bir ideolog, tebliği propaganda, mübelliği propagandist, cihadı kavga, tefekkürü akıl yürütme, daveti çenebazlık gibi anladık ve anlattık. Bu İslimi değerleri çığırından çıkardığı­mız için, bir neslin hayatında devrim yapan bu şeyler, bizim hayatımızda bırakınız devrimi, küçük bir evrim bile yapmadı.

Eğitilmedik, öğrendik. Biri olmadan diğeri pek bir şeye yaramadı. Baktık ama göremedik; gördüğümüzü sandık. Bil­dik ama anlayamadık. Kazara anlamışsak yaşayamadık. Yaşadıysak ihlasa ulaşamadık. Bazen bilmediğimiz için, bazen de bilip anlayamadığımız için düşman olduk.

Dengesizliğin çağımızdaki bir diğer adı “Modern İslam”. Bir de Radikal İslam dedikleri bir din de var.  Aslında durum şundan ibaret; Yaşadıkları coğrafyaya, gündeme ve bunların getirdiği şartlara göre İslam’ı uyarlamaya kalkışmaları ve buna İslam demeleri. Şu imandır, bu imandır, İslam şu demektir. İslam şöyledir diyerek kendi tezlerini desteklemeye ya da meşrulaştırmaya çalışarak bir dengesizlik furyası hakim olmuştur. İslam’ın emir ve nehiyleri ağrına gidenler bu dini reddetmek yerine kendilerinin de kabullenebileceği bir hale getirdiler ve buna da İslam ve İman dediler. Aslında Allah (cc) 15 asır öncesinde bu gibi kimselere cevaben Kur’an-ı Kerim’de mealen şöyle buyurmuştur;

قُلْ أَتُعَلِّمُونَ اللَّهَ بِدِينِكُمْ وَاللَّهُ يَعْلَمُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ ۚ وَاللَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ

De ki: “Siz Allah’a dininizi mi öğreteceksiniz? Oysa Allah, göklerde ve yerde olanları bilir. Allah, her şeyi bilendir.” (Hücurat/16)

Bu gibi girişimler İslam’ın anlaşılması ve yayılması için olduğunu ve buna benzer masumane cevaplarla süslenmektedir. Hâlbuki bu tutumun getirdiği dengesizliğin yeryüzünde sirayet etmediği yer kalmamıştır. Tabiata dahi sirayet eden bu dengesizlik insanlar arası ilişkilerde vahşet, anarşi, güvensizlik; insanın kendi benliğinde ise cevapsız sorular, psikoloji bozukluğu, dengesiz davranışlar, mutsuzluk ve bunların sonucu olarak otizm (içe kapanıklık), intihar, cinayet, fuhuş, olarak gözlemlenmektedir.

Altın dengenin iç dünyamız aleyhine bozulmasının teme­linde yatan sebeplerden bizi en fazla ilgilendiren üçüne değin­mek istiyorum. Bunlar: 1) Sözde Tevhid, 2) Faydasız Girişimler, 3) Kalpteki Duvarlar.

Bunları maddeler halinde, açarak ele alalım:

Sözde Tevhid

Tevhid anlayışındaki çarpıklık, İslam’ ın doğuş tarihini iyi değerlendirememekten, ona sağlıklı bakamamaktan kaynak­lanıyor.

Bilindiği üzere ‘Mekke dönemi’ ibadet ve muamelattan daha çok tevhid akidesinin yerleştirilmeye çalışıldığı dönem­dir. Dinin temeli olan akidenin tohumu bu dönemde kalplere yerleştirilmiştir. Saadet Asrını kendi mantığı içerisinde kavradığımızda bu yöntemin öylesi bir toplum için en geçerli yöntem olduğunu anlarız. Ne ki, bu dönemi kendi şartları ve özgün yapısı içinde doğru değerlendirememekten kaynakla­nan, kimi yönteme ilişkin sorunlar yaşanmıştır daha sonra­ları. Bugün de içimizde savunucularının bulunduğu çarpık bir tevhid anlayışı geliştirilmiştir. Bu çarpıklık, Asr-ı Saadetin kendine özgü şartlarını ve imkânlarını unutarak ‘İslamlaşma Süreci’ni aynen bu çağa taşımayı istemekten kaynaklanıyor.

Gerekçe şu: Bu dönem madem tamamıyla Mekke döne­mine tekabül ediyor, o halde böylesi bir dönemde yapılması gereken, Allah Rasulü’nün yaptığı gibi tevhid akidesini yerleş­tirmek; ahlak, muamelat ve eylemde o sırayı takip etmektir. Muamelat neyse ne ya, hele hele ahlakla, ihsanla, irfanla, nefis tezkiyesi ve ruh terbiyesiyle uğraşmak böylesi bir dönemde lüzumsuzdur. Tavır bu.

Tutalım tartışılabilir olan bu tezi ve bu üslubu doğru kabul edelim. Aynı mantıkla yola çıktığımız zaman şimdi okuyacağım şu kerim ayetlerin Mekke’de nazil oluşunu nasıl açıklayabiliriz? Unutulmamalı ki bu ayetler na­zil olduğu sırada daha şarap küpleri kırılmamış, tesettür farz olmamış, faiz yasaklanmamıştı. Birçok farizanın adı bile bilinmiyordu.

Devlet de yoktu ortalarda. “Devlet”! İyi müslüman olma­nın şartı saymak yerine bu ayetlerden yola çıkarak önce yü­rek devletini kurmak gerekiyor. Ayetlere dönelim; dinleye­lim müttakilerin vasıflarını:

كَانُوا قَلِيلًا مِنَ اللَّيْلِ مَا يَهْجَعُونَ

وَبِالْأَسْحَارِ هُمْ يَسْتَغْفِرُونَ

“Gece boyunca pek az uyurlar. Onlar, seher vakitlerinde is­tiğfar ederler. ” (Zariyat/17-18)

Baştaki “kanu” nakıs fiiline di’li geçmiş manası (uyurlardı) vermemiz gerekirdi gramatik açıdan. Ancak o zaman, geçmiş­teki birilerine hitap ediyor sanılabilirdi ayetler. Hâlbuki bunun hemen bir ayet üzerinde cennete giren müttaki müminin dünya hayatında yaptıkları hikâye edilmektedir; gece boyunca pek az uyumak ve seher vakitlerinde istiğfar etmek gibi eylemler de ittikanın, dolayısıyla cennetlik insanın vasıflarından addedilmektedir.

Evet, sen ey tevhidi ve akideyi ön plana alan arkadaşım! Mekke’de nazil olduğunda kuşku olmayan bu ayet senin “Mek­ke’nde” niçin hala nazil olmadı? Günahı en son ne zaman işlemiştik? Beş yıl önce? Yok, bir yıl? O da değil bir ay, değil bir hafta; yok, yok az önce! Evet, bu doğru. Hayatımızda günah aramak için öyle çok uzaklara gitmeye gerek olduğunu sanmı­yorum. Değil mi ki, kişi hiç günah işlemese, şu tuğyan selinin ortasında, toplumun fısk ve fücur makinası gibi çalıştığı bir or­tamda, ona sessiz kalarak yaşaması günah olarak yeter. Bu ko­nuda kuşkusu olanlar İslam’daki emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l­münker farizasının dayandığı nasları tekrar gözden geçirsinler.

Bu durumda “Allah’ın İstiğfar ediniz! emrine uyarak ve Zariyat’taki tavsiyeyi tutarak Rabbinin huzurunda havf ve haşyetle boyun bükerek son yaptığın istiğfar ne zamandı?” diye sorulsa ceva­bımız ne olurdu, bilmiyorum.

Allah Rasulünün ve sahabenin Mekke’sinde nazil olup da bizim Mekke’mizde hala nazil olmayan ayetleri okumaya de­vam edelim:

إِنَّ الَّذِينَ هُمْ مِنْ خَشْيَةِ رَبِّهِمْ مُشْفِقُونَ

“Gerçekten Rabblerine olan haşyetlerinden dolayı saygıyla korkanlar.”(Müminun/57)

Ayette geçen “haşyet” ve “saygıyla korkmak” bir ruh ha­lidir ki kitaplardan öğrenilmez; yaşayarak öğrenilir. Genelde “saygıyla korkanlar” manası verilen “muşfikün” teriminde bile denge bariz bir biçimde görünüyor. Birbirine zıt gibi gelen “saygı” ile “korku”, aslında ferdin Allah karşısındaki ruh ha­lini dengeleyen eşit iki ağırlık. Hemen sonraki ayetlerde bu denge kendini daha açık bir biçimde belli ediyor:

وَالَّذِينَ يُؤْتُونَ مَا آتَوْا وَقُلُوبُهُمْ وَجِلَةٌ أَنَّهُمْ إِلَىٰ رَبِّهِمْ رَاجِعُونَ

“Ve onlar Rabblerine döneceklerinden dolayı, verdiklerini kalpleri ürpererek verirler.” (Müminun/60)

Evet, vereceksiniz; ama vermiş olmanın sevinci, şımarıklığı ve gururu yerine dönüp bir de ürperti duyacaksınız; hem de ta yüreğinizde. Vermiş olmanın getirdiği “umudunuzu”, verdiğinizin kabulünden, amelinizin salih olup olmadığından emin olamamaktan gelen bir “korku” ile dengeleyeceksiniz. Eğer bu şekilde yapabilirsek, bir hayrı, hayırlı bir usul, hayırlı bir niyet ve hayırlı bir gaye için yapan “hayırlılar” dan olma­nın muştusu da Kur’an’dan:

أُولَٰئِكَ يُسَارِعُونَ فِي الْخَيْرَاتِ وَهُمْ لَهَا سَابِقُونَ

“İşte onlar hayırlarda yarışmaktadırlar ve onlar bundan do­layı öne geçmektedir.” (Müminun/61)

Bu Mekki ayetler “mü’minlerin gerçekten kurtulduğu” müjdesini verdikten sonra kurtulan mü’minlerin vasıflarını sayar:

الَّذِينَ هُمْ فِي صَلَاتِهِمْ خَاشِعُونَ

وَالَّذِينَ هُمْ لِفُرُوجِهِمْ حَافِظُونَ

وَالَّذِينَ هُمْ لِأَمَانَاتِهِمْ وَعَهْدِهِمْ رَاعُونَ

وَالَّذِينَ هُمْ عَلَىٰ صَلَوَاتِهِمْ يُحَافِظُونَ

“Onlar namazlarında huşu içinde olanlardır.

Onlar boş şeylerin tümünden yüz çeviren/erdir. Onlar zekatı yerine getirenlerdir. Ve onlar ırzlarını koruyanlardır. “

“Onlar emanetlerine ve verdikleri söze riayet edenlerdir. Onlar namazlarını koruyanlardır.” (Müminun/2-5 ve 8-9)

Evet devletli Medine’de değil devletsiz Mekke’de, yani aki­de ve tevhidin pekiştirildiği Mekke’de “boş şeylerden yüz çevir­mek” gibi, “emanete ve verilen söze riayet” gibi bizim, biz tevhid davetçilerinin, pek de önem vermediği konular işlenmekte.

Bu tavsiyelerin “devletli” değil ama “cemaatli” Mekke’de yapılıyor olması, öncelikle “Mekke devri-Medine devri” sü­recini aynen her çağda geçerli görenlerin dikkatini çekmesi gerekiyor. Usul tartışmalarından öte bilinmesi gereken bir şey var: Bu İlahi tavsiyelerin, iman çerçevesinin içini dolduran ih­san ve irfan’ a ulaşmanın işaret taşları olduğu gerçeği…

Bilelim ki, “rasul” olmadan önce de “emin” olan bir pey­gamberin ümmetiyiz. İmanını kaybetsen de eminlik vasfını kaybetmeyeceksin, fakat şunu da iyi bileceksin ki en büyük ihanet imana yapılan ihanettir. Eminlik vasfını kazanıp düş­manlarımızın ağzından tescil ettirmedikçe vicdan aynasında mü’min görünsek de toplum aynasında “mü’min” (emin olu­nan kimse) olamayacağız demektir.

Amelin değil imanın elbisesi, tevhidin süsü olan bu ila­hi tavsiyeleri aktarmayı sürdürerek tevhid anlayışımızı tashih edelim: Bu ayetler de Mekkeli:

Kur’ an’ ın eğittiği neslin Mekke’de muhatap olduğu bu ke­rim ayetleri kafamızdaki “tevhid” şablonuna uymuyor diye yok saymamız mümkün olmadığına göre, bunları Rabbani terbiyenin tevhitle doğrudan ilgili bir bölümü kabul etmemiz gerekecek. Okuduğum ayetlerde geçti bunlar: Gece boyunca pek az uyumak, seher vakitlerinde istiğfar etmek, Rabbleri karşısında havf ve haşyet duymak, verdiklerini kalpleri ürpe­rerek vermek, hayırda yarışmak ve öne geçmek, huşu içinde namaz kılmak, boş şeylerden yüz çevirmek, emanete ve veri­len söze riayet etmek, Allah’ ın, nefsine, yakınlarına, topluma ulaştırılmasını emrettiklerini ulaştırmak, hesabı verememek­ten korkmak, Rabbin rızasını istemek hususunda sabretmek, gizli açık infak etmek, kötülüğü iyilikle savmak…

Bütün bunların tevhitle doğrudan ilgili olmadığını kimse söyleyemez. Eğer bunu söylüyor ya da bu kanaati besliyorsak ve bundan dolayı da bu erdemleri önemsemiyor veya erteliyorsak, tevhidi doğru kavrayamamışız demektir. Çarpık tev­hid anlayışından kastımız işte budur.

Takva, irfan, ihsan gibi çeşitli kavramlarda ifadesini bu­lan iç zenginliğin elde edilmesi, fertteki tevhidi derinliğin bir tezahürüdür ve yürek devletini kurmak, bireysel süreçten top­lumsal sürece geçişin sağlıklı olabilmesi için, kaçınılmaz bir gerekliliktir.

Bu devlet yüreğe çekilen kelime-i tevhid bayrağıyla kurulmalıdır. Eğer bu bayrak dile çekilirse azalar bu kelimenin pratiği olan yaşantıyı yerine getirmekten aciz kalacaktır. Pratiğe geçirilmesi gereken amelleri incelemek ve nasıl yapıldığını öğrenmek yerine kelime-i tevhid bayrağı ile fethedilmiş yürek ülkesine sahip olmak gerekir. Gerisi hallolacaktır. O zaman ameller ağır gelmeyecek ve hikmetten yoksun bir girişim sebebince bu pratikler ruhsuz bir amel olmaktan çıkacaktır. Tevhid sözde değilde özde gerçekleştiğinde bütün çarpıklıklardan kurtuluş gerçekleşecektir.

Faydasız Girişimler

Bir İslam büyüğünün özlü ifadesiyle bu din “siyaseti iba­det, ibadeti siyaset” olan bir dindir. Bu nedenle ibadeti biçimsel anlamda alıp küçük bir alana tahsis ederek, kendisini böylesine dar anlamdaki bir ‘ibadet’ e adayanlardan, zalim ve fasık yöneticiler tarih boyunca hoşnut ve razı olmuşlardır. Hatta onlar ibadeti sokaklara, caddelere, kentlere taşımasın diye ayaklarına kadar gitmişler, ‘ibadet’i de kendileriyle birlikte kafese tıktıkları için, onları ödüllendirmişlerdir.

Tabi böylesine hayatın tüm alanlarını kapsamayan güdük bir ibadet anlayışı zalimlerin ekmeğine katık olmuş, birileri kalın duvarlar arkasında büyük cihad yaptığını sanırken, ümmetin tüm maddi manevi değerleri zorba yönetimler ve onların kapıkulları tarafından hoyratça yağmalanmış, kundaklanmış, talan edilmiştir.

Buna karşın, gelecekte İslami hareketin çekirdek kadrosunu oluşturması beklenen nesil, yukardakinin tam tersi bir tavırla dengeyi ters yönde bozmuş, dini siyasileştirmek gibi bir tepkiyle karşılık vermiştir.

İbadeti dar alana tahsis edip dini ibadileştirmek nasıl den­gesizlikse, dini ve dini değerleri çok boyutlu anlamlarından soyutlayıp siyasileştirmek de aynı şekilde dengesizliktir.

Bu bir tepkiydi. Her tepkinin taşıdığı zaafları bu da taşı­yordu. Bu tepkisel anlayışta her şey toplumsal düzlemde de­ğerlendiriliyordu. Öyle ki, herkes üçüncü şahıs kurtarmak­tan söz ediyordu. Kurtulması gerekenler bunu unutmuşlar kurtarıcılık peşine düşmüşlerdi. Bu, kendisinin kurtuldu­ğunu vehmetmek gibi peşin bir kanaatin ürünüydü. Eteği tutuşan itfaiyecilerin yangın söndürmeye koşması gibi bir şeydi. Kurtarmaktan kurtulmaya vakit bulamamaktaydı kurtarıcılar.

Oysa bizlere böyle bir görev verilmemişti, biz vehmet­miştik. Asıl ferdi sorumluluklarımızı unutup üstümüze la­zım olmayan, güç yetiremeyeceğimiz yükler altına girmiştik. Oysa ferdi kurtuluş, toplumsal kurtuluşun ilk ve en büyük şartıydı:

لَهُ مُعَقِّبَاتٌ مِنْ بَيْنِ يَدَيْهِ وَمِنْ خَلْفِهِ يَحْفَظُونَهُ مِنْ أَمْرِ اللَّهِ ۗ إِنَّ اللَّهَ لَا يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ حَتَّىٰ يُغَيِّرُوا مَا بِأَنْفُسِهِمْ ۗ وَإِذَا أَرَادَ اللَّهُ بِقَوْمٍ سُوءًا فَلَا مَرَدَّ لَهُ ۚ وَمَا لَهُمْ مِنْ دُونِهِ مِنْ وَالٍ

“Bir topluluk kendi nefislerinde olanı değiştirmedikçe Allah da o toplulukta olanı değiştirmez.” (Rad/11)

Nefislerimizde olanı değiştirmek yerine üstümüze la­zım olmayan bir işe, toplumu değiştirmeye kalktık. Aslında bilemedik ki, toplumu değiştirmenin en kestirme yolu nefislerimizde olanı değiştirmekten geçer. İşte daha önce söz ettiğim ferdi düzenler nefislerimizde olandı. Onları yıkmak, onları kahretmek gerekiyordu.

Dış dünyaya pür dikkat kesilenler, iç dünyalarını, o dün­yadaki düşmanlarını, o dünyanın meselelerini unutmuşlardı.

Din siyasileştirilince siyaset de doğal olarak dinleşiyordu.

Parça bütüne tercih edildi ve “ahsen-i takvim” dengesi bozul­du. Artık din ideoloji, Peygamber ideolog, cihad kavga, tebliğ propaganda olmuştu. Bu tavır öyle uç noktalara götürülmüş­tü ki, kimi zaman, müslüman olmanın zorluğunu görüp çare­yi “İslamcı takılmak” ta bulanlar bile çıkabiliyordu.

Devrimin ilk coğrafyasının yürekler olduğu akla getirilmi­yordu. İçimizdeki tek kişilik düzenlere ve putlara, neye mal olursa olsun, laf söyletmezken dışımızdaki putlara ve düzenle­re karşı sıktığımız yumruk bir ‘şov’ a dönüşüyordu. Bilinmek istenmiyordu ki; şahsiyet olmadan cemaat, cemaat olmadan kadro, kadro olmadan kurum olmaz.

Yürek devrimini gerçekleştirip gönül coğrafyasını daru’l­ İslam edememiş bir insanı siyası başarısı ne kadar parlak olur­sa olsun, satın alırlar. Bir iç zaferle dengelenemezse, dışta ka­zanılan başarılar çabuk hezimete dönüşür. Bu acı gerçeği bu ümmet az mı yaşadı? Kurdunu içinde taşıyan gösterişli bir meyve gibi olan bu aldatıcı başarıların acı sonuçlarıyla dolu­dur bu mazlum ümmetin tarihi.

Memur beyler, bir gün İslamı çalışmalarıyla çevresine şöhret bulmuş birini satın almak ya da susturmak istedikleri zaman, o kişi hakkında tuttukları dosyaların “zaaf” hanesine bakacaklardır. Zaaf hanesinin maddelerini her çeşitten tutku­larınız, alışkanlıklarınız, tiryakilikleriniz oluşturur. Bu isterse bir sigara, isterse bir çay tiryakiliği olsun.

Zaafınız paraya, mala, makama, kadına mı? Verirler ve alırlar sizi. Bazen insan, bütün bir ömrünün hasılatını, tirya­kisi olduğu küçücük bir nesne karşılığında bile satabilir. Bu, şeytanın da mü’minlere karşı kullandığı ezeli bir taktiktir. Bi­ze kadar gelen meşhur rivayetlerde, başka şeye karşılık imanı nasıl satın almak istediğinin çarpıcı örnekleri anlatılır. Bu du­rumda, yapılan tüm şeyler boşa çıkacak (iflas), sonuçta hida­yet satılıp dalalet alınmış olacaktır:

كُتِبَ عَلَيْكُمُ الْقِتَالُ وَهُوَ كُرْهٌ لَكُمْ ۖ وَعَسَىٰ أَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ ۖ وَعَسَىٰ أَنْ تُحِبُّوا شَيْئًا وَهُوَ شَرٌّ لَكُمْ ۗ وَاللَّهُ يَعْلَمُ وَأَنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ

”İşte bunlar hidayete karşılık dalaleti satın almışlardır, fakat bu alışverişleri bir yarar sağlamamıştır “(Bakara/216)

Zaafları, zevkleri, tutkuları hanesinde “Allah” yazmalı, Allah Rasulü” yazmalı, bunların sevgisi yazmalı, rıza ve hoşnut­luğu yazmalı. Verebiliyorlarsa versinler bunları; işte benliği­miz, versinler ve tepe tepe kullansınlar. Abdullah b. Ömer’in dediği gibi bizi Allah’la, bizi Rasulü’yle kandırsınlar.

Allah ordusu (cündullah)’nun gerçek sayısını öğrenmek is­teyen, kişilerin zaafları hanesinde ne yazdığına baksın. Tabii, kendi notunu bilmek isteyen de…

Gönlü tevhid ile yeşermemiş kimse için çözüm odaklı çalışmaların(!) tamamında tutarsızlık söz konusu olacaktır. Kendince çözüm ve metot belirlemeye kalkışacak olan bu kimse yukarıda örneğini vermiş olduğumuz faydasız girişimlerle hem kendini hem de çevresindekileri heba edecektir. Kendini düzeltemeyen ve ayakta tutamayan bir kimsenin etrafına fayda vermesinden bahsetmek yersiz olacaktır. Gerekli donanımın olmaması da duygusal davranmasına sebep olacaktır ki bu da metotsuz bir girişimle birçok yıkıma sebebiyet verecektir. Bu gibi tutarsızlıkların önüne kişi ancak kendisinden başlamakla geçebilir…

Kalpteki Duvarlar

Manevi dünyamızı olgunlaştırmak iddiasında olan kimi disiplinlerin ve ekollerin varlığı hepimizin malumu. Bu çev­relerin söz konusu işi ne kadar gerçekleştirebildikleri, güçleri, samimiyetleri, akidevi ve siyasi şuurları ayrı bir tartışma ko­nusu. Söz konusu çevrelerin tümünü aynı kefede değerlendir­mek haksızlık olur doğrusu.

Ne ki, genelde hu üslubu benimseyen kimi çevrelerin siya­si şuur bakımından bir sefalet ve hatta ara ara ihanet içerisin­de olduğu görülmekte. Bunlar içerisinden İslam düşmanı yö­netimleri meşrulaştırmak isteyenler çıkabilmekte.

Kimileri de “Bana değmeyen yılan bin yaşasın” felsefesine sarılarak ekolünün ve adamlarının selametini İslam’ın selametinden önde tutmakta. Hatta ‘büyük kurtarıcı’ olduğu iddia edilen ve din bakışı malum bir yöneticinin, cumhuriyetin ilk dönemlerin­de doğuda ‘destek’ karşılığı verdiği şeyhlik icazetnameleri o şeyhlerin halefleri tarafından hala saklanmaktadır.

Söz konusu kesimden kimileri, evrensel İslami hareket kar­şısında düşmandan daha düşmanca bir tavır takınabilmekte. Son yıllarda müslümanların sisteme entegrasyonu için sta­tüko, bu çevrelerin elinde “meşrep gayreti ne dönüşmekte, ümmet fertlerinin enerjileri heba edilmektedir. Din-eksenli değil de meşrep eksenli alınan bir terbiye sonucu, dinin değil meşrebin kurtuluşu esas alınmaktadır.

Bu olumsuzlukları daha da uzatmak mümkün. Ancak şu­nu iyi bilmek gerekir ki, kimi çevrelerin bazen hamakat ve cehaletten, bazen de İslam’ a ihanetten kaynaklanan bütün bu olumsuzlukları, İslam davasını omuzlama iddiasında olanla­rın edepsizleşmesini, terbiyesizleşmesini, ihsan, irfan ve takva yoksunluğunu meşrulaştıramaz.

Nefsi tezkiye ve terbiye etmek; Allah’ ı tesbih, tenzih, tah­mid ve zikretmek müslümanlar içerisinde belli bir zümrenin değil, Kur’ an’ a uyan herkesin şiarıdır.

Takva, huşu, ihsan, havf, haşyet, rikkat bir zümrenin değil Kur’ an’ ın ıstılahlarıdır. İslam’ ın “kâmil insan” modeline ulaş­manın reçetesi olan bu şiarlarını ekmek teknesi haline dönüş­türüp işletmeciliğini yapanlara karşı gösterilecek tavır, ihsanı, irfanı, ahlakı, zühdü, takvayı, zikri, tesbihi istiğfarı göz ardı etmek değildir; hele hele terk etmek hiç değildir.

Bu çarpıklığa karşı gösterilecek en akıllıca tepki, müttaki olmak, zahid olmak, abid olmak, arif ve fazıl olmaktan geçer.

Bu meziyetlere ulaşmak için sünepe olmaya, uyuşuk ve pısırık olmaya gerek olmadığını, uzlaşmacılık ve taviz kârlıkla bunla­rın bir ilgisinin bulunmadığını ispatlamak, bu işin istismarını yapan çevrelerin tekelini, söz konusu meziyetlere sahip çıkarak kırmak gerekmektedir.

Bir kesimin yanlışları bir başka kesimin fazileti değildir.

Tatlı su İslamcılığının kimseye bir yarar sağlamadığı anlaşıl­malı artık. Duvarların yıkıldığı bir çağda mü’minin kalbin­deki ve zihnindeki duvarlara bir gerekçe bulması biraz zor olacaktır.

Haydi, bunları yıkmaya çalışalım. Bir seferberlik başla­talım. Herkes kendi gönlünün çöle dönen uçsuz bucaksız coğrafyasını yeşertmek için katılsın bu seferberliğe. Yüreğine sahip çıkamayanın yüreği işgal olunacaktır. Bilelim ki yürek bir “imkân”dır. Teknolojinin değil Allah’ ın bir harikasıdır. Onu tam kapasite kullanabilmenin yollarını öğrendiğimiz gün sığlıktan kurtulup derinleşeceğiz, zenginleşeceğiz.

“Arif” olmadan “âlim”, “müttaki” olmadan “mücahid” olunamayacağını bilmemiz gerekiyor. Yüreğe hangi güç hâkimse, o bedene de tüm fonksiyonlarıyla birlikte “o güç” hâkimdir. İşgal olunmuş bir yüreğin sahibinin hürlük iddiası beylik bir iddiadır. Kişi gönlünü neye kaptırmışsa gözü onda olacaktır. Kişi gönlünü kime kaptırmışsa yüzü de on dönük olacaktır, başka değil.

Eğer kalpte yıkılması gereken bu duvarlar yıkılmamışsa, o duvar daha da sağlamlaşacak ve yıkması bir hayli zor olacaktır. Çünkü gönlünü kaptırdığı şeye doğru yüzünü çevirdiği gibi aynı zamanda onu muhafaza etmek için de çaba harcayacaktır. Böylelikle batıl olan şeyler uğrunda hak için mücadele edercesine kendisini paralayacak ve ömrünü heba edecektir. E tabii ki bunu da doğru yolda olduğunu düşünerek ve yaptıklarını doğru kabul ederek yerine getirecektir ki bu durum değişimi zorlaştıran bir diğer etkendir.

YÜREK ÜLKESİNİN FETHİ İÇİN GERELİ UNSURLAR

İç zenginliğin İslam söz dağarcığındaki karşılığı olan irfan, ihsan ve takvanın gramatik ve semantik anlamları üzerinde uzun uzadıya durmak istemiyorum. “Tarif” edilen her şey gibi bu değerlerin de zihnimizin dar kalıplarında dondurulup ‘tahrif” edileceğinden korkuyorum.

Tarif ettiğimizi tahrif etmekte ustalaştık biz. Bilgisine sa­hip olduğumuz bir şeyin kendisine de sahip olduğumuzu zan­nediyoruz. Bunu bazen cehaletimizden, çoğunlukla da uyanıklığımızdan yapıyoruz.

Değil, doğru değil. Bir şeyin bilgisini elde etmekle kendi­sini elde etmek arasında sınırsız fark var. Yaşanmadıkça anla­şılamayacak bir dünyayı tarif etmek, balı kavanozun dışından yalatmaktır, bunu biliyorum. Bu yüzden de söz konusu kav­ramların ‘bilgisi’ üzerinde değil, amelin ‘salih’ olmasını sağla­yan irfan, ihsan ve takvanın kazanılmasında etken olan dina­mikler üzerinde duracağım.

Bu unsurlardan ilki yukarıdan beri yeri geldikçe değin­diğimiz kalp, yani merkez. Küçük evren olan insanın baş­kenti…

İkincisi, iç zenginliğin elde edilmesinde merkezden sonra gelen mevsim; özellikle gece…

Üçüncüsü, bu merkezin elverişli hale getirilmesinde önemli bir unsur olan iklim; hüzün ve gözyaşı…

Dördüncüsü ise, söz konusu merkezin uygun iklim ve mevsim ekilince verebileceği en soylu meyve; sevgi…

MERKEZ

Kalp:

“Vücutta bir et parçası vardır. O bozulursa bütün vücut bozulur. O, kalptir.”

Buhari’nin naklettiği bu haberden de anlaşılacağı gibi ya­ratılış bakımından paktır kalp. Ancak vücut ülkesinin başken­ti olduğundan dolayı iman, ruh gibi dostlar da, şeytan, nefis gibi düşmanlar da orada örgütlenmeye çalışır.

Devrimler, ihtilaller orada olur. Bu uçsuz bucaksız ülkenin en çarpıcı özelliği adında gizlidir: Kalp; yani değişken olan; halden hale giren; özetle, “dönek”… Bir kararda durmaması, gördüğüne akması, bir su gibi içine girdiği şeyin şeklini, bu­kalemun gibi içine girdiği ortamın rengini yansıtması ona bu ismin verilmesine neden olmuştur. Devrim, eskimez tanımıy­la ‘inkılap’ da kalple aynı kökten gelmiyor mu zaten?

Yeri neresi mi? Ne önemi var bunun? İçimizdeki sonsuz­luğu katletmişsek, yerini bilip bilmemek neyi değiştirir? Yok, eğer yaşıyorsa, o sizi kendisinden haberdir edecektir. Onun yaşaması kan pompalaması değil asıl olan işlevini asli görevini yerine getirmesidir. Merkez oluşuna yakışır şekilde hareket etmektir ki; o da Tevhidi esaslara göre çarpması inkılap etmesidir.

YÜREK ÜLKESİ

Dünyanın bu en büyük ülkesine sahip olabilmek için, önce böylesine müthiş bir imkânın farkında olmak gerek.

İçimizdeki sınırsız ve sınıfsız coğrafyanın varlığından ha­berdar olmak gerek. Kur’ an’ ın iniş biçimi ve yeri konu­sundaki tartışmalarda kimi âlimler “arş” ı kalp olarak kabul ederler. Bu görüşü kalp konusundaki kimi ayetler de des­teklemiyor değil.

‘Mekânız’ a mekân olabilen kalp, insana şahdamarından daha yakın olan Allah’ı konuk edecek kapasitede yaratıl­mıştır.

وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنْسَانَ وَنَعْلَمُ مَا تُوَسْوِسُ بِهِ نَفْسُهُ ۖ وَنَحْنُ أَقْرَبُ إِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ

“Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler vermekte olduğunu biliriz. Biz ona şahdamarından daha yakı­nız.” (Kaf/16)

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اسْتَجِيبُوا لِلَّهِ وَلِلرَّسُولِ إِذَا دَعَاكُمْ لِمَا يُحْيِيكُمْ ۖ وَاعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ يَحُولُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِهِ وَأَنَّهُ إِلَيْهِ تُحْشَرُونَ

 

“Biliniz ki Allah kişi ile kalbi arasına girer ve siz gerçekten O’na götürülüp toplanacaksınız.” (Enfal/24)

Evet, bu müthiş mekân Allah’ a tahsis edilip beytullah ve arşullah kılınmamışsa imkan zayi edilmiş demektir. Seyrini şöyle der:

Yere çakan iki çatal kazığı

İkiden birine eyler yazığı

Allah bir göğüste iki kalp yaratmadığına (Ahzab, 4) göre bir kalp ya Allah’ a tahsis edilmiştir ya da gayrıya. Eğer Al­lah’tan gayrıya tahsis edilmişse bu durumda beytullah değil beytülmakam, beytülmal beytüşşehvet; beytünnefs ve hatta beytüşşeytan olur.

İnsanların önce yüreklerinden vurulduğu öylesine bir top­lumda, İslami hareket, yürek ülkesini kurabilmiş kaç er çıkar­tabilecektir?

كَلَّا ۖ بَلْ ۜ رَانَ عَلَىٰ قُلُوبِهِمْ مَا كَانُوا يَكْسِبُونَ

“Değil, başkası değil, onların işlediği günahlar karartmıştır kalplerini.” (Mutaffifin/ 14)

Bu karayı, bu pası temizlemek elbet kolay olmayacaktır.

Nasıl temizlensin ki? En çok kullandığımız organlar el, kafa ve kalb. Bunlar içerisinde de en çok kullanılan, kalbdir. Elimi­zi bir kaç ay yıkamadığımızı düşünelim. Tiksindiniz değil mi? Ya ondan çok daha fazla kullandığımız kalb? Onun kirliliğini varın siz hesab edin. Bu kirlilik, kalbi sonunda öyle bir nokta­ya getiriyor ki, kalb taşlaşıyor, katılaşıyor, duyarsızlaşıyor. İşte bunun Kur’ anı ifadesi:

ثُمَّ قَسَتْ قُلُوبُكُمْ مِنْ بَعْدِ ذَٰلِكَ فَهِيَ كَالْحِجَارَةِ أَوْ أَشَدُّ قَسْوَةً ۚ وَإِنَّ مِنَ الْحِجَارَةِ لَمَا يَتَفَجَّرُ مِنْهُ الْأَنْهَارُ ۚ وَإِنَّ مِنْهَا لَمَا يَشَّقَّقُ فَيَخْرُجُ مِنْهُ الْمَاءُ ۚ وَإِنَّ مِنْهَا لَمَا يَهْبِطُ مِنْ خَشْيَةِ اللَّهِ ۗ وَمَا اللَّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ

“Sonra kalbleriniz yine katılaştı, taş gibi, hatta daha katı. Çünkü taşlardan öyleleri vardır ki, onlardan ırmaklar fışkırır; öyleleri vardır ki yarılır, ortasından sular çağlar; öyleleri de var­dır ki Allah korkusuyla yuvarlanır. Allah yapmakta olduklarınızdan gafil değildir.” (Bakara/74)

Bu gerçek, şairin dilinde ifadesini şöyle buluyordu:

Taş taş değil bağrındır taş senin

Nereni nasıl yaksın söyle bu ateş senin

Bir katılıktır dinamit söker mi yürekleri

Başın bir kez bu kalbe değmesin ey taş senin

Kazmayı kayalara değil kalblere vur ey

Ferhat niçindir kırdığın bunca taş senin?

Bir yeri ele geçirmek için merkezin kontrol altına alınması şarttır. Zira orası başkent, karar verme yeri ve varlığın temeli mesabesindedir. Eğer orası kaybedilirse kontrol elden gider ve işgal gerçekleşir. Çünkü yönetim merkezdedir. Sığınak ve aynı zamanda o bölgenin temsili olan yerdir. Kalpte böyledir, davranışların, sözlerin, bakışların temsilidir. Merkezin azaları, merkezi yansıtır. Merkezi tanıtan onun azaları ve o azaların işlevidir. Bir beldenin temiz olduğunu gördüğümüzde bile oranın halkının temiz olduğunu söylemeden önce o beldenin merkezinin çalıştığını ve temiz olduğunu söyleriz. İnsanın merkezi olan kalp ele geçirilir ve kirli ellerle temas edilirse artık her şey değişecek ve kirli ellerin lekesi her yere bulaşıp yaşanılabilir bir yer olmaktan çıkacaktır. Adeta etrafa virüs saçan ve pisliklerden kurtulamayıp sağlıklı hayata yabancılaşan bir merkez haline gelir.

Kalp katılığı rahmet kıtlığıyla doğrudan ilgili bir olay ol­masaydı üzerinde bu kadar durmazdık:

فَبِمَا نَقْضِهِمْ مِيثَاقَهُمْ لَعَنَّاهُمْ وَجَعَلْنَا قُلُوبَهُمْ قَاسِيَةً ۖ يُحَرِّفُونَ الْكَلِمَ عَنْ مَوَاضِعِهِ ۙ وَنَسُوا حَظًّا مِمَّا ذُكِّرُوا بِهِ ۚ وَلَا تَزَالُ تَطَّلِعُ عَلَىٰ خَائِنَةٍ مِنْهُمْ إِلَّا قَلِيلًا مِنْهُمْ ۖ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاصْفَحْ ۚ إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ

“Sözlerini bozdukları için onları lanetledik ve kalblerini kaskatı yaptık.” (Maide/13)

 

Kalb katılığının illeti olarak lanetlenmenin gösterilmesi oldukça ürpertici.

Kalbler aynı zamanda sınanıyor. Küçük kâinat olan insa­nın bu müthiş dünyası her an sınanmakta ve fitnelerle kar­şı karşıya kalmakta. Kur’ an, “Allah’ın takva için kalblerini sınadığı kimselerden söz etmekte. Hele gündüzü olmayan bir geceyi yüreğe zimmetlemek demeye gelen “kasvet”, sonunda hidayetin, kalbin yakıtı olan hidayetin tümden kesilmesine neden oluyor:

 “…Allah kalblerini mühürledi…” (Bakara/7; En’am/46)

Artık dosya kapanmış, mühürlenmiş ve imzalanmıştır, Vurandan başkası çözemeyecektir o mührü. Katılık kalbin felaketi, mühürlenmekse kıyametidir. Kalb gibi mükemmel bir coğrafyayı elden kaçıran devlet kuşunu elden uçurmuş demektir. Bu duruma düşmemenin en garantili yolu “içerdeki savaş”tır.

İÇERDEKİ SAVAŞ

İnsan hayatında her savaş fani, iç savaş bakidir. Çünkü her düşmanın bir gün dost olma ihtimali vardır da şeytanın insana dost olmasının imkân ve ihtimali yoktur.

Şeytan, savaşı önce yüreğinde kaybetti, ardından cennetini kaybetti. Cenneti kaybetmenin faturasını kendisine değil Allah’ a ve insana çıkarttı:

قَالَ فَبِمَا أَغْوَيْتَنِي لَأَقْعُدَنَّ لَهُمْ صِرَاطَكَ الْمُسْتَقِيمَ

“Madem öyle, senin beni azdırdığın gibi ben de onları (azdırmak) için senin dosdoğru yoluna oturacağım. ” (Araf/16)

Şeytan, ayette de belirtildiği gibi sırat-ı müstakim üzerine, doğru yola eğri oturmuştur. İnsanın da doğru yolda olması yetmemektedir. Doğru yolda doğru yürümesi gerekmektedir. Evet, şimdi de şeytan insana açtığı cepheleri sayıyor:

ثُمَّ لَآتِيَنَّهُمْ مِنْ بَيْنِ أَيْدِيهِمْ وَمِنْ خَلْفِهِمْ وَعَنْ أَيْمَانِهِمْ وَعَنْ شَمَائِلِهِمْ ۖ وَلَا تَجِدُ أَكْثَرَهُمْ شَاكِرِينَ

“Sonra da muhakkak onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım. Onların çoğunu şükredici bulmayacaksın. ” (Araf/17)

Savaşın boyutları düşmanın kini ve gücü oranında büyüyecektir. Şeytanınki bir kuyruk acısıdır. Bu acı yeniden diriliş gününe kadar (Araf/14) dinecek değildir. Bu azılı ve apaçık düş­man, insana öylesine çok cepheden saldırı­ya geçmiştir ki, insanın bu hiç uyumayan ve tatil yapmayan düşmana karşı çok uyanık olması ve ömürlük bir iç savaş başlatması gerekmekte.

Önlerden gelmesi insana dengeyi dünya aleyhine bozdur­mak için, insanı kendisine verilmiş emanet olan dünyadan soyutlamak için. Klasik yorumlar da bunu güçlendiriyor.

Arkadan gelmesi, kalleşçe gelmesi; insanın dengesini ahiret aleyhine ve dünya lehine bozmak için; malı, kadını, evladı, makamı ve diğer dünyalıkları süsleyip püsleyerek sevimli gös­termek için. Sollardan gelmesi; soldan değil, sollardan; yasak­lara, haramlara meylettirmesi; ezeli ve ebedi düşmanı olan in­sana Allah’ ın koyduğu sınırları çiğnetmesi, bunu yaparken de çok cici bahaneler bulup insandan yanaymış gibi görünmesi:

فَوَسْوَسَ لَهُمَا الشَّيْطَانُ لِيُبْدِيَ لَهُمَا مَا وُورِيَ عَنْهُمَا مِنْ سَوْآتِهِمَا وَقَالَ مَا نَهَاكُمَا رَبُّكُمَا عَنْ هَٰذِهِ الشَّجَرَةِ إِلَّا أَنْ تَكُونَا مَلَكَيْنِ أَوْ تَكُونَا مِنَ الْخَالِدِينَ

وَقَاسَمَهُمَا إِنِّي لَكُمَا لَمِنَ النَّاصِحِينَ

“Rabbinizin size bu iki ağacı yasaklaması, yalnızca sizin iki melek olmamanız ya da (cennette) ebedi yaşayanlardan olma­manız içindir ve “gerçekten ben size öğüt verenlerdenim” diye de yemin etti.” (Araf/20-21)

Sağlardan gelmesi…

En tehlikelisi de bu galiba. İnsanın güzel eylemlerini, hase­natını “salih amel” e dönüştürmemek için kibir, gurur, riya gi­bi parazitlerle bozması. Çalışıp çabaladığı halde insanın eline bir şey geçmemesi, yani tam anlamıyla iflasa sürüklenmesi. En yararlı eylemlerin içine attığı mikroplarla onları sahibi için en zararlı bir hale getirmesi. Bütün bunları yaparken “sürekli kötülüğü emreden” (Yusuf/53) nefsi yardımcı olarak kullanması, kötü işlerine, pis işlerine onu koşturması… Dahası, yeryüzün­deki dostlarını, evliyasını (Araf/27), ”Allah’ı bı­rakıp şeytanları veli edinenler(Araf/30)’i kendi aralarında örgüt­leyerek bir şeytan partisi (Hizbuş-Şeytan) kurması ve o parti aracılığıyla müminler üzerinde şeytani bir siyaset yürütmesi, onları gütmesi, onları sürüleştirmesi…

Evet, içten ve dıştan böylesine örgütlü, böylesine çok yön­lü bir düşmanın ilk ve son hedefi kişinin imanıdır; dolayısıy­la imanın merkezi olan kalbidir. Bu düşmanlar kalbi imanın başına yıkmaya, orayı insanın ebedi mutluluğuna yardımcı olamayan mal, makam gibi şeylerle doldurmaya çalışırlar.

Şu durumda vakit geçirmeden bir iç savaş başlatmalı. Bu savaşın ömrü bir kaç ay, ya da bir kaç yıl değil, bir ömür ol­malı. Sürekli saldırı altında ezilen imanı ve onun merkezini bu saldırılardan kurtarmalı ve korumalı, orayı kurtarılmış bölge haline getirmeli ve imanın hâkimiyetini ilan etmeli o bölgede.

Salih amelden muhafızlar, nöbetçiler dikmeli; içimizin ahalisini ayaklandırmalı ve önce içimizin dünyasında fitne kalmayıncaya, din yalnız Allah’ın oluncaya kadar sürmeli bu savaş. Ondan sonra da orada kurulan “yürek ülkesi”ni bilek­lere, topraklara, coğrafyalara taşımalı.

Esaret içimizde…

Bizi önce yüreklerimizde tutsak ettiler. İşgal altındaki bir yürekle, işgal altındaki bir kafayla, hangi toprak parçasını kur­tarmaya gideceksiniz? İmanları yüreklere mahkûm etmişler. Yeryüzünün müstekbirleri bizi önce yüreklerimizden vurmuş­lar. Öyle olunca elimiz imanın iktidarından çıkmış; gözümüz, kulağımız, zihnimiz, şuurumuz imanın iktidarından çıkmış. Bu organlarımız imanın egemenliği altındaki hürriyetlerini kaybetmişler. İmanımızın iktidarını elinden almışlar, hadım­laştırmışlar onu. İmana site olma istidadında yaratılan kalbi­miz imana mahbes, imana makber olmuş. “Din bir vicdan işidir,” sloganıyla yola çıkan iman düşmanları, kültürleriyle, eğitimleriyle, medyalarıyla, şeytanca oyunlarıyla koca bir devi Alaaddin’ in lambasına geri sokmayı başarabilmişler.

Onlar bilmekteler imanın gücünü. Bilirler; o zorla tıkıldığı yerden çıktı mı bir, kimse zapt edemez onu. Bu nedenle, onu mahkûm etmek için ne lazımsa onu yaparlar, hiç bir şeytani fedakârlıktan kaçınmazlar. İmana sıradan zincirler vurmazlar. O, zincirler altındandır, gösterişlidir, sanat eseridir, hatta ba­zen teknolojinin en son harikasıdır; şeffaftır.

Onu fark edecek kadar basiretiniz varsa bu kez de onun tutsaklık zinciri değil, yüce efendilerin hediye ettiği bir kolye olduğuna inandırmaya çalışırlar sizi. Kendilerine heva ve he­ves adına hizmet etmeyeni “dava” adına, “hizmet” aşkına ve hatta “din” adına hizmet ettirirler. Sağmayı, binmeyi ve yük vurmayı iyi bilirler onlar.

Eğer görünen ve görünmeyeniyle, “değerli” ve değer­siziyle imanımıza vurulan tüm zincirleri kırabiliyorsak; o zaman iman gözümüze fer, gönlümüze nur, dizimize der­man, dilimize ferman olacaktır. Yani, özetle iman, “iman” olacaktır.

Kirlilik içimizde. Önce içimizi, sonra havayı kirlettiler. İçi­mizin çevrecileri de yok. Havayı ve çevreyi temizlemeyi başar­salar da içimizi temizlemek için harekete geçmeyecek onlar, aksine daha da kirletecekler; sistemleriyle, eğitimleriyle, ileti­şim araçlarıyla, kültürleriyle, ikonlarıyla, sanemleriyle, vesen­leriyle kirletecekler. Eğer biz kendi düzenimizi kuramazsak, onlar kendi düzensiz düzenlerini yüreğimize kadar sokacak­lar. Asıl felaket o zaman başlayacak.

Zorla kurdukları, ezerek, yakıp-yıkarak, asıp-keserek kur­dukları düzenlerden korkmayınız. Korkmayınız, çünkü ‘Zul­metmekte olanlar, nasıl bir inkılaba uğrayıp devrilecek/erini za­manı gelince bileceklerdir. ” (Şuara/227) Asıl korkulacak şey, bu düzenlerini kalbimize kadar sokmalarıdır, vücudun başkenti­ni işgal edip ele, ayağa, göze, kulağa, başa, bileğe hükmetme­leri, bütün bunları kendilerine hizmet ettirmeleridir. Örneğin kapitalizm adı verilen zulmün ekonomiyi yönlendirmesinden korkmuyorum, asıl korkum bu mikrobun yüreklerimize ka­dar yayılıp ahlakımıza, düşüncemize, eylemlerimize, tavırları­mıza yansıması.

Olmadı mı, olmuyor mu? Yok, mu dini İslam olup da ahlakı kapitalist olan? Yok mu İslam akidesini benimsediği halde kapitalizm ahlakıyla mütehallık olan? Kim bilir, tavır ve davranışlarımız iyi tahlil edildiğinde belki bizler de bu sınıfa gi­reriz. Mesela birbirimizi harcama, hem de bozuk para gibi harcama alışkanlığı, sevgiyi, ilgiyi, taraftarlığı, bilgiyi, sami­miyeti hülasa dini ve ahlakı birçok şeyi tüketime elverişli hale getirme becerikliliği. İslam’ ın, ulvi amaçların gerçekleşmesi için koyduğu kimi kuralları karlı bir yatırıma dönüştürme ar­zuları. İnsanı, insanımızı ve hatta kendimizi bir anamal gibi kullanma talihsizliği. Bir hayat kitabı olan Kur’ an’ ı, bir hayat düsturu olan İslam’ ı ve bir hayat olan Peygamber’ i sermaye edip bir işportacı gibi tezgâhlama uyanıklığı…

İşte asıl korkulması gereken budur, bunlardır. Onlar dü­zenlerini ta yüreğimize kadar sokmak için her yolu deniyorlar. Fakat böylesi bir işgale biz müslümanlar asla razı olmamalıyız. Yürek işgaliyesi olarak ödemeyi vadettikleri dünyalıkları ye­rinde ve sırasında yüzlerine çalmayı bilmeliyiz. İmanımızın pislik içerisinde kıvranmasına, esaret altında inlemesine, ikti­darının elinden alınmasına sessiz kalmamalıyız. Reddetmeli­yiz şirkin her türünü. Şirkin içerisindeki hak bizi aldatmama­lı. Bilmeliyiz ki şirk, kavram olarak, içinde hak bulunan batıl anlamına gelir; içinden ‘hakk’ ı alınmış batıla şirk değil ilhad derler. Ve reddetmeliyiz tüm sahte ilahları. Rabbimiz yetmeli bize. Kur’ an da öyle sormuyor mu: “Allah kuluna yetmez mi?” (Zümer/36) Yeter, yeter elbet. Eğer böyle yaparsak imanımız hür­leşecek, hürleştikçe gürleşecek.

Bunu, yüreğimizi ırmak gibi çağlattığımız gözyaşlarıyla yıkayarak yapacağız. Fikirle, zikirle, şükürle, irfanla, ihsanla, takvayla yapacağız, duayla yapacağız.

Evet, duayla, o ki varlık sebebimiz:

قُلْ مَا يَعْبَأُ بِكُمْ رَبِّي لَوْلَا دُعَاؤُكُمْ ۖ فَقَدْ كَذَّبْتُمْ فَسَوْفَ يَكُونُ لِزَامًا

“De ki onlara: Duanız olmadıktan sonra Rabbim sizi ne yapsın?” (Furkan/77)

Dua bir davettir, bir çağrıdır. Usulüne uygun yapılırsa o çağrıya icabet edilir. Birçoğumuz bırakınız duayı, bilmeden kendisine beddua ediyor. Nasıl mı? Şeytanı işlerine karıştı­rarak, yürek sinyallerini vesvese adlı parazitle bozarak, daha doğrusu şeytanın böyle yapmasına izin vererek.

Evet, yukarıda sayılan erdemlere ulaştığımız vakit ‘devrim’ içimizde gerçekleşecek, yürek ülkemize iman hâkim olacak; yani daru’l-İslam olacak yüreğimiz. Sınırsız ve sınıfsız yürek devletimizde, bir ferdi dışarıda kalmamacasına konuk edece­ğiz İslam ümmetini.

Böylece önce içimizde oluşturacağız vahdeti. Vahdet taciri değil gerçek muvahhid olacağız ve Allah’a layık bir hale ge­lecek yüreğimiz. ”Kuluna şah damarından daha yakın olan”: “buyur!” edeceğiz. “Ey mekândan münezzeh olan! Senin için istiğfarımla temizleyip, gözyaşımla yıkayıp, zikir ve tespihle süsleyip, ilim, irfan ve hikmetle döşeyip, takva ve ihsanla ay­dınlattığım yüreğime buyur.” diyeceğiz.

Elbette Allah o zaman rahmetiyle buyuracak, mağfiretiyle buyuracak, sekinetiyle buyuracak, tecellisiyle doyuracaktır. Asıl o zaman gerçekleşecek selim kalb; içimizdeki fırtına taşa dönüşmemiş sükünet bulacak; böyle gerçekleşecektir:

الَّذِينَ آمَنُوا وَتَطْمَئِنُّ قُلُوبُهُمْ بِذِكْرِ اللَّهِ ۗ أَلَا بِذِكْرِ اللَّهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ

“Onlar iman etmişlerdir ve kalpleri Allah’ı anmakla huzura kavuşur. Haberiniz olsun ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzura erebilirler.(Rad/28)

İşte bu iç savaşın zaferidir. Artık yürek devleti kurulmuş­tur. Onu kurmak bir savaşı gerektiriyorsa, korumak ve dışarı taşımak bin savaş ister. Durmak isteseniz de duramazsınız ar­tık. İçinizdeki saadetin öbür adı olan yürek ülkesini, yaşadığı­nız. Dünyaya hâkim kılmak için gerekli olan eylemleri yüreği­niz size danışmayacaktır bile. Organlarınız ona muhalefet etse de, aklınız onu onaylamasa da, o kendine özgü yöntemlerle ve imkânlarla gerçekleştirecektir görevini. Biliyorsunuz; gönül ferman dinlemez.

Yüreğe özgü imkânların başında, dünyanın en hassas ve gelişmiş radarı diyebileceğiniz, basiret ve feraset gelir. Herkesin bildiği gözler dışında bir gözden daha söz eden Kitab’ın diline kulak verelim:

أَفَلَمْ يَسِيرُوا فِي الْأَرْضِ فَتَكُونَ لَهُمْ قُلُوبٌ يَعْقِلُونَ بِهَا أَوْ آذَانٌ يَسْمَعُونَ بِهَا ۖ فَإِنَّهَا لَا تَعْمَى الْأَبْصَارُ وَلَٰكِنْ تَعْمَى الْقُلُوبُ الَّتِي فِي الصُّدُورِ

“Gerçek şu ki gözler kör olmaz; ancak göğüslerdeki kalpler kör olur. “(Hac/46)

Bu vericinizle, uzaklığı ne olursa olsun bir dostunuza mu­habbet sinyalleri göndereceksiniz. İrtidadın ve nifakın tabiat haline geldiği bir toplumda gerçek mü’mini bu radarlarınız­la tanıyacaksınız. Bununla okuyacaksınız Allah’ın evrende­ki ayetlerini (Zariyat/20), nefislerinizdeki ayetlerini (Zariyat/21) ve onların bilgisine sahip olacaksınız. Bu bilgiyi “kitab-ı mes­tur” un ayetleriyle çakıştırarak hikmeti bulacaksınız. Bile­ceksiniz ki;

يُؤْتِي الْحِكْمَةَ مَنْ يَشَاءُ ۚ وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ أُوتِيَ خَيْرًا كَثِيرًا ۗ وَمَا يَذَّكَّرُ إِلَّا أُولُو الْأَلْبَابِ

“Kime hikmetten bir pay verilmişse ona çok hayır verilmiştir.” (Bakara/269)

İşte o zaman, nicedir yayınını durduran yüreğiniz başlaya­cak yayın yapmaya. İçinizdeki dünyanın en hassas radarları, göğün ve yerin sevap görüntülerini yakalayarak kaydedecek yürek arşivinize. O zaman, yalnız bilmeyip anlayacak (irfan), yalnız bakmayıp göreceksiniz (basiret).

Her ayet içinizde yeni bir ufuk açacak. “Allah’ın göğsüne bir inşirah verdiği, Rabbinden bir nur üzere olan” (Zümer/22) biri olacaksınız. En gelişmiş telsizlere, telefonlara, teleks ve tele­fakslara ve tele’yle başlayan daha ne varsa bütün hepsine taş çıkartan bu imkânı işler duruma getireceksiniz. Rabbinizle aranızdaki ilişkiyi o hassas cihazla kontrol edeceksiniz. O sizi sürekli uyaracak, otokontrol görevi yapacak.

Karıncanın ayak seslerinden daha usul gelen şirki duya­cak, tüm maharetlerini kullanarak ve maskelerini takarak ge­len nifakı bu radarla tanıyacaksınız. Kulağınıza Rabbinizin adı geldiği zaman onun ibresi oynayıverecek; Allah’ın ayetleri okunduğu zaman elmastan bir duvara toslamış gibi ‘zınk’ diye olduğunuz yerde durduracak sizi:

إِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ الَّذِينَ إِذَا ذُكِرَ اللَّهُ وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ وَإِذَا تُلِيَتْ عَلَيْهِمْ آيَاتُهُ زَادَتْهُمْ إِيمَانًا وَعَلَىٰ رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَ

“Müminler o kimselerdir k. Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir, kendilerine Allah’ın ayetleri okunduğu zaman imanları artar ve Rabblerine tevekkül ederler.” (Enfal/2)

Şüphesiz ki bu içerdeki savaş şeytana ve kişinin kendi nefsine karşı verdiği savaştır. Allah Rasulu (sav), Tirmizi’de geçen bir hadiste en hakiki mücahidi, kötülüğü emreden nefse karşı savaş açan kimse olarak tanıtmıştır. Bu savaş kılıç ve kalkan ile değil ilim ile verilir. İlim bizi Allah’a kulluğa davet eder ve bunu öğretir. Dolaysıyla içerde verilen savaşın galibiyet parolası; “Allah’a kulluk” tur.  Şeytan ve nefis ancak böyle alt edilir ve kişi yüceliğe galibiyete ancak böyle kavuşabilir. Zira Allah (cc) Peygamberine (sav) şöyle emretmiştir;

وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتَّىٰ يَأْتِيَكَ الْيَقِينُ

“Ve sana ölüm gelinceye kadar Rabbine kulluk et!”(Hicr/99)

MEVSİM

Geceyi Aydınlatmak

Gecesini diriltemeyenin gündüzü de ölmüştür. Gündüzün yiğidi olmak, gecenin abidi olmaktan geçer.

İç zenginliğin elde edilmesinde merkezden sonra ikinci önemli faktör mevsim(zaman)dir. Elbet geceler de gündüzler de Al­lah’ındır. Ne ki iç zenginliğin elde edilmesinde en müsait mevsim olan geceyi kazanmamız gerekiyor. Çünkü gökler gece vakti sıyırırlar duvaklarını. Gece, amellerin Allah katına arz e­dildiği müstesna zamandır.

Modern zaman anlayışıyla İslam’ ın zaman anlayışı taban tabana zıt. Bu zıtlık, zamanı kullanmada da kendini göste­riyor. Allah, Kur’ arıda çeşitli zaman parçaları üzerine yemin eder; “ve’l-asr, ve’l-leyl, ve’s-subh, ve’d-duha” [Asra, geceye, sabaha, kuşluğa yemin olsun] gibi.

Bu yeminler, zamanın izzetinin ilahi dille tescilidir. Za­man azizdir, ne kadar çok olursa olsun değerinden bir şey kay­betmez. Aynen su gibi. Zaman hayattır; zamanı israf hayatı israf, yani intihardır. Hayatını bozuk para gibi harcayanlara Allah’tan umut kesmemelerini tavsiye eden ayet ”…nefislerini israf edenler.” (Zümer/53) tasvirini yapar.

Çağdaş zaman anlayışı ünlü tabirle akşamcıdır, yaratılışın doğasına aykırıdır. Allah’ ın belli maksada mebni olarak yarat­tığı geceyi amacının dışında hovardaca kullanmak, modern insanın tabiatı haline getirildi.

İslami anlayışta zaman, doğasına en elverişli biçimde kul­lanılır. Mü’min, üzerine güneşi doğdurmaz, güneşin üzerine kendisi doğar. Zamanı kullanmada İslam, tabir caizse sabahçı­dır. Bu nedenle, sabahın diriltici dinginliğinden en çok müs­lümanlar yararlanır. Ben Allah Rasulü’nden gelen rivayetlerde “yatsıdan sonra Rasulullah’la oturup konuşurken… ” gibi riva­yetlere pek rastlamadım. Aksine Buhari, Evkatu’s-Salat babın­da Ebu Berze’den, Allah Rasulü’ nün yatsıdan sonra mecbur kalmadıkça konuşmayıp istirahate çekildiğini, bundan hoş­lanmadıklarını nakletmekte.

Gece ve Kur’an

إِنَّا أَنْزَلْنَاهُ فِي لَيْلَةٍ مُبَارَكَةٍ ۚ إِنَّا كُنَّا مُنْذِرِينَ

“Kuşkusuz biz onu mübarek bir gecede indirdik. “(Duhan/3) Gece, Allah’ın üzerine yemin ettiği vakitlerden biri. Kur’an, bir gece vakti indiğini ifşa ediyor bizlere. Kadirbir gecenin adıdır ki ad olduğu geceyi gecelerin efendisi yapmıştır.

Miraç da gecenin armağanlarındandır, bir gece vakti vuku bulmuştur. İnsan neslinin erebileceği en yüce rüt­beye bir gece vakti ermişti evrenin efendisi.

لَيْسُوا سَوَاءً ۗ مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ أُمَّةٌ قَائِمَةٌ يَتْلُونَ آيَاتِ اللَّهِ آنَاءَ اللَّيْلِ وَهُمْ يَسْجُدُونَ

Gecenin ümmete getirdiği hediyelerden biri de Hicret“. Kur’ an; “Gece saatlerinde ayakta durup Allah’ın ayetlerini okuyarak secdeye kapanan topluluk… “(Al-i İmran/113) ‘u kitab ehli içe­risinde ayrıca anmış, onların diğerleriyle bir olmadığını buyurmuştur. Rasul’ e de bu bağlamda bir- emir indirilmiştir:

وَمِنَ اللَّيْلِ فَتَهَجَّدْ بِهِ نَافِلَةً لَكَ عَسَىٰ أَنْ يَبْعَثَكَ رَبُّكَ مَقَامًا مَحْمُودًا

“Ve gecenin bir kısmında uykunu bölerek sana özgü bir na­file namaz kıl; belki böylece Rabbin seni övülmüş bir makama ulaştırır. ” (İsra/79)

Rasulü ‘ne iç zenginliğin yollarını gösteren Allah’ın bir tavs­iyesi daha:

فَاصْبِرْ عَلَىٰ مَا يَقُولُونَ وَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ قَبْلَ طُلُوعِ الشَّمْسِ وَقَبْلَ غُرُوبِهَا ۖ وَمِنْ آنَاءِ اللَّيْلِ فَسَبِّحْ وَأَطْرَافَ النَّهَارِ لَعَلَّكَ تَرْضَىٰ

“Gecenin bir bölümünde ve gündüzün uçlarında onu tesbih et ki memnun olasın… (Taha/130)

Bu konuda Kur’an’da çok ilginç bir süre var: Müzzemmil Süresi. İlginçliği haşa garipliğinden değil, ilk nazil olan sure­lerden olmasına rağmen ihtiva ettiği, iç zenginliğin elde edil­mesine yönelik İlahi emirlerden gelmekte. Bilinen bir şey var; bu sure nazil olduğunda, bildiğimiz beş vakit namazın henüz farz olmadığı. Daha davetin esaslarının bile yeni yeni belirlendiği nübüvvetin ilk yıllarına ait bu surede, Rasulullah’a ve ona ilk uyan bir avuç insana neyin emredildiğini birlikte okuyalım:

يَا أَيُّهَا الْمُزَّمِّلُ

قُمِ اللَّيْلَ إِلَّا قَلِيلًا

نِصْفَهُ أَوِ انْقُصْ مِنْهُ قَلِيلًا

أَوْ زِدْ عَلَيْهِ وَرَتِّلِ الْقُرْآنَ تَرْتِيلًا

إِنَّا سَنُلْقِي عَلَيْكَ قَوْلًا ثَقِيلًا

إِنَّ نَاشِئَةَ اللَّيْلِ هِيَ أَشَدُّ وَطْئًا وَأَقْوَمُ قِيلًا

“Ey örtüsüne bürünen!

Geceleyin kalk (namaz kıl); yalnız gecenin birazında (uyu).

Gecenin yarısında (kalk) ya da bundan biraz eksilt.

Veya buna ekle. Ve Kur’an’ı üzerinde dura dura oku.

Doğrusu biz senin üzerine ağır bir söz bırakacağız.

Gerçekten gece neş’esi ( dinginliği, insanın iç evreninde uyan­dırdığı) etki açısından daha güçlü, okumak bakımından da da­ha etkilidir. “(Müzzemmil/1-6)

Evet, henüz beş vakit namazın bile farz olmadığı, İslam’ ın gerçekten garib olan ilk ve zor günlerinde bu ayetler oldukça anlamlı bir şeyin ifadesiydi; gelecekte İslam’ ın tüm yükünü omuzlarında taşıyacak olan çekirdek kadronun şahsiyet eğitiminin.

Onlar projesi Allah’ a ait olan, mimarı Rasulullah olan İs­lam binasının temel taşlarıydılar, Temelin sağlam atılması ge­rekiyordu. İşte insanın iç dünyasını zenginleştirici mesajlar taşıyan bµ gibi ayetler, bu amaca matuf olarak iniyordu.

Adı geçen surenin son Ayeti ininceye kadar Rasulullah ve ashabı gece namazını farz olarak kıldılar. Süre-i Müzzem­mil’ in son ayetindeki ‘: …O sizin (gece saatlerini) hesap edeme­yeceğinizi bildiği için sizi affetti. O halde Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun ( ne kadar kolayınıza gelirse o kadar gece namazı kılın). “ibaresiyle bu vecibe hafifletildi. Kaldırılmadı; “O halde Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun.” anlamına ge­len bu cümlede “parça” ile “bütün” kastedilmiş olup namazda Kur’ an okunduğundan gece namazı, mecazi olarak “Kur’ an okuma” ile ifade edilmiştir.

Surenin söz konusu son ayetinin, kendisinden önceki ayet­lerden ne kadar sonra indiği hakkında farklı rivayetler var. Bir yıl, iki yıl, on yıl diyenler olduğu gibi, son ayetin Medine’de nazil olduğunu söyleyenler de var. Hz. Aişe bu ayeti kastede­rek “12 ay sonra indi. Rasulullah ve ashabı 12 ay gece nama­zını farz olarak kıldı.” demektedir. Abd ibn Humeyd’in Yakub ve Cafer yoluyla Said’den gelen rivayetinde Allah Rasulü ve ashabı on yıl gece namazını bir vecibe olarak eda etmişler, on yıl sonra bu ayet nazil olarak mü’minleri rahatlatmıştır.

Şöyle ya da böyle Allah Rasulü ve ashabı aylarca -belki de yıllarca- teheccüd için zorunlu olarak kalkmışlar, hatta bu vecibeyi hafifleten ayet nazil olduktan sonra bile bu namaz Rasulullah için “Ve gecenin bir kısmında uykunu bölerek sana özgü bir nafile namaz kıl” (İsra/79) emriyle emirliğini muha­faza etmiştir.

En güzel örneğimiz olan Rasulullah’ ın gecesi bizim gece­mize niçin örnek olamamaktadır? Onun iç dünyasının Rab­bi tarafından nasıl zenginleştirildiğinin delili olan bu ayet­ler niçin bizim iç dünyamızı da zenginleştirmesin? Rasul’ ün sünnetlerine sarılması gereken bizler ona has emirlere karşı niçin bu denli lakayt davranabiliyoruz? Dahası insan, her şe­yin olduğu gibi zamanın da yaratıcısı olan Allah tarafından “elverişli” olarak nitelenen gece adlı serveti nasıl hovardaca harcayabiliyor?

“Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz; nasıl ölürseniz öyle dirilir­siniz; nasıl diri/irseniz öylece haşrolunursunuz.

Bu muhteşem uyarıdan alacağımız çok ders var. Uykuyu bir tür “ölüm” olarak niteliyorum. Kur’an’da, Süre-i En’am’da, uykudan ölüm olarak söz edilir. Bura­dan yola çıkarsak, en azından yarı ölüm olan gecelerimiz için şunu söyleyebiliriz: Eğer gündüzünüz güzelse, geceniz de gü­zel olacak; geceniz güzelse sabahınız (yeniden diriliş) da güzel olacaktır.

Bunlar birbirine bağlı şeyler. Böylesi bir ortamda gecesi­nin hesabını veremeyenin gündüzünün hesabını verebilmesi ne mümkün? Her şeyin el ayak çektiği bir özge vakitte cansız­lar, canlılar ve salihlerle birlikte bu evrensel koroya eşlik etme­nin insanın iç dünyasında ne ufuklar açacağını düşünebiliyor musunuz?

Gündüzleri imanlarımızı gevreten bireysel ve toplumsal ilişkilerin, tuğyan ırmağına dönen caddelerin, bulaşıcı bir bi­çimde ta yüreklere kadar sirayet eden riddet, cehalet ve inanç sefaletinin iç dünyamızdaki tahribatını gecenin rahmetinden yararlanarak onaramıyorsak, kalbimizin kıyameti yakın demektir.

Geceleyin iç coğrafyamızda edindiğimiz tecrübeyi, gündü­zün dış dünyamıza aktaralım. Bilelim ki, gecenin bir vaktinde sıcak yataklarına elveda diyenler; kendi adına, toplum adı­na, kana, sömürüye ve zulme doymayan müstekbirler elinde oyuncak olan mazlum ümmet adına, her gün imanı kundak­lanan sayısız insan adına hacet kapısının eşiğini geceleri mü­cahedesiyle gündüzleri mücadelesiyle aşındıranlar kuracaktır geleceği.

Çünkü her toplumsal değişimin tohumu önce yüreklerde çimlenir ve baharın ilk goncaları göğüslerde açar. Sözü vardır Allah’ın (Araf/128); “salih” olma liyakatini elde eden kullarına verecektir toprağın ve suyun emanetini.

Mevsim söz konusu bölgenin doğasında meydana gelen değişiklikleri adlandırdığımız bir terimdir. O bölge sakinleri mevsimin değişmesiyle kıyafetlerine kadar değişikliklere gider. Ve yine o bölge sakinleri mevsimin değişimini ya da mevsimde meydana gelen değişiklikleri oturup izlemek yerine o mevsimin kendilerine sunduğu imkânlardan faydalanmaya çalışırlar. Çünkü her mevsimin beraberinde getirdiği bir hava kütlesi vardır ki bu o bölge sakinlerinin temel ihtiyacı olan toprak ve suya sirayet eder.  Kimileri ekinlerini o mevsimin hava kütlesine göre ayarlar kimileri de bu mevsimin getirdiği kolaylıktan faydalanıp diğer mevsime hazırlık yapar. Eğer o bölge sakini hem ekinini eker hemde gelecek mevsime hazırlık yaparsa çok bereketli bir sene onu bekler. Belki de asırlardı anlatılan; ateş böceği ve karınca hikâyesi anlatmaya çalıştığımız şeyin kısaca özetidir.

Müslümanın iki mevsimi vardır; bunlar gece ve gündüzdür. O gecesini ve gündüzünü nasıl kullanması gerektiğini bilendir. Gecenin getirdiği kolaylık ve sakinlikten faydalanıp hem ekinini eker hem de gelecek mevsime yani gündüze hazırlık yapar. Gece depolamış olduğu enerjiyi gündüz tekrar enerji depolamak için harcar. Bu bir devir daim değil bilakis gittikçe artan bereketlenen bir eylemdir. Bir çeşit akü gibidir çalıştıkça kendini şarj eder. Mevsim demişken ona dair alınması gereken önlemlerden bahsetmeden olmaz. Mevsim değişikliği yeni bir hayatı simgelemekle beraber bir önlem alınması gerektiğinin de işaretidir. Nasıl ki kış mevsiminde hasta olmamak için sıkı sıkı giyinip tedbir alıyorsak; Müslümanın da bir mevsimi olan gecenin soğuğundan (nefsin istekleri, rahatlığa düşkünlük, kafa dağıtma) da korunması gerekir. Bütün bir kışı yatarak geçiren nasıl ki hüsrana uğruyorsa bütün gecelerini yatarak geçiren de hüsrana uğrayacaktır ama bu hüsran diğerine benzemeyen bir hüsran çeşididir. Öyleyse yukarıda geceyi faydalı geçirme uğrunda Kur’an’dan ve Sünnet’ten verilen örneklere dikkat etmek gerekir.

Gündüzleri ayakta durmamızı sağlayan gecelerimiz yoksa bunun faturasını tıbbi bir hastalığa ya da mevsime kesmek yerine gerekli tedbirleri almamaya bağlamlıyız. Miskinlik, yorgunluk, halsizlik Müslümanın bir mevsimi olan gecenin soğuğundan korunamamasının sebebidir. Geceleri yediğimiz soğuklar kireçlenmeye, halsizliğe, bitkinliğe yol açıp sağlıksız (salih amelsiz) bir hayat yaşamamıza sebep oluyor. Geceleri yediğimiz soğuklar şunlar olabilir;

-Nefsin bitmek bilmeyen istekleri

-Rahatlığa düşkünlük

-Yorgunluğu atma bahanesiyle eğlenceye dalmak

-Şehveti dizginleyememek

-Yararsız işlerle meşgul olmak…

Örnekler çoğaltılabilir. Gündüzün yorgunluğu Allah’a itaat, zikir, tefekkür, nefis muhasebesi gibi ilaçlarla atılır ancak. Film, video, eğlence vb. bunlar aldatıcı ilaç olup sonuç vermeyen, mutmain etmeyen ilaçlardır. Bu ilaçların uyuşturucudan bir farkı yoktur. Uyuşturucunun etkisi geçtiğinde meydana gelen zararlar hepimizin malumudur. Bu tedavi midir? Ya da gerçek bir rahatlama mıdır? Kendini kandırmak aldatmaktan başka bir şey değildir…

Mevsimi gece ve gündüz olan mümin; önlemlerini, tedbirlerini, azmini, gayretini bu iki mevsime göre ayarlayan ve azami surette onlardan faydalanmaya çalışan kişidir. Aldanan ya da aldatan değil. Uyuyan ya da uyutulan değil.

YAĞMUR

İmtihan ve gözyaşı

وَقَالُوا الْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي أَذْهَبَ عَنَّا الْحَزَنَ ۖ إِنَّ رَبَّنَا لَغَفُورٌ شَكُورٌ

“(Cennete girmeyi hak eden müminler) dediler ki: ‘Bizden hüznü gideren Allah’a hamdolsun.” (Fatır/34)

Allah’ı razı etmeye koyulmuş mü’minin hüznü cennette bi­tecek. Bu gerçeği güçlendiren bir sözü de Allah Rasülü vefatı sırasında başucunda ağlamakta olan Fatıma’sına söylüyordu:

“Ağlama kızım, baban bir daha acı çekmeyecek.”

Evet, o güne dek hep acı çekmişti. Çünkü o, çok şey bili­yordu. Onun bildiğini bilen her kim olsa öyle yapardı. O da öyle demiyor muydu: “Benim bildiğimi bilseydiniz az güler çok ağlardınız. [12]

Onun bildikleri bir yana, ya onun yaşadıkları? Hem ye­tim, hem öksüz. Ardından bir bir kaybedilen dayanaklar: Ab­dulmuttalib, Ebu Talib, Hz. Hatice ve peş peşe gelen evlat acıları, ölümleri. Tabi bütün bunları bastıran da nübüvvetin ağır yüküydü. Bu nedenle o, çok ağlamış az gülmüştü.

Kan, ter, gözyaşı…

Bu üç damla azizdir, Bu üç damlanın karıştığı şey de aziz­dir. Neyin uğrunda olursa olsun, samimi olarak bir dava uğruna dökülen kanların karşılıksız kaldığı görülmemiş.

Ter de öyle. Kim çalışarak ter dökmüş de karşılığını almamış? Bu ister mü’min ister kâfir olsun, herkes için geçerli “İnsan için” diyor Kur’ an;

وَأَنْ لَيْسَ لِلْإِنْسَانِ إِلَّا مَا سَعَىٰ

“insan için yalnız çalıştığının karşılığı vardır.” (Necm/39)

Gözyaşı da öyle. Zulme uğramış birinden dökülüyorsa damla, düştüğü yeri yakacaktır. Bu üç damla bedeldir. Bu bedel ödendiği zaman elde edilen şey meşrulaşır. Kan, toprağın; ter, ekmeğin; gözyaşı, yüreğin bereketidir.

وَتَضْحَكُونَ وَلَا تَبْكُونَ

“Ve gülüyorsunuz da, ağlamıyorsunuz.” (Necm/60)

Sahi, nasıl beceriyorsunuz bunu, diyor Kur’ an; “İmanını­zın, Kur’ an’ ınızın, coğrafyanızın esir edildiği, insanınızın ma­nevi bir soykırıma uğradığı, tüm değerlerinizin yağmalandığı, sayısız civanın yüreğinden vurulduğu bir ortamda hala nasıl gülebiliyorsunuz?” diye soruyor.

Gerçekten, nasıl becerebiliyorsunuz bunu? Biliyorum, buna becermek demezler. Gaflet derler, vur­dumduymazlık derler, hamakat derler…

Eğer bilseydik, Önderimiz Efendimizin bildiğini, çok ağlayıp az gülecektik. O, yakın derecesinde biliyordu gazabı, kahrı, cehennemi. Bu gerçeklerin arifiydi O. Biz de bunları “irfan” derecesinde bilseydik onun gibi yapacak, çok ağlaya­cak az gülecektik.

Evet, bilseydik göğsümüzde nükleer bir güç merkezi taşıdığımızı ve bunun her gün üzerine yağan günahlarla paslandığını, bu pası çözecek tek kimya olan gözyaşını bir umman gibi salacaktık gecelerin koynuna.

Eğer bilseydik günah hedeflerini on ikiden vuran istiğfar silahının mermileri gözyaşıdır; gönlümüze gözümüzden bir ırmak bağlayacaktık.

Eğer bilseydik dualarımızı yüce makama tez ulaştırmanın en emin yolu onlara gözyaşından kanatlar takmaktır.

Eğer erseydik  “Allah’a selim bir kalp ile gelen başka.”(Şura/89)un sırrına; bir “kalbi selim” e sahip olmak için değil bir kaç damla yaşı, bir çift gözü bile feda edecektik.

Eğer bilseydik her gün en çok kullandığımız organların başında elimiz, zihnimiz ve kalbimiz gelir; bu üçü içerisinden de en çok kullandığımız ve kirlettiğimiz kalbimizdir. Onu pislik içerisinde koyduğumuz için, Allah korkusundan dökü­len yaşlarla yıkamadığımız için hayıflanacaktık.

Eğer imanın neler çektiğini onun yerinde olup anlayabil­seydik, ağlayabilirdik.

İhsan düzeyinde inansaydık Allah’ a, azaba, ikaba, miza­na, hesaba; gözümüzden yaş değil kan akıtırdık. Öyle bu­yurmuştu ya Yesribli delikanlı için Rasulullah -aleyhissala­tü vesselam- efendimiz: ”Allah korkusu kardeşinizin yüreğini dağladı.”

Evet, bütün bunları anlayabilseydik, ağlayabilecektik. ”Melali bilmeyen nesle aşina değiliz” diyordu Haşim. Biz aşina olduk, hem de öylesine aşina olduk ki, bu İslam irfanının nebevi yöntemlerini “romantizm’, sayanlar bile çıktı içimizden.

Hissizliğin, duygusuzluğun bir tek mazereti var: kalb katı­lığı o da meşru değil.

Şarkı görmez, garbı bilmez, edepten yok payesi Bir utanmaz yüz, yaşarmaz göz bütün sermayesi.

Anlayamayanlar, ağlayamazlar; hatta ağlanacak hallerine gülerler. İşte biz, böyle olduk.

Müminin şiarı olan gözyaşı aynı zamanda samimiyetinin ve sevgisinin ispatıdır. Uğrunda gözyaşı dökülen şey onu döken kişi için değer ifade eder. Çünkü yüreğin ortak olmadığı duyguda gözyaşının gelmesi imkânsızdır. Dolayısıyla gözyaşına ortak olan yürektir. Ta içerden gelen bir hararete göz pınarları dayanamaz buharlaşır ve yaşlar dökülmeye başlar. Yandığı oranınca dökülecektir gözyaşı. Ne kadar yaktıysa yüreğini o kadar boşalacaktır göz pınarları. Kimi günahına yanar, kimi hasretine, kimi korkusuna. Ortak olan ise sevgidir, samimiyettir, adanmışlıktır. Bu küçücük gözyaşı, uğrunda dökülen zat için de değer ifade eder.  Öyle diyordu İbn Kayyım (rha); “O yedi denizi yarattı ama senin bir damla gözyaşını sevdi. Sen ise O’na bir damla gözyaşını çok görüyorsun.” Rahman’ın arşında gölgelenecek olan yedi sınıf insandan biri de bu gözyaşını döken kimsedir. Döktüğü gözyaşı Rahman’ın himayesine girmesine sebep olmuştur.

Mahşer meydanındaki şu manzara gözyaşının önemini ifade eden bir başka olaydır;

“…Cehennemden dağlar gibi bir ateş çıkacaktır. Peygamberin ümmeti onu def etmek için “Ey ateş, namaz kılanların, Allah’ı doğrulayanların ve Allah’tan korkanların, oruç tutanların yüzü hürmetine dön!” fakat ateş dönmeyecek. Cibril (as): “Ateş Muhammed ümmetine doğru gidiyor!” diye seslenecek. Sonra su getirerek Muhammed (sav)’e sunacak: “Ey Allah’ın Rasulu bu suyu al ateşi söndür” diyecek. Peygamber (sav) Cibril (as)’ dan aldığı suyu ateşe boşaltınca ateş sönecek. Bunu gören Peygamber (sav): “Bu ne suyudur” der. Cebrail (as): “Bu senin ümmetinden, Allah korkusu yüzünden ağlayanların gözyaşlarıdır. Onu sana getirmekle emrolundum. Çünkü Allah’ın izni ile bu su ateşi söndürecek.”

Rasulullah (sav) daima şöyle dua ederdi; “Ey Allah’ım! Bana senin korkunla ağlayan iki göz ihsan et!”[13]

VE SONUÇ

Sevgi

Sevgi, varlık sorusunun cevabı. Sevgi, mahlûkat ağacının tohumu. Sevgi, yüreğin ölümsüz meyvesi.

Sevgi, Yaradan ve yaratılanıyla varlığın ortak sesi. Sevgi, insanın, harcadıkça çoğalan tek sermayesi.

İmdi soralım: Sevgi, varlık sorusuna nasıl cevap olabilir? Şöyle ki: Olmayan bir şeye sevgi duyulmaz; sevmekten söz edebilmek için “diğeri” gerekli. Süje olmadan objeyi kim bi­lir? Sevginin söz konusu olduğu bir yerde elbette sevenlerle-se­vilenlerin varlığı kaçınılmazdır. Ortada olmayan bir şeye sevgi duymak abes olur.

İşte bunun için sevgi varlık sorusunun cevabıdır. Sevgiyi bilen, sevecek, onu paylaşacak birini arar. Çünkü sevginin en güçlü tezahürüdür paylaşmak. Sevgiyi paylaşmak isteyen, ya­ratmak gibi bir güce sahip değilse eğer, varlık içerisinden bir diğerini bulup sevgiyi onunla paylaşacaktır. Yok, bu zat ya­ratma gücünü elinde tutan Allah ise, elbette sevilen ve seven birilerini yaratıverecektir…

إِنَّمَا أَمْرُهُ إِذَا أَرَادَ شَيْئًا أَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ

“O’nun işi, bir şeyin olmasını istediği zaman ona sadece ‘ol’ demektir; o da hemen oluverecektir. “(Yasin/82)

Her şeyin olduğu gibi sevginin kaynağı da Allah (cc)’dır, Sevgi çağlayanının kaynağında O vardır. Yeryüzünde gelmiş geçmiş en büyük sevgi okulları (din) O’nundur. Dünyanın görüp göreceği en yetenekli sevgi öğretmenleri (peygamber­ler) O’nun okulunun mezunlarıdır. Aşkın ölümsüz kitabını yine O yazmıştır. Çünkü O, “Vedud” dur, yani “çok seven”…

Yalnız o kadar mı? Elbette değil, aynı zamanda O, “çok se­vilen” dir. Nedeni yine aynı: Çünkü O, “VEDUD” dur. Kendi dilinden, kendisini öyle tanıtmaktadır; kendisini tanıyabileceğimiz en sağlam kaynakta, Kur’ an ‘da:

وَاسْتَغْفِرُوا رَبَّكُمْ ثُمَّ تُوبُوا إِلَيْهِ ۚ إِنَّ رَبِّي رَحِيمٌ وَدُودٌ

“Rabbinizden mağfiret dileyin, sonra O’na tevbe edin!

Doğrusu, Rabbim çok esirgeyen, ÇOK SEVEN’dir. “(Hud/90)

وَهُوَ الْغَفُورُ الْوَدُودُ

“O (Allah), bağışlayandır, ‘SEVEN’dir. “(Buruc/14)

O’ nun sevmesinin öbür adı “cennet” tir. Sevginin çözülüp eşyaya dönüşmesidir cennet. O, yalnız seven, yalnız sevdiren değil, aynı zamanda sevindirendir de. Neyle olacak, cennetle elbette. Hem, çok sevenin, çok sevilenin, çok sevindirmemesi düşünülebilir mi?

O’nun hem çok seven, hem de çok sevilen olduğunu ben çıkarmıyorum, “Vedud” ism-i celilinin gramatik özelliği bu. “Feül” vezninden mübalağa sigası, anlam olarak hem etken hem de edilgen bir yapısı var. Yani fail olarak “çok seven” anlamına geldiği gibi, mef’ul olarak “çok sevilen” anlamına da gelir.

Allah’ın “Vedud” olması demek, O’nun çok seveceği ve O’ nu çok seven birilerinin olması demektir. İşte bunun için­dir ki, sevgi varlık sorusunun cevabıdır.

Sevgi, üflenen ruh gibi, özü İlahi olan değerlerden biridir. Söz konusu değerlerin çok azı Yaradan’la yaradılan arasında paylaşılır. Paylaşılan bu değerlerin başında gelir sevgi.

Yaratıcımızı tanıma hususunda bize kılavuzluk eden diğer sıfatlara benzemeyen farklı bir boyutu vardır “Vedud” sıfatı­nın. Örneğin O, Esirgeyen ‘dir (Rahman), Bağışlayan ‘dır (Rahim), fakat esirgenmeye ve bağışlanmaya muhtaç değildir. Af­feder (Gafur), affedilmez; hükmeder, hükmolunmaz; doyurur (Razık), doyurulmaz…

Bu gibi sıfatlar hem fail hem mef’ul anlamıyla Allah için kullanılamaz. Bunları böyle kullanmak, kişinin imanını tehli­keye sokacak küfür sözler arasına bile girebilir.

O’ nun kendisi için seçip beğendiği “Vedud” isminin işte bu açılardan farklılığı vardır. Allah, sevgiyi kullarıyla paylaş­makta, “O onları, onlar da O’nu sevmektedir.” (Maide/54)

Diğer nimetlerine karşılık olarak “ubudiyyet” (kulluk) is­terken, sevgi nimetine aynı cinsten karşılık beklemektedir. Bu manada bir başka örneği daha yoktur sevginin ve sevgi rakip­sizdir. Yaradan, onu varlığın ortak değeri kılmıştır. Doyurmuş doyurulmayı istememiş (Zariyat/57), vermiş almayı istememiş, yaşatmış yaşatılmayı istememiş, korumuş korunmayı isteme­miştir. Fakat sevgiye gelince iş değişmiş, onu tüm varlığa şa­mil kılarak, sevmiş ve sevilmeyi istemiştir.

Sevgi, Yüreğe Ekilen Tohumdur

Kur’an’da sevgi üç ayrı terimle ifade edilir: muhabbet, me­veddet, ülfet. En çok kullanılan da birinci sıradaki “hubb” (ha-be-be) kökünden türetilen terimlerdir…

Sevgi anlamına gelen bu terim aynı zamanda çekirdek, to­hum, öz, nüve (habb) anlamlarına da gelmektedir. Bu mana­larıyla Kur’an’da da kullanılmıştır. (En’am/95; Rahman/12)

Bu ikinci anlamını da göz önünde tutarak rahatlıkla diye­biliriz ki sevgi, varoluşun tohumudur, çekirdeğidir, özüdür.

Varlığın yaratılış hikmeti, insanın varoluş illetidir. Her şey de­ğerini ve ömrünü illetinden alır. İlleti ölümsüz olan değerlerin kendisi de ölümsüzdür; Allah için sevmek gibi. İlleti ölümlü olan değerlerin malülü de ölümlüdür; kul için sevmek gibi. Ancak seven (Vedud) var oldukça sevgi de var olacak; O, bu ölümsüz illetle yaratmasına devam edecektir.

يَسْأَلُهُ مَنْ فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ ۚ كُلَّ يَوْمٍ هُوَ فِي شَأْنٍ

“O her an yeni bir iştedir (Hayatı her an tazelemekte, yarat­maya devam etmektedir).” (Rahman/29)

Mahlûkatın sebebi olan sevgi tohumunun ekilebileceği en verimli toprak yürektir. Adını sevgi koyduğumuz verimsiz to­humlar değil de, Vedud olan Allah’ ın bağışladığı cins tohum; hamı alınıp nadaslanmış, taşı ayıklanıp keseği kırılmış, emek ve işçilikle sürülüp gözyaşıyla sulanmış selim bir kalbe ekilirse, yürek, harcadıkça çoğalan bitmez tükenmez bir sevgi amba­rına dönecektir. Bu tohum, bire on değil bire bin, bire yüz bin veren yürek toprağının ölümsüz hazinesi olacaktır.

İnsan yüreğinin bu ölümsüz meyvesinden tam verim ala­bilmek için üç şey gerekli: Cins bir tohum (sevgi), bakımlı bir tarla (kalb ), fedakâr bir bahçıvan.

En kötü kalpazanlık, sevgi kalpazanlığıdır. Karşılıksız çek kesen türedi tüccar gibi karşılıksız sevgi imal eden türedi sevgi tacirleri yaptıkları kalpazanlığın adını “insanlık sevgisi” ya da “hümanizm” koyabilirler. Nasıl olsa bir faturası yok bu “kalp sevgisi” nin. “Kuru kuru kadan’alam / Takır takır kurban alam diye özetler Anadolu halkı bu tip kalpazanlığı.

Kalpazanlığın bir başka türü de sevgiyi donun içinde aramak, ya da -günümüzde olduğu gibi- fuhşun adını sevginin zirvesi olan “aşk” koymak. İleride bu konu geleceği için geçiyoruz.

Ortalığı sahte sevgilerin ve sevgi sahtekârlarının kapladığı bir çağda, gerçek sevgiyi ancak vahyin kılavuzluğunda bula­biliriz. Çünkü vahiy, hem aşıkların hem maşukların en yücesi olan Allah’ ın kelamıdır; sevgiyi sevgiyle yaratan Allah’ın…

Şunu hatırlatmakta fayda var; Tohum, kendisi için elverişli olan toprakta sonuç verecektir. Yapısı değişmiş, kokuşmuş, tohuma zarar verecek özelliğe sahip bir toprak tohumu çürütecek ve heba edecektir. Toprak elverişli hale geldikten sonra onun için yapılacak en güzel şey mahsul elde etme adına ona tohum ekmektir. Kalp için yapılacak olan en güzel şey de Allah Sevgisi’ni ekmek ve mahsul vermesi için özenle takip etmektir…

Sevgi Dönüm Noktasıdır

Evrenin yaratılış hikmeti, insanın ölümsüz devleti, mü’mi­nin dünyadaki cenneti, varlığın tek ortak serveti olan sevgi aynı zamanda vahyin de çatısını oluşturur. Bu çatı “sevmek” ya da “sevmemek” üzerine kurulmuştur.

Bu İlahi üslup, sevginin “belirleyici” olduğu sonucuna gö­türüyor bizi. Sevgi, Allah’ ın kişiyi vurduğu mihenk taşıdır. Ev­renin sahibi, kendisine karşı isyan etme, karşı gelme yetisiyle donattığı insanı kahretmekten, ateşe atmaktan, azab etmekten daha çok, “sevmemek” le korkutup uyarıyor. Allah’ a itaatin il­leti sevgi olarak belirirken, itaatsizliğin illeti de sevgisizlik ola­rak ortaya çıkıyor.

Korku mu? O var, olmalı da. Ancak illeti azab, gazap ya da cehennem olmak yerine yine “sevgi” olmalı. Bu sayılanlar O’nun sevmemesinin bir sonucu değil midir? Allah’a duyu­lan korkunun temelinde cezaya çarptırılma korkusu değil de O’ nunla kendisi arasındaki sevgiyi yıpratma korkusu, illeti sevgi olan korku vardır ki, istenilen de budur ve “takva” bu­nun adıdır.

Allah’ ın kitabını, sevmek ve sevmemek üzerine bina ettiğini söylemiştik. Şu ayetlerde sevginin insanın amellerinin belirle­yicisi olarak nasıl kullanıldığına bakınız:

وَإِمَّا تَخَافَنَّ مِنْ قَوْمٍ خِيَانَةً فَانْبِذْ إِلَيْهِمْ عَلَىٰ سَوَاءٍ ۚ إِنَّ اللَّهَ لَا يُحِبُّ الْخَائِنِينَ

“Allah, hainleri sevmez.”(Enfal/58)

إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ التَّوَّابِينَ وَيُحِبُّ الْمُتَطَهِّرِينَ

 “Allah, tevbe edenleri sever.”(Bakara/222)

وَاللَّهُ لَا يُحِبُّ الْمُفْسِدِينَ

“Allah fesatçıları sevmez.” (Maide/64)

بَلَىٰ مَنْ أَوْفَىٰ بِعَهْدِهِ وَاتَّقَىٰ فَإِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الْمُتَّقِينَ

“Allah, muttakileri sever.” (Al-i İmran/76)

وَأَمَّا الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ فَيُوَفِّيهِمْ أُجُورَهُمْ ۗ وَاللَّهُ لَا يُحِبُّ الظَّالِمِينَ

“Allah, haddi aşanları sevmez.”(Al-i İmran/57)

إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الْمُقْسِطِينَ

“Allah, dengeli (kıst) olanları sever.” (Maide/ 42)

وَلَا تُجَادِلْ عَنِ الَّذِينَ يَخْتَانُونَ أَنْفُسَهُمْ ۚ إِنَّ اللَّهَ لَا يُحِبُّ مَنْ كَانَ خَوَّانًا أَثِيمًا

”Kuşkusuz Allah, ihanette ilerlemiş günahkârı sevmez. ” (Nisa/107)

إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الَّذِينَ يُقَاتِلُونَ فِي سَبِيلِهِ صَفًّا كَأَنَّهُمْ بُنْيَانٌ مَرْصُوصٌ

“Allah, yolunda kurşunla kaynatılmış sağlam duvar gibi saf halinde savaşanları sever. ” (Saf/4)

لِكَيْلَا تَأْسَوْا عَلَىٰ مَا فَاتَكُمْ وَلَا تَفْرَحُوا بِمَا آتَاكُمْ ۗ وَاللَّهُ لَا يُحِبُّ كُلَّ مُخْتَالٍ فَخُورٍ

“Çünkü Allah, büyüklük taslayıp böbürleneni sevmez.” (Hadid/23)

لَا تَقُمْ فِيهِ أَبَدًا ۚ لَمَسْجِدٌ أُسِّسَ عَلَى التَّقْوَىٰ مِنْ أَوَّلِ يَوْمٍ أَحَقُّ أَنْ تَقُومَ فِيهِ ۚ فِيهِ رِجَالٌ يُحِبُّونَ أَنْ يَتَطَهَّرُوا ۚ وَاللَّهُ يُحِبُّ الْمُطَّهِّرِينَ

“Allah (her türlü pislikten) temizlenip armanı sever. “(Tevbe/108)

Hepsi bu kadar değil elbet. Sevgi ekseni etrafında dönen bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Bunlardan başka, sevginin belirleyiciliğine, sevginin başöğretmeni ve insan sevgisinin uf­ku Rasulullah’ ın ve ashabının hayatından da çarpıcı örnekler bulabiliriz.

Kişinin niteliğinin tespitinde sevginin belirleyici bir unsur olduğunu Allah Rasulü’nde de görüyoruz. O, dışardan bakın­ca sahibini negatif konumlara oturtacak kimi davranış sahiplerini, söz konusu olumsuz davranışlarıyla değil de sevgileriyle değerlendirmiştir. Ashabı arasında olumsuz davranış sergile­yen kimilerine karşı oluşan muhalefeti dengelemek ve aşırı gidenlere unutulan bir boyutu daha hatırlatmak için birçok olayda “Hayır! O kardeşiniz Allah ve Rasulü ‘nü seviyor. “buyur­muştur, Rasulullah’ ın sevgiyi belirleyici olarak gösterdiği birçok örnekten Buhari ve başkalarının naklettiği yalnızca birini aktarmakla yetinelim. Hz. Ömer anlatıyor:

“Allah Rasulü zamanında Abdullah isminde ‘eşek’ lakaplı biri vardı. Hareketleri ile Peygamberimizi güldürürdü. İçki iç­tiği için Efendimiz ona sopa attırmıştı. Yine bir defasında içki içerken yakalanmış ve sopa yemişti. Onun bir kaç kez sopa yediğini gören biri:

– “Allah lanet etsin! Ne kadar da çok içiyor.” dedi. Allah Rasulü:

“Sus, ona lanet etme! Bilmiyorsun ki o, Allah ve Rasulü ‘nü seviyor.” buyurdu.

Bu tavır, ameli hiçe sayan ters yönde bir dengesizliğe delil olamaz elbet. Çünkü bu örneğin kendisi, bir ifratın, bir dengesizliğin Allah Rasulü eliyle önlenmesidir. İnsanları zaaflarından dolayı mahkûm ederek kimi çok güzel hasletlerini görmezden gelmeyi reddediyordu. Laneti hak etmemiş birine lanet etmeyi hoş görmemişti Rasulullah. Belki bununla onun duaya ihtiyacı olduğunu, affa ve rahmete ihtiyacı olduğunu ima etmişti. Elbette böylesi örnekler ameli sıfıra çıkaran Mürcie dengesizliğine delil olamazlar.

قُلْ إِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللَّهَ فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمُ اللَّهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ ۗ وَاللَّهُ غَفُورٌ رَحِيمٌ

“De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah bağışlayandır, esirgeyendir.” (Al-i İmran/31)

Sevginin belirleyiciliğine güzel bir örnek de bu ayet-i keri­me. Kişi sevmediğine de itaat eder; ama eğer seviyorsanız itaat edin, yani itaatinizin illeti Allah sevgisi olsun.

İtaat edin ki sevginiz lafta kalmasın, ödeyin onun bedeli­ni. Sevdiğiniz Zat’ ın hatırı için Rasul’ e itaat etmekle sevginizi yürek ülkenizde iktidara geçirin. Sevginiz iktidarsız sevgi ol­maktan kurtulup iktidarlı sevgiye dönüşsün. O zaman ne mi olacak? Sevginizi Allah’ a ispatlamış olacaksınız, onun bedeli olan itaati ödeyerek yapacaksınız bunu. İşte o dem Allah da sizi sevecek. Yalnızca o kadar mı? Değil elbet. O da sevdiğini sana ispatlayacak, silecek günahlarını, bağışlayacak seni. Senin Allah’ a olan sevginin ispatı itaat iken Allah’ın sevgisinin sana olan ispatı da “mağfiret” olacak. Bu sevgi sürdükçe senin itaatin artacak, senin itaatin arttıkça O’nun bağışı ve rahmeti artacak. İşte sana müthiş bir formül. ‘Bu formülden haberi olmayan insanların yakalarından tutarak sars onları ve onlara “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız…”  Ve yine de ki onlara:

Allah’ ın var neye muhtaçsın? Allah’ ın yok neyin var?

Dönüm noktası olan sevgi, döndüğü yönden yüz çevirmemeyi gerektirir. Allah’ı sevenler yönün ahirete çevirmiş ve emin adımlarla ilerlemektedirler. Yönünü ahirete çevirmiş bu kimsenin kalbini yarıp baksanız yeryüzündeki bütün insanlara yetecek kadar sevinç ve yine yeryüzündeki insanların tamamına yetecek kadar hüzün vardır. Ayakları dünyada olan bu kimse aklı ile ruhu ile kalbi ile başa bir âlemdedir. Oraya göre konuşur, oraya göre hareket eder. Oradaki sevinci ve hüznü gördüğü için bu kadar gayretli ve azimlidir aslında. Ama oraya dönememiş olanlar zanlarla tahminlerle hareket edip çok geçmeden yorulacaklardır. Bunun faturasını da kalplerine değil etrafına, çağına keseceklerdir.

Sevmek ve Feda Etmek

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا مَنْ يَرْتَدَّ مِنْكُمْ عَنْ دِينِهِ فَسَوْفَ يَأْتِي اللَّهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ أَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ أَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرِينَ يُجَاهِدُونَ فِي سَبِيلِ اللَّهِ وَلَا يَخَافُونَ لَوْمَةَ لَائِمٍ ۚ ذَٰلِكَ فَضْلُ اللَّهِ يُؤْتِيهِ مَنْ يَشَاءُ ۚ وَاللَّهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ

”Ey inananlar! Sizden kim O’nun yolundan yüz çevirirse ye­rine Allah öyle bir toplum getirecektir ki O onları sever, onlar da O’nu. Müminlere karşı (toprak gibi) alçakgönüllü, kâfirlere kar­şı (yalçın bir dağ gibi) izzetlidirler. Allah yolunda cihad ederler, hiç bir kınayıcının kınamasından korkmazlar. Bu, Allah’ın bir lütfudur, onu dilediğine verir. Allah’ın lütfu geniştir, O bilen­dir.” (Maide/54)

Allah’ın yolundayken O’ndan yüz çevirenlerin ilk yitirdi­ği şeyin “sevgi” olduğunu anlıyoruz. Önce sevgiyi kaybediyor­lar, Allah onları sevmiyor onlar da Allah’ ı. Ve arkası geliyor. Çünkü sevgi diğer eylemlerin illeti. İllet yok olunca malulün durması için hiç bir sebep kalmıyor. Mü’minlere karşı yumu­şak başlı olması gerekirken tam tersi bir tavra giriyor: Sebebi sevgisizlik. Kâfirlere karşı izzetli olması gerekirken, tam tersi bir tavır alıyor; sebebi yine aynı. Sevginin, Allah’ a olan sev­ginin en yüksek ifadesi olan cihadı terk ediyor. Bedeli “can” ve “kan” olan bir sevgiden yoksun kalınca, o bedeli ödeyecek güç bulamıyor kendinde. Çünkü artık “Beni seven ve benim sevdiğim Allah ne der? yerine “Falan ne der?” sorusu geçi­yor. O güne kadar sevdası uğruna kınayıcının kınamasından korkmazken, o sevginin yok oluşuyla, kınanmak korkusu gibi aşağılık bir duyguya teslim oluyor. Dün sevgi sayesinde özgürken bugün sevgisizlik çukurunda nefsin, şeytanın, eşyanın ve çevrenin esiri oluyor. Dün sevgi sayesinde üreten ve veren biriyken bugün sevgisizliğin pençesinde sürekli tüketen ve alan derekesine düşüyor.

Sevmek vermektir, sahip olduğunuz en değerli varlığı, yü­reğinizi vermek… Vermek dedimse öyle çıkarıp sunmak değil, paylaşmak anlamında vermek.

Kişi başkasına veremediğinin, diğeriyle paylaşamadığı­nın sahibi değildir. Ya da kişinin sahip olduğu şey, başkasına verebildiği şeydir. Bundan dolayı yüreğine sahip olamayanlar sevemezler. Yüreği işgale uğramış bir insanın sevebilmesi dü­şünülemez. Çünkü orası işgal edilmiştir, yüreğinin iktidarı kendi ellerinde değildir, onu bir başkasıyla paylaşamaz.

Böylesine işgale uğramış bir yüreğin sahibi sevmekten söz ediyor, “Sevdim” diyorsa, sevdiğine sahte adresli davetiye çıkartıyor demektir.

Vereceğiniz şey ne kadar değerliyse, onu vereceğiniz yer de o kadar yüce olmalı. Daha doğru bir deyimle, verdiğinizin kıymetini bildiğiniz ölçüde seçersiniz verilecek yeri. Sevginin adanabileceği en büyük kapı Allah’ ın kapısıdır. Sevgiyi o ka­pıya adamak, ona en yüksek değeri biçmektir. Sizden olan bir şeyi ölümsüzleştirmektir. Çünkü bir adağın sorumluluğu, adandığı andan itibaren, adandığı kapıya geçer.

Sevmek, adamaktır. Adağın tasarrufu adandığı kapıya ait­tir. Eğer sevginizi bir ölümsüze adamışsanız, onu da ölümsüz­leştirmişsiniz demektir.

Allah’ ı sevmek sevgiyi ölümsüzleştirmektir. İlleti ölüm­lü olan sevginin kendisi de ölümlüdür. İlleti ölümsüz olanın kendisi de ölümsüzdür.

Söz buraya gelmişken, yanlış bir kanaate değinmek istiyo­rum… Bu kanaatte sevgi, şahsiyet geliştirici ve kişiye varlığını duyumsatıcı bir üretim aracı değil, seveni sevdiğinde yok edici (fena) bir tüketim aracıdır. Kişiyi olgunlaştıran ve ona şahsiyet kazandıran sevgiyi, sevgi olmaktan çıkarıp tutkuya dönüştü­ren ve onu bir can kurdu gibi insanı yiyip bitiren bir yürek kurdu olarak tarif eden bu anlayışın vardığı son durak, Pan­teizm dengesizliğidir. Hintli bilge Tao Tse’de görüldüğü gibi, pisliğin içinde bile (haşa) ilahın görüldüğünü söylemeye kadar vardırılan bu yamuk felsefe, Kur’ an’ ın öngördüğü ”ha­lık-mahluk” ikilemine taban tabana zıttır.

Sevmek, bazılarının iddia ettiği gibi yok olmak (fena) de­ğildir, aksine “Sevmek var olmaktır.” Varlığından haberdar olmaktır. Sevmek kişinin kendi varlığını ispatlamasının en kestirme yoludur. Çünkü sevgi, şahsiyeti koruyarak bütünleş­mektir. Birbirinde yok olmak değil, birbirinde var olmaktır. Yok, olma (fena) faraziyeleri sevgiyi tek yönlü kabul ederek sevenin sevdiğinde yok olacağını iddia eder. Hâlbuki sevgi çift yönlüdür. Bu gerçek Allah’la kul arasındaki sevgide bile ge­çerlidir: “Allah onları sever onlar da Allah’ı.” (Maide/54) Sevgi bir başkasına hulul (girme, onda yok olma) değil bir başkasında kişinin benliğini duyumsaması, varlığının farkına varmasıdır.

Bir sevgi ferde kendi kimliğini kaybettiriyorsa o sevgi, sevgi değil girdaptır. Karşıdaki de sevgili değil üzerine konan canlıyı eritip sindiren ve canavar bitki olarak bilinen Nepentes çiçeğidir.

Kişiyi sevdiğinde kaybeden bir sevgi, üretici değil tüke­tici bir sevgidir; Züleyha’nın Yusuf (as)’a olan sevgisi gibi. Hem kendisi tükenir hem de karşısındakini tüketir. Çün­kü o sevdaya kara çalınmıştır; kontrolden çıkmış, “aksevda” iken “karasevda” olmuştur. Kur’an’da Züleyha için geçtiği gibi, yakıp tüketen bir şey olmuştur: “Sevda onun bağrını yakmış’ dediler.” (Yusuf/30) Evet onu tüketmiş, o da kendisini tüketenden intikam almak istemiştir. Tabi bu intikam dö­nüp onu tüketmek biçiminde gösterecektir kendini. Onca sevgisine rağmen mi? Evet, onca sevgisine rağmen yapmak isteyecektir bunu.

Böylesine bir sevgi, kimse için meşru değildir. Meşru sevgi, aklı baştan almaz, tersine aklı layık olduğu yere ko­yar. -Bazılarının iddia ettiği gibi- Allah sevgisinden dolayı akıl yitirilmez. Allah’ ı seven, O’ nun yerli yerinde yarattığı ve hikmetle yerleştirdiği aklı nasıl yerinden eder? Nasıl sevdiğini söylediği Zat’ ın hikmetine müdahale edebilir? Böylesi bir şey, Züleyha’ nın Yusuf’ a sopa çektirmesi ve bunu da, sevgi adına, sevginin üst sınırı olan aşk adına yaptığını iddia etmesi kadar abestir.

Evet, bu tüketiciliğin de bir sevgi çeşidi olduğunda şüphe yok. Fakat normal ve üretici değil, anormal ve tüketici bir sevgidir bu. Eğer istediğini elde etseydi Züleyha, o sevgi hem kendisini hem karşısındakini yakacaktı.

Allah’ ı sevmek adına, Allah’ ın sevdiği gibi yarattığı insanın dengesini bozmak imrenilecek bir şey olsaydı, bu işi öncelikle Allah’ ı onun kadar hiç kimsenin sevemeyeceği Rasulullah ve Ashabı yapardı. Rasullerin bizden çok daha iyi bilip-tanıdık­ları Allah Teâlâ’yı gereği gibi sevmemeleri düşünülemez.

Allah’ ın kendilerinden razı olduğu, kendilerinin de Al­lah’tan razı olduğu sahabe için de geçerli aynı şey. Sevdikleri Allah ve Rasulü yoluna sevginin en büyük bedeli olan can kanlarını koyan sahabe içerisinden belki her türlü insan çıkmıştır, ama Allah aşkından deli-divane olduğu söylenen çok sevdiklerini bildiğimiz Allah ve Rasulu’ne karşı duydukları aşk yüzünden aklını kaçırıp meczuplaşan biri çıkmamıştır. Kimdir ”Allah’ı Rasulullah(as)’dan daha çok sevdiğini iddia eden? Bunu söylemeye kimin dili varabilir? Hem en güzel ör­neğimiz olan Allah Rasulü’nün ve onun ellerinde yetişen nes­lin bu konudaki tavrı bizler için takip edilecek en doğru yol değil midir?

Allah’ı ruhuyla sevenlerin, kalbiyle sevenlerin aklını başın­da bırakır sevgi. Allah’ ı aklıyla sevenlerin aklı ise başlarından gider. Çünkü sevgi “bilmek” değil “tanımak” tır, akıl bunu kaldıracak kapasitede değildir:

İdrak-i meali bu küçük akla gerekmez

Zira bu terazi bu kadar sıkleti çekmez

Evet, akıl terazisi bu kadar ağırlığı kaldıramayacak, ince bir yerinden kırılıverecektir.

Adresleri doğru tespit etmek gerek. Sevginin yerini, ad­resini de doğru tespit etmek gerek. Bildiğim bir şey var: Al­lah aşkını en üst düzeyde yaşayan Rasul ve ashabı arasından mecnun ve meczubun çıkmadığı. Yine bildiğim bir şey var:

Allah Rasulü’nün ve ashabının Allah’ı çok, hem de pek çok sevdikleri ve sevginin yüksek bedelini ödemekten bir an bile kaçınmadıkları. İslam’daki cihad farizası kulun Allah’ a olan sevgisinin en yüksek tezahürüdür. Çünkü sevginin büyüklüğü yapılan fedakârlıkla orantılıdır. Kişinin sahip olabildiği en büyük değer “can” dır. Sahip olduğu o değeri, en çok sevdiğini iddia ettiği Zat’ın yoluna -sevgisinin bedeli olarak- koyar, O’na bu şe­kilde ispat eder sevgisini. Değilse, ispat edilmemiş sevgi kof bir sevgidir. Kuru bir iddiadan öte bir değeri yoktur. Onu ne Yaradan, ne yaradılan ciddiye alır.

Bu durumda varacağımız en doğru hüküm şudur: Allah’ı çok sevenler, kendini Allah’ a, O’ nun yoluna adayanlardır. Bu yüzden şehadet en büyük aşktır, şehid ise aşkını kanıyla ve canıyla ispat etmiş ölümsüz Aşıktır. Bu aşk öyle bir aşktır ki; bu aşk uğruna bir kez değil, bin kez ölünür, Bu aşk insana: “Gül yüzlü güzel ölüm/Seni bin kez ölürüm.” dedirtir. Bu aşkın Peygamber dilindeki ifadesi budur; aşkını kanıyla ispat eden şehidin, bu eylemi dönüp dönüp tekrarlama isteğidir. Hem doğrusu da öyle değil mi?

Sevgini ispatlamak için gerekirse İbrahim(as) gibi ateşin or­tasına atacaksın kendini. Senden istenildiğinde böyle ispat edeceksin sevgini. Elbet O da ispat edecek seni sevdiğini. Kabzasında tuttuğu ateşe emrederek: “Ey ateş! İbrahim’e karşı serin ve esenlik ol” dedik. (Enbiya/69) diyecek.

Ateş de sahibinin bu emrini tutup, sevgiyi yakmaya güç yetiremeyecek; seven ve sevilene soğuk ve serin olacaktır. Fakat buna rağmen bu sevgiyi yıpratırım diye tir tir titreyeceksin. Hem canını adayacak, hem korkacaksın; hem ateşe atlayacak, hem de sevgiyi kaybetmekten korkacaksın; işte budur takva.

Feda edilen şeyler değersiz oldukları için feda edilmezler. Değerli oldukları için feda edilenlerde vardır sevdiğine sevdiğini ispat etmek isteyenler için. Sevdiğini ispat etmek için en değerli olanından başlamıştır feda etmeye. Değerli olan, feda ettiğimiz yürek değildir aslında. Kendisi için feda ettiğimiz Vedud’ dur asıl değerli olan. Kalp gereken değere Allah yolunda feda edilirse kavuşur. Yoksa her kalp değerli değil bilakis değersiz, kıymetsiz, pis kalplerde mevcuttur sinelerde. Huzura eren kalp Allah’a ulaştığı için, O’nu zikrettiği için huzura kavuşmuştur. Mutmain olan kalp de öyle…

Aslında bizde olanları değerli yapan nereye harcadığımız ve nereye feda ettiğimizdir. Zaten biz Allah’a adanabilecek bir kapasitede yaratıldığımız için eşref-i mahluk olmadık mı? Ahsen-i Takvim özelliğini Allah’a feda edilecek düzeyde yaratılmamızla elde ettik. Bunu bize veren bizi böyle yaratan vermiştir o değeri. Dolayısıyla Allah’a verdiklerimiz, feda ettiklerimiz bizimdir. Bize yakışan O’na vermektir, O’na adamaktır. Zira Allah, kendisi için verilmemiş olanları kabul etmemekle beraber onları yok edecektir. Toz zerreciklerine dönüştürecektir bir insanın hayatı boyunca yaptıklarını. Eğer Allah’a verilmemiş O’nun için verilmemişse. Dolayısıyla bize kalan Allah’a verdiklerimiz ve feda ettiklerimizdir ki; Yürek bu konuda en önemli sermayedir…

Sevmek Sakınmaktır(Takvadır)

Bu kavram, “sakınmak” biçiminde çevrilir Türkçe ‘ye. Bu müthiş ve ağzına kadar dolu kavramı hiç bir sözcükle Türkçe ‘ye çeviremeyeceğimi biliyorum. Onu bir tek sözcükle ifade edebilirim; yine “takva’ ile…

Takvanın ne olduğunu bilmek ancak yaşamakla mümkün. Ama takvanın salt korku demeye gelmediğini rahatlıkla söyleyebilirim. Bu kavramın içerdiği anlamlar içinde vakıa biraz korku da var. Ancak bu korku ateşten, cehennemden, azabdan, kahr­dan korkmak değil. Ona “havf” derler ki onda sevgi aranmaz.

Ya nedir? Takvadaki korku kulun Rabbiyle arasındaki sev­giyi yıpratma korkusudur. O yakacak diye değil o sevmeyecek diye korkmaktır. Yanmanın en büyüğü O’nun sevmemesidir. İşte takva, kişinin Allah’la arasında oluşturduğu sevgiyi yıp­ratmamak için tetikte durması, o sevgiyi gözbebeği gibi ko­rumasıdır. Bu durumda Vedud olan Allah’ ın değil yasaklarını, O’ nun hoşlanmama ihtimali olan şeyleri bile terk eder; değil O’ nun emirlerine, O’ nu hoşnut edeceğini sandığı tüm eylem­lere sarılır. Bütün bunları yaparken de başka hesaplar yapmaz. Yalnızca sevgiyi korumayı, onu yıpratmamayı amaçlar. Takva­da, titreyişin illeti ödül ya da ceza değil, sevgidir.

Takva, sevginin zirvesidir. Sevgi, umut, korku… Bu üçünün insan ruhunda meydana getirdiği halettir takva. Sevgi, umut, korku, üçü birlikte yalnızca Allah için duyulur. Bunların üçü­nü birden Allahtan başkasına tahsis etmek, tahsis edilen o şe­yi “ilah” edinmektir; bundan hiç kuşkunuz olmasın.

İnsan birini yalnızca sevebilir, bu akidevi bir mesele teşkil etmez. Ya da birine umut besleyebilir veyahut birinden kor­kabilir. Ancak bu üçünü birden Allahtan başkasına tahsis ede­mez. Bunu yapmak O’na eşler (endad) bulmak demeye gelir. Fakat bunları tümüyle Allah’ a tahsis etmek kişiyi, övgüye en layık makama ulaştırarak “müttaki” yapar. Bu üç ayrı ruh hali insandaki üç farklı bilincin dinamiğidir; uluhiyet, rububiyet ve ubudiyet bilincinin…

Değil bunların üçünü birden Allahtan gayrıya tahsis et­mek, mü’minin bir başkasını Allah’ı sever gibi sevmesine bile Allah’ ın rızası olmamaktadır. Böyle bir durumu “kendisine ortak koşmak” olarak adlandırmaktadır Mevla.

وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَتَّخِذُ مِنْ دُونِ اللَّهِ أَنْدَادًا يُحِبُّونَهُمْ كَحُبِّ اللَّهِ ۖ وَالَّذِينَ آمَنُوا أَشَدُّ حُبًّا لِلَّهِ ۗ وَلَوْ يَرَى الَّذِينَ ظَلَمُوا إِذْ يَرَوْنَ الْعَذَابَ أَنَّ الْقُوَّةَ لِلَّهِ جَمِيعًا وَأَنَّ اللَّهَ شَدِيدُ الْعَذَابِ

“İnsanlardan kimi, Allah’tan başkalarını O’na eşler koşar. Allah’ı sever gibi severler onları. İnananlar ise en çok Allah’ı se­verler.” (Bakara/165)

Sevgiye tanınan bu ayrıcalık da gösteriyor ki, o, duygula­rın en yücesidir. Yerini bulduğunda sahibini de yüceltir. Tersi de geçerli elbet; yerini bulmadığında ise sahibini aynı oranda alçaltır. Onu yerli yerinde harcamayan harcanacaktır.

Alçak gönüllülük, sevginin yücelttiği kişilerde görülen bir erdemdir. Bunun tersi olan kibir ve gurur ise sevgi yoksul­luğunun doğal sonucudur. Kerim ayetteki sıralama bunun en güzel delilidir: “O onları sever onlar da, Onu. Müminlere karşı alçak gönüllü kâfirlere karşı izzetlidirler.” Evet, mutlak alçaklık anlamına gelen “zillet’ bile sevginin yanına gelince kanatlanıp yükseliyor ve sahibini de yükseltip övülen bir erdeme dönüşüyor; rezaletleri fazilet oluyor. Aynen alçak­lık gibi. O da öyle değil mi? Tek başına alçaklık iğrenç bir durumken, gönlün, sevginin toprağı olan gönlün, yanına gelince birden kanatlanıp fazilete dönüşüyor, alçak+gönül, yani alçak gönüllülük bir meziyet oluyor. Asıl alçaklık, teva­zu gösterilecek yerde tevazu göstermemek oluyor; mü’mine karşı kibirlenmek, gururlanmak oluyor. Bunun temeli de sevgisizliğe dayanıyor.

Yine ayetin devamından anlıyoruz ki kâfirlere karşı göste­rilen şecaat ve cesaretin kaynağı da sevgidir. Sevgi insanı ta­raftar yapar. Kimin olacak. Elbette sevdiğinizin taraftarı. Eğer sevdiğiniz Allah ise, siz de Allah taraftarı (hizbullah) olacaksı­nız. Bu durumda sevdiğinizin dostlarına dost, düşmanlarına düşman olacaksınız.

Kâfirler karşısında ödleklik ve pısırıklık sergilemenin ille­ti de sevgisizlik olarak ortaya çıkıyor bu durumda. En büyük alçaklık, illeti sevgisizlik olan korkudur. Özetle, sevmek cesa­rettir.

En iyisi sen başka şeyden değil sevmemekten, sevememek­ten kork. Tabi bir de sevgiyi yerli yerine koyamamaktan, her derde deva olan bu ilacı bir intihar aleti olarak kullanmak­tan kork. Sevgi gibi kökü İlahi olan bir duyguyu yanlışa alet ettiğinde Allah’ ı karşında bulacaksın. İşte bu noktada Allah kıskançtır. Rasulullah’ a dayandırılan bir haberde: ”Sa’d (b. Ubade) kıskançtır, ben Sa’d’dan daha kıskancım, Allah da ben­den daha kıskançtır. “buyrulur.[14]

Allah’ ın güzel isimlerinden biri de “Gayur” dur, yani “kıs­kanç”. Kulunu uluhiyet ve rububiyet noktasında başkasından kıskanma ve sakınma olayı. Salt kendisi için yaratıp her bir şeyi emrine verdiği kullarının kendisi dışında ya da kendisiyle birlikte başka ilah edinmelerini (şirk) işte bu yüzden affetme­mektedir. Gayur olduğu için, Vedud olduğu için çok sevdiği kullarının bu konudaki yanılgılarını kat’iyyen affetmemekte, bunun dışındakilerini affedebileceğini söylediği halde sırf bu (şirk)’ nu affetmeyeceğini bildirmektedir.

Rabb-ı Rahim’in bu gayretine rağmen insanın kendisine vesenden, sanemden, tağuttan, canlıdan, cansızdan, ideolojiden, teknolojiden özetle O’ nun dışındaki herhangi bir şeyden ortaklar bulmasını affetmez. Affetmemekle kalmaz çok şid­detli bir biçimde cezalandırır. Sevgi (iman) yükselmektir, öyle yükselmek ki gökleri geçmek, zamanı ve mekânı geçmek. İşte budur Allah’ ın kuluna olan sevgisi.

Kul O’na ortak koşmakla bu sevgiye ihanet ederse, bu, o kulun, o muazzam yükseklikten düşmesi anlamına gelir ki, bu düşüşün dehşetini haber vermekten diller aciz kalır.

Cibt gibi, insanın kendi cinsinden birini; sanem gibi elle­riyle yaptığını; vesen ve tağut gibi özel ya da tüzel kişilik sa­hibi otoriteleri; heva gibi düşünce, sistem, ideoloji ve ekolleri “rabb” edinmenin Allah’ı nasıl gazaba getirdiğini, doğrudan tüm muhataplara hitap eden ve insanı iliklerine kadar titreten şu ayette görebiliriz:

ذَٰلِكَ مِمَّا أَوْحَىٰ إِلَيْكَ رَبُّكَ مِنَ الْحِكْمَةِ ۗ وَلَا تَجْعَلْ مَعَ اللَّهِ إِلَٰهًا آخَرَ فَتُلْقَىٰ فِي جَهَنَّمَ مَلُومًا مَدْحُورًا

“Sakın Allah ile beraber başka ilah edinme! Sonra rezil bir şekilde kovularak cehenneme atılırsın.”(İsra/39)

Ömründe puta tapmamış ve daha sonra da tapmayacağı kesin olan Rasulullah’ ın gönlünü sabit tutması için, büyük aş­kına halel getirmemesi için bir uyarıydı bu. Uyarı üslubunun sertliği aynı zamanda sevginin de büyüklüğünü gösteriyordu.

Korkunun çeşitleri vardır. Kimi ateşten korkar kimi azametten, sevgisizlikten korkar. Bu farklılığın sebebi sevgi farklılığıdır. Sevginin seviyesine göre korkuda değişkenlik olur. Nitekim Kur’an’da korku için kullanılan iki kavram vardır; Biri Havf, Biri Haşyet. Bu ikisi farklı manadadır. Aslında mana farklılığıyla beraber sevgi farklılığını içerir. Bakınız Mevdudi (rha) “Görmediği halde Rahman’a karşı ‘içi titreyerek korku duyan”(Kaf/33) ayetini tefsir ederken ne diyor; Yani, Rahman olan Allah hiçbir yerde ona görünmemesine, kendi duyguları ile de hiçbir şekilde O’nu duyup hissetmemesine rağmen yine de o, O’na itaatsizlikten çekinirdi. Başka duyulan güçler ve apaçık görülen kuvvetli müthiş varlıkların onun kalbinde meydana getirdiği korkuya nispetle görülmeyen Rahman olan Allah’ın korkusu daha fazla idi. O’nun Rahman olduğunu bildiği halde rahmetine güvenerek günahkâr olmadı.
Bilakis daima O’nun gazabından korktu. Bu ayet mü’minin iki önemli temel özelliğine işaret etmektedir. Biri, görülmemesine ve hissedilmemesine rağmen Allah’tan korkar. Diğeri, Allah’ın Rahmet sıfatını çok iyi bilmesine rağmen günah işlemeye cesaret etmez. İşte bu iki özellik onu Allah katında takdire layık kılmaktadır. Buna ilaveten İmam Razi’nin açıkladığı hoş bir nükte vardır. Arapça ‘da korku için “havf” ve “haşyet” diye iki kelime kullanılır. Manalarında ince bir fark vardır. Havf kelimesi genellikle, görülen bir güç ve kuvvet karşısında, kendi zayıflığını hisseden bir insanın kalbinde meydana gelen korku demektir. Haşyet ise, birinin azamet ve ihtişamını hayalinde canlandıran kişinin, onun heybeti karşısında kalbini kaplayan ürperme demektir. Buradaki ayette havf yerine haşyet kelimesi kullanılmıştır. Bu haşyet kelimesinden de; mü’minin kalbinde Allah korkusu, sadece O’nun azabından korktuğundan değil, daha çok Allah’ın azamet ve büyüklüğünü hissetmesinden dolayı onun üzerinde devamlı bir ürperti meydana getirdiği kastedilmiştir.[15]

Görmediği halde korkan bu kimsenin baş gözüyle göremediği ifade edilse de diğer insanların göremediğini görmüş, diğer insanların duyamadığı haşyeti duymuştur. Şüphesiz ki bunu Allah’ın onun kalbinde yarattığı sevgiye borçludur. Bu sevgi onu sevdiğinin razı olmadığı şeylerden sakındırmıştır. Allah (cc) onun kalbinde sevgiyi yaratmış ve içine sakınma duygusunu yerleştirmiştir. Allah (cc) sevdiğini ve kendisini seveni sakındırır. Onu dünyalıklardan sakındırır, bu bir çeşit esirgeme değildir. Bilakis vereceği mükâfata erişmesi için ona verdiği bir ikramdır. Akşam yemeğinde güzel bir yemeğin olduğunu bilen abur cubur yiyerek karnını doyurmaz. Eğer böyle yaparsa akşam o lezzetli yemekten istifade edemez. Bunu bildiği için kendini tutar, diğer gıdalardan sakındırır.

Allah kullarının kalbinin başka sevgilerle dolmasını istememiştir. Eğer böyle yaparlarsa büyük mükâfattan istifade edemezler. Kimileri kalbini abur cuburla doldurup ahiret nimetlerine karşı tok bir kimsenin edasıyla yaklaşır ve hüsrana uğrar. Ama müminler o yemeği görmüştür o yemeğin lezzetini işitmiştir. İşte müminlerin görüp diğerlerinin göremediği budur. Bunun içindir ki dünyalıklarla kalbini doldurmaz. Kalbinin bunlarla dolmasından korkar. Bir de kalbinin Allah sevgisiyle dolmamasından korkar. Allah’ın kendisini sevmeyeceği korkusu Allah’ın sevmediklerini sevmemeye ve onlardan sakınmaya itmiştir.

Mekruhlardan haramdan sakınır gibi sakınan bir topluluğa bunu nasıl başardıkları soruldu. Onlarda şuna yakın cevap verdiler; “Biz suç(un hükmüne)a değil suçu kime karşı işlediğimize bakarız.”

Sevginin Ölçüsü

“Kimi sevmek!” sorusuna doğru cevap bulmak yetmiyor:

“Kim için sevmek?” sorusunu da doğru cevaplamak gereki­yor. Eğer birincisini doğru cevaplamak yetseydi şeytan kovul­mazdı. O Allah’ın Rabblığını hiç bir zaman inkâr etmedi. La­kin o Allah’ın sevdiğini sevmedi, hatta onu (Adem) hasetledi, Allah’ı ondan kıskandı.

Bu kıskançlıkla diğerini karıştırmayalım. İkisi arasında il­let farkı var. Hadi bunu da siz söyleyin. Evet, bildiniz, yine “sevgi”. Gayur’ un gayretinin illeti sevgi iken, şeytanın kıskançlığının illeti “sevgisizlik” tir. Sevgisizlik ise hasedin öbür adıdır.

O’ nu sevmek yetmez, sevdiğini de O’ nun için seveceksin. O’nun sev dediklerini de seveceksin. O neyi, ne kadar sevece­ğimizi vahy ile belirlemiş, çizmiş sınırları. Bu sınırları iyi bi­lecek ve tecavüz etmeyeceksin. O’nun, sevginden başkalarına da pay ayırmana bir şey dediği yok. Yeter ki dozunu kaçırma. Sevginin kontrolünü elden bırakma, neye ne kadar pay ayıra­cağını iyi bil. Buyurun sevginin İlahi taksimatına:

قُلْ إِنْ كَانَ آبَاؤُكُمْ وَأَبْنَاؤُكُمْ وَإِخْوَانُكُمْ وَأَزْوَاجُكُمْ وَعَشِيرَتُكُمْ وَأَمْوَالٌ اقْتَرَفْتُمُوهَا وَتِجَارَةٌ تَخْشَوْنَ كَسَادَهَا وَمَسَاكِنُ تَرْضَوْنَهَا أَحَبَّ إِلَيْكُمْ مِنَ اللَّهِ وَرَسُولِهِ وَجِهَادٍ فِي سَبِيلِهِ فَتَرَبَّصُوا حَتَّىٰ يَأْتِيَ اللَّهُ بِأَمْرِهِ ۗ وَاللَّهُ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الْفَاسِقِينَ

“De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz. eşleri­niz, hısım-akrabanız, kazandığınız mallar, düşmesinden kork­tuğunuz ticaret, hoşunuza giden meskenler size Allah’tan, Rasu­lü’nden ve O’nun yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, Allah, emrini (gazabını) gerçekleştirinceye kadar gözleyin. Allah fasık bir topluluğu doğru yola iletmez.” (Tevbe/24)

“Babalar” diye başlıyor ayet ve sıralıyor kişinin Allah’tan Rasulü’ nden ve Allah yolunda cihaddan daha fazla sevebileceği şeyleri, kendisini Allah’tan Rasulu’nden ve O’nun yolunda cihattan alıkoyabilecek olan engelleri ya da sevgi kantarının topuzunu kaçırma ihtima­li olan değerleri. Kur’ an’ ın dilinde, bu sayılanları Allah’tan Rasulü’nden ve O’nun yolunda cihaddan daha fazla sevmek fasık olmanın yeterli delilidir.

Bu ayet sevgide dengenin nasıl sağlanacağını öğretiyor bi­ze. Bu dengeyi bozanları tehdit ediyor. Allah bu saydığı isim­leri imtihan aracı kılarak, nebilerini sevgi sınavından geçirdi. İbrahim’i (as) hem babası hem de oğluyla sınadı. Nuh’u (as) oğlu ve karısıyla sınadı. Lut’ u(as) eşiyle sınadı. Rasulullah’ ı (sav) yakınlarıyla sınadı. Eyyub’ u (as) malıyla sınadı.

Bütün bu nebiler (Allah’ ın selamı tümünün üzerine olsun) alınlarının akıyla verdiler sınavlarını. Bazıları için belki biraz zor oldu. Nuh’un (as) oğlu için, Rasulullah’ın (sav) ‘amcası Ebu Talib için duyduğu hislerde olduğu gibi. Ama sonunda oldu. İbra­him’ in (as) boğazladığı koç, doğru adresten şaşmayan sevgiye ve­rilmiş bir ödüldü.

Baba sevgisi kazanılan bir sevgidir. Umutlar gerçekleş­mediği zaman yiter. Evladından beklentileri vardır babanın. Kendisinin gerçekleştiremediklerini o gerçekleştirecektir, babasının kutsallarını koruyacak bir haleftir o. Baba gereğinde çocuğunu Allah’tan (cc) ve O’nun yolundan alıkoyar. Eğer yukar­da sayılan emellerinin gerçekleşmesine evladının Allah yolun­da oluşunu engel olarak görüyorsa, gözünü kırpmadan yapar bunu. Hatta daha ileri gider, kendi kutsalları ve atasının kut­salları adına Allah’ a karşı, Rasul’ e karşı savaştırır onu. Baba, evladıyla arasındaki sevgiyi emellerinin gerçekleşmesi uğrun­da kullanamazsa sevgisi azalır, hatta tümden yitebilir.

Günümüzde birçok ana-baba farkında olarak ya da olma­yarak evlatlarının katili oluyorlar. Evlatlarını Allah’tan kıs­kanıyorlar, Allah’ın dininden kıskanıyorlar. Ve Allah’tan daha çok seviyorlar onları. Daha doğru bir deyimle Allah’ ı onlardan daha az seviyorlar.

Elbet Gayur olan Allah da buna razı olmuyor, yalnız ken­disi için yarattığı bir şeyin yine yarattıklarınca kendisinden (Yaratanından) esirgenmesine, kıskanılmasına razı olmuyor ve sonunda alıyor onu ellerinden. Onun gerçekte kime ait olduğunu böylesine sert bir ihtarla hatırlatıyor bazen ebe­veynlere. Anne-babalar Allah’tan kıskanarak, onları Allah gi­bi severek evlatlarının sonunu hazırlıyorlar. Bu yanlışı bazen de eşler yapıyor. Eşlerin Allah yolunda birbirleriyle yarışa çıkmış iki adet gayreti içerisinde olması gerekirken o yola dikilen birer engel oluyorlar. Böyle olunca da Allah kendi koyduğu sevgi ve merhameti alıyor, yani kendi yuvalarını kendi elleriyle yıkıyorlar, kendi huzurlarını kendi elleriyle kaçırıyorlar. Evet, Allah’ın koyduğu sevgiyi… Ayete buyurun; hem de sevgiye “ayet” diyen ayete:

وَمِنْ آيَاتِهِ أَنْ خَلَقَ لَكُمْ مِنْ أَنْفُسِكُمْ أَزْوَاجًا لِتَسْكُنُوا إِلَيْهَا وَجَعَلَ بَيْنَكُمْ مَوَدَّةً وَرَحْمَةً ۚ إِنَّ فِي ذَٰلِكَ لَآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ

“O’nun ayetlerinden biri de kendileriyle kaynaşmanız için size kendi nefislerinden (cinsinizden) eşler yaratması ve aranıza sevgi ve merhamet koymasıdır. “(Rum/21)

Allah’ın ayetlerinden bir ayet olan sevgiyi O’nun yolun­da kullanmak varken, o sevginin sahibine karşı silah olarak kullanmak; ne hamakat. Ailelerin yanlışı kendilerini önce eş son­ra kul saymalarında. Evlatların yanlışı da kendilerini önce evlat sonra kul saymalarında. Genellikle babaların hoşuna gitmekte önce evlat sonra kul tavrı. Bu ise Allah’ ın razı olmayacağı bir du­rum. Dahası inanan birinin almaması gereken bir tavır:

وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَتَّخِذُ مِنْ دُونِ اللَّهِ أَنْدَادًا يُحِبُّونَهُمْ كَحُبِّ اللَّهِ ۖ وَالَّذِينَ آمَنُوا أَشَدُّ حُبًّا لِلَّهِ ۗ وَلَوْ يَرَى الَّذِينَ ظَلَمُوا إِذْ يَرَوْنَ الْعَذَابَ أَنَّ الْقُوَّةَ لِلَّهِ جَمِيعًا وَأَنَّ اللَّهَ شَدِيدُ الْعَذَابِ

“İnsanlardan kimi Allah’tan başkalarını O’na eşler koşar, Allah’ı sever gibi severler onları. İnananlar ise en çok Allah’ı sever.”(Bakara/165)

Çağdaş insanın Allah’a inanışı cahiliyye müşriklerinin Allah’a inanışına nitelik yönünden çok benziyor. Çünkü sevgi değil ihtiyaç belirliyor Rabbimizle olan ilişkilerimizi. Çünkü insan “Ey Allah’ım, sana muhtacım, çünkü seni seviyorum. “de­me yerine “Seni seviyorum, çünkü sana ihtiyacım var” demeye getiriyor.

Cahiliyede de, müşrikler kendilerini Allah’a yaklaştırdığını iddia ettikleri putlarını savaş, kıtlık ve salgın hastalık zamanlarında hatırlarlardı. O sıkıntı geçince, dün ölürcesi­ne yalvardıkları ilahlarını bugün unuturlar, hayatın hayhu­yuna tekrar dalarlardı. Allah’a taptığını iddia eden günümüz insanının da yaratıcısıyla ilişkisi buna benzemiyor mu? Bu ilişkinin temeli sevgiye değil ihtiyaca dayanmıyor mu? Da­hası açınız çağdaş insanın gönlünü, onu kaptırdığı şeyler arasında Yaratıcı’ nın kaçıncı sıraya geldiğine bakınız. Hatta gönlüne tıkıştırdığı bir yığın dünyalık arasında Yaratıcı’ ya bir yer ayırıp ayırmadığına bakınız.

Sevgiye bir ölçünün belirlenmiş olması, insanın bu ölçüyü koyamayacağındandır. Çünkü eğer o belirlerse haddi aşabilir. Dolayısıyla bu sevgiyi Yaratıcısı’nın razı olduğu şekilde taksim etmelidir. Bu taksimi yaparken de uğrayacağı zarara göğüs germelidir. Çünkü sevgi bunu gerektirir.

Sevginin ölçüsünü belirleyen Tevbe Suresi 24. Ayet ashaptan bazılarının sorduğu şu soruya bir cevap mahiyetindedir.

Bazı mü’minler: “Ey Allah’ın Resulü, onlardan tamamen uzak durmamız nasıl mümkün olur? Bu uzak durma bizlerin, babalarımızdan, kardeşlerimizden ve akrabalarımızdan kopmamıza, ticaretimizin kesata uğramasına, mallarımızın yok olmasına, evlerimizin harap olmasına ve bizim, her şeyini kaybeden kimseler olarak kalmamıza sebep olur” dediler. Bunun üzerine Allah Teâlâ, dinin ve imanın sapasağlam kalabilmesi için, böyle dünyevi zararlara katlanılmasının gerekli olduğunu beyan buyurmuş ve; “Eğer size göre, bu dünyevi menfaatleri nazar-ı dikkate almak, Allah ve Resulüne itaat etmekten ve Allah yolunda cihaddan daha evla ve sevimli ise, Allah emrini, yani dünyevî ve uhrevî cezasını başınıza getirinceye kadar, sevdiğiniz o şeyleri nazar-ı dikkate almaya devam edin!” demek istemiştir. Bu hitaptan maksut, ilahi bir va’îd ve tehdittir.[16]

Sevgi Nereden ve Nasıl Gelir?

Sevgi, verilen bir şey mi, kazanılan bir şey mi?

Bu soruya “her ikisi de” biçiminde cevap vermek müm­kün. İhlas da öyle değil mi? Kitapta her iki anlamıyla birden kullanılır: Muhlisin (ihlası kazananlar), muhlasin (ihlas verilenler). Elbet sevginin en garantilisi Allah tarafından verilen sevgidir. Bu çok çeşitli alanlarda kendini gösterir. Mesela İman konusunda:

 

وَاعْلَمُوا أَنَّ فِيكُمْ رَسُولَ اللَّهِ ۚ لَوْ يُطِيعُكُمْ فِي كَثِيرٍ مِنَ الْأَمْرِ لَعَنِتُّمْ وَلَٰكِنَّ اللَّهَ حَبَّبَ إِلَيْكُمُ الْإِيمَانَ وَزَيَّنَهُ فِي قُلُوبِكُمْ وَكَرَّهَ إِلَيْكُمُ الْكُفْرَ وَالْفُسُوقَ وَالْعِصْيَانَ ۚ أُولَٰئِكَ هُمُ الرَّاشِدُونَ

” … Fakat Allah size imanı sevdirdi ve onu sizin kalplerinizi süsledi ve size küfrü, fıskı ve isyanı çirkin gösterdi. İşte doğru yol da olanlar bunlardır.” (Hücurat/7)

Sevgi bu anlamda, hidayetin öteki adı olmuştur. Bir şeye sahip olmakla, sahip olunan bir şeyi sevmek arasında fark ol­malı. İmanı sevmek, imanlı olmaktan öte bir olay olsa gerek. İmanı seven biri onun üzerinde titreyecek, hatırını sürekli hoş tutacak, uğrunda büyük fedakârlıklara katlanacaktır. İmanı sevmek, imanın düşmanları olan küfürden, fısktan, isyandan nefret etmeyi gerekli kılıyor. İlkini sevdiren Allah, bu sonun­cusundan da kulunu nefret ettiriyor. Bu durumda nefret de sevginin kaçınılmaz unsuru oluyor.

“Her şey zıddıyla kaim” ilkesine göre zaten sevmeye­nin nefret etmesi, nefret etmeyenin sevmesi düşünülemez. Ancak nefretin meşrulaşması, illetinin “sevgi” olmasıyla mümkündür. Süsleme olayının sevmekle doğrudan ilgi­li olduğunu bu ayetten anlıyoruz. Obje (iman)’yi süsleyip güzelleştirmek yetmiyor, süjenin de güzel olması gerekiyor. Daha açık bir deyimle, baktığımız güzel olmalı, fakat bakı­şımız da güzel olmalı. İşte bunun için Allah imanı süsleyip güzelleştirirken bakışı da ihmal etmiyor. Yamuk bir bakış eğriyi doğru, doğruyu eğri gösterecektir sahibine. Kötülük­lerin çirkin gösterildiği bir bakış doğru bir bakış demektir. İşte bunu yapıyor Allah.

İman için sevgiden belirleyici olarak söz eden Kur, an, kü­für için de aynı ölçüyü koyuyor: ”Küfrü sevmek…

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَتَّخِذُوا آبَاءَكُمْ وَإِخْوَانَكُمْ أَوْلِيَاءَ إِنِ اسْتَحَبُّوا الْكُفْرَ عَلَى الْإِيمَانِ ۚ وَمَنْ يَتَوَلَّهُمْ مِنْكُمْ فَأُولَٰئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ

“Ey inananlar! Eğer imana karşı küfrü seviyorlarsa babaları­nızı ve kardeşlerinizi veliler edinmeyiniz. Sizden kim onları veli tanır dost tutarsa işte zalimler onlardır.” (Tevbe/23)

Çifte standardı tabiat haline getiren günümüz insanının yaşadığı vahim çelişkiyi ortaya koyan bu ayet, gerçekte yaygın bir ikiyüzlülüğe parmak basıyor. İnandığını iddia ettiği halde imana karşı küfrü sevenlerin, küfrü destekleyenlerin, küfrü savunanların baba-kardeş de olsalar, imanı sevenler tarafından veli ve dost edinilmemelerini tavsiye ediyor.

Sadece imanı sevip küfrü sevmemek yetmiyor, imanlıyı sevmek, kâfiri ve onların dostlarını da sevmemek gerekiyor. Onlar isterse inandıklarını iddia etsinler, imana ve imanlıya dost olamazlar, veli olamazlar. Çünkü imanlı olmak yetmi­yor, imanı sevmek gerekiyor. Bu da yetmiyor, onun düş­manları olan inkâr, günah ve Rasulü’ne isyanı sevmemek gerekiyor. Karanlıkla aydınlığı birbirine karıştırmamak ge­rekiyor.

Verilen sevgiden söz ediyorduk. Daha önce sevgiyi Allah’ ın kendinden üflediği ruha benzetmiştim. Bakınız ayete, adeta O’ndan bir parça olarak söz ediyor sevgiden:

أَنِ اقْذِفِيهِ فِي التَّابُوتِ فَاقْذِفِيهِ فِي الْيَمِّ فَلْيُلْقِهِ الْيَمُّ بِالسَّاحِلِ يَأْخُذْهُ عَدُوٌّ لِي وَعَدُوٌّ لَهُ ۚ وَأَلْقَيْتُ عَلَيْكَ مَحَبَّةً مِنِّي وَلِتُصْنَعَ عَلَىٰ عَيْنِي

“Gözümün önünde büyütülesin diye senin üzerine benden bir sevgi bıraktım.” (Taha/39)

Ruhu herkes taşırken sevgi daha özel bir ilişki gerektiriyor ve onu bazıları taşıyor.

İnsanın erebileceği en büyük saadet, O’ ndan bir sevgiyi üzerinde taşımasıdır. Söz konusu bu sevgiyi taşıyacaklarda ara­nan özellikler, yani O’ ndan bir sevgi taşımaya layık olma şart­ları söyle tespit ediliyor:

إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ سَيَجْعَلُ لَهُمُ الرَّحْمَٰنُ وُدًّا

“İnanıp salih ameller işleyenler için Rahmân, (gönüllere) bir sevgi koyacaktır.”(Meryem/96)

Bir şey dikkatimi çekiyor; Kur’ arıda nerede Allah’ ın sevmesinden söz edilse, bu ayette olduğu gibi, hemen yanı başında rahmetten, bağıştan da söz ediliyor. (Bkz.: Hud/90; Buruc/14) Sevgi Allah’ın rahmet kalemleri içerisinde ilk sırayı oluşturuyor. Bu nedenle de sevgiden mahrum olmak, rahmetten mahrum olmak anlamına geliyor.

Sevgi barıştır, üstelik barışın en büyük teminatıdır. Elbet­te sevginin de bir teminatı olması gerek. İşte bu teminatı da Rabbimiz veriyor:

وَأَلَّفَ بَيْنَ قُلُوبِهِمْ ۚ لَوْ أَنْفَقْتَ مَا فِي الْأَرْضِ جَمِيعًا مَا أَلَّفْتَ بَيْنَ قُلُوبِهِمْ وَلَٰكِنَّ اللَّهَ أَلَّفَ بَيْنَهُمْ ۚ إِنَّهُ عَزِيزٌ حَكِيمٌ

“Ve onların kalplerinin arasını (sevgi ile) uzlaştırdı. Sen yeryüzünde bulunan her şeyi verseydin yine onların kalplerinin arasında ülfeti oluşturamazdın, fakat Allah onların kalplerinin arasını uzlaştırdı.” (Enfal/63)

“Eskiden onların aralarında öyle ayrılık, birbirlerine karşı öyle nefret kin, düşmanlık ve intikam hissi vardı ki, yeryüzündeki servetin hepsini sarf etmiş olsaydın, yani herhangi bir kimse bu kadar serveti bu uğurda harcamış olsaydı, onların kalplerini böylesine birleştirip kaynaştıramazdın, o ülfeti, o anlaşmayı ve yakınlaşmayı meydana getiremezdin.

“Kalpleri arasını” sözüyle ifadeyi vurgulamak, bilhassa şuna işaret ediyor ki, böyle servet harcamakla çeşitli insanları zahiren bir araya getirmek mümkün olabilirse de kalplerini, vicdanlarını barıştırıp yakınlaştırmak bununla kabil olmaz.

Allah, aralarını böylesine kaynaştırdı. Kalpleriyle ve kalıplarıyla onları birbirlerine dost etti, kudreti sayesinde aralarındaki açıklığı kapattı, Tevhid imanı ile öyle bir muhabbet ve ülfet verdi ki, hak ve hakikat açısından içleri ve dışları bir tek şahıs gibi kaynaşmış bir hâl aldı, muhkem bir kale gibi bir ictimai bünyeye sahip oldular.”[17]

“Birbirinden nefret eden bu gönüllerden, şu inatçı karakterlerden, bir birlerine karşı alçak gönüllü, birbirlerini seven, birbirleriyle kaynaşan, hem de tarihin eşine rastlamadığı bir düzeyde birbirlerine kardeş olmuş, birbirleriyle kenetlenmiş bir kitle meydana geldi.”[18]

Ebu İshak’ın Ebu Ahvas kanalıyla Abdullah İbn Mes’ûd (r.a.) dan rivayetine göre o,

“Eğer yeryüzünde bulunan her şeyi sarf etsen, yine de onların gönüllerini birleştiremezdin.” âyeti hakkında şöyle demiş : Onlar, Allah için birbirlerini sevenlerdir. Bir rivayette ise; bu âyet, Allah için birbirlerini sevenler hakkında nâzıl olmuştur. Hadîsi Neseî ile Müstedrek’inde Hâkim rivayet etmiş ve sahihtir demiştir.

Gönül ferman dinlemiyor ve sevgi henüz borsalara düşmedi. İki insan birbirini kaç para verseniz sever? Ya da seven iki insan hangi bedeli ödeyince terk eder bu sevgiyi? Fiyatı nedir kalbin ve onun en soylu meyvesi olan sevginin?

Gönüllere söz geçirecek olan sultanlar ve fermanlar de­ğil, yalnızca o gönlün sahibi olan Allah’tır, O’nun bir vasfı da “Mukallibu’l-Kulub”dur (Kalpleri evirip çeviren). Eğer o gönüllerde sevgi meşalesini tutuşturmuşsa bir, dünya bir a­raya gelse söndüremeyecektir o meşaleyi. Şair de öyle demi­yor mu:

“Bir şem’a ki Mevla yaka üflemekle sönmez. “

Sinende taşımak istediğin eğer Allah’ın sevgisi ise onu söndürebilecek yoktur. Ama eğer seni yaratılmışların sevgisi meşgul ediyor ise senin kalbinde Allah’ın sevgisini tutuşturabilecek yoktur. Seri Es Sakati (Rah)’in kapısını çalanlar için yapmış olduğu şu dua çok dikkat çekicidir; Allah’ım, beni senden meşgul edeni sen kendinle meşgul et.

Sevgi Nimeti ile Bir Araya Getirilenler

وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللَّهِ جَمِيعًا وَلَا تَفَرَّقُوا ۚ وَاذْكُرُوا نِعْمَتَ اللَّهِ عَلَيْكُمْ إِذْ كُنْتُمْ أَعْدَاءً فَأَلَّفَ بَيْنَ قُلُوبِكُمْ فَأَصْبَحْتُمْ بِنِعْمَتِهِ إِخْوَانًا وَكُنْتُمْ عَلَىٰ شَفَا حُفْرَةٍ مِنَ النَّارِ فَأَنْقَذَكُمْ مِنْهَا ۗ كَذَٰلِكَ يُبَيِّنُ اللَّهُ لَكُمْ آيَاتِهِ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ

Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de O sizi oradan kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle apaçık bildiriyor ki doğru yola eresiniz.(Al-i İmran/103)

Sevgisizliğin İlahi lisandaki tasviri “ateş çukurunun kena­rında olmak”. Öyle ki yarım adım daha atınca kendinizi yal­nızlık ve sevgisizlik çukurunda bulabilirsiniz. Allah sayesinde yalnızlıktan kurtulup sevgiyi tattınız.

Sevginin vazgeçilmez unsurunun “öteki” olduğunu ko­nuya girerken söylemiştik. En büyük toplumsal rahmet olan ülfetin (kelime anlamı olarak birbirine geçirmek, aradaki boş­lukları doldurmak demeye gelir. İnananların kalplerine Al­lah’ ın yerleştirdiği kardeşlik sevgisidir.) Ön şartı nedir, biliyor musunuz? Birlikte olmaktır, topluca sarılmaktır, yani cema­dat değil cemaat olmaktır. Aynı ayetin girişini okuyalım:

وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللَّهِ جَمِيعًا وَلَا تَفَرَّقُوا ۚ وَاذْكُرُوا نِعْمَتَ اللَّهِ عَلَيْكُمْ

“ve Allah’ın ipine hep birlikte sarılın, bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın.“(Al-i İmran/103)

Evet, Allah’ ın hatırlamamızı istediği nimetin ülfet oldu­ğunu ayetin devamında gördük. İşte sevgi nimetinin şükrü öncelikle sevgide birliğin sağlanmasıdır. Herhalde kimse sevginin olmadığı bir yerde vahdetten söz edemez.

Cemaat, sevginin bir araya topladığı, ülfet adlı yürek ülkesini kurabilmiş insanlar topluluğudur; yüreklerini payla­şanların, ülfet kimliğiyle vizesiz gümrüksüz birbirlerinin gönlüne özgürce yol bulanların topluluğudur. Ümmet, işte bu toplulukların oluşturduğu okyanusun adıdır. Böyle bir topluluğun fertleri, yürek ülkelerinde muhabbeti iktidar etmişlerdir. Sevgi toplumunda fertler birbirlerinin gönlünü, hayat denizinde kopan ya da kopacak olan fırtınalara karşı, emin bir liman, selametli bir sığınak bereketli bir barınak bilirler. Sevgi toplumunda insan insanın kurdu değildir. Sevginin sonucu olarak yüreklerinde konuklarlar birbirlerini öyle bir yürek ki, çarşılarında sevgi satılır, terazilerinde sevgi tartılır, ancak karşılığında para değil yine sevgi alınır. Sevgilerinin faturası yine sevgidir. Çok kere erler ve sevgilerini bezlederler, feda ederler.

إِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ إِخْوَةٌ

“MÜMİNLER ANCAK KARDEŞTİRLER…” (Hucurat/10)

“innemâ: ancak” kelimesi hasr içindir. Kardeşliğin ancak müminler ara­sında olabileceğini, mümin ve kâfir arasında kardeşlik olamayacağını ifade etmektedir. Zira İslâm, kendisine tabi olan fertler arasındaki ortak bağdır.[19]

Bu ayet yeryüzündeki tüm müslümanları evrensel bir ailenin bireyleri olarak ilan etmektedir. Bu müslümanlar arasında bulunan kardeşlik öyle bir nimettir ki, hiçbir dinde bir örneği bulunmamaktadır.[20]

Sevgi toplumunun fertleri yüreğin işlevini iyi bilirler. Onu nükleer bir güç merkezi gibi kullanırlar. Sorunlarını sevgiy­le çözmeye çalışırlar. Kendi aralarındaki kavgaları sevgiden, tokatları ise şefkattendir. Olağanüstü durumlarda sevgilerini tümden silmezler, parantez içine alırlar. Bu da üç günü geçmez, geçemez.

Dövmeleri gerekiyorsa nefret ettikleri için değil sevdikleri için döverler. Birbirlerini tezgâhlarına koyup tüketmezler, gö­nüllerine ekip o münbit toprakta üretirler.

Sevgi toplumunda yüreklere asılan “sevgili pankart” ta şu yazılıdır:

“Vallahi birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olamazsınız, iman etmedikçe de cennete giremezsiniz.” (Buharı, İman)

Bu sözün sahibi olan sevginin başöğretmeni, ashabına ara ara sevgi dersi veriyordu. Bir gün Hz. Ömer’in elini eline al­mış, “Tamam, şimdi oldu.” deyinceye kadar onun yüreğine sevgi akıtmıştı. (Müslim)

Sevgi, peygamberlerin ve onların davet mirasını üstlenenle­rin, davetlerine muhatap olanlardan istedikleri tek karşılık idi.

Nebilerin, davetleri karşılığında bir ücret istemedikle­ri Kur’an dilinden sık sık vurgulanır. Çünkü maddi karşılığı olmayan bir eylem, fedakârlık ve samimiyetin en büyük delildir. Peygamberler kendilerini çağırdıkları şeyde samimi ol­duklarını insanlara hatırlatmak için, ücret almadıklarını, ecri yalnızca Allah’tan beklediklerini sık sık vurgulamışlardır.

Bütün bunlara karşın insanlardan bir tek şey istemelerine izin verilmiş. Ne demek “izin verilmiş”; istemeleri Allah tarafından tavsiye ve teşvik edilmiş, bu mükteseb bir hak olarak görülmüştür. Nedir o bir tek şey? Tahmin edeceğiniz gibi yine “sevgi”:

ذَٰلِكَ الَّذِي يُبَشِّرُ اللَّهُ عِبَادَهُ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ ۗ قُلْ لَا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ أَجْرًا إِلَّا الْمَوَدَّةَ فِي الْقُرْبَىٰ ۗ وَمَنْ يَقْتَرِفْ حَسَنَةً نَزِدْ لَهُ فِيهَا حُسْنًا ۚ إِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ شَكُورٌ

“İşte bu, Allah’ın, inanıp salih ameller işleyen kullarına müjdelediği şeydir. De ki: “Ben buna (yaptığım tebliğ görevine) karşılık sizden, akrabalıktan doğan sevgiden başka bir ücret istemiyorum.” Kim güzel bir iş yaparsa, onun iyiliğini artırırız. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, şükrün karşılığını verendir.”(Şura/23)

Sevmek kaynaşmaktır. İnsanların birlikte olmalarının illeti sevgi olursa o birlikteliğin ömrü de sevginin ömrüne eş ola­caktır. Sevmek vahdetin ta kendisidir.

Seven insan cemaat ırmağına dökülen bir katre olmayı kabullenmiş demektir. Çokta yok olmaz, teki çoğa karıştıra­rak çokta var olur, kendinden olanların içinde kendini bulur. Değil mi ki balık gölde yetişir? O sevgi çağlayanları ümmet okyanusuna dökülür. O okyanusta bir damlanın hükmü ne mi olacak? İşte öyle değil. O öyle bir damla ki aynı zamanda bağrında okyanusu, yani ümmeti taşımaktadır.

“Muhakkak Allah Teâla’nın kullarından bazı insanlar vardır ki, onlar ne peygamber ne de şehittirler. Fakat kıyamet gününde, Allah(c.c.) katındaki makamlarından dolayı nebîler ve şehitler onlara gıpta edecekler (imrenecekler)dir.”

Ashâb-ı kiram (r.anhum) sordular:

– “Yâ Rasûlallah, bize haber ver, onlar kimlerdir?” Rasûlüllah (s.a.v.);

“Onlar öyle bir cemaat / topluluk ki, aralarında bir akrabalık, alıp verecekleri mal-mülk olmaksızın, Allah için birbirlerini SEVERLER. Hem, vallahi şüphesiz onların yüzleri pırıl-pırıl nûrdur. Muhakkak ki onlar, nûr üzerindedirler (amelleri-işleri, her şeyleri nûrdur).İnsanlar korktuğu zaman onlar korkmazlar, halk mahzun olduğu zaman onlar mahzun olmazlar”[21] buyurdu ve şu mealdeki ayeti okudu:

أَلَا إِنَّ أَوْلِيَاءَ اللَّهِ لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ

İyi bil ki, Allah’ın velilerine, sevdiklerine korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” (Yunus Suresi/62)

Sevmek çoğalmaktır, artmak, üremektir.

Tarihte sevgiyi katleden birçok düşünce, yaşam biçimi ve sistem gelmiş geçmiştir. Fakat insanlığın değişmez değerleri­ni paraya tahvil eden, fazilete dayalı bir ahlakı yıkıp üretim ve tüketime dayalı bir “ahlak” ı ikame eden; sevgi, fedakarlık, samimiyet gibi erdemlerin yerine, gösteriş ve ikiyüzlülüğe da­yalı diplomasiyi yerleştiren kapitalizm gibisi gelmemiştir.

Reklam ve propagandaya dayanan modern dünya sistemi, sevgi gibi paraya dönüştürülemeyen değerlere hasımdır. Onu tahrip etmeyi, bunu beceremezse tahrif etmeyi amaçlar.

Onu yok etmeyi beceremez, çünkü sevgi yok edilemez. Ne ki ikincisinde, yani sevgiyi tahrif edip sahte sevgileri bol reklamla pazarlama işinde başarılı olmuşlardır. Fuhşun, çarpık ilişkilerin, putperestliğin adını aşk ve sanat koymayı başarmışlardır. Bu sayede sevgi, tüketime elverişli bir hale getirilmiştir. Artık, insanlığın yüce değerlerinden biri olan sevgiyi tutsaklık aracı olarak kullanmak mümkün olacaktır.

İnsanı Köle Haline Getiren Sevgi; Tutku

Gerçekte sevgi, özgürlüğün üst sınırıdır. İnsanı mahkûm eden duyguya ise sevgi denmez, tutku denir.

Bu ikisini birbirine karıştırmamak gerek. Sevgi ile tutku birbirinden tamamen farklı şeyler. Sevmek bir şeyin içinde ol­maktır. Tutku ise bir şeye kapılmaktır, bir sele, bir kalabalığa, bir rüzgâra kapılır gibi kapılmak…

Sevmek özgür kılar, tutku tutuklar. Tutkusunu sevgi zan­nedenlere söylüyorum: Elinizi kolunuzu bağlayan, iradenize söz hakkı tanımayıp onu teslim alan, aklınızın dizginlerini eline geçiren, sizi uysal bir binek gibi istediği tarafa sürükle­yen şey, en büyük özgürlük demek olan sevgi olabilir mi?

Tutkunun bir türü de tiryakiliktir. Bir tiryaki, bana tirya­kisi olduğu şeyi sevdiğini söylüyorsa ben bunu “tutku” olarak anlarım ve onun tutkuyu sevgi sandığı sonucuna varırım. Bu tiryakilik her zaman aynı şeyde ortaya çıkmaz, farklı farklı şeylerde tezahür edebilir.

Kadın ya da erkek, bir zombi gibi, kendisini esir edip ar­dından sürükleyen şeyin adını aşk koymaktan gizli bir haz duyarlar. Gerçek aşkın, saf aşkın iyi şöhretinden böyle istifade ederler. Hâlbuki bu aşk değil, tutkunun ta kendisidir. Çünkü gerçek aşk insanı kendi cinsinin elinde oyuncak etmez, insana özgürlük bahşeder ve aşkınlık kazandırır.

Gerçek aşkı tanımayanlar iki kişilik divaneliklerin adını aşk koymakta ısrarlıdırlar. Bu durum psiko-patolojik(Normal dışı) bir vakadır…

Aslında tutku olan bu tip aşklar çoğunlukla yalnızlığı yük­sek dozda yaşayan fertlerde görülür. Bu tipler çektikleri aşırı yalnızlığı hafifleten birini buldukları zaman, ilk anda kronik yalnızlıklarını hafifleten o kişiye karşı duydukları minnet hiss­ini aşk zannederler. Uzun zamandır uçsuz bucaksız yüreğin­de bastırdığı yalnızlık acısını dindiren bu unsura karşı duyu­lan minnet ve şükran hissidir bu.

Aşk zannedilen bu hissin güçlü olması sevginin şiddetinin öl­çüsü değil, daha önceki yalnızlığın derecesinin büyüklüğüdür. Yeni durumda, yalnızlık açısından değişen pek bir şey yoktur aslında. Evvelce tek kişilik olan yalnızlık, şimdiki durumda çift kişilik yalnızlığa dönüşmüştür. Tabi, bu tutku platonik(tek yanlı) değilse.

Platonik aşklar genelde hayal gücüyle orantılı olarak bü­yürler. Bu tip sevgilerin çoğu hayali sevgidir. Sevgi hayal olduğu sürece katlanılır. Fakat sevgi, insanlar arasında yaşanılan bir olgu haline gelince, aradığını bulmuşluğun kor­kusuyla donar kalır kahramanımız. Çünkü gerçekte onun aradığı, sevginin kendisi değil, şöhretidir. Onu bir avuntu aracı olarak kullanmaktadır. Deniz kartpostallarında hayali geziye çıkan adam gibi, sevgilinin kendisine değil fotoğrafına tutkundur.

Bu tip sevgilerin diğer bir boyutu da, insanın, kendi so­runlarını çözmek yerine, kendinden, kendi gerçeklerinden kaçmak için başkalarıyla ilgileniyor görünmeyi seçmesi. Ken­di sorunlarının tümü yüzüstü dururken sevdiğini zannettiği insanın sorunlarını çözmeye çalışır ve bunun adını da fedakârlık koyar. İşte bu, insanın kendisinden kaçışıdır. Tabii sonuçta hiç bir sorun da çözülmüş olmaz

Cinsellik, alkol, uyuşturucu, mecnunluk ve serserilik aşkın doğal birer sonucu gibi gösterilir çarpık sevgide. Bu, kocaman bir aldatmacadır. Bunlar olsa olsa doyumsuz birinin, kendi­sini içine atıp kaybolacağı bir girdap arama çabasıdır. Bu tip sevgilerde, sevilen, bir “girdap” görevi görür. O adeta bir intihar ağacıdır.

Bütün bunlar sevgi ve aşk değildir. Tutkunun farklı yan­sımalarıdır. Böyle birinin maşukuna bakması bir tiryakinin tiryakisi olduğu şeye bakması gibidir. Yalnızlığını içki şişesinde balık olma düşüncesiyle gideren bir ayyaşla, yalnızlığını bir kadının cinselliğinde giderme düşü gören bir tutkunun ruh halleri birbirinden farklı değildir.

Hâlbuki sevginin dinamiği ruhtur ve ruhun cinselliği yok­tur. İnanan ruhuyla sever. O sevgide ön planda olan, cinsellik değil ruhun, yani ‘üflenen öz’lerin birbirlerine karşılıklı olarak duydukları iştiyaktır.

Saf (ruhani) sevginin altında buzağı ( cinsellik) arayan tip­ler, ruhuyla değil aklıyla ya da daha başka yerleriyle seven tip­lerdir. Sevgiyi hep cinsellik olarak algılayanlar, ruhani sevgile­re de ‘libido’ gözlüğünden bakarlar. İnananların birbirine kardeş kılınması, işte o “üflenen öz” ün bedendeki egemenliğini kabul etmek (iman) ‘tir. Bu egemenliği kabul edenler kardeş kılınmış olurlar.

Birçok kişi cinsel arzuyu kafalarında sevgi ile aynileştir­dikleri için birbirlerine duydukları bedensel isteği kolayca “sevgi” ya da “aşk” sanabilmektedirler. Öyle olduğunu kabul etsek bile, illeti cinsel arzu olan bir sevginin ömrünü ve değerini varın siz hesaplayın. Kaldı ki bu sevgi değil, iki kişilik bencilliktir; çift kişilik yalnızlıktır. Bencil kişi, aslında değil başkasını, kendisini bile sevemez. Yaygın kanaatte olduğu gibi, bencillik, kişinin kendisini sevmesi değildir. Belki kendi, kalbi beceriksizliğinin üzerine egosunu giydirmektir. O üretememenin acısını, ilgisini kendi şahsına tahsis ederek çıkarır.

Yalnızca tek bir kişi tarafından tüketilecek kadar kısır bir yüreğin ürününe, nasıl “sevgi” diyebiliriz? Sevgi bir umman­dır. Yüzölçümü sınırsız olan bir yüreği bir kişiye tahsis et­mek, sevgiyi hadım etmektir. Benliğinin dikenli tellerinden kurtulup o yüreğin kıyılarına gelip dayanan herkesin girme hakkı vardır oraya. Sevginin sadece kendisine tahsis edil­mesini Allah bile kullarından istememiştir. O’nun istediği, sevgide başka bir şeyin kendisine denk tutulmaması, en çok kendisinin sevilmesidir:

وَالَّذِينَ آمَنُوا أَشَدُّ حُبًّا لِلَّهِ ۗ

“İnananlar ise en çok Allah’ı severler.” (Bakara/165)

Çağdaş insanın aşk adını verdiği yalnızlıkta, iki kişi dün­yayı, Allah’ ı, Rasulü karşılarına alıp bir limitet şirket kurarlar. Bu iki kişilik şirketin adına da sevgi derler.

Modern insanın hastalıklarından biri de sevmeye değil se­vilmeye, beğenilmeye çalışması. Bunun için olmadık kılıklara girmesi, bir yığın maskeler edinip; insanlara gerçek yüzünü değil maskeli yüzünü göstermesi ve sonunda maskesini kendi gerçek yüzü sanması.

Sen oradan geçiver. Sevgiyi üretecek olan, yine sevginin kendisidir. Etken ol, önce sev, sonra ne yaparsan yap.

Romanlara, filmlere konu olan ve adına “büyük aşk” de­nilen çarpık sevgi, bir tür tapınışa kapı aralıyor. Tutkuda ta­raflar birbirlerini sevme değil birbirlerine tapınma yarışına girince, aşk bir fetişizme dönüşüyor. İnsanoğlu tarih boyunca putunu hep kendisi yapmış ve dönüp kendisi tapmıştır. Bu kadim tutkunun bir devamı oluyor bu iş. Put edinilen, sevgi­linin kendisi değil, bizzat tutku yani “heva” oluyor. Tutkusunu (heva) ilah edinmekten Kur’an’da da söz ediliyor:

أَرَأَيْتَ مَنِ اتَّخَذَ إِلَٰهَهُ هَوَاهُ أَفَأَنْتَ تَكُونُ عَلَيْهِ وَكِيلًا

 “Tutkusunu ilah edinen kimseyi görüyor musun?” (Furkan/43)

Gerçek sevginin yüceltici gücü, olduğu gibi çarpık sevginin de aynı oranda alçaltıcı özelliği vardır. Birincisinde insan ken­disini bulurken, ikincisinde kendisini yitirir. Sevdiğini ilah edinir, onu tefekkür eder, onu zikreder, onu tesbih eder, onu görür, onu yaşar. O artık sevgili olmaktan çıkıp bir çeşit ilah olmuştur. Ve zaten bu sayılanlar da bir tür tapınış yöntemleri değil midir?

Kahramanımız en büyük yanlışı sevgi dağılımında yap­mıştır. Yalnızca Allah’ a verilebilecek payı kendi cinsine ayır­mış, tutkusunu ilah edinmiş ve onu “Allah’ı sever gibi sevmiş” tir. Böyle bir tavra karşı Gayur olan Allah’ın muamelesi biraz farklıdır:

خَتَمَ اللَّهُ عَلَىٰ قُلُوبِهِمْ وَعَلَىٰ سَمْعِهِمْ ۖ وَعَلَىٰ أَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌ ۖ وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظِيمٌ

“Allah onların kalblerini ve kulaklarını mühür­lemiştir. Gözlerinde de bir perde vardır.”(Bakara/7)

Çoğu kez, çarpık da olsa, su katılmadığı zaman sevgi, insa­na doğru adresi buldurabilir. Sevmeyi öğrenmiş bir yürek, ya­nılgısını anlayıp gerçek sevgiliyi fark edince O’na yönelecektir. O zaman geçmiş acı tecrübe, mükemmel bir iç zenginliğin kazanılmasında başrolü oynayacaktır. Gerçeğiyle-sahtesiyle sevgiyi hiç tanımayan insanın sözünü etmeye bile hacet yok, çünkü onun insanlığı tartışılır.

Bu konuda son söz yine ayetin:

أَمَرَ أَلَّا تَعْبُدُوا إِلَّا إِيَّاهُ

“Rabbiniz sadece kendisine tapmanızı emretti.” (Yusuf/40) Putlaştırılan sevgide sevgililer birbirlerinde olağanüstü şey­ler görmeye başlarlar. Tıpkı Kur’an’ın dediği gibi;

وَاتَّخَذُوا مِنْ دُونِ اللَّهِ آلِهَةً لَعَلَّهُمْ يُنْصَرُونَ

“Belki yardım olunurlar diye Allah’tan başka ilahlar edindiler.”(Yasin/74)

Sonunda ne mi olacak? Onu da aynı kaynaktan öğrenelim:

لَا يَسْتَطِيعُونَ نَصْرَهُمْ وَهُمْ لَهُمْ جُنْدٌ مُحْضَرُونَ

”(O putlaştırdıkları) kendilerine yardım edemezler, tersine kendileri onlar için hazır kıta askerdirler.” (Yasin /75)

Hele tek taraflı tutkularda bu gerçek kendini ne kadar açık bir biçimde gösteriyor. Sevgili adını verdiği ikonu memnun etmek için yaptıklarının yarısını Allah için yapsa belki de O’nu razı edecek. Bu serüven bazen tarafların birbirlerinde yok oluşuyla son bulur. Maddi ya da manevi intihar…

Modern hayat, insana ruh açlığını fark ettirmemek için habire oyuncak üretiyor. Aile bağlarını, toplum bağlarını, sosyal erdemleri zayıflatıp yok ederek bireyi önce yalnızlı­ğa itiyor. Ardından yalnızlığını hatırlayıp onu yenmeye ça­lışanların rotasını saptırıyor, ona -yaşına göre- oynayacağı oyuncaklar imal ediyor. O zavallı da bunları değiştire de­ğiştire oynuyor, oyalanıyor. Bu oyuncaklar ona yalnızlığını geçici bir süre unutturabilir, bir uyuşturucu etkisi yapabilir. Asıl tehlike, bu oyuncakların ardındaki gizli maksadı göremeyip onlara güvenerek, insanın sevebilecek yerlerini yok etmesidir.

Bir kez toplumu bu hale getirirlerse gerisi kolay. Böy­lesi bir toplumda insanlar arası ilişkilerin illeti sevgi değil menfaattir. Herkes, ikiyüzlü değil iki yüz yüzlüdür. Olanca münafıklığıyla sergilenen çağdaş ilişkilerdeki yapmacık “ki­barlık” a budalaca katlanmak zorundadırlar. “Katlanmak’ n­e kelime, kendisi de aynı oyunu karşısındakine karşı oynamak zorundadır. Belirleyici gücünü sevginin oluşturmadığı modern ilişkiler tüketim, gösteriş, reklam ve sahtekârlık üzerine kurulmuştur.

Bireyi makinanın bir parçası haline getiren sistem onun şahsiyetini hedeflemiştir. Onu en şerefli yaratık makamından indirip eşyalaştırmak ve eşyayı da onu indirdiği makama geçirmek ister. Senden kutsadığı eşyayı tüketmeni, yalnızca tüketmeni ister.

Bu bir yabancılaştırmadır. Her şeyden önce insanın kendisine karşı yabancılaştırılması, öz benliğine karşı yabancılaştırılmasıdır. Böyle biri için sevgi, karın doyurmayan bir ayrıntıdır. Yabancılaşmış tip, her şeye midesinden baktığı için, her şey orayı doldurduğu oranda, ya da bir eşya gibi tepe tepe kullandığı oranda kıymetlidir. Ruhun varlığından haberi ol­mayanlar, ruhun açlığını nereden bilsinler?

Modern hayatın bu sapıklığına bilimsel bir temel hazırla­maya çalışan kapitalizm dininin sahtekâr peygamberleri, ken­dilerine ilk hedef olarak sevgiyi seçmişlerdir.

Bunlardan biri olan Freud’ a göre, tüm içgüdüsel arzular hiç bir engelleme ile karşılaşmadan tatmin edilince mutluluk ve ruh sağlığı kendiliğinden sağlanacaktır.

Hiç bir ahlak kuralı tanımayacaksınız. Tüm toplumsal de­ğerleri reddedeceksiniz. Dinin ilkelerini rafa kaldıracaksınız. Tüm eylemlerinizin itici gücü şehvet olacak. Her türlü arzunuzu her çeşit yoldan tatmin ederek mutlu olacaksınız.

Bu tezin bilimsel olup olmadığı üzerinde durmuyorum; ne olduğu ortada zaten. Fakat bunun hiç de böyle olmadığını Freud’ u yetiştiren toplum bile anlamış durumda. İnsanı mut­lu eden, şehvet ve cinsel arzularının engellenmeden tatmini değil, bir ideale inanarak inancını hayatında yaşayabilmesidir. O ideal eğer dünyevi ise dünyada mutlu olur, eğer iki cihan mutluluğu istiyorsa o ideal İslam olmalıdır.

Bu tez kimin ekmeğine yağ sürüyordu? Elbette kapitalizmin.

Bu sömürü düzeninin insanın maddi ve manevi tüm ihtiyaç­larını karşılayıp, onu mutlu etmeye yeteceği ispatlanmaya çalışılıyordu. Ağababaların dünyayı daha iyi sömürebilmesi için insanların aklını fikrini uçkuruna takması isteniyordu. Patronlar bunu Freud aracılığıyla gerçekleştirmeye çalıştılar. Böylelikle kapitalizmin insan sorunlarını çözmede daha kap­sayıcı bir hale geldiği vurgulanacaktı. Freud’ a göre; insanlar doğuştan yarışmayı severler ve birbirlerine karşılıklı nefretle do­ludurlar. Erkekler ise hep birbirlerini kıskanırlar.

Darwin de bu bilimsel sömürü korosuna, en güçlü olanın yaşamını sürdürdüğü ve geliştiği teziyle katıldı. Hayatı tesadüf­le açıklayınca başka türlüsünü söylemesi de mümkün değildi zaten. Böylelikle hayatın dinamiği hak değil, güç olmuş olu­yordu. Kaba kuvvet, yaşamın kaynağına kocaman cüssesiyle gelip kuruluveriyordu.

Freud, kapitalizmi psiko-sosyal alana taşırken, Darwin de bu sömürü dinini biyolojik alana taşıdı. Sonuçta ikisi de aynı hedefe ateş ettiler; Sevgiye…

Batı modernizminin (Batı toplum ve sistem olarak tarihi­nin hiç bir döneminde muvahhid olmamış, aldığı hakikatleri tahrif ederek almıştır) üzerinde yükseldiği felsefe budur.

  1. Leonard kendi toplumunu şöyle değerlendiriyor:

“Bu toplum, dünyayı bir yörüngeye sokabilir, aya ulaşabi­lir, ama iki insan için birbirini boğazlama isteği duymadan bir hafta süreyle birbirleriyle uyum içinde yaşamanın yolunu henüz bulamadı.”

Onların bu hastalığı hangi topluma bulaşmadı ki? Şimdi nefreti insanın değişmez karakteri olarak tanımlayan modernizm her yerde; modernizm içimizde, çünkü nefret içimizde

Onun girdiği yerde sevgi yaşayamaz, zaten o da yaşayamadı. Sevginin sahibi, onu kendisinden yüz çevirenden aldı, onu tanıyanlara verdi. Tarih boyunca böyle olmuştur bu.

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا مَنْ يَرْتَدَّ مِنْكُمْ عَنْ دِينِهِ فَسَوْفَ يَأْتِي اللَّهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ أَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ أَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرِينَ يُجَاهِدُونَ فِي سَبِيلِ اللَّهِ وَلَا يَخَافُونَ لَوْمَةَ لَائِمٍ ۚ ذَٰلِكَ فَضْلُ اللَّهِ يُؤْتِيهِ مَنْ يَشَاءُ ۚ وَاللَّهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ

“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, (bilin ki) Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler…”(Maide/54)

Sevmek fedakârlıktır, verdikçe, harcadıkça çoğalır. Kimi harcamaların sonu tükeniş ve yoksulluk olabilir. Fakat sev­ginin bizzat kendisi zenginliktir. Bu yüzden sevebilen insan iki dünyanın en zengin insanıdır. Çünkü gerçek zenginlik, vermektir; veren el olmaktır. Üreterek vermekten kazanılan ruh olgunluğu, başka bir şeyden kazanılamaz; hele tüketerek harcamaktan hiç.

Tüketici sevgiyle üretici sevgi arasında bir fark vardı: Şefkat.

Birinin illeti şehvet iken diğerinin illeti şefkat idi. Allah’ a olan sevgisini, öz yavrusunu gözünü kırpmadan feda ederek ispatla­yan İbrahim’ e(as), sonunda sevgi aracı olan İsmail’in (as) iade edildiği gibi, Yakub’un (Allah’ın selamı tümünün üzerine olsun) bedel olarak ödediği gözleri de sonunda kendisine iade edildi.

Şehvete dayalı cinsel sevgi aslında arzunun aklı ve duyuları hükmü altına alıp kalbi yanıltmasıdır. Bunun benzeri hayvanlarda da görülür. Bu tip bir arzu tatmin edilmezse ihtirasa dö­nüşür. Sadistçe duygular, işte bu tatmin edilmeyen ihtirasın insanı teslim almasının sonucudur.

Görüldüğü gibi sevgi tutarlı yaklaşmadığınız takdirde dengesizliğe yol açacaktır. Dengesizliğe yol açacak her unsur dengesizliği kurmak isteyenlerin en kıymetli hazinesidir. Neyi nasıl ne kadar sevmesi gerektiğini öğrenemeyen insan yanlışları içerisinde bocalayıp durur. Bu bocalamadan faydalananlar olduğu gibi zarar görenlerde vardır. Daha yanındaki insanla bile diyaloğa geçmeyi başaramayan insan kendisini zirveye taşıyacak olan sevgiden bir hayli geri kalacaktır bu tutumuyla…

Sevginin Yansımaları

Sevgiyi besleyen yan kaynaklar vardır. Bunlar olmadan sevgi tek başına uzun süre ayakta duramaz, Sevginin saçakları bu kaynaktan beslenirse o sevgi sağlam ve uzun ömürlü olur. Bunlar emek, ilgi, tanıma, sorumluluk ve saygıdır.

Emek: En doğal sevgi emeğe dayanan sevgidir, çünkü bu tür sevginin içerisinde ilk kalemi şefkat oluşturur. Allah’ ın ku­luna, ananın evladına, bahçıvanın çiçeklerine, mimarın eseri­ne olan sevgisi de bu tür bir sevgidir. Seven sevdiğine emek vermiş, kendisinden bir şeyler katmıştır. İnsanlar ekmekle doyar, emekle büyür, sevgiyle yaşarlar.

İlgi: İlgi de sevginin tezahürlerindendir. Bir şeyi sevip de ona ilgi göstermemek düşünülemez. Mesela Allah’ ı sevdiğini­zi söylüyor ama onun emirlerine ilgisiz kalıyorsanız, bu sevgi kupkuru bir iddia olur.

قُلْ إِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللَّهَ فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمُ اللَّهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ ۗ وَاللَّهُ غَفُورٌ رَحِيمٌ

“De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah bağışlayandır, esirgeyendir.” (Ali İmran/31)

Evet, yaratıcınız sevginizi ispatlamanızı istiyor, bunu, sevdiklerini de severek yapmanızı, onlara uyarak yapmanızı isti­yor. Onun sevdiklerine itina göstererek, onun koyduğu kuralları hayata hâkim kılarak yapmanızı istiyor. Unutanların unutulacağını bilmemizi istiyor:

نَسُوا اللَّهَ فَنَسِيَهُمْ ۗ

“Onlar Allah’ı unuttular Allah da onları unuttu.” (Tevbe/67)

Tanıma: Sevginin tezahürlerinden biri de tanımadır. Tanı­ma yöntemlerinin içinde en kolayı, sevgiyle tanımaktır. Bunlar iç içe eylemler. Sevdiğiniz kadar tanırsınız, tanıdığınız kadar seversiniz. Fakat toplum tanımadan sevenlerle, sevdiğini iddia edenlerle dolu. Bunu nasıl beceriyorlar bilemiyorum doğrusu. Zaten bu tip sevgilerin ömrü de olmuyor tanıyıncaya kadar sürüyor. Buna şıpsevdilik derler. Bir de tanıdıkça artan sevgi vardır ki, böyle biri olmak büyük bir lütuftur. Allah da tanındıkça sevilir.

Sevgi, tanımanın en kestirme yoludur, demiştik. Çünkü sevmek sevilmeyi getirir. Bu eylemin karargâhı yürektir ve sevmek, insanın kırkıncı odası olan yürekte birini konuk etmektir. İnsanın sırrı işte o odadadır.

İnsanı tanımak için orayı görmek gerekli, yani sevilmek gerekli. İnsana tanınmak içinse orada görmek yani sevmek gerekli. Elinde sevginin giriş kartını taşımayan, o odaya orduyla gelse dahi giremeyecektir, göremeyecektir, tanıyama­yacaktır.

وَمِنَ النَّاسِ وَالدَّوَابِّ وَالْأَنْعَامِ مُخْتَلِفٌ أَلْوَانُهُ كَذَٰلِكَ ۗ إِنَّمَا يَخْشَى اللَّهَ مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمَاءُ ۗ إِنَّ اللَّهَ عَزِيزٌ غَفُورٌ

“…Allah’tan, kulları içinde, ancak (kudret ve azametini bilen) âlimler korkar…”(Fatır/28)

Sorumluluk: Sevgi sorumluluk ister, zaten sevmek başlı başı­na bir sorumluluk değil midir? Sorumsuz insanlar tutulabilir, vurulabilir, lakin sevemezler. Çünkü sevgi, kazanılması zor, muhafazası ise daha zor bir olaydır. Onu korumak ve kolla­mak insana bir takım ek yükümlülükler getirir. Yani engin bir sabır işidir sevgi.

Sorumluluğun zıddı yetersizliktir. Bir insana, sırf kendi kendine yetmediğin için bağlıysan, o sevgi bir gün bir yerle­rinden dökülüverir. Sorumluluk en fazla eşler arasındaki sevginin çimentosu­dur. O giderse aile binası ikisinin de başına yıkılacaktır.

Saygı: Kişi sevdiğini saymıyorsa ona bir gün sevgisinin fa­turasını çıkartabilir, hatta sevdiği kişiyi tezgâhına koyup pa­zarlayabilir. Bu, ona duyduğu sevginin sırtından geçinmektir ki, pek hoş karşılanmaz.

Sevmek, sevilenin özgürlüğüne, şahsiyetine saygıyı gerektirir. Dengesizliğe varan saygısız sevgi, içerisinde sevileni esir alma onu tutsak etme arzusunu barındırır. İşte bu yamuk arzu, ancak saygıyla önlenebilir. Sevdiğini nesneleştirmekten kaçınabilen çok az insan vardır. Sevilenin nesneleştirilmesinin en etkili tedbiri saygıdır. Çünkü insan bir· nesneyi sevebilir fakat bir nesneye saygı duyamaz. İşte bu nedenle saygı, sevginin ki­şisel bir sömürüye dönüşmesini önleyen yegâne unsurdur.

Sevgi hakkında diyeceklerimizi bitirirken sevginin alametlerinden bahsetmemek olmaz. Sehl b. Abdullah (rha) şöyle demiştir; Allah’ı sevmenin alâmeti Kur’an-ı Kerim’i sevmektir. Kur’an-ı Kerim’i sevmenin alâmeti Peygamber (s.a.)’i sevmektir. Pey­gamber (s.a.)’i sevmenin alâmeti sünnet-i seniyyeyi sevmektir. Allah’ı ve Kur’an’ı sevmenin, Peygamberi sevmenin, sünneti sevmenin alâmeti ise ahireti sevmektir. Ahireti sevmenin alâmeti ise kendisini sevmektir. Kendisini sev­menin alâmeti ise dünyaya buğzetmektir. Dünyaya buğzettiğinin alâmeti ise yeteri kadar azık ve asgari ihtiyacından fazlasını almamaktır.[22]

SON SÖZ

Sevgi, tanıtması zor yaşaması lezzetli olan bir olgudur. Cümlelerle değil de daha çok davranışlarla belli eder kendini. Çünkü dayandığı yer(kalp) o kadar kocamandır ki içerdiği manayı kelimeler telaffuz edemez. İşte bu koskocaman yer ülke kurmaya en elverişli yerdir. Fethedilmeye layık bir toprak parçasıdır. Elverişli toprakları ve huzur veren bir atmosferi vardır. Ama çok da narin hassas bir yapıya sahiptir. Dikkatlice korunmalı ve muhafaza edilmelidir. Zira insan için en değerli olan olguya üs görevi görecektir bu toprak parçası. O da imandır. İşte o toprak parçasının sultanı iman olmalıdır. Buranın sultanının iman olması için orasının fethedilmesi gerekir. Kaleme aldığımız bu eserde “BİR ÜLKENİN FETHİ” nin nasıl olacağından bahsetmeye çalıştık. Bunun insanın aslına dönmesi ve aslına döndüğü takdirde bunun gerekliliklerini uygulaması halinde gerçekleşeceğini ispatlamaya çalıştık. Geziye çıkarıp tanıtmaya çalıştığımız bu “YÜREK ÜLKESİ”; Eğer şartlara riayet edilir ve eserimizde sık sık dikkat çektiğimiz ”denge” ye göre dizayn edilirse bu ülkenin fethi gerçekleşecektir. Bu ülkeyi fetheden de Allah’tır. Bunun için elleri kaldırıp O’na teslim olmak gerekir.

إِذْ قَالَ لَهُ رَبُّهُ أَسْلِمْ ۖ قَالَ أَسْلَمْتُ لِرَبِّ الْعَالَمِينَ

’’ Rabbi ona: ‘Teslim ol’ dediğinde (O:) ‘Alemlerin Rabbine teslim oldum’ demişti.’’(BAKARA-131)

Zaten O’nun fethetmesi bile bizi hayran bırakacak ve devamında vermiş olduklarıyla ayakları yere sağlam bastıracaktır. Ve o kişi şunu itiraf edecek; “İyi ki, İyi ki fethedilmişim, iyi ki ele geçirilmişim…”

Tabii bunun için önce teslim olmak gerekir, o toprak parçasını müsait hale getirmek gerekir. Buyur, senindir dilediğin gibi tasarrufta bulun demek gerekir fethedecek zata. O da nasıl olur derseniz şu ayete iyi kulak vermelisiniz;

إِنَّ اللَّهَ اشْتَرَىٰ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ أَنْفُسَهُمْ وَأَمْوَالَهُمْ بِأَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَ ۚ يُقَاتِلُونَ فِي سَبِيلِ اللَّهِ فَيَقْتُلُونَ وَيُقْتَلُونَ ۖ وَعْدًا عَلَيْهِ حَقًّا فِي التَّوْرَاةِ وَالْإِنْجِيلِ وَالْقُرْآنِ ۚ وَمَنْ أَوْفَىٰ بِعَهْدِهِ مِنَ اللَّهِ ۚ فَاسْتَبْشِرُوا بِبَيْعِكُمُ الَّذِي بَايَعْتُمْ بِهِ ۚ وَذَٰلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ

“Şüphesiz Allah, mü’minlerden canlarını ve mallarını, kendilerine vereceği cennet karşılığında satın almıştır. Artık, onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve ölürler. Allah, bunu Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da kesin olarak va’detmiştir. Kimdir sözünü Allah’tan daha iyi yerine getiren? O hâlde, yapmış olduğunuz BU ALIŞVERİŞTEN DOLAYI SEVİNİN. İşte asıl bu büyük başarıdır.”(Tevbe/111)

Dualarımızın sonu da başında olduğu gibi Allah’a hamd etmektir. Biz O’na sığındık. Sığınanlar yalnız O’na sığınsınlar. O ne güzel Sığınak’tır. Gayret bizden, Tevfik Allah(cc)’tandır… Kalbimizin ve kalbinizin Hak Din olan İslam üzere sabit kalması dileğiyle…

Allah azze ve celle Hakk’ı Hak bilip Hakk’a sarılan, Batılı batıl bilip batıldan uzaklaşan kullarından eylesin.

9 Rebiu’l-Evvel 1441

06.11.2019

[1] Tirmizi/Deavat/125

[2] Descartes

[3] Andre Gide

[4] Emile Durkheim

[5] A.Camus

[6] Marx

[7] Tefhimu’l-Kur’an – Mevdudi(rha) Tin/4

[8] Fi Zilali’l Kur’an – Seyyid Kutub Tin Suresi

[9] Tefhimu’l Kur’an – Mevdudi İsra/82 Tefsiri an.102

[10] Müslim, Müsned

[11] İbn Hanbel, Tirmizi, İbn Hacer nakletmiştir.

[12] Tirmizi – Zühd/9 İbn Mace – Zühd/19

[13] İmam Gazali – Kalplerin Keşfi / Allah Korkusu Sh:19  Merve Yay. Ter: Atilla Cengizoğlu

[14] Müslim – Kitabu’l Lian B.1 Hd.16

[15] Mevdudi – Tefhimu’l-Kur’an/Kaf-33 an:42

[16] İmam Razi (rha) – Tefsir-i Kebir Mefatihu’l-Gayb – Tevbe/24

[17] Elmalılı H. Yazır- Hak Dini Kur’an Dili – Enfal/63

[18] Seyyid Kutub – Fi Zilali’l Kur’an – Enfal/63

[19] Vehbe Zuhayli – Tefsiru’l-Munir – Hucurat/10

[20] Mevdudi – Tefhimu’l-Kur’an – Hucurat/10

[21] el-Mu’cemu’l-Vasît s. 643; Mecmau’t-Tefâsîr (Lübâbu’t-Te’vîl) III, 267

[22] Tefsiru’l-Munir – Vehbe Zuhayli – Al-i İmran/31 Ayetten Çıkan Hüküm ve Hikmetler

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.